akdeniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akdeniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2021 Perşembe

Akdeniz'de yeni güç mücadelesi: Türkiye'nin rolü ülkenin kaderi için kritik

Akdeniz'de yeni güç mücadelesi: Türkiye'nin rolü ülkenin kaderi için kritik


  Doğu Akdeniz'deki dengeler içerisinde Lübnan'ın önemli bir ülke olduğuna dikkat çeken ORSAM uzmanı Dr. Mustafa Yetim, Türkiye'nin Lübnan'da üstlenebileceği role ilişkin çarpıcı bir analiz kaleme aldı. Suriye'de meşru muhalefet ve Libya'da meşru hükümetle işbirliği çerçevesinde bu ülkelerdeki gelişmeleri şekillendiren Türkiye'nin, desteklediği aktörlerin önce sahada sonra da müzakere süreçlerinde daha etkili olabilmesini sağladığını belirten Yetim, 'Doğu Akdeniz'deki enerji rezervleri ve bu rezervlerin dünya pazarlarına ulaştırılması açılarından sahip olduğu stratejik önemin yanı sıra Lübnan gibi farklı mezhepsel-dini grupları içerisinde barındıran bir ülkenin Türkiye'nin istikrar sağlayıcı rolüne ihtiyacı olduğu açıktır.' değerlendirmesinde bulundu.

13 Kasım 2020 Cuma 12:24 - 

AA'da yer alan analiz şöyle:

Suriye iç savaşı ile Türkiye’nin Levant bölgesinde artan görünürlüğü, Libya’daki gelişmelerle takip eden yıllarda Kuzey Afrika bölgesine taşınmış oldu. Bölgesel istikrarı tehlikeye atan bu iki ve uzun soluklu iç çatışma sürecinde Türkiye’nin kalıcı askeri-siyasi güç olarak belirmesi, Doğu Akdeniz bölgesinin iki önemli kıyısını oluşturan Kuzey Afrika ve Levant bölgesinde Türkiye’nin desteğiyle belli bir düzeyde istikrarı ve çatışmasızlık ortamını beraberinde getirdi.

Diğer bir ifadeyle, Suriye’de meşru muhalefet ve Libya’da meşru hükümetle işbirliği çerçevesinde bu ülkelerdeki gelişmeleri şekillendiren Türkiye, desteklediği aktörlerin önce sahada sonra da müzakere süreçlerinde daha etkili olabilmesini sağladı. Bu durum Türkiye’nin bölgedeki kronik sorunlarla uğraşan Yemen ve Lübnan gibi ülkelerde de istikrar unsuru olabileceğine yönelik tartışmaları yoğunlaştırmış durumda. Bu kapsamda Türkiye’nin son dönemde Lübnan’a yönelik yoğunlaşan ilgisi hem bölgede hem de Lübnan’da çeşitli değerlendirmelere yol açtı.

- TÜRKİYE ALEYHİNE YÜRÜTÜLEN MEDYA KAMPANYASI

Türkiye’nin bahsi geçen bölgelerdeki istikrar temelli bölgesel aktivizmine ve dolayısıyla Lübnan’da artması muhtemel nüfuzuna üç ana yaklaşım olduğunu belirtebiliriz. Bunlardan ilki, Katar gibi ülkeler tarafından savunulan Türkiye’nin bölgedeki rolünün olumlu olduğuna ve desteklenmesi gerektiğine yönelik. Diğeri, rekabete dayalı olmasına ve Türkiye’nin artan bölgesel etkisinden rahatsız olmasına rağmen Ankara ile çatışmacı ilişkilerden ziyade işbirliği kanallarını geliştiren İran’ın tutumu. Üçüncüsü ise Türkiye’nin Doğu Akdeniz bölgesinde kalıcı hale dönüşen bölgesel aktör konumunu kendi çıkarlarına doğrudan tehdit olarak gören ülkeler ve bu ülkelerin-aktörlerin kontrolündeki medya organlarının oluşturmaya çalıştığı dezenformasyona dayalı algı. Bahsi geçen üç yaklaşımdan sonuncusunun Türkiye’nin son dönemde yoğunlaşan Lübnan yönelimine karşı geliştirdiği argümanları temel alan bu çalışma, bu argümanların temel hedeflerini, Türkiye’nin Lübnan politikasının boyutları ve dini-mezhepsel gruplarla olası ilişkileri üzerinden analiz ediyor.

Bu çerçevede Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), İsrail, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve bu bölgedeki eski sömürgeci güç Fransa, Türkiye’nin artan etkisini sınırlandırmak amacıyla siyasi ve askeri düzeyde adımlar atarken medyayı da bu amaçla kullanıyorlar. Özellikle kolonyal etkisini yeniden tahkim etme amacıyla bölgeye yönelen Fransa’nın, Arap Ayaklanmaları sürecinin getirdiği demokratikleşme süreçlerini tersine çevirmeyi temel hedef benimseyen Mısır, BAE ve İsrail'in yanı sıra Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Doğu Akdeniz’deki haklarını hukuk dışı yöntemlerle yok saymayı amaçlayan Yunanistan ve GKRY gibi ülkelerle çok boyutlu ilişkiler geliştirdiği görülüyor. Dolayısıyla bahsi geçen ülkeler, Türkiye’nin istikrar unsuru olarak yer aldığı diğer ülkelerdeki faaliyetlerine yönelik kullandıkları söylemi Lübnan’daki girişimlerine yönelik de geliştirdiler. Bu bağlamda adeta ortak dil geliştiren bu ülkelerin medya organları, Türkiye’nin Lübnan’da “Sünnilerin koruyucusu olmayı amaçladığını”, “Müslüman Kardeşleri desteklediğini”, “İslamcı bir tutumu olduğunu”, “Kuzey Lübnan’da kendine bağlı gruplar oluşturmaya çalıştığını” ve dahası “Lübnan’a silah soktuğunu” ileri sürdüler. Bu çerçevede Ermenistan’ın dahi dillendirdiği bu temelsiz iddialar neticesinde bu aktörler, eski kolonyal güç ve Lübnan’daki kronik sorunların başlıca dış sorumlularından Fransa’yı Türkiye’yi genel olarak Doğu Akdeniz ve özel olarak Lübnan’da “dengeleyici” güç olarak desteklediler.

- YEREL AKTÖRLERLE İLİŞKİLER

Özellikle 2006’da İsrail-Hizbullah arasındaki çatışmalar sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altındaki barış gücüne katkı sağlamasının ardından Lübnan ilgisi genişlemeye başlayan Ankara, 2010’da Hizbullah kontrolündeki bölge olarak bilinen Sayda’da Türk Travma ve Rehabilitasyon Merkezi’nin ve 2014’te Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ofisinin bu ülkede açılmasını teşvik etti. Dahası Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) gibi kurumların da Lübnan’da faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla Türkiye’nin Lübnan yaklaşımı belirginleşmeye başladı. Bu yaklaşım 4 Ağustos 2020’deki Beyrut Limanı patlaması sonrasında daha da açıklık kazandı ve patlamanın hemen ardından ülkeyi ziyaret eden Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türkiye’nin Lübnan’daki hiçbir grup arasında ayrımcılık yapmadığını ve her grupla iletişim halinde olarak ülkenin ekonomik, siyasi ve diğer alanlarda yeniden yapılanması için “kazan-kazan” politikası izlediğini vurguladılar. Fransa’nın Lübnan’a yönelik yaklaşımını eleştiren Türkiye, Lübnan’da kolonyal amaçlar ya da kaynak sömürüsü için değil istikrar sağlama amacıyla bulunduğunu özellikle belirtme gereği duydu. Dolayısıyla her ne kadar özellikle Kuzey Lübnan ve Trablusşam’da Sünni ve Türk nüfusun bulunması nedeniyle Türkiye’ye yüksek oranda sempati duyulmasına rağmen Ankara, yapılan ziyaretlerdeki çok taraflı temaslardan da anlaşıldığı üzere, tüm taraflarla iletişim geliştirme amacını benimsedi.

Bu çerçevede İran tarafından desteklenen Hizbullah ile Suriye iç savaşında yaşanan siyasi-askeri çatışmalara ve Hizbullah’ın PKK-PYD terör örgütüne yönelik olumlu tavrına rağmen Hizbullah’ın Suriye’de İran-Türkiye işbirliğine itiraz etmediği görülüyor. Dahası Hamas ile güçlü ilişkileri bulunan ve Suudi Arabistan-BAE gibi ülkelerle ciddi sorunlar yaşayan Hizbullah’ın, bu konularda Türkiye ile benzer yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Bu yüzden Hizbullah’ın da Suudi Arabistan-BAE gibi ülkelerin Lübnan’daki etkisini kırma ve İsrail’e karşı yeni bir denge unsuru olarak Türkiye’nin Lübnan’daki rolüne itiraz etmeyeceği ifade edilebilir. Türkiye’nin yaptırdığı bahsi geçen hastanenin Hizbullah’ın kontrolündeki bölgede yer alması Hizbullah’ın Türkiye’ye yönelik ciddi bir radikal tutum içinde olmadığının işareti olabilir. Diğer taraftan Hizbullah’ın yanı sıra Lübnan Şiilerinin diğer önemli figürlerinden ve Hizbullah’ın ilk Genel Sekreteri Şeyh Subhi Tufeyli’nin Türkiye’nin Suriye-Libya’daki girişimlerine yönelik olumlu açıklamalar yapması, Türkiye’nin “Mezhepsel” olmayan yaklaşımını doğrulayan ve önemli Şii aktörlerin de Türkiye’nin Lübnan’da artması muhtemel nüfuzunu mesele etmediğinin temel göstergelerden. Osmanlı döneminden kalma güçlü tarihi-kültürel bağların ışığında, Kuzey Lübnan’daki Akkar bölgesinde 50-80 bin arası Kavaşra Türkmenleri, 20-30 bin civarında mensubu bulunan Mardinli (Merdelli) topluluklar ve Sünni grupların da aracılığıyla Türkiye ve Lübnan arasındaki çok boyutlu ilişkilerin gelişmesinin zemini mevcuttur.

Diğer taraftan Şii ve Sünni grupların dışında, Maruni Hristiyan grupların, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın Lübnan’ın kuruluşunun 100. yılı dolayısıyla yaptığı Osmanlı karşıtı açıklamalarda da görüldüğü üzere, Türkiye’ye yönelik belirli bir olumsuz tutum takındığı görülüyor. Maruni grupların geleneksel olarak Fransa tarafından desteklendiğini düşündüğümüzde söz konusu tavrın öngörülebilir olduğu söylenebilir. Diğer taraftan Maruni grupların da blok halinde aynı tavrı benimsemediği de belirtilmeli. Yani bu gruplardan bazıları İsrail ile olumlu ilişkilere sahipken diğer bazı gruplar Mişel Avn’ın oluşturduğu Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) gibi Hizbullah’la bir dönemdir ittifak halinde. Diğer bir deyişle Lübnan’daki mezhep gruplarında görüldüğü üzere Marunilerde de çoğulcu ve farklı yaklaşımlar söz konusu ve bu durum Türkiye’nin bazı Maruni gruplarla ilişkisini geliştirmesine kapı aralayabilir.
Türkiye’yle ilgili çok radikal şekilde olumsuz görüşe sahip olan gruplardan biri de Lübnan İç-Dış siyasetinde yeterince etkisi olmamasına rağmen Ermeni vatandaşlardır. Türkiye ve bu gruplar arasındaki ilişkilerin düzelmesinin Ermenistan’la siyasi ilişkilere ve Ermeni diasporasının faaliyetlerine bağlı olduğu söylenebilir.

- FRANSA'NIN "TARAFSIZ" OLDUĞU İDDİASI BİLİNÇLİ BİR ÇARPITMA

Lübnan’daki diğer önemli mezhep grubu Dürziler ve özellikle bu topluluğa öncülük yapan İlerici Sosyalist Partisi (PSP) açısından değerlendirdiğimizde Türkiye’nin, Beşşar Esed rejimi karşıtı tutumuna sahip olan ve Saad Hariri öncülüğündeki Gelecek Partisi’yle ittifak halinde bulunan PSP ile de belirli bir çerçevede ilişki geliştirmesi mümkün görünüyor. Bu yüzden Doğu Akdeniz’deki enerji rezervleri ve bu rezervlerin dünya pazarlarına ulaştırılması açılarından sahip olduğu stratejik önemin yanı sıra Lübnan gibi farklı mezhepsel-dini grupları içerisinde barındıran bir ülkenin Türkiye’nin istikrar sağlayıcı rolüne ihtiyacı olduğu açıktır. Farklı mezhep gruplarının arasındaki siyasi çatışmaların sistemsel bölünmelerle kronik hal aldığı Lübnan’da Türkiye destekli muhtemel bir istikrar ortamının Orta Doğu’daki diğer çatışma alanlarına da olumlu katkı sağlayabileceği söylenebilir.
Diğer taraftan kolonyal geçmişine ve ülkedeki kronik sorunların temel dış sorumlularından olmasına rağmen Fransa ve desteklediği bahsi geçen aktörlerin, Türkiye’nin istikrar sağlama merkezli Lübnan yönelimini, “Yeni-Osmanlıcı” ya da “Sünni merkezli” şeklinde nitelendirmesi tamamıyla ironik bir durum. Daha açık ifade etmek gerekirse, uzun zamandır çoğunlukla Marunilere endeksli bir Lübnan yönelimi benimseyen Fransa’nın bahsi geçen aktörler tarafından “tarafsız” ve “tüm gruplarlarla iletişim halinde” olarak sunulması ve kapsayıcı bir Lübnan yönelimine sahip olan Ankara’nın ise, “Sünni temelli” ve “işgalci” şeklinde addedilmesi mevcut ve tarihsel gerçekliklerin bilinçli çarpıtılmasına işaret ediyor. Halihazırda Lübnan kültürel ve tarihi sahasında güçlü bir zemini ve karşılığı bulunan Türkiye’nin, kendilerinden destek gördüğü Lübnan’daki Sünni ve Türkmen aktörlerin dışındaki diğer gruplarla da çeşitli alanlarda ortak noktaları ve buna bağlı olarak Lübnanlı yerel aktörler arasında uzlaştırıcı rol oynama kapasitesi bulunuyor. Dolayısıyla mezhep odaklı davranmadığını belirten, kapsayıcı ve insani yardım odaklı hareket eden ve Lübnan’ın her alanda yeniden inşa edilmesine katkı sağlayan aktör olarak Türkiye’nin, bahsi geçen kara propaganda merkezli söylemlere rağmen Lübnan istikrarına katkı sağlama potansiyeli yeterince yüksektir.
13 Kasım 2020 Cuma 12:46

***

12 Eylül 2019 Perşembe

SURİYE KRİZİ TÜRKİYEYE TOPRAK KAYBETTİRECEK SÜRECİ BAŞLATTI MI., ?

SURİYE KRİZİ TÜRKİYE YE TOPRAK KAYBETTİRECEK SÜRECİ BAŞLATTI MI., ?



Suriye krizi Türkiye ye toprak kaybettirecek 
Türkiye'ye toprak kaybettirecek süreç başlattı mı?
Mehmet Efe Çaman
31 Ağustos 2019


ANALİZ | MEHMET EFE ÇAMAN.,

Suriye'de Arap Baharı denen isyan dalgasının etkisinde olduğu bir halk hareketini kontrol ediyor alan alan islamcı fanatikler, ülkelerini kısa bir iç savaşla yüzyüze bıraktılar. Türkiye en başından beri Suriye'deki merkezi yönetim karşıtı İslamcı-cihatçı fanatik grupları orada bir numara aktör oldu. Suriye'nin toprak bütünlüğünü formel olarak deklare etse de, Ankara'nın bu tutumu Suriye'nin yerini parçaya bölünmekte yol açtı. Türkiye'nin doğu sınırlarında yanan, korunaklılık yapan, İslamcı terörist grupların bulunduğu ve rahatça çakışıyor Türkiye-Suriye sınırından giriş çıkış yapabiliyor. Türkiye toprakları, Erdoğan'ın hükümetinin bilgisi altında cihatçı bölgesinde âhı haline geldi.
Türkiye ortadoğu dersini almak için Türkiye’de ortanca kıdemdarlık’ı Erdoğan ve İslamcılar, sünnici dış politika izlenmesiyle ilgili bir başat güç olması hayali kuran Erdoğan ve İslamcılar, el altından Suriye'deki cihatçı teröristlere silah, mühimmat, sağlık malzemesi, gıda, motorize araç, hatta para koymakler. El Kaide ve IŞİD türevi gruplara sempati duydu, onları savunuculuyor üstlendi. 

Bu gruplarla aynı ideoloji ve ideallere inanan daha küçük gruplar resmen hedeflenmiştir. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) denen oluşumumu demokrasi isteyen bir güç olarak meşrulaştırmaya çalışmak beyhudeydi. Tüm dünya Suriye'de Demokrasi değil,

Beklentiler neydi? 

Kimse bilmiyor! İslamcılar böyle somut yanıtlayarak sorulardan hoşlanmaz zaten. Onlar için daha afakî, muğlâk laf kalabalıkları daha çekicidir! Şam Emevi Camii'nde namaz kılmak falan gibi İslamcı kitlelerin kulağına hoş gelen “hedeflerin” makarası burada, orduyu yöneten Erdoğan ve adamlarını rahatsız etmedi. Esad Nusayri, biz Sünni'yiz türü düşük zekâ kokan korelasyonlarla Suriye'de battıkça battılar. Oysa gerçekler çok acıydı. Türkiye hedefleri ve gücü arasında denge kurmadan, tanımadığı, bilmediği, önü-sonu belli olmayan bir karmaşaya balıklama daldı. ABD ve Rusya dışında bir müstakil güç olarak varlığın sürdürebileceği sanr yönünde hareket ettiler. İslam ve İslami aidiyet gibi uluslararası siyasette hiçbir anlam taşımayan kavramlar ve bir strateji geliştirdiler.
Burada Türkiye, dört milyona yakın Suriyeli mülteciyi sınırlarından geçirdi. Bugün bu insanlar Türkiye'deler. Türkiye'nin gerçekliği eski. Büyük bir şeyi de bundan böyle yapabilirsiniz. Türkiye demografisinin bir parçası haline geldiler. Milyonlarca çocuk Türkiye'de okula gidiyor. Yüz binlercesi Türkiye'de dünyaya geldi. Suriyeli iş piyasasının parçası oldu. Suriyelilerin oranı büyük; Türkiye'nin eğitimi, sağlık, ekonomik, teknolojik altyapılarına büyük bir yüktür bu. Kendi ülkesinde vatandaşlarının bazı ülkelerinde ortalamasının çok altında olması durumunda sunabilen orta geliriniz bir ülke için azımsanmayacak ve geçiştirilemeyecek kadar majör bir sorundur!

Videosu;



https://youtu.be/_fn5vPxFMg4

Israrla yapılan hataların telafi edilmediği, bilakis hataların üzerine devam ederek devam edilen bir durumla karşı karşıya Türkiye. Bugüne kadarki Suriye politikasının ciddi bedelleri oldu. Bunların önemlilerini saymak zorunlu: 

1) Yasa'nın dış göçün tetiklenmesi, 
2) Suriye'de büyük güçlerin bulunduğumesi, 
3) Suriye'de merkezi hükümetin ülke topraklarını kontrol edememesi (devlet olmanın en önemli koşulunu yapabilmesi), 
4) uzak kalkması, 
5) İslamcı-cihatçı fanatizmin Suriye'de yaygınlaşması, terör örgütlerinin bölgeye yerleşmesi, 
6) Suriye'nin Kürtçe grubu gruplarının Türkiye sınırına kadar olan bölgeyi kontrol etmeye başlıyor, 
7) Türkiye topraklarının cihatçı bölgesinde gelmesi, 
8) Türkiye'nin güney sınırının geçişken ve kontrol edilemez hale gelmesi,
Bu yazı yazılırken İdlib'de Rus / Suriye bombardımanları sonunda yüz binlerce Suriyeli Türkiye sınırına doğru hareketlendiler. 

Buradaki büyük bir bölümü masum sivil halk, kalanları bölgeyi terk eden cihatçı teröristler. Bölgede milyonlarca insan var ve bu konuda önemli bir bölüm. 

Bu göç dalgası önümüzdeki haftalarda daha da yoğunlaşabilir.

Suriyeli eklenebilir. Bu zaten dramatik olan durumun tümüyle kontrolden çıkması sonucunu beraberinde getirecek. Çok ciddi bir rakam ve orandan bahsediyoruz. Türkiye'de bu yeni göç dalgasını absorbe ederek kapasite var mı? Dahası, Türkiye halen kuzey Suriye'deki Kürt kökenliyla sorun yaşıyor. Irak ve Suriye Kürtleri ile Türkiye Kürtleri arasında aidiyet duyguları Biz duygusu artıyor. Bu durumda körükle gidercesine, Türkiye demokrasi ve insan haklarından tümüyle koparak Kürtlerin meşru siyaset kanallarını tıkamış bulunuyor. Kürtçe halkı bir aradaheit rejimi içinde, köşeye sıkıştırılmış olarak hissediyor. PKK ile Suriye Kürtleri'nin öz özdeşliği kabul ediliyor, bu çok çok büyük bir bilgisayarda. Oysa Ankara'nın elinde Suriye'deki durumsuzlaşmaya başladığında Kürtlere odaklanmak önemlidir. Seküler Kürtlerle daha yakın siyaset izlenerek, Türkiye'de de çözümde devamine devam edilir, Suriye'nin kuzeyi Türkiye ile dost bir Kürtçe ayarlanabiliyor, Türkiye Kürtlerin demokratik açılığını kabul etmeyi bekliyoruz. Federal bir Suriye, tıpkı federal bir türkiye gibi, bölgesel ve etnik aidiyetleri baskilari alindigi müddetçe toprak bütünlüğünü güçlendirebilirdi. Oysa Ankara'daki İslamcı şarlatanlar bir avuç oy için cihatçı manyaklara destek verip, diğer tarafta Avrasyacı derinlere yemekte Kürtlerle sistemimizin çözümünü içeride sonlandırıp, ülkemizdeki Kürtlerin da hedefine getirilmesi seçti. Yaparak kendi bindiği dalı kesti.

Ortadoğu Siyaseti, dengeleri gözetmeyi ve sırtını ayarla. Yoksa Dimyat'a pirince giderken seçtiğiniz eldeki bulgurdan olmuş orada! Yaşanan budur. 

Türkiye rejimi ısrarla hatalardan öğrenmiyor; dahası bunu “dik durmak” olarak algılıyor. Diklenmekle ve ona buna değmekle birlikte durmak arasında ciddi fark bulunduğunu öğrenmemek, ciddi bir akıl tutulması, dahası ölümcül bir hatadır. Ruslara güvenerek NATO şemsiyesinin dışına yaklaşıyor, kendileri tartarıyor ve buralarda da aynısını gören Erdoğan rejimi, Türkiye'nin petrol ve gaz a bağımlı, silahını ve mühimmatını arıyordan satın alan, ekonomisi kırılgan ve dış pazarcıların yeni paralinin, sofistike dünyanın onuruna yakın, içindekiler etnik kırılganlığı içerisinde barındıran bir aktör olduğu gerçeğini kabullenemiyor. İçerideki cahil kitleleri hilafet, fetih, Osmanlı, küresel güç vs. bomboş retoriklerle hipnotize ediyor. 
Bu coğrafyanın güçsüzlüğün aptallıkla liderliğini kabul edemeyeceğini görmüyor!

Türkiye'den çıkan politikalar ana konu Türkiye'nin izlediği yanlış politikalardır. Ödenen bedel, akıl ve izan yoksunluğunun faturasıdır. Bu bedel Osmanlı'nın 1910–1920 arası 10 yıllık şehirde hatalarından birinde bedele benzeyen sonuçlara gebe! Suriye'de Fransızlar yok, ama Ruslar ve Amerikalılar var. Suriye ve Türkiye bu krizde organik olarak arada bağlandı. Suriye'yi hasta eden mikroorganizma Türkiye'yi aynı şekilde enfekte edebilir. Dahası Rusya'nın NATO'nun yumuşak karnına dönüştürdüğü ABD'yi ABD şemsiyesinden sonra tümüyle çıkartmış durumda. Akdeniz'e yerleşen Rusya, Türkiye'yi kendine bağlayarak güdümüne soktu. ABD ile tampon bölge anlaşmasının akabinde İdlib Türkiye'yi cezalandırıyor. Türkiye’de kremlin'in politikalarına bağlı! Gerisini siz hesaplayın!
Şaka değil: Türkiye krizi Türkiye'ye toprak kaybettirecek süreci başlatmış olabilir.
Orijinal olarak 31 Ağustos 2019 tarihinde https://www.tr724.com adresinde yayınlanmıştır .


https://medium.com/tr724/suriye-krizi-t%C3%BCrkiyeye-toprak-kaybettirecek-s%C3%BCreci-ba%C5%9Flatt%C4%B1-m%C4%B1-2e537cb97350

***

5 Mart 2019 Salı

Akdeniz'de doğalgaz ittifakı dışında kalan Türkiye alternatif arıyor,

Akdeniz'de doğal-gaz ittifakı dışında kalan Türkiye alternatif arıyor.,




doğal gaz üretim
doğal gaz üretim

İsrail’in Tamar ve Leviathan sahaları ile Mısır’ın Zohr sahasında çıkartılan doğal gazın Güney Kıbrıs'ta Afrodit sahasında çıkarılan gaz ile birlikte AB ülkeleri için alternatif bir doğal gaz tedarik kaynağı haline gelmesi, bu ülkeler arasındaki enerji işbirliğini gündeme getirdi.

AB tarafında da desteklenen EastMed doğal gaz boru hattının inşasına ilişkin görüşmelerde sona yaklaşıldı. İtalyan ENI ve Fransız Total firması tarafından ihalesi kazanılan 3 numaralı sahada da zengin doğal gaz kaynaklarının bulunduğuna yönelik bilgilerin kamuoyu ile paylaşılması Kıbrıs, İsrail ve Mısır gazının AB için alternatif bir doğal gaz tedarik kaynağı olabileceğine yönelik düşünceyi kuvvetlendiriyor.
Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkeler tarafından AB’nin desteğiyle doğal gaz etrafında örgütlenen işbirliği, başlangıçta temel politikasını Doğu Akdeniz’de kendisiyle beraber en uzun kıyı hattına sahip olan Mısır ile imzalanacak bir Münhasır Ekonomik Bölgeler (MEB) sınırlandırma anlaşmasına yoğunlaştıran Türkiye’yi alternatif arayışlara itti.

–– ADVERTISEMENT ––
Türkiye her ne kadar 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olmasa da Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölgeler'in kıyıdaş ülkelerinin katılımıyla ilgili ülkelerin kıyı uzunluğunu esas alan hakkaniyet ilkesi çerçevesinde belirlenmesini savunuyor. Rum kesiminin, Ada’nın tamamını temsil ederek Mısır, Lübnan ve İsrail ile yaptığı MEB sınırlandırma anlaşmaları, Türkiye tarafından hem KKTC’nin haklarının korunması hem de bazı noktalarda kendi muhtemel MEB sınırlarının ihlal edildiği gerekçesiyle kabul edilmiyor.

Akdeniz'de Askeri gerginlik artabilir

1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde tanımlanan MEB’in aksine, Kıta Sahanlığı'nın ilgili ülke tarafından ilan edilme zorunluluğu yok. Türkiye resmi olarak duyurmasa da teamül hukuku haline gelmiş Kıta Sahanlığındaki ilgili kıyıdaş ülke haklarını kullanmayı düşünüyor. Bu politika doğrultusunda KKTC ile Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması 2011 yılında imzalandı. 11 Şubat 2018 tarihinde 3 numaralı parselde İtalyan ENİ firması adına sismik araştırma yapan Saipem 12000 adli geminin faaliyetleri Türk Deniz kuvvetleri unsurları tarafından Muhtemel Kıta Sahanlığını ihlal ettiği gerekçesiyle engellendi.
Rum Yönetimi, Fransa’ya hava ve deniz üslerini kullanma hakkı tanıdı. Bu hakkın Fransız donanması tarafından Total ve Eni ortaklığının ilerleyen zamanlarda yapacakları sismik araştırma ve sondaj faaliyetlerine destek amaçlı olarak kullanılması bölgedeki askeri gerginliği daha da arttırma potansiyeline sahip.

Türkiye KKTC'ye üs inşa edecek mi?

Mısır’ın da dahil olmasıyla oluşan bölgesel ittifak ve AB’nin desteği Türkiye’yi oyunun kurallarını değiştirmeye zorluyor.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun açıklamasını bu yönde değerlendir mek gerekiyor. Daha önce sismik gemisi Barbaros Hayrettin Paşa tarafından araştırma yapılan KKTC, Mersin ve İskenderun sahalarında tekrar bir sondaj faaliyetinin yapılabileceğini beklemek olası. Ancak bu faaliyetten Türkiye’nin amacının petrol veya doğal gaz çıkarmaktan ziyade, diğer aktörleri kendisiyle işbirliğine zorlamak olması akla daha yatkın geliyor.
Türk Deniz Kuvvetleri tarafından KKTC’de, Ada'nın güneyindeki İngiliz üsleri gibi egemen bir Türk üssünün inşası konusunda Türk Dışişleri Bakanlığı'na yapılan teklifin gündeme getirilmesi de bu düşünceyi destekliyor. 
Söz konusu düşüncelerin ne kadarının eyleme dönüştürülebileceği ise büyük bir soru işareti. Bu tür söylemleri diplomatik olarak tarafları müzakere masasına çekmek için yapılan faaliyetler olarak okumak daha doğru. 
Avrupa'nın gaz tedarikinde tekel konumu korumak isteyen Rusya önemli aktör
Ayrıca dikkatlerden kaçırılmaması gereken bir diğer belirleyici aktör de, AB’nin doğal gaz tedarikindeki tekel konumunu devam ettirmek isteyen Rusya. Hem AB hem de Türkiye’nin alternatif tedarik kaynaklarına sahip olması, doğal gazı ekonomik ve diplomatik bir aparat olarak kullanan Rusya için istenen bir durum değil.
Nitekim Rusya Doğu Akdeniz’de yaşanan bu gelişmelere sessiz kalmayacağını da 1-8 Eylül arasında 24 gemi ve 2 denizaltı ile 34 uçağın katılımıyla icra edilen tatbikat ile gösterdi.
Tatbikat esnasında Ruslar tarafından Girne ve Mersin arasındaki sahaya yönelik olarak yayımlanan tehlike ilanı, hem KKTC hem de Türk karasuları nı ihlal etmişti. Ruslar bu hareketle söz konusu bölgede yapılanilecek bir sondaj faaliyetine karşı olumsuz bir tavır takınanilecekleri ni göstermişti.
Bölgede yaşanan gelişmelerin her gün Türkiye’yi yalnızlığa ittiği böyle bir dönemde, Türkiye tarafından yapılacak bir sondaj faaliyeti domino etkisi yaparak denizde bir çatışmanın fitilini ateşleyebilir.

***

16 Şubat 2018 Cuma

ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 5


ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 5


Sonuç olarak kara harekatı açısından iki sorun söz konusudur. Birincisi, IŞİD ile diğer güçler arasında savaşçı sayısı, kontrol edilen bölgeler, sahip olunan kaynaklar, ateş gücü gibi açılar-dan makas çok açılmıştır. İkincisi, muhtemelen 
ABD’nin de telkiniyle IŞİD’e karşı bir araya gelen gruplar arası ittifak son derece zayıf temellere dayanmaktadır. Her birinin IŞİD tehdidi dışında ortak bir yanı yoktur ve kalıcı, etkin bir işbirliği sürdürmeleri zordur. 

ABD Başkanı Obama Kongre’den Suriyeli muhalifler için ek bütçe kullanma yetkisi almaya çalışmaktadır. Daha önce de bu çapta destekler verilmiş ancak bu, IŞİD’e karşı denge oluşturmanın ötesinde ÖSO’ya giden yardımların 
IŞİD’in eline geçmesi nedeniyle örgütün daha da güçlenmesine veya bu yöntemin güvenilirliğinin sorgulanmasına yol açmıştır. ÖSO’ya giden silahlar üç nedenle IŞİD’in eline geçmiştir. 

Birincisi ÖSO’ya bağlı grupların bazıları IŞİD’e katılmıştır. 
İkincisi IŞİD ÖSO’ya karşı sağladığı askeri başarı neticesinde ateş gücüne de sahip olmuştur. 
Üçüncüsü de ÖSO içindeki savaşma dinamiği zayıfladıkça silahlar para karşılığı 
IŞİD’e satılmıştır. Dolayısıyla geçmiş tecrübelerin tekrarlanması durumunda ÖSO’ya desteğin artırılması IŞİD’in askeri kapasitesini güçlendirmesi ile de sonuçlanabilir. 

c. IŞİD’in saldırılarını önlemek için terörle mücadele kapasitesinin kullanılması, 

IŞİD’in arkasındaki finansal güç belirsizdir. Bu konuda en fazla dile getirilen iddia Körfez sermayesinin IŞİD’e destek verdiği yönündedir. Körfez sermayesinin uzun yıllardır Afganistan-Pakistan dâhil olmak üzere Ortadoğu’da militan Selefi gruplara destek verdiği bilinmektedir. Bu yardımların bir kısmının IŞİD’e gitmiş olması sürpriz olmayacaktır. Ancak Körfez ülkeleri Suriye’de esasen doğrudan kendilerine bağlı 

Ahrar-ı Şam, İslam Ordusu gibi Selefi grupları desteklemektedir. Hatta IŞİD’in Irak’taki son kazanımları Körfez ülkeleri tarafından da tehlike olarak algılanmıştır. Zira örgüt mensuplarının bir kısmını Körfez ülkelerinden gelen savaşçılar oluşturmaktadır. Bu kişilerin ülkelerine dönerek istikrarsızlık yaratmasından çekinilmektedir. Bu nedenle Suudi Arabistan 2014 başında IŞİD’i 
terörist örgütler listesine dâhil etmiş ve bir dizi önlemi de hayata geçirmiştir. 

Bu noktadan hareketle örgüte Körfez desteğinin gitmiş olması yüksek ihtimal olsa da bu ülkelerin örgütün tamamen arkasında olduğu iddiası yanıltıcı olabilir. IŞİD’e giden Körfez sermayesi devletlerden bağımsız olarak vakıflar, din adamları, bağımsız işadamları tarafından/üzerinden aktarılmaktadır. Dolayısıyla Körfez ülkeleri ve IŞİD arasındaki ilişkinin niteliği belirsizdir. Bu da IŞİD’in dış ekonomik desteğinin kesilmesi çabaları açısından zorluk oluşturmaktadır. Ancak 
esas sorun IŞİD’in mevcut durum itibarıyla kendi finansmanını sağlayacak imkânlara erişmesi ve dış desteğe bağımlı kalmadan savaşı 
sürdürecek imkânlara sahip olmasıdır. 

IŞİD, Suriye-Türkiye, Suriye-Irak, Irak-Ürdün arasındaki sınır kapılarının bazılarını kontrol etmektedir. Suriye’de Rakka ve Deyr ez Zor’daki petrol bölgelerinin önemli bir kısmı örgütün kontrolü altındadır. Irak’ta Musul’u ele geçirmesi ve sonrasında Bağdat’a doğru ilerleyişi sırasında “savaş ganimetleri” ele geçirmiştir. Suriye ve Irak’ta su kaynakları ve barajların bir kısmını kontrol etmektedir. Suriyeli muhalifler ve Irak ordusu ile gerçekleştirdiği çatışmalardan 
önemli miktarda ateş gücü, ağır silah ve tank ele geçirmektedir. Bunun yanı sıra Suriye’de Rakka Vilayeti başta olmak üzere birçok yerde kalıcı otorite kurmuş ve devlet gibi hareket etmektedir. Bu çerçevede halktan vergi mantığı ile para 
toplamaktadır. Savaşçı bulma konusunda ise neredeyse hiç sıkıntı yaşamamakta dır. Dolayısıyla IŞİD’e dış desteğinin kesilmeye çalışılması örgütün ekonomik imkânlarının zayıflamasını beraberinde getirmeyebilir. 

Yabancı savaşçıların Suriye’ye geçişi konusunda ise alınması gereken ilk önlem, bu kişilerin Suriye’ye komşu ülkeye gelmeden önce kendi ülkeleri tarafından tespit edilerek çıkışlarına engel olunması ya da Suriye’ye gitme ihtimali olan 
kişilerin bilgisinin komşu ülkelerle paylaşılmasıdır. 

IŞİD’in giderek artan sayıda Avrupalı savaşçı barındırması, Batı’da güvenlik kaygılarını artırmıştır. Bir Fransız vatandaşının Suriye’de IŞİD saflarında savaştıktan sonra Brüksel’de Yahudi Müzesi terör eylemini gerçekleştirmesi tehdit algılamalarını arttırmıştır. Bunun için son dönemde kaynak ülkeler ile Türkiye arasında istihbarat işbirliği gelişmeye başlamıştır. Bu çerçevede 
Fransa ile başlayan ve diğer Avrupa ülkeleri ile devam eden işbirliği neticesinde bildirilen 6 binden fazla kişi Türkiye’ye giriş yasağı listesine alınmış, bin kişi de yakalanarak sınır dışı edilmiştir. 

Ancak unutulmaması gereken husus, 910 kilometrelik düz bir sınır hattının mutlak kontrolünün mümkün olmadığıdır. Nitekim her türlü teknolojik imkânı kullanarak önlem almasına rağmen ABD’nin Meksika sınırından yasa dışı göçmen geçişine engel olamadığı unutulmamalıdır. 

d. IŞİD saldırıları nedeniyle Yerinden edilmiş kişilere, İnsani Yardımların Devam Ettirilmesi, 

ABD’nin IŞİD ile mücadelesi mevcut insani sorunlara yenilerini ekleyebilir. Her şeyden önce daha önce bahsedildiği üzere IŞİD’in yerleşim yerlerinde barınıyor olması sivil bölgelerin bombalanması sonucunu doğurabilir. Bu da yeni kitlesel göç dalgalarını beraberinde getirecektir. Tam da bu nedenle Türkiye-Suriye sınır hattının bir kısmında tampon bölge oluşturulması için çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu bölgenin kurulması hali hazırda 1,5 milyon civarında Suriyeli ağırlayan ve giderek artan sosyal, ekonomik sorunlar ile baş etmek durumunda kalan Türkiye açısından kaçınılmaz bir önlemdir. Bu sayede çatışmalardan kaçan insanların sığınabilecekleri güvenli bir alan oluşturulacak, Türkiye içinde çıkabilecek sosyal, güvenlik ve ekonomik sorunlar sınır ötesinde karşılanabilecek tir. Ayrıca tampon bölge uygulamasının, iç bölgelere insani yardımları kolaylaştır ma fonksiyonu da söz konusu olabilir. 

Suriye’de IŞİD için Nasıl bir çözüm? 

IŞİD ile mücadelenin askeri olduğu kadar sosyal, siyasal ve ekonomik ayakları da olmalıdır. 

Zira örgüt sadece askeri becerileri ve sahip olduğu ateş gücü sayesinde bu denli güçlenmemiştir. Bunun yanı sıra Irak ve Suriye’de merkezi otoritelerin dışlayıcı ve baskıcı politikaları da IŞİD’in güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Aksi takdirde IŞİD’in çok da fazla olmayan savaşçı sayısı ile düzenli ordular karşısında kısa sürede kazandığı askeri başarıları açıklamak mümkün değildir. Bu nedenle öncelikle IŞİD’in dayandığı sosyal temel ortadan kaldırılmalıdır. 

Suriye iç savaşının geldiği noktada ortaya çıkan gerçek, ne rejimin muhalefeti bastırabileceği ne de muhaliflerin rejimi yıkma kapasitesine erişemeyeceğidir. 
Dolayısıyla mevcut denkleme yeni bir girdi eklenmediği sürece kördüğüm devam edecektir. Rejim son dönemde güçlendiğini ve yeterli zamanı kazanırsa muhalifleri askeri yolla yenebileceğini düşünmektedir. Bu da rejimin siyasi çözümü stratejik hedeften ziyade bir zaman kazanma aracı olarak görmesine neden olmaktadır. 
Siyasi çözüm yaklaşımı bugüne kadar muhalifleri destekleyerek rejim üzerinde baskı kurmak ve masaya oturmaya zorlamak üzerine odaklanmıştı. Ancak hem muhaliflerin örgütlenme sorunları hem de destek için verilen sözlerin büyük bölümünün yerine getirilmemesi nedeniyle bu gerçekleşmedi. Bu nedenle günümüzde sahada rejime karşı denge oluşturabilecek yerel unsur neredeyse kalmamıştır. Dolayısıyla rejimin de ya güçlü mesajlar verilerek ya da somut askeri önlemlerle siyasi çözüme ikna edilmesi gerekmektedir. “İslamcılar güçlenmesin” mantığı ile Suriye sorununa angaje olunmaması radikallerin sahayı daha fazla ele geçirmesi ile sonuçlanmıştır. Suriye’de IŞİD ile mücadele, 
Suriye iç savaşında tüm tarafların kırmızı çizgilerini dikkate alan kapsamlı ve kalıcı bir çerçevede bir barışın sağlanması ile hayata geçirilebilir. Suriye’deki tüm toplumsal kesimler ve bölgesel aktörler tatmin olmadan mevcut strateji ile 
IŞİD’e karşı taktiksel başarı elde edilecek, ancak örgütü var eden unsurlar ortadan kaldırılmadığı için orta ve uzun vadede IŞİD ya da benzeri örgütler zemin bulmaya devam edecektir. 

Sonuç 

Obama’nın açıkladığı IŞİD stratejisinin ana hatları belli olmakla birlikte stratejinin detaylarına ilişkin boşluklar olduğu görülmektedir. Bu boşlukların 
süreç içerisinde giderilmesinin bölgesel ve yerel politikadaki gelişmelerle doğrudan ilişkili olduğu görülmektedir. Obama’nın açıkladığı stratejinin detayları incelendiğinde, IŞİD’le mücadeleden kısa vadede bir sonuç beklenmediği, 
stratejinin sürece yayıldığı anlaşılmaktadır. Diğer bir ifadeyle, IŞİD’le mücadele stratejisinin uzun vadeye yayılarak esnek bir hareket imkânı sağlanmaya ve ABD’nin IŞİD’e karşı kurduğu koalisyonu genişletmeye çalıştığı görülmektedir. 

ABD’nin geniş katılımlı bir koalisyon oluşturarak IŞİD’e karşı mücadelede diğer ülkelerle sorumluluğu paylaşmaya ve böylece yükünü azaltmaya çalıştığı söylenebilir. Afganistan ve Irak’taki olumsuz tecrübelerinin etkisinde olan ABD, başarısız olma riskini de dikkate alarak koalisyondaki ortaklarının sorumluluk larını mümkün mertebede arttırmaya çalışmakta ve böylece kendi payına düşecek olan siyasi, askeri ve ekonomik maliyeti azaltmak istemektedir. 
Nitekim Obama’nın açıkladığı IŞİD stratejisi ve IŞİD’le mücadele konusunda yapılan uluslararası ve bölgesel toplantılar, ABD’nin aynı hataya tekrar düşmek istemediğini gösterir niteliktedir. 

Irak ve Suriye’ye yansımalarının haricinde IŞİD’le mücadelede stratejisinin önünde iki önemli sorun bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, bölgesel desteğin tam olarak sağlanamamış olması; ikincisi ise IŞİD’le mücadelede daha ziyade askeri operasyonlara yapılan vurgudur. Bu iki durum da stratejinin başarısının önüne geçebilecektir. İlk sorun açısından bakıldığında Türkiye’nin bu aşamada sadece insani yardım ve istihbarat desteğiyle stratejiye sınırlı destek verecek 
olması ve İran’ın stratejinin dışında kalmış olması IŞİD’le bölgesel mücadelede ABD ve koalisyonun elini zayıflatabilecek niteliktedir. Aynı şekilde, Körfez ülkelerinin IŞİD’le mücadeleye yüklediği farklı anlam da bu koalisyon içindeki 
bütünlüğün önüne geçebilecek niteliktedir. 

Öte yandan stratejinin daha çok askeri operasyonlar üzerine kurulmuş olması da bir boşluğu ortaya çıkarmaktadır. Bu noktada Türkiye özellikle IŞİD’le mücadele de sadece askeri yöntemlerle başarılı olunamayacağını ısrarla vurgulamakta, 
hem Irak hem de Suriye’de askeri operasyonların yanı sıra siyasi sürecin yürütülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. ABD’nin IŞİD stratejisinin merkezinde yer alan Irak’taki siyasal sürece Sünni Arapların entegrasyonu IŞİD’le mücadelenin başarısı açısından önemlidir. Ancak IŞİD’le mücadele boyutu dışında Suriye’deki siyasal sürecin geleceği konusuna hiç değinil memektedir. Ayrıca Türkiye’nin vurguladığı şekilde Suriye’de kurulması planlanan tampon bölgenin de IŞİD’le mücadelede avantaj sağlayacağı 
ve özellikle stratejinin insani yardım ayağını destekleyeceği düşünülmektedir. 

NOTLAR 

1. Barack Obama, “Remarks by the President on theMiddle East and North Africa”, May 19, 2011, 
http://www.whitehouse.gov/the-press-office/2011/05/19/remarks-president-middle-east-and-north-africa 
2. Ryan Lizza, “Leading from Behind”, The New Yorker, 26 April 2011, 
http://www.newyorker.com/news/news-desk/leading-from-behind 
3. James Ball, “Obama issues Syria a ‘red line’ warning on chemical weapons”, 20 August 2012, 
http://www.washingtonpost.com/world/national-security/obama-issues-syria-red-line-warning-on-chemicalweapons/2012/08/20/ba5d26ec-eaf7-11e1-b81109036bcb182b_story.html 
4. Obama’nın yapmış olduğu konuşmanın metni için bkz. Statement by the President on ISIL, 
http://www.whitehouse.gov/the-press-office/2014/09/10/remarks-president-barack-obama-address-nation 
5. US military Isis air strikes in Iraq: day-by-day bre-akdown, 
http://www.theguardian.com/news/datablog/2014/aug/27/us-military-isis-air-strikes-in-iraqday-by-day-breakdown 
6. Arab states to back US in fight against IS, Al Jazeera, 
http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2014/09/arab-states-back-us-fightagainst-201491211054523936.html 
7. “International Conference on Peace and Securityin Iraq”, France Diplomatie, 
http://www.diplomatie.gouv.fr/en/country-files/iraq-304/events-2526/article/international-conference-on-peace 
8. Under-Secretary-General for Humanitarian Affairs and Emergency Relief Coordinator, Valerie Amos 
Statement to the media, Sunday 14 September 2014, 
http://reliefweb.int/report/iraq/under-secretary-general-humanitarian-affairs-and-emergency-relief-coordinator-valerie-1 


***

ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 4

ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 4


Aynı şekilde Sünnilerin de milis yapılara yeniden dönmesi yerel çatışma dinamiklerini arttıracağı gibi Irak merkezi hükümeti nin gücünü zayıflatabilecek niteliktedir. Burada ABD’nin 2006-2010 yılları arasında Irak’ta izlediği stratejinin 
izleri görülmektedir. ABD’nin Irak’ta El-Kaide ile mücadelede başarı sağlamasının en önemli faktörlerinden biri olan Sünni aşiretler tarafından kurulan ve ABD tarafından desteklenen “Sahva (Uyanış) Konseyleri” akla gelmektedir. 
Bu dönemde kurulan Sahva güçleri El-Kaide ile mücadele önemli rol oynamış ve El-Kaide’nin Sünni bölgelerden çıkarılmasında büyük pay sahibi olmuştur. Ancak
2006-2010 döneminde ABD Irak’taki askeri varlığını arttırma yoluna gitmiş ve El-Kaide ile savaşta ana unsur ve yönlendirici güç olmuştur. Mevcut durum itibariyle ABD’nin savaşan güç olmaması ve yerel milisler üzerinde kontrolünün bulunmaması yerel çatışma risklerini tetikleyebilir. Bununla birlikte Irak’ta IŞİD’le savaşan güçlere verilecek askeri desteğin, IŞİD’in Haziran ayında başlattığı Musul operasyonlarında olduğu gibi IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin eline geçme ihtimali de dikkate alınmalıdır. Yapılacak askeri yardımların terör örgütlerinin eline geçmesi çatışmaları daha karmaşık bir hale getirebileceği gibi şiddet eylemlerinin de artmasına yol açabilecektir. 

c. IŞİD’in saldırılarını önlemek için terörle mücadele kapasitesinin kullanılması. 

ABD’nin IŞİD’le stratejinde özellikle ortak ülkelerin istihbarat paylaşımının koordine edilmesi ve anlık istihbarat sağlanması önemlidir. Ancak burada yerel istihbaratın güçlendirilmesi kritik rol oynamaktadır. IŞİD’in maddi kaynaklarının 
kurutulması noktasında IŞİD’in doğrudan ve dolaylı iletişim kanallarının tespit edilip engellenmesi, önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada IŞİD’in destek aldığı aşiretler ya da grupların belirlenmesi ve engellenmesi gerektiği düşünülmektedir. Bununla birlikte ABD’nin IŞİD’le mücadele stratejisinde sadece “partner” ülkelerle değil, Irak’ta etkili olan başta İran olmak üzere Rusya gibi bölgesel ve küresel güce sahip diğer ülkelerin de desteğinin alınmasının önemli olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle 
İran’ın Irak’taki etkisi dikkate alındığında IŞİD’le mücadele stratejisine önemli katkılar sağlayabileceği söylenebilir. Diğer taraftan ABD’nin IŞİD stratejine ilişkin olarak çekinceler ortaya koyan Türkiye’nin önceliklerinin de dikkate alınması vesistematiğin içinde tutulması, Irak’ta IŞİD’e karşı başarı sağlanmasında önemlidir. 

d. IŞİD Saldırıları Nedeniyle yerinden edilmiş Kişilere, İnsani yardımların devam ettirilmesi. 

BM verilerine göre Irak’ta IŞİD saldırıları nedeniyle 2014 yılının başından beri yaklaşık 1.8 milyon kişi yerinden edilmiştir.8 Bu kişilerin IŞİD terörü bitse bile geri döndüklerinde nasıl bir manzara ile karşılaşacağı belli değildir. Zira 
IŞİD girdiği pek çok kentte evleri, işyerlerini, kamu binalarını ve devlet dairelerini yağmalamış ve tahrip etmiştir. IŞİD terörünün bitmesi veya azalması durumunda yerinden edilmiş kişilerin çoğunun eski yerlerine dönmesi muhtemeldir. Bu nedenle yapılacak insani yardımların günlük ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra uzun vadeli insani yardım planları ele alınarak, 
IŞİD terörü nedeniyle mağdur duruma düşmüş kişilerin mağduriyetlerinin azami düzeyde giderilmesi önemli olacaktır. 

Görüldüğü gibi ABD’nin yeni IŞİD stratejisi ana hatlarıyla çizilmiş olmakla birlikte, Irak özelinde stratejide altı doldurulması gereken pek çok boşluk bulunmaktadır. Öncelikle Irak’taki siyasi istikrarın sağlanması ve hükümetin 
sağlam temeller üzerine kurulması önemlidir. Buna rağmen hükümet kurulurken Savunma ve İçişleri Bakanlıklarının belirlenememiş olması, yeni hükümetin IŞİD’le mücadelesinde önemli bir eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Mevcut 
durum itibariyle güvenliğin Irak’taki en büyük problem olduğu dikkate alındığında Savunma ve İçişleri Bakanlarının seçilememiş olması bir handikaptır. Buradan hareketle IŞİD’le mücadelenin ilk stratejik ayağının Irak’taki siyasi istikrar ve ulusal uzlaşının sağlanması olduğu düşünülmektedir. 

8. ABD’nin IŞİD Stratejisinin SuriyeBağlamında Değerlendirilmesi. 

ABD’nin IŞİD stratejisi Suriye bağlamında birçok zayıf nokta barındırmaktadır. Bunlar arasın-da IŞİD’in sivil yerleşimler ile iç içe geçmiş yapılanmaya sahip olmasının dikkate alınmaması, Suriye’de kara harekatını yürütücek güçlerin zayıflığı, IŞİD’e yönelik finans ve savaşçı kaynaklarının kesilmesine yönelik zorluklar sıralanabilir. Ancak stratejinin en büyük zaafı Suriye’de kaos ortamını sonlandıracak ve geniş halk kitlelerinin sisteme entegre edilmesini sağlayacak önlemler öngörmemesidir. 

Irak’ta 2005 ve 2006 yıllarında önemli güce ulaşan El Kaide bağlantılı Irak İslam Devleti, 2010 yılı içinde önemli ölçüde zayıflatılmıştı. Irak İslam Devleti’nin yeniden güçlenmesini sağlayan Suriye iç savaşı oldu. Suriye’de desteklediği 
gruplar ile birleşerek IŞİD adını alan örgüt, 2013 yılının son çeyreği itibarıyla farklı muhalif grupların yer aldığı Kuzey Suriye hattının en güçlü örgütü haline geldi. IŞİD’in yükselişinde en önemli faktör stratejik hedef olarak Esad 
rejiminin yıkılmasını değil, Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün topraklarını kapsayan coğrafyada hilafet devleti kurulmasını kendisine hedef olarak belirlemesi oldu. Böylece rejimden ziyade otoritesine karşı çıkan her grubu hedef aldı ve büyük ölçüde Suriyeli muhalifler ve Kürt silahlı gruplar ile mücadele etti. Muhalifler belki rejim ile mücadelede kaybettikleri savaşçı ve silah gücünden fazlasını IŞİD ile rekabetlerinde kaybettiler. IŞİD, Suriye’de ele geçirdiği bölgelerin tamamını muhaliflerin elinden aldı. Bu da Esad rejimini IŞİD’in önünü açmaya, müdahale 
etmemeye ve hatta kimi zaman desteklemeye yöneltti. Muhaliflerin elindeki bölgeler sivil ayrımı yapılmaksızın bombalanırken, Rakka’nın tamamı IŞİD’in kontrolünde olmasına rağmen Rakka uzunca bir süre rejim saldırısına maruz 
kalmadı. Bunun yanı sıra IŞİD, başarılı savaş taktikleri, inanmış savaşçılar, örgüt içi bütünlük, güçlü liderlik ve savaş tecrübesi gibi faktörlerin etkisiyle Suriye’de gücünü pekiştirdi. 

IŞİD Eylül 2013 itibarıyla Suriye’de Halep’in kuzeyinden başlayarak Rakka, Haseke’nin güneyi ve Deyr ez Zor Vilayetlerini kapsayan bir coğrafyayı büyük ölçüde kontrol etmektedir. Örgütün Lazkiye ve İdlib’te varlığı olmakla birlikte 
etkili değildir. Kontrolü Halep Vilayeti’ne bağlı Azaz’ın doğusundan başlamakta dır. Buradan başlayan Suriye’deki IŞİD bölgesi kimi zaman diğer gruplarla paylaşılsa da Irak sınırına kadar uzanmaktadır. Rakka Vilayeti şehir merkezi 
dâhil örgütün elindedir. Arada Kürt nüfusun yaşadığı Ayn el Arap (Kobani) YPG’nin kontrolündedir. Kuzey hattında IŞİD kontrolü Haseke Vilayeti’ne bağlı Ras el Ayn’da (Serikaniye) sona ermektedir. Buradan itibaren yine YPG kontrolü 
başlamaktadır. Ancak Haseke’nin güneyi ve Deyr ez Zor Vilayeti’nin büyük bölümünde diğer muhalif gruplar olmakla birlikte, IŞİD en güçlü örgüt konumundadır. Örgüt, Suriye-Türkiye sınırındaki Akçakale ve Karkamış sınır 
kapılarının Suriye tarafını elinde bulundurmaktadır. Suriye-Irak sınırındaki Yarubiye ve El Kaim sınır kapılarını da kontrol etmektedir. Rakka ve Deyr ez Zor’daki petrol bölgelerinin önemli bir kısmı IŞİD’in elindedir. Fırat Nehrinin 
Suriye kısmında elektrik üretimi yapan iki hidroelektrik santrali kontrol etmektedir. IŞİD son dönemde Irak’taki ilerleyişinin sağladığı avantajları kullanarak Suriye’deki sahasını genişletmeye çalışmaktadır. Halep Vilayeti’nde 
Türkiye sınırına yakın bazı bölgeleri ele geçirmeye başlamıştır. Azaz kentinin çevresi örgütün kontrolüne geçmiştir. Suriyeli muhaliflerin en önemli tedarik rotası üzerinde bulunan Azaz’ın IŞİD’e geçmesi durumunda Halep kırsalının batı 
kanadındaki dengeler örgüt lehine değişecektir. Bunun yanı sıra IŞİD, YPG kontrolündeki Ayn el Arap (Kobane)’yi da kuşatma altına almış ve merkeze ilerleme çabası içindedir. 

ABD’nin IŞİD ile mücadele planı böyle bir ortam içinde açıklanmıştır. ABD IŞİD’i zayıflatmak için örgüt ile Irak ve Suriye’de birlikte mücadele etmek gerektiğine inanmaktadır. Obama ilk aşamada Irak’ta IŞİD hedeflerine saldırılardan sonra Suriye’de de saldırı hedeflerini açıkça ilan etmiştir. ABD’nin açıkladığı dört ayaklı IŞİD ile mücadele planını Suriye bağlamında değerlendirdiğimizde şu tespitler yapılabilir: 

a. IŞİD hedeflerine hava saldırıları düzenlenmesi, 

Suriye’de hava saldırıları aracılığı ile IŞİD’i zayıflatma girişimi açısından dört temel sorunun olduğu söylenebilir. Birincisi IŞİD’in düzenli ordularda olduğu üzere net askeri hedeflerinin olmamasıdır. IŞİD’in askeri taktiği kuşatma altına aldığı bölgeyi uzun menzilli toplarla bombalamak ve ardından hareket kabiliyeti yüksek silahlı araçlarla işgal etmektir. Bu yöntemde en önemli unsur insan gücüdür. 

İkincisi Irak’ta hava saldırıları merkezi hükümetin onayı ile gerçekleşmektedir. Suriye’de ise bu durum geçerli değildir. Suriye hükümeti, hava saldırısı düzenlenecekse bunun kendileri ile koordineli yapılması gerektiğini aksi takdirde izin almayan Amerikan uçaklarının vurulacağını açıklamıştır. ABD Başkanı Obama ise “herhangi bir saldırı durumunda Suriye’yi vurmanın IŞİD’i vurmaktan daha kolay olacağı” ifadeleriyle karşılık verileceğini belirtmiştir. Bu durum hava 
saldırıları açısından iki zorluğu beraberinde getirmektedir. İlk olarak düşük ihtimal olsa da ABD ile Suriye’nin karşı karşıya gelmesidir. Ancak muhtemelen Suriye ABD’yi hedef alan herhangi bir karşılık vermekten sakınacaktır. İkincisi, 
koalisyon güçleri merkezi hükümetin sunabileceği hava sahasının rahatça kullanımı, yerel istihbarat gibi desteklerden mahrum kalacaktır. 

ABD’nin hava saldırıları açısından üçüncü sorun kara harekatı olmadan bir bölgeye hakim olmanın imkansız olmasıdır. IŞİD büyük ölçüde yerleşim yerlerinde hakimiyet kurmuş, halk ile iç içe geçmiş durumdadır. Örneğin Rakka’da IŞİD hakimiyeti dendiğinde bölgeyi askeri olarak kontrol eden bir güçten ziyade valiliğinden belediyesine, iç güvenlikten eğitimine kadar 
hayatın tüm alanlarını kapsayan bir yönetim anlayışından bahsedilmektedir. Bunun yanı sıra IŞİD askeri üslerdeki kışlalarda değil evlerin içinde hücreler şeklinde örgütlenmiş bir yapıdır. IŞİD’in kontrolündeki bölgelerde gözden kaçmaması gereken bir diğer husus da halkın belli bir kısmından destek aldığıdır. Bu da IŞİD ile halk arasında nasıl ayrım yapılacağı sorusunu beraberinde getirecektir. 

Dördüncü sorun hava saldırıları neticesinde sivil kayıplara neden olma riskinin neredeyse kesin olmasıdır. Afganistan tecrübesinin gösterdiği gibi bu durum zaman içinde IŞİD ile mücadelenin hem Suriye içi hem de uluslararası 
kamuoyunda meşruiyetinin sorgulanmasını beraberinde getirebilir. Daha da önemlisi bu yöntem Suriyeli sivillerin radikalize olması ve IŞİD’e yönelmesine dahi sebep olabilir. Sonuç olarak kara harekatı ile desteklenmeyen IŞİD ile mücadelenin başarı şansının zayıf olduğu söylenebilir. ABD, IŞİD ile mücadelede kara gücü olarak yerel silahlı grupların desteklenmesini önermektedir. Ancak bu durum bir sonraki başlıkta ele alınacağı üzere daha sorunlu bir alandır. 

b. IŞİD’le Sahada Mücadele eden güçlere destek Sağlanması, 

Bu strateji, IŞİD ile Suriye’de mücadele stratejisinin belki de en zayıf kısmını oluşturmaktadır. Irak’ta koalisyon güçlerinin nispeten güvenilir, savaşma kapasitesi olan ortakları olduğu söylenebilir. Her ne kadar Musul sonrası süreçte merkezi ordu ve Peşmerge güçleri IŞİD karşısında ağır yenilgi almış olsa da, bu ordular asker sayısı, örgütlenme ve ateş gücü gibi kriterler açılardan Suriyeli muhalif gruplar ile kıyaslanamayacak ölçüde güçlüdür. Merkezi ordu ve Peşmergeye IŞİD tarzı bir güçle mücadelede çok daha etkili olan ve IŞİD gibi inanmış kitlelerden oluşan Şii milis gruplar ve daha önce Irak El Kaidesi’ne 
karşı başarı sağlamış, yine savaşmayı iyi bilen, Sünni Arap aşiretler de eklendiğinde, Irak özelinde güvenilebilir yerel ortaklara sahip olmak mümkün hale gelecektir. 

Suriye’de ise hava desteği sonrasında karada süpürme harekatı yapacak bir gücün neredeyse olmadığını söylemek mümkündür. ABD Suriye’de yerel ortağın “ılımlı muhalefet” olacağını açıklamıştır. Esasen Esad’a ve sonrasında IŞİD’e karşı “ılımlı muhalefet” üzerinden denge sağlama çabası uzun zamandır uygulanan bir yöntemdir. ABD, iç savaşın başından bu yana ılımlı muhalefet  olarak gördüğü Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bünyesindeki gruplara sınırlı destek vermiştir. Ancak gelinen noktada ÖSO Suriye iç savaşının en zayıf halkası durumundadır. 

Bununla beraber, yeni stratejide iki farkın olduğu söylenebilir. Birincisi, ÖSO’ya geçmiş dönemin aksine ağır silahlar ve hava savunmasını içeren çapta desteğin verilecek olması ve hava saldırıları ile ÖSO’nun önünün açılmaya çalışılacak 
olmasıdır. Kuzey Suriye hattına bakıldığında IŞİD’in geriletilmesinden doğacak boşluğu doldurmaya aday dört gücün bulunduğunu söylemek mümkündür. Birincisi Nusra Cephesi, ikincisi İslami Cephe, üçüncüsü Kürtlerin milis gücü YPG ve son olarak ÖSO. 

Yakın zaman önce ÖSO, İslami Cephe’ye bağlı bazı gruplar ve YPG’nin dahil olduğu ortak bir operasyon merkezi kurulmuştur. Bu ortak gücün adına “Burkan El Fırat” adı verilmiştir. 
YPG de Batı açısından “Radikal İslamcılar’a karşı mücadele veren seküler bir güç” olarak görülmektedir. Buna karşılık El Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi ve İslami Cephe içinde yer alan Ahrar-ı Şam gibi gruplar ABD tarafından kabul görmemektedir. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***