TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI
BÖLÜM 2
İKİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI
A. KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA KUZEY IRAK’IN TÜRKİYE İÇİN BİR SORUN OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI
Kuzey Irak’ta Körfez Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ‘kurtarılmış bölge’ ya da güvenli bölge’ gibi adlar coğrafî alan içerisindeki gelişmelerin ortaya çıkışı savaş sonrası ayaklanmaların Irak ordusu tarafından bastırılmasıyla meydana geldi. Ayaklanmaların bastırılması sırasında başlayan göç nedeniyle ortaya çıkan mülteci sorunu, Türkiye’yi önemli bir sorunla karşı karşıya bırakmıştı.
Batıdaki genel beklenti bu insanların Türkiye tarafından korunmasıydı. Türkiye ise Batı’nın bu insanları kabul ederken gösterdikleri ilgisizlikle Türkiye’nin yapmasını istedikleri arasında çifte standart olduğunu düşünüyordu. Türkiye’nin Kürt mültecilere ilişkin algılamalarını belirleyen başka faktörler de vardı:
Örneğin,
Türkiye 1988’de yapmış olduğu hareketin bir hata olduğuna inanıyor ve bunu tekrarlamak istemiyordu.28 Diğer yandan da Türkiye Kürt mültecilerin
Avrupa’ya gitmesi konusunda köprü görevi görmek de istemiyordu.
< Türkiye 1988’de yapmış olduğu hareketin bir hata olduğuna inanıyor ve bunu tekrarlamak istemiyordu. >
Ancak, Türkiye’nin bu konudaki politikasının belirlenmesinde dış etkenler de en az iç etkenler kadar ön plana çıktı. Kürt mültecilerin karşılaştıkları sorunlar nedeniyle çıkarılan 688 sayılı BMGK kararı ve uluslararası kamuoyundan tepki gelmesi ihtimali, Türkiye’nin sınırlarını bu göçmenlere kapatmasını engelliyordu. Böyle bir ortamda Irak konusunda aktif bir politika izlenmesini savunan Turgut Özal’ın da etkisiyle Türkiye mülteci sorununu sınırları dışında çözme çabasına girişti. Sorunun Türkiye toprakları dışında çözülmesi demek bu kişilere
yaşamaları için yeni topraklar bulmak anlamına gelmekteydi. Bunu sağlayacak hiçbir devlet olmadığı için çözüm olarak bulunan şey Kürt mültecileri sınırın Irak tarafındaki düzlüklere indirmek oldu.29 Ancak, bu kişileri buraya yerleştirdikten sonra bunları bir de Saddam’ın yeni bir saldırısından korumak gerekiyordu. Bu nedenle bir güvenli bölge oluşturulması ve bunun bir askerî güç tarafından desteklenmesi fikri kabul edildi. Bu çerçevede Huzuru Sağlama Operasyonu ya da diğer adıyla Huzur Operasyonu (Operation Provide Comfort) oluşturuldu ve
bu operasyon çerçevesinde 11 ülkeden gelen 20000 askerden oluşan Türkiye’ye konuşlanan bir hava gücü tarafından desteklenen bir güç inşa edildi.
Bu operasyon çerçevesinde Irak’a ilk geri dönüş dalgası 1991 Nisanı’nın son haftasında başladı. Operasyonun başarılı olması nedeniyle kısa sürede insanların geri döndürülmesinin başarılmasıyla Huzur Operasyonu’nun askerî gücü azaltılarak acil müdahale gücüne dönüştürüldü ve hava gücü İncirlik’e konuşlandırıldı.30 İşte Türkiye’nin kurulmasına öncülük ettiği bir kuruluş bir süre sonra 36. paralelin kuzeyinde bir Kürt siyasal otoritesinin doğmasına ve Türkiye’nin başına başka bir dış politika sorunu çıkmasına neden oldu.
Türkiye, Çekiç Güç’ün varlığını sürdürmesi konularında bir kâr zarar değerlendir mesi yapıyordu. Buna göre yararları zararlarından daha fazlaydı. Öncelikle, bu gücün varlığı Saddam’ı Kuzey Irak’a tekrar saldırmaktan alıkoyuyordu. Bir diğer neden Türkiye’nin Irak konusunda uluslararası dayanışma ve işbirliğine verdiği önemi simgelemesiydi. Üçüncüsü, Çekiç Güç kaldırılırsa Türkiye, Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı uyguladığı tedbirlerin dayanaksız kalacağını ve uluslararası hukuku çiğnemiş olacağını düşünüyordu.31 Son olarak, bu gücün kaldırılması Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması ihtimalini ortadan kaldırmayacaktı. Aksine, Türkiye’nin bu gelişmelere müdahalesi sırasında elinde önemli bir koz olarak kullandığı bir şeyi tamamen yitirmesi anlamına gelecekti.32 Ancak bu gücün varlığı da Irak ile olan ilişkilerini zora sokuyordu. Bu nedenle Türkiye ilişkileri kötüleştirmemek için bazı sınırlamalar uygulamaya çalıştı. Örneğin, Mesut Yılmaz bu gücün tüm faaliyetlerinin Türk otoriteleri tarafından belirlenen kurallar çerçevesinde kalacağını belirtiyordu. Bu açıklamaların kağıt üzerinde kalmadığı da görülüyor. Özellikle, TSK’nın girişimleriyle keşif uçuşlarında çekilen fotoğraflar ortak olarak değerlendiriliyordu.
Bu nedenle gücün içeriği konusunda bir takım kısıtlamalar yaparak Irak’a çeşitli mesajlar verilmeye çalışılıyordu. Aslında bu girişimlerin başlangıcı Çekiç Güç kurulduktan kısa bir süre sonrasına kadar geri götürülebilir. 1991 Temmuz ayında Türkiye gücün faaliyetlerinin sınırlarının çizildiğini ve Türkiye’nin izni olmaksızın Türk topraklarının Irak’a saldırmak için kullanılamayacağını açıkladı. Bu açıklama yalnızca kağıt üstünde kalmadı.33
Mülteci sorununun çözülmesi için planlanan Kuzey Irak’taki güvenlik bölgesi sonuçta, yeni bir quasi devletin doğuşunun ilk adımını oluşturdu. Bu dönemde Türk dış politikası Soğuk Savaş’ın sona ermesinin yarattığı şaşkınlığı üzerinden atma gayretinde ve aktif bir çizgiye girmişti. Türkiye açısından Soğuk Savaş döneminin en önemli dış politika aracı jeopolitik konumun öne sürülmesi bu dönemde yeniden keşfedildi. Gerek Orta Asya ve Kafkaslar gerekse Orta Doğu’daki değişimlerin Türkiye’nin önemini azaltmadığı tersine artırdığı
savunulmaya başladı. İşte bu çerçevede, Türk dış politikası Orta Doğu’da farklı bir döneme girdi. 1990’lara kadar geleneksel olarak Orta Doğu işlerine
karışmamaya, karıştığı zamanlarda da bunu tamamen Soğuk Savaş çerçevesin de ABD ve İngiltere’nin politikalarıyla eşdeğer hale getirmeye çalışan Türkiye, Kuzey Irak konusunda artık daha farklı bir çizgiye geçmeye başlamıştı. Aslında, Körfez Savaşı ve sonrasında Irak ile ilişkiler Batı ile ulusal çıkarlar arasında kurulan dengenin izlenmesi şeklinde yürütüldüğünden geleneksel Türk dış politikasının dışına taşmıyordu.34
Bununla birlikte, özellikle 1993’ten sonra Türkiye gerek Irak ile ilişkilerde attığı adımlar gerekse Kuzey Irak politikalarında Batının uyguladığı politikaların dışına da sıklıkla çıkmıştır. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin devletin bekâsına en önemli tehdit olarak algıladığı PKK ile Kuzey Irak sorunu arasında haklı olarak doğrudan bir bağ kurmasıdır.
< Özellikle 1993’ten sonra Türkiye gerek Irak ile ilişkilerde attığı adımlar gerekse Kuzey Irak politikalarında Batı’nın uyguladığı politikaların dışına da sıklıkla çıkmıştır. >
Bu bağlamda, Türkiye’yi Kuzey Irak’ta aktif bir politika izlenmeye iten en önemli faktörler şöyle sıralanabilir.
Saddam Hüseyin’in tekrar saldırması yeni bir mülteci akınına yolaçabilirdi ki bu da Türkiye’yi yeniden zor duruma sokabilirdi.
Türkiye, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasının kendi ülkesine sıçramasın dan korkuyordu. Bunun engellenmesi için en önemli araçlardan birisi bölgedeki gelişmelere doğrudan müdahil olmaktı. Bölgedeki hareketin ipleri Türkiye’nin elinde olursa veya bunları kontrol edebilecek araçlar yaratılabilinirse bu grupların kendi devletlerini kurmaları engellenebilirdi.
Bölgede bir devlet olsun ya da olmasın güç boşluğu PKK’nın bölgeyi Türkiye’ye yönelttiği saldırılarında üs olarak kullanmasını sağlayabilirdi.
Türkiye ile iyi ilişkileri olmayan bir Kürt devleti veya benzeri bir birim PKK’ya yardım edebilir ve Türkiye üzerinde toprak iddia edebilirdi.
Bu nedenlere dayanarak bölgedeki istikrarın sağlanabilmesi için Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerekliydi.
Irak’ın toprak bütünlüğü kadar diğer bir önemli konu da İran ve Suriye ile zaten iyi olmayan ilişkilerin daha da bozulmasını engellemekti.
Bu iki devlet PKK kozunu Türkiye’ye karşı kullanmaktan çekin-memelerine rağmen Kuzey Irak’ta kontrol dışı bir Kürt oluşumundan Türkiye kadar tehdit algılıyorlar ve bölgedeki gelişmelerin önüne geçmek ve en azından etki sahibi olmak istiyorlardı.
Son olarak, Türkiye, Huzur Operasyonu’na destek vererek ve Kürtlerle ilişkilerini geliştirerek Iraklı Kürtler’in koruyucusu olarak Avrupa’nın gözünde destek kazanma şansını elde etmişti. Bu durum özellikle PKK’yla mücadele nedeniyle insan hakları açısından sürekli eleştirilen Türkiye’nin imajına olumlu katkıda bulunacağı düşünülüyordu.
B. KÜRT KONTROLÜNDEKİ BÖLGENİN DOĞUŞU VE TÜRKİYE’NİN KÜRT PARTİLERİYLE İLİŞKİLERİ
Körfez Savaşı’ndan sonra Kuzey Irak’ta ortaya çıkan durumun hem Kürtler açısından hem de bölge jeopolitiği açısından önemli sonuçları oldu: Durumun Kürtler açısından ortaya çıkarttığı en önemli sonuçlar merkezî hükümetin Kuzey Irak’ta kontrolünü kaybetmesi, bölgede Kürt özerk yönetiminin belirginleşmesi, bir dereceye kadar uluslararası alanda tanınma sağlanması36 olurken, bölge jeopolitiği açısından ise Irak’ın devre dışı kalması, yeni durumun bölge devletleri arasındaki Kürt sorununu körüklemesi, Türkiye’nin Bağdat tarafından istikrarsızlaştırılması olasılığının artmasıydı.37
Kuzey Irak’ın değişen bu konumuna ilişkin olarak Türkiye’nin izlemesi gereken politikanın ne olacağı hakkında Türkiye’deki karar vericiler arasında ayrılıklar vardı. Bu ayrılıklar özellikle Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile TSK arasında belirgin bir şekilde hissediliyordu. Özal, bölgeye müdâhale yoluyla etkinlik kurulabileceğine inanırken, TSK Kuzey Irak’taki Kürt gruplarının elde ettiği kazanımların sonuçta Türkiye’deki Kürt gruplar için de bir öncül yaratacağına inanıyordu.38 Özal’ın ağırlığıyla sonunda Kürt liderlerle ilişki kurmanın doğru bir tercih olduğu kabul edildi. Türkiye’yi Kürt gruplarla doğrudan ilişki kurmaya iten faktörler Kuzey Irak’taki gelişmeler hakkında birinci elden bilgi sahibi olmak, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasını engellemek için gelişmelere katkıda bulunmak, PKK’yı diğer Kürt gruplarından izole etmekti.39
Sonuçta, Türkiye’nin Kuzey Iraklı Kürt gruplarla ilişki kurması dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın inisiyatifiyle başladı. Özal, Kuzey Iraklı Kürt gruplarla görüşme konusundaki ilk adımı Mart 1991’de arttı. 8 Mart 1991’de Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Turgay Özçeri ve Muhsin Dizai biraraya geldi. 22 Mart’ta ikinci görüşme yapıldı ve Talabani ile Barzani Türkiye’ye davet edildi. Bu grupların Ankara’da büro açmalarına izin verildi.40 Başlarda, KDP ve KYB’nin Türkiye’ye ilişkin açıklamaları son derece olumluydu. Hoşyar Zibari, “Saddam’a karşı savaşımızda Batı’yla ve dünyayla tek yaşamsal bağımız” derken, Talabani de “Türkiye Kürtlere dost bir ülke olarak değerlendirilmelidir”, demişti.41
Türkiye’nin Kuzey Iraklı Kürtleri desteklemesinin ve korumasının çeşitli nedenleri vardı:
İlk dönemde Kürtler Türkiye’ye olan bağımlılıklarını açıkça ifade ediyorlardı.
Bu dönemde en önemli sorun Türkiye’nin PKK ile mücadele çerçevesinde Kuzey Irak’ı bombalamasıydı. Kendi egemenlik alanı olarak gördükleri bir alanda Türkiye’nin kuvvet kullanması Kürt gruplar tarafından tepkiyle karşılanmaya başlandı.
Türkiye ile KDP arasındaki ilk ciddî sorun, Türkiye’nin 1992’de yapılan seçimleri desteklememesi nedeniyle meydana geldi. Özellikle, 1992’de yapılan seçimlerin ertesinde Kürtler tarafından yapılan açıklamada nihaî hedefin federe bir devlet kurmak olduğu açıklandığında bu ciddî sorunların başgöstereceğine dâir ilk sinyallerden birisiydi.42
Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını belirleyen temel etken PKK sorunu bağlamındaki güvenlik endişeleri olduğundan Kürt gruplarla ilişkilerindeki temel eksen de PKK ile ilişkileri ve PKK’nın faaliyetleri olmuştur.
Bu bağlamda, Türkiye ile KDP arasında 1992 yılının Aralık ayında önemli bir güvenlik anlaşması imzalandı. KDP, ilk yıllarda Türkiye’ye sürekli olarak PKK’nın faaliyetlerini engelleyeceği mesajını verdi. 1992 Şubat’ındaki bu açıklama ve ardından gelişen KDP-Türkiye ilişkileri güvenlik konularında bir anlamda bir karşılıklı bağımlılık yarattı.43 Başlangıçta son derece yararlı olan bu anlaşma bir süre sonra işlerliğini yitirmeye başladı. Bu güvenlik anlaşmasının önemli bir parçası Türkiye sınırındaki bölgelerde köyler kurulmasına ilişkin bir projeyi içeriyordu. KYB de kırsal alandaki etkisini ve ilgisini yitirmişti. Özellikle, KYB’nin bu tutumu PKK’nın onun yarattığı boşlukları doldurmasını sağladı.
1994’teki KDP-KYB çatışması durumu Türkiye açısından daha da kötü-leştirdi. Bu dönemde Türkiye ve ABD’nin arabuluculuk çabalarındaki başarısızlık Türkiye’nin 1995’teki büyük harekâtının nedenlerinden birisini oluşturdu.
Bu operasyonda Türkiye, 1992’nin tersine KDP ve KYB’ye haber vermedi. Her iki taraf da bunu eleştirmesine rağmen KDP işbirliğine hazır bir görüntü çizdi ve 1992’dekine benzer bir köy yerleştime projesi planlandı. Barzani’nin bu yaklaşımı Türkiye’yi KDP’ye daha yakınlaştırırken KYB’nin tutumu ilişkilerin daha da soğumasına neden oldu.
1993 ve 94’te de Türkiye ile askerî ve ekonomik işbirliği Kürt gruplar için çok önemli olmaya devam etti. Kürt grupları (özellikle KDP) neredeyse Türkiye’ye bağımlı hâle geldiler. Çünkü, uluslararası yardım yalnızca Türkiye üzerinden geliyordu. Buna ek olarak, Türkiye, birincisi 1993 sonbaharında (13 milyon dolar tutarında) ikincisi de (12 milyon dolarlık) bu yardım programı bitince başlatılmak üzere iki tane yardım paketi açıkladı. Bunlardan da önemlisi yılda 200 milyon dolar tutarındaki sınır ticareti vardı. Petrol Karşılığı Gıda Programı
başlatılıncaya kadar bu Kürt gruplar için (özellikle KDP) can damarıydı. KDP’nin Türkiye’ye ekonomik bağımlılığı Mesut Barzani’nin yaptığı açıklamada çok güzel özetlenmişti. “...Türkiye dünyaya açılan yolumuzdur...”
Bu ekonomik ilişki bir anlamda Türkiye için de önemliydi. Her ne kadar buradaki ticaretten sağlanan gelirin ülkenin genel ticaret gelirleri içindeki payı çok küçük olsa bile Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ekonomisine de kısmen katkıda bulunduğu söylenebilir. Körfez Savaşı’ndan önce Irak ile yapılan ticaret bu bölge için çok önemliydi. Savaştan sonra sınırların kapatılmasıyla bölge ekonomisi bu
gelişmeden çok ciddî olarak etkilenmişti. Huzur Operasyonu’nun başlamasından sonra bölgeye uluslararası yardım yapan kuruluşların yardım malzemelerini bölgeden temin etmeleri bölge ekonomisi açısından önemli bir gelir kaynağı haline gelmişti. Ancak, esas gelir kaçak olarak kamyonlarla yürütülen petrol ticaretinden sağlanıyordu. Fakat, bu gelirlerin nereye gittiği hep soru işareti oldu. Nitekim, 2002 yılında Genelkurmay Başkanlığı yaptığı bir açıklamayla bu sınır ticaretinin kesilmesini istedi, çünkü elde edilen gelirlerin sadece bazı
çevrelerin cebine gittiği bunun da PKK ile bağlantısı olduğu ileri sürülüyordu.
KYB ile ilişkiler Özal’ın ölümünden sonra daha da soğudu. Özal’ın Saddam Hüseyin’in devrilmesi konusundaki yaklaşımı ondan sonraki yetkililer arasında pek de paylaşılan bir görüş değildi. Dahası, Clinton yönetiminin işbaşına gelmesiyle ABD’nin Irak politikası da değişmeye başlamıştı. 1993 yılında açıklanan Çifte Kuşatma politikası çerçevesinde Saddam’ın devrilmesi seçeneği bir kenara bırakılmış ve Irak’ın çevrelenmesi amaçlanmıştı.44 Bu nedenle hem Özal döneminde Saddam ile ilgili oluşturulan politikanın terkedilmesi, hem de Çifte Kuşatma Politikası çerçevesinde Türkiye’nin Kuzey Irak politikası Saddam’ın da iktidarda bulunduğu ve iktidarını korumaya devam edeceği gerçeği üstüne inşâ edilmeye başlandı. Bu değişiklik Türkiye’nin Talabani’yle ilişkilerinin kötüleşmesine neden oldu. Talabani bir süre hiç Türkiye’ye uğramadı ve Türkiye’nin 1995’te KDP ve KYB arasındaki çatışmalarda arabuluculuk üstlenme konusundaki girişimlerini Türkiye’nin tarafsız olmadığını ileri sürerek reddetti.45 Talabani’nin PKK politikasında da değişmeler olunca ilişkiler iyice gerildi. Çünkü,
başlangıçta PKK’yı bölgede barındırmayacağını açıklayan Talabani önce PKK’nın faaliyetlerinin engellenmesi konusunda artık silahlı kuvvet değil diplomasi kullanacağını açıkladı. Ardından da PKK’yı terörist bir örgüt olarak değil siyasî bir örgüt olarak gördüklerini belirtti.46
Bu dönem Türkiye’nin KDP ile ilişkilerinin daha iyi olduğu bir dönemdi. Son derece pragmatik ve oportünist bir politika izleyen KDP, Talabani’nin Türkiye’den uzaklaşan bir görüntü çizdiği bu günlerde “...PKK yalnızca Türkiye’ye değil bize de tehdittir” şeklinde bir açıklama yapmıştı.47
İki Kürt grup arasındaki çatışmalarda başlangıçta arabulucu rolü oynamaya çalışan Türkiye bir süre sonra iki grubun anlaşması konusunda pek de hevesli davranmamaya başladı. Bunun temel nedeni iki tarafın ilişkilerinin iyileşmesinden endişe duymaya başlamasıydı. Çünkü yavaş yavaş Türkiye iki tarafın uzlaşmasının bir Kürt devleti yaratacağı olgusunu kavramıştı ve politikalarında değişik manevralar yapmaya başlamıştı. Bunun en önemli örneklerinden Paris’e barış görüşmeleri için gitmek üzere Barzani ve Talabani’ye vize verilmemesi ve Fransa’ya baskı yaparak ikinci bir Paris konferansının yapılmasının önüne geçilmesiydi.
1994’te KDP ve KYB arasında savaş başlayınca, Türkiye bunun PKK’ya yarayacağını düşündü ve bunları birleştirmek için harekete geçti. Haziran’da Türkiye’nin araya girmesiyle iki taraf ateşkes yapsa da Aralık’ta KYB’nin Erbil’i işgaliyle çatışmalar yeniden alevlendi. Ankara’nın durumdan endişelenmesi nedeniyle 1995’te büyük bir harekât yapıldı.
Diğer yandan Türkiye KDP ve KYB’nin yakın ilişkiler kurmasından hoşlanmıyordu. Temmuz 1994’te iki taraf Paris’te toplanıp kendi askerî güçlerini kurmaya karar verdiklerinde Türkiye alarma geçti.
Türkiye, bir yandan KDP-KYB geriliminin devam etmesini istiyor, diğer yandan da bu ikisinin çatışmasını istemiyordu. Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğü içinde genişletilmiş bir özerkliği kabul ediyor, ama Irak’ta federal devlet fikrine karşı çıkıyordu. Türkiye, Kürtleri Bağdat ile görüşmeye çağırdı. Ama özellikle KYB buna karşı çıktı. Sami Abdurrahman şöyle diyordu: “... biz Kürt sorununun çözümünü Irak çerçevesi içinde görüyoruz, doğal olarak demokratik bir Irak ve federasyon temelinde, özerklik değil...”48
Türkiye’nin bundan sonraki politikalarının temellerini Kürtlerin bağımsız bir devlet kurması tehdidi şekillendirmeye başladı. Bunun sonucu olarak Türkiye, Kürtleri Bağdat ile görüşme konusunda teşvik etmeye başladı. Bu dönemde Milli Savunma Bakanı Mehmet Gölhan’ın açıklaması Türkiye’nin yaklaşımındaki radikal değişikliğin işaretlerini veriyordu. Gölhan bir beyanatında Türkiye’nin güvenliği yalnızca Kuzey Irak’ta kontrolü tekrar sağlarsa garanti altına alınabilir demişti.49
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder