Serhat Erkmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Serhat Erkmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2017 Cuma

Musul operasyonu Irak'ı Krizden kurtaracak mı?



 Musul operasyonu Irak'ı Krizden kurtaracak mı?



Serhat Erkmen,
Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi 


Musul'u IŞİD'den kurtarma operasyonuna yönelik hazırlıklar sürüyor. Serhat Erkmen operasyona katılacak çok sayıda ülke nedeniyle Musul'un kurtarılmasından çok kimin kurtardığının önemli hale geleceği görüşünde. Irak Armee Operation in der Nähe von Mossul (Reuters/A. Lashkari)Irak’ta doğan ve gelişen IŞİD, Suriye’de kendisine yeni çatışma sahaları yaratarak güçlendi. Ancak onu bölgedeki diğer örgütlerden ayıran şey Rakka’yı ele geçirdikten sonra Musul'u da kontrol etmesi oldu. Bu nedenle Musul örgüt için maddi ve siyasi açıdan büyük anlam taşıyor. Bu bağlamda Musul için yaşanacak savaşın kolay olması beklenmemeli. Ancak, IŞİD’in Musul’dan çıkarılması sağlansa dahi, bunun Irak ve Suriye için istikrar getirmesini beklemek fazla iyimserlik olacaktır.
Musul operasyonunun iki temel sorunu var: Operasyonu yapacak tarafların beklentileri arasındaki büyük farklar ve Musul halkının iç dinamiklerinin IŞİD sonrasında büyük değişiklikler göstermesi. Musul'a yönelik olası bir operasyona çok sayıda ülke katılacak olsa da aslen üç ülke ön plana çıkıyor. ABD, İran ve Türkiye. Üçünün Musul'daki öncelikleri arasında büyük farklılıklar var.

Ülkelerin Musul Çıkarları




















ABD, "kendisine yakın Sünni Arapları" yeniden denge unsuru yapma arayışında. Bunu İran’ın Irak'taki etkisini dengelemenin temel yolu olarak görüyor. ABD, Sünni bölgelerde Şii milislerin operasyonlardaki rollerini sınırlandırmak için epey uğraştı. Bu nedenle uzun vadede Musul’un merkezi hükümetle ilişkilerini sınırlandırmak için federe bölge ilanı başta olmak üzere her türlü yolu deneyecektir. İran ise Musul’un kontrolünü sadece Bağdat’ı güvence altına almak için değil aynı zamanda dolaylı yoldan bölgede etkin olmak için fırsat olarak görüyor. Daha da önemlisi, IŞİD sonrası kurulabilecek bir Musul ya da daha geniş bir Sünni federe bölgesinin Irak’taki Şii hâkimiyetini sınırlayacağından emin.
Türkiye ise Musul’u doğal etki alanı olarak görmeye devam ediyor. Türkiye’nin bu hedefi sadece tarihsel iddialara dayanmıyor. Aynı zamanda IŞİD öncesi Musul’un en aktif ve etkin aktörü olma pozisyonunu yeniden elde etmek istiyor. Geçmişte Musul’un merkezi hükümete bağlı kalması Kuzey Irak’a karşı bir denge olarak görülüyordu. 
Bugün ise Musul’da etkinlik sağlamanın yolunun federasyondan geçtiğini inananların sayısı hiç de az değil.
Özetle, bu üç ülkenin, elbette Rusya, Almanya, İngiltere gibi ülkeleri de unutmadan, Musul konusundaki tek ortak noktası şehrin IŞİD’in kontrolünden çıkarılması. 
Bu üç devletin her biri ikili ilişkiler yoluyla sahada sınırlı bir işbirliği ve koordinasyon yapıyor. Fakat, gerçekte rekabet hatta mücadele, işbirliğinden çok daha güçlü. 
Operasyon hazırlıkları uzun süredir devam ediyor. Irak ordusu Mahmur ilçesine kurduğu üsle Musul'un doğusundan ilerlemek üzere Mart ayında bir dizi operasyon başlattı. 
Kuzeyde peşmerge küçük ve kritik alanları kontrol ediyor. Ayrıca, Anbar ve Selahattin'den kuzeye doğru ilerleme niyetinde olan Şii milisleri de unutmamak lazım.

Nahost-Experte Serhat Erkmen (privat)

Yerel güçlerin çıkar çatışmaları,
ABD, kuzeyde peşmergeler ile YPG'yi, doğuda Irak ordusunu doğrudan desteklerken ulaşabildiği Sünni Arap aşiretleri etkin bir biçimde kullanmaya çalışıyor. 
Ancak ABD’nin araçsallaştırdığı her bir aktör hem kendi içlerinde hem de birbirlerine yönelik derin çelişkilere sahipler. Örneğin Irak Kürdistan Demokrat Partisi KDP’nin peşmergeleri ile YPG’liler arasında iki yıldır açıkça görülebilen bir çıkar çatışması var. Bu çıkar çatışması şimdilik Sincar ile sınırlı görünse de Kuzey Irak’ın iç sorunları düşünüldüğünde genişleme potansiyeli taşıyor. Üstelik KDP’nin tek sorunu YPG de değil. Kendisine karşı olan bazı Arap aşiretlerini ya da Musullu siyasileri yanına çekmeyi başarsa bile, Musul’da güçlü olan Kürt aşiretleri ile tarihsel sorunları sürüyor.
Musullu Arap aşiretlerinin etkisi büyük ölçüde azalmış durumda. Klasik aşiret ağalarının yerini savaş ağalarına bıraktığı Irak'ta eski düzen aşiret desteğinin sonuç vermediği ortada. IŞİD'in Musul'a girmesiyle şehri terk eden Sünni Arap aşiretlerinin ve Musullu büyük ailelerin şehri kurtarmak için adam bile temin edemediği görülüyor. Bu çerçevede Musul'a girmesi beklenen Irak ordusunun başına Sünni Arap bir komutan getirilmesi sadece sembolik bir anlam taşıyor.
İran'ın desteklediği gruplar ise hayli karmaşık iç dinamiklere sahip. Ancak bölgeyi iyi tanıyan İran sadece güneyden gelen milisleri değil yerel unsurları da yanına çekme niyetinde. Kerkük'te yaptığı gibi IŞİD'den zarar gören bazı Sünni Arap aşiretlerini yanına çekti bile. Ayrıca, Telafer'den çıkarılan Şii Türkmenlerden de birlikler kurduğu biliniyor. Şimdilik suskun görünen bu grupların operasyonun başlaması halinde devreye girmesi muhakkak.
Türkiye'nin araçları daha sınırlıTürkiye'nin araçları diğer iki aktöre göre daha sınırlı. Başika'daki Haşdi Vatani'nin sayı ve etkinlik derecesi düşük. Ancak sahayı iyi tanıyan bu yapı görmezden gelinemez. 

Musul'da önemli bir varlığı bulunan Türkmenler de operasyona katılmak istiyor. Fakat şu ana kadar bunu doğrulayan hiçbir gelişme yok. Türkiye'nin KDP 
ile de Musul konusundaki işbirliği yaptığı ve bu işbirliğinin sadece Musul'u kurtarmak için değil geleceğe yönelik olduğuna ilişkin işaretler de var.
Görüldüğü gibi Musul Operasyonu'nun çok aktörlü olması süreci kolaylaştırmıyor. Tersine aktörler ve yerel faktörler arasındaki ilişkiler, kendi aralarında bir yarış 
başlatmış durumda. IŞİD'in Musul'dan çıkarılması başta işbirliğini sağlayabilir. Ancak şehri kimin kurtardığının kurtarılmasından daha önemli olduğu bir sürece 
dönüşeceği günler uzak değil.
IŞİD'in Musul'da direneceği açık, çünkü Irak'ta çekilebileceği başka bir alan kalmayacak. Geldiği noktadan sonra Anbar çöllerine dönebilecek bir yapıda da değil. 
Fakat Musul'un nasıl ve kim tarafından kurtarılacağı Irak'ta yeni federal bölgeler, Sünni Arapların siyasal sisteme yeniden entegrasyonu, Kürt-Arap uzlaşmazlığı 
ve hatta Şii milislerin geleceği bağlamında yeni bir dönem açacak. Bu sorunlar şimdilik ötelenebilir olarak görülüyor. Ancak operasyon sona erdiğinde karşılaşacağımız tablo muhtemelen 2014'teki Musul'dan çok daha ağır bir fatura çıkartacak.

© Deutsche Welle Türkçe

Serhat Erkmen

Doç. Dr. Serhat Erkmen Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi Başkanı'dır.

http://www.dw.com/tr/analiz-musul-operasyonu-irak%C4%B1-krizden-kurtaracak-m%C4%B1/a-35920344


***

13 Haziran 2017 Salı

Türkiye'nin Katar'a Desteğinde Risk ve Fırsatlar

Türkiye'nin Katar'a Desteğinde Risk ve Fırsatlar




Yazar: Serhat Erkmen
 
Hafta başında Suudi Arabistan ile Katar arasında başlayan gerginlik bölge ülkelerini de içine alan bir krize dönüşmek üzere. Serhat Erkmen'e göre, Türkiye'nin son hamleleri sürecin dönüşümünde önemli bir rol oynuyor.
Arap Baharı'ndan beri Ortadoğu'da güç dengesi kritik hamlelerle sürekli değişiyor. Son 7 yılda bölgede, darbeler, dış müdahaleler, bölgesel yayılma etkisi gösteren iç savaşlar, vekalet savaşları ve ittifak değişimleri üst üste yaşandı. Başlangıçta, halk isyanlarının etkisiyle değişimin kaçınılmaz olduğu, eski yöneticilerin devrileceği ve Ortadoğu'da sadece devlet-halk ilişkisinin değil, devletlerarası ilişkilerin de kesinlikle değişeceği görüşü ağır basıyordu. Fakat, zamanla değişimin kaçınılmaz olmadığı ortaya çıktı. Bölgenin güçlü devletleri ve onların kurduğu ittifaklar, uzun süreli iç savaşlara ve yüksek ekonomik maliyetlere katlanmak pahasına değişim rüzgarının estiği ülkelere müdahil oldular.

Libya, doğrudan askeri müdahaleye sahne olduktan sonra açık bir vekalet savaşı alanı haline geldi. Bahreyn'de Suudi Arabistan doğrudan askeri müdahalede bulundu. Suriye ve Yemen'de Suudi Arabistan, İran, Katar ve diğerleri açıkça yerel grupları destekleyerek savaşa tutuştular. Mısır'da bir askeri darbe yaşandı ve dengeler değişti. Özetle, bugün Ortadoğu'da yaşanan sorunları sadece Müslüman Kardeşlerin yarattığı tehdide, Körfez Emirlikleri arasında geçmişten gelen aile merkezli rekabete ya da Sünni-Şii gerginliğine bağlamak indirgemecilik olur.

Güç mücadelesi

Ortadoğu'da Irak'ın işgaliyle başlayan ve Arap Baharı'yla devam eden büyük bir güç mücadelesi var. Bu güç mücadelesinin statükocu kanadı ile revizyonist kanadı ayrı eksenler oluşturuyorlar. Statükocu kanat, Ortadoğu'daki eski iktidar ilişkilerini, rejim tiplerini ve dengeyi yeniden hakim kılmaya çalışıyor. Revizyonistler ise bölgedeki iktidar ilişkilerinin değişmemesi halinde kendilerine alan açamayacaklarını ve sıkışıp kalacaklarını düşünüyorlar. İlk cephe daha geniş, ikinci cephe ise daralıyor. İşte, son krizin ana kaynağı da krizin başlamasından sonra biraraya gelmez denilen ülkeleri biraraya getiren de bu mücadele.

Başka bir ifadeyle, Suudi Arabistan, Irak, Suriye ve Yemen'i kendi etki sahasına çevirme konusunda ciddi ilerleme kaydeden İran'ı durdurmak istiyor. Çünkü bu etki sahasının ileride Kuveyt, Bahreyn ve hatta kendi topraklarına kadar ilerleyebileceğine inanıyor. Bu nedenle, İran karşısında tam bir ittifak oluşturmak istiyor. Katar'ı buradaki zayıf ve güvenilmez halka olarak görüyor. Katar'a iradesini kabul ettirirse, itiraz etme potansiyeli olan Kuveyt, Umman hatta Türkiye de bu mücadeleye bir şekilde katılmak zorunda kalacak.

Türkiye'nin izlediği siyaset de bu çerçevede değerlendirilebilir. Arap Baharı'yla birlikte Ortadoğu'da özellikle rejimlerin ve devlet-toplum ilişkilerinin değişmesi bağlamında değişikliği en çok savunan ülkeler Katar ve Türkiye oldu. Libya, Mısır ve Suriye'de iki ülke arasındaki işbirliği çok açıktı. Müslüman Kardeşler bölgede düşüşe geçtiğinde her iki ülke de harekete destek vermekten geri durmadılar. Suriye'de ABD ve Rusya'nın başını çektiği iki ayrı ittifaka karşı üçüncü bir güç oluşturmaya çalıştılar. İran ile bir yandan sahada mücadele ederken diğer yandan diyalog kanallarını açık tutarak açık bir çatışma sürecine sürüklenmediler. Bu nedenle iki ülke arasında açık bir yakınlaşma doğdu.

Türkiye, Katar Krizini Nasıl Algılıyor?

Birkaç gündür Türkiye ile Katar arasındaki özel ilişkinin detayları ortaya çıkmaya başladı. Türkiye'nin Katar ile özel ekonomik ilişkileri ve siyasi bağları, Türkiye'nin krize karşı politikasını açıklamak için kullanılıyor. Elbette bu faktörlerin önemsiz olduğu söylenemez. Tersine, son dönemde gelişen askeri ilişkiler ve Katar'ın yüksek yatırım potansiyelinden yararlanma isteği olan biteni açıklamaya yeterli görünüyor.

Ancak, bu durum her şeyi açıklamıyor. Türkiye'nin Katar'a verdiği destek ve İran'ın da Katar'a yardım eli uzatması Ortadoğu'daki diğer devletlerin Türkiye'ye bakışını ciddi ölçüde değiştirebilir. Dahası, ilk günlerde Katar Emiri'nin diplomatik baskıyla görevden uzaklaşacağı konuşulurken şimdilerde ciddi direnç sergilemeye başladığı görülüyor. Özetle, diplomatik bir baskıyla başlayan süreç, şimdi siyasi ve askeri bir hal almaya başladı. Katar Emiri'nin direncinin artmasında ise Türkiye'nin hamlesi önemli rol oynadı.

Türkiye ile Katar arasında 2015'te imzalanan askeri eğitim anlaşmasının raftan çıkarılıp onaylanması ve Türk basınında sayıları 600 ile 5000 arasında değişen askerin Katar'a gönderileceğinin ilan edilmesi sürecin gidişatını değiştirdi. Her ne kadar bu askeri anlaşma eğitim anlaşması olsa da hamlenin zamanlaması ve biçimi, Türkiye'nin "Katar'a dokunan karşısında beni bulur" dediğini gösteriyor. Üstelik, Türkiye, bu hamlesinin olası sonucunu hesaplayabilecek kadar köklü bir devlet geleneğine sahip. 

Eğer bu süreçten Katar Emiri ve yakın çevresi zamanla azalabilecek ve Suudi Arabistan'ın yakın çevresiyle sınırlı bir diplomatik izolasyonla sıyrılırsa Türkiye'nin kazancı parayla ölçülebilecek bir kazanç olmaz. Ortadoğu'da en sert geçebilecek mücadele olan İran-Suudi Arabistan mücadelesinde kendisine en yakın devleti koruyarak süreçten ayrılması onu siyaseten son derece güçlendireceği gibi caydırıcılığını tesis etmesi açısından da hayati olur.

Fakat, sürecin tersine sonuçlanması Türkiye için ağır sonuçlara neden olabilir. Suudi Arabistan ve müttefiklerinin ani bir hamleyle Katar'a henüz dış destek gitmeden askeri bir müdahalede bulunması kulağa çılgınca gelebilir. Fakat, Ortadoğu'nun son 10 yılında bir sürü çılgınlık var. Bir saray darbesi ya da baskılara dayanamayan Katar Emiri'nin çekilmesi ve yeni iktidarın Suudi Arabistan'ın baskısına boyun eğmesi de atlanmaması gereken olasılıklar. Bu durumda, Türkiye'nin İran'la uzun süredir yürüttüğü "dengeli rekabeti"ne, Körfez kaynaklı yeni bir rekabet eklenecektir. Bu durum, Türkiye'yi özellikle Suriye'nin kuzeyinde ve Kuzey Irak'ta çok güç duruma sokabilir. Son olarak altı çizilmesi gereken bir nokta daha var: Türkiye, Katar'a verdiği açık destekle risk aldı, bu doğru. Ancak muhtemelen karar vericiler, destek vermezlerse bir sonraki baskıya uğrayacak ülkenin Türkiye olduğunu düşünüyorlar. Bu nedenle bu bir ön alma stratejisi de olabilir. Bu nedenle, Türkiye'nin hamlesini tarih, yatırım ya da ikili ilişkilerin ötesinde değerlendirmek daha akılcı görünüyor. 
 
 
Not:21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi Başkanı Doç. Dr. Serhat Erkmen'in bu analizi ilk olarak DW Türkçe'de yayımlanmıştır.

4 Haziran 2017 Pazar

TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI BÖLÜM 3


TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI 
BÖLÜM 3


C. KRİTİK DÖNEMEÇ: WASHİNGTON GÖRÜŞMELERİ 

Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında en önemli yıllardan birisi de 1998’dir.50 
Kürt gruplar arasındaki çatışmaları sona erdirmek için ABD tarafından başlatılan ve yürütülen görüşmeler 1998 yılının Eylül ayında Washington Anlaşması’yla yeni bir döneme girmiştir. 16 Eylül 1998’de Washington’da ABD tarafından biraraya getirilen Kürt gruplar bazı ilkeler çerçevesinde uzlaşmaya varmışlardır. Bu anlaşmada vurgulanan en önemli unsurlar Irak’ın toprak bütünlüğü, PKK’nın varlığının sona erdirilmesi ve üstü kapalı bir Kürt federe devletiydi.51 Bu anlaşmanın dışında kalan Türkiye buna hemen tepki gösterdi. Washington 
anlaşmasının içinde Irak ile PKK ilişkisi vurgulanmasına ve Irak üzerinden dolaylı da olsa PKK’ya vurgu yapılarak bu örgütün bölgeden çıkarılması gereği ortaya konulmuş olsa da Türkiye, kendisinin Kuzey Irak üzerindeki etkisini yitirmeye başladığını hissetti. 

Bunun üzerine Ankara tarafından yoğun bir faaliyet başlatıldı. Barzani ve Talabani’nin Washington’dan sonra yaptıkları Türkiye ziyaretlerinde Türkiye’nin rahatsızlıkları aktarıldı. Ayrıca, ABD ile kurulan temaslar sonucunda Kürt grupların Türkiye’nin içinde bulunduğu başka bir platformda biraraya getirilmesi kararlaştırıldı. Türkiye’nin sürecin dışında kalmasının iki grup arasındaki yakınlaşmayı kısa süreli kılacağını, dahası Türkiye’nin dahil olmadığı bir istikrar programının başarısız olacağını anlayan Washington’un da teşvikiyle Ekim ve Kasım aylarında Türkiye’ye gelen Barzani ve Talabani özellikle PKK konusunda Türkiye’ye güvence vererek ve federatif yapıya ulaşılmasını zorlaştırıcı yolları kabul ederek Türkiye’yi iknâ etmeye çalıştı.52 Bu dönemde Ankara Süreci’nin yeniden canlandırılması ve Washington’daki uzlaşmanın Türkiye’nin de katkılarıyla bu sürece taşınması konusunda çabalar sarfedildi.53 Ankara’da yapılan toplantılardan sonra Türkiye’nin yeniden dahil olduğu bir barış süreci başladı. Washington, Londra ve Ankara’da aynı anda yapılan ortak deklarasyon dan sonra Türkiye’nin bu konudaki endişelerinin azaldığı görülmüştür.54 

Özellikle, Washington Bildirisi’ndeki federatif sistem konusundaki ibârelerin değiştirilmesi Türkiye’de rahatlama yarattı.55 

Fakat, Washington Anlaşması’na rağmen Kürtler arasındaki sorunlar tam anlamıyla çözülemedi. Özellikle, Habur gelirlerinin dağıtımı konusundaki anlaşmazlık bu iki grup arasında sorun yaratmaya devam ederken56 Türkiye’nin iki grup ile ilişkilerinde iki faktör eskisine göre daha fazla ön plana çıkmaya başladı: Talabani’nin Habur’dan elde edilen gelirlerden yararlanamaması ve Türkmen faktörü. 

Petrol Karşılığı Gıda Programı’nda yapılan değişiklikle Irak sınırsız miktarda petrol satma hakkını elde etmişti. Bunun bir sonucu olarak Kuzey Irak’ın elde ettiği gelirler de arttı.57 Bununla birlikte, sözkonusu gelirlerde yolsuzluk yapıldığı ve KDP tarafından kullanıldığı bilinmektedir. 

Bu yolsuzluklar nedeniyle BM’nin denetimlerini sıkılaştırması Türkiye ile yapılan ticaretin öneminin azalmamasına yol açtı. Bu paranın Kuzey Irak açısından asıl önemi kontrol dışında bir para olmasıdır. Özellikle, aşiret içi nemalandırma mekanizmasının devam ettirilebilmesi için büyük bir önem taşımaktadır. Ancak, Türkiye-Irak sınırındaki Habur kapısını kontrol eden KDP’nin bölgedeki gelirlerden KYB’ye pay vermemesi iki taraf arasında sorunlar doğmasına neden olmaktadır.58 Bölgenin gelirlerinden faydalanamayan KYB, Türkiye ile 
daha fazla ticaret yapmak için sınır kapıları kurulması yolunda girişimlerde bulunmuştur. Bu çerçevede KYB’ye yakın bir bölgeden ikinci bir sınır kapısının açılması projesi gündeme gelmiş ancak henüz sonuçlanmamıştır. 

Türkmen faktörü ise Habur gelirlerinden çok daha karmaşık bir konudur. Yüzlerce yıldır bölgede yaşayan Türkmenler Irak devletine sorun çıkarmamıştır. Körfez Savaşı öncesinde de Türkmenlere ilişkin birçok sorun varolmasına rağmen Türkmenlerin Türkiye’nin dış poli-

<  Bir yandan kültürel ve duygusal nedenleri olsa da Türkmenlerin ön plana çıkarılmasının asıl nedeni stratejik algılamalardır. >

tikasında önemli bir faktör olarak ortaya çıkması daha geç bir döneme rastlamaktadır. Körfez Savaşı’ndan sonra Türkiye tarafından stratejik bir faktör 
olarak algılanması da geç bir dönemde başlamıştır. Başlangıçta, ön plana çıkarılmayan Irak Türkmenlerinin durumu Türkiye’nin kendisine yeni politik araçlar bulma çabasında yeni bir açılım bulmasını sağlamıştır. Bir yandan kültürel ve duygusal nedenleri olsa da 

Türkmenlerin ön plana çıkarılmasının asıl nedeni stratejik algılamalardır. Kuzey
Irak’ta çoğunluğu KDP bölgesinde yaşayan Türkmenlerin sorunları birkaç başlık altında toplanabilir. Özellikle, KDP tarafından Türkmenlere yapılan baskının sosyal, ekonomik ve siyasal boyutları bulunmaktadır. KYB bölgesindeki Türkmenlerin durumu KDP bölgesine göre daha iyidir. Bunun en önemli nedeni bölgedeki Türkmenlerin sayısı ve yapısıyla ilgilidir. KYB bölgesinde yaşayan Türkmenlerin sayısı azdır ve ekonomik olarak da bunlar güçlü değildir. 

Genel itibarıyla şehirli ve zengin bir grup olan Türkmenler, KDP bölgesinde yoğunlaşmışlardır. KDP bunların elindeki ekonomik gücü kendisine çekmek için yoğun çaba sarfetmektedir. Ayrıca, KDP bölgesindeki Türkmenlerin Türkiye tarafından örgütlenmiş olması da KDP’yi rahatsız etmektedir. Özellikle, Irak Türkmen Cephesi çerçevesinde örgütlenen Türkmenlere KDP’nin yoğun olarak uyguladığı baskılar Türkiye ile KDP arasında sorun yaratmaktadır. Resmî olarak, KDP Türkmenler konusunda Türkiye’nin isteklerini karşılayacağını söylese 
bile bu sözünü yerine getirmemekte, hatta Türkiye’nin Türkmenler konusundaki tavrını şiddetli bir biçimde eleştirmektedir. 

Türkiye-KYB arasında ilişkilerde ise dinamikler daha farklıdır. 

Türkiye-KYB arasındaki ilişkiler genelde KDP ile olandan daha kötü olmasına rağmen son yıllarda bir düzelme trendi başlamıştır. Ekonomik sıkıntı çeken KYB, Türkiye ile ticaretini artırmak için girişimlerde bulunmaya çalışmakta, bunu başarmak için de politika değişikliklerine gitmektedir. 
Talabani 2000 yılından itibaren Türkiye’ye defalarca gelmiş ve önceki dönemde PKK meselesinden kaynaklanan sorunların üstünü kapatabilmek için işbirliği ortamı yaratmaya çalışmıştır. Türkiye’nin bölgedeki hassas noktalarını bilen Talabani, Türkmenlerle ilişkilerini sorun çıkartmadan yürütmektedir.59 

Daha önceki dönemde sık sık sorun yaratan PKK ile ilişkiler de ciddi bir değişim göstermiştir. 

2000 yılında Talabani’nin Türkiye ziyaretinden sonra KYB, PKK’ya yönelik bir saldırı başlatmıştır. Bunun sonucunda Türkiye-KYB ilişkileri düzelme trendine girmiştir. Bu düzelmenin bir diğer nedeni de KDP ile KYB arasındaki güç dengesinin KYB aleyhine bozulması olmuştur. İki grup arasındaki yakınlaşmayı tehdit olarak algılayan Türkiye için taraflardan birisinin diğeri üzerinde üstünlük kurması olasılığı da sorundur. Bu nedenle, Türkiye ile özellikle son zamanlarda Türkmenler yüzünden sorun yaşayan KDP’nin dengeyi bozmasını engellemek için Türkiye KYB’yi desteklemeye başlamıştır. Bununla birlikte, İran’ın KYB üzerindeki etkisi kırılabilmiş değildir. 

D. KOMŞU DEVLETLER İLE İŞBİRLİĞİ: JEOPOLİTİK KISKAÇ 

Körfez Savaşı sonrasında meydana gelen gelişmeler bölgede rakip ülkelerin işbirliği yapmasına ortam hazırladı. Bu ortam aslında bir zorunluluktan kaynaklanıyordu. Kuzey Irak’a sınırı olan dört ülkenin de kendi Kürt sorunu ve bu konuda tehdit algılamaları mevcuttu. İran kendi topraklarında faaliyet gösteren İran Kürdistan Demokratik Partisi’nden tehdit algılarken, Suriye de benzer biçimde kendi topraklarında bir Kürt hareketinin güçlenmesini istemiyordu. Irak da zaten doğal olarak kendi toprakları üzerindeki bu gelişmeleri olumlu karşılamıyordu. Bu dört devletin Kuzey Irak’taki oluşumu kendilerine tehdit olarak algılıyorlardı. Ancak diğer yandan, bu tehdidi bertaraf 
etmek için yalnızca ona karşı politikalar izleme yoluna değil, bölge üzerinde etki kurmak yoluna da gittiler. Türkiye ile İran-Irak ve Suriye arasında Kuzey Irak’taki oluşuma karşı geliştirilen ilişkiler Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında önemli bir yer tutmaktadır. Bu nedenle, bu ilişkilere kısaca gözatacağız. 

1. Kuzey Irak Bağlamında Türkiye-İran İlişkileri Genel itibariyle, Kuzey Irak konusunda İran’ın izlediği politikalara bakılınca, bazı genellemeler yapılabilir. 

<  Tahran, Kuzey Irak’taki Kürt sorununu kendi Kürt sorununu etkilemeyecek şekilde çözmeye çalışıyordu. >

Öncelikle, Tahran, Kuzey Irak’taki Kürt sorununu kendi Kürt sorununu etkilemeyecek şekilde çözmeye çalışıyordu.60 

Ankara ile Tahran arasında Kuzey Irak’a ilişkin en önemli sorun, Türkiye’nin 1992-1995 ve 1997 yıllarında Kuzey Irak’ta gerçekleştirdiği büyük çaplı askerî operasyonlara İran’ın karşı çıkmasıydı. Her iki taraf da büyük Kürt mülteci akınlarından çekiniyor, diğer yandan da bunların Saddam’ın kendilerine karşı kullanabilecekleri kadar zayıf olmalarını istemiyordu. İran’ın Kürtlere ilişkin politikalarında diğer iki önemli olgu da Körfez Savaşı sırasında Kürtlerin Şiilerle birlikte ayaklanmasından duyduğu rahatsızlık ve Halkın Mücahitleri’ne karşı kendileriyle işbirliği yapmalarıydı.61 

Kuzey Irak’ta 1992 yılında yapılan seçimler yalnızca Bağdat’ı değil aynı zamanda kendi Kürt nüfuslarının bu durumdan etkilenme olasılığı bulunan diğer devletleri de alarma geçirdi. ‘Kürdistan Ulusal Meclisi’ tarafından 1992 yılının Ekim ayının başında açıklanan ‘demokratik bir Irak’ta federasyon’ kurulması amacı Suriye, İran ve Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı.62 İran ve Türkiye bunun üzerine bir Kürt devletinden tehdit algıladıkları için bir dizi güvenlik protokolü imzaladılar. Kuzey Irak’taki gelişmelerden rahatsız olan bir diğer devlet de Suriye idi. İran için bu konuda Suriye ile işbirliği yapmak çok zor değildi, ama Türkiye ile Suriye arasındaki Kürt sorununa bakışlarda farklılıklar vardı, ancak 
yine de bu güvenlik protokollerinde anlaştılar. 1992 başından 1994 yazının sonuna kadar dört devlet (Irak, Türkiye, İran ve Suriye) bir dizi danışma toplantısı yaptı. 19-20 Kasım 1993’te Türkiye ve Suriye PKK’ya ilişkin güvenlik protokolü imzaladı. 23 Ağustos 1994’te de İran, Suriye ve Türkiye Dış İşleri Bakanları Kürt sorununun görüşüldüğü bir toplantı yaptı. Bunlar Kuzey Irak’ta 1995’te yapılması planlanan seçime ülkenin parçalanmasına neden olacağı düşüncesiyle karşı olduklarını açıkladılar.63 Bu toplantıdan döndükten sonra Mümtaz Soysal Kuzey Irak’a giriş çıkışlara kısıntı getirildiğini açıkladı. Soysal ayrıca Kuzey Irak’taki Kürt devletinin Batının politikası olduğunu söyledi. Güvenlik tedbirleri altı ayda bir üç ülke dışişleri bakanlarının ve daha sık aralıklarla alt düzeydeki yetkilerinin biraraya gelmesini içeriyordu. Bu konudaki ilk anlaşma 30 Kasım 1993’te Ankara’da imzalandı.64 

Bu ulusal güvenlik anlaşmaları birkaç açıdan önemliydi: Kürt milliyetçiliğinin her iki devlete de tehdidi vardı. Her iki devlet de Kuzey Irak’taki bir Kürt devletini engellemek için açık niyetlerini ortaya koymuşlardı. Ancak, her iki taraf da her ne kadar işbirliği yapsalar da bölgede etkinlik inşa etmek için diğer yandan rekabet ediyorlardı. Burada sorun iki ülkenin etki alanlarının çizilmesiydi. Kuzey Irak’ta etki alanlarının çizilmesi konusunda en önemli olaylardan bir tanesi Talabani’nin 3000-5000 civarında İslamcı Şiî militana izin verdiğini 
açıklamasıydı.65 Talabani bu güçlerin Saddam’a karşı operasyonlarda peşmergelerle işbirliği yapmak için kullanılacağını söyledi. KDP de bu 
durumda bunun tamamen KYB ile ilgili bir şey olduğunu ve kendilerinin bu durumla alakası olmadığını belirtti. Ankara’daki KDP temsilcisi Safin Dizayi tarafından yapılan açıklamada Kuzey Irak’a İran kontrolünde asker yerleştirme kararının yalnızca KYB tarafından alınamayacağını buna INC’nin karar vermesi gerektiğini ileri sürmüştü. KYB’nin bunu yapmasındaki en önemli faktör Kuzey Irak’tan Türkiye ile gerçekleştirilen ticaretten pay alamamasıydı.66 

Bu dönemde İran ile Türkiye arasındaki Kürt sorununa ilişkin görüşmeler daha çok PKK ile mücadele şeklinde devam etmesine rağmen 8 Eylül 1995’te Tahran’da yapılan Üçlü Dış İşleri Bakanları toplantısında Kuzey Irak konusu tekrar önemli bir konu olarak ortaya çıktı. Aynı yılın baharında Türkiye Kuzey Irak’a operasyon düzenlediğinde onu kınayan bu iki devlet bu toplantıda daha yumuşak bir tavır sergilediler. Başlangıçta, İran bölgede Türkiye’nin etkisinin artmasının önüne geçmek için elinden geleni yaptı. Bunun için KYB’ye 
saldırdı ve buna İran Kürdistan Demokratik Partisi (İKDP)’ni bahane olarak gösterdi. Kasım ayında İran ordusu Kürt gruplar arasında ateşkes sağlamak için bölgeye girdiğinde Rafsancani bunun geçici olduğunu açıkladı.67 Daha sonra ise bölgedeki İslamcı Kürt hareketlerini destekleyerek KYB üzerinde baskı kurdu. Hatta, Kürdistan İslâm Hareketi adlı Kürt örgüt sayesinde Halepçe bölgesini bir süre tamamen kontrol etti. 1996’da bu örgütün önde gelenleri Talabani tarafından bölgeden uzaklaştırılmasına rağmen örgütün etkisi hissedilmeye devam etti. 2001 yılında İran bölgede etkisini yeniden inşa etmeye başladı. İslam’ın Askerleri adlı bir grubun ortaya çıkmasıyla başlayan çatışmalar sonucunda İran bölgede varlığını daha da güçlendirmeyi başardı. Halepçe’den çıkartılan liderler geri dönme hakkı kazandı.68 

Eylül 1995’teki Dublin görüşmelerinin başarısız olmasından sonra İran iki Kürt grubu çatıştırmaya ve bölgeye asker göndererek bölgede önemli bir güç olduğunu kanıtlamaya çalıştı. PKK, KDP’ye saldırdıktan sonra İran ateşkesin yapılması için öncülük etti. Bu durum Türkiye’de bazı endişelere sebep oldu. Çünkü İran Özellikle KYB bölgesinde bölgede yalnızca siyasî olarak değil ekonomik olarak da güçlenmeye başlamıştı.69 İran’ın bölgede etkisi son zamanlarda artarak devam etmektedir. İran, KYB’yi kendisine daha fazla bağımlı kılmak için iki önemli aracı devreye sokmuştur. KYB’nin en önemli sorununun kendisine ait gelirlerden yoksun olmak olduğunu bilen İran, KYB’yi kendisine 
ekonomik açıdan tamamen bağımlı kılmak için önce İran-Irak sınırında (KYB kontrolündeki bölge) bir serbest ticaret bölgesi açmıştır.70 Bu sayede KYB’nin KDP’nin kontrolünden geçmeden eline geçen para miktarı çoğalacaktır. Ayrıca, ticaret yollarını da kontrol altında tutarak İran, KYB’yi kendisine daha fazla bağımlı kılmayı amaçlamaktadır. Diğer yandan, Avrupa’dan Kuzey Irak’a gitmek üzere bir havayolu oluşturulmuştur. Almanya’nın Düsseldorf kentinden İran’ın Urumiye kentine giden uçaklar buradan karayoluyla KYB kontrolündeki bölgeye geçmektedir. Bu yol sayesinde Türkiye’nin kontrolü dışındaki geliş gidişler kolaylaşmıştır. 

Suriye ve İran Türkiye ile Kuzey Irak konusunda işbirliği yapmalarına rağmen birbirlerinin niyetlerinden şüphe duyuyorlardı. Bu dönemde üç ülkenin ilişkilerinde diğer önemli Kürt sorunu da PKK’ydı. Bu dönemde İran’daki PKK kamplarının sayısı artmakta diğer yandan da Suriye PKK’ya olan desteğini gün geçtikçe artırmaktaydı. 

Kuzey Irak’ta sınırlar belli oldukça, Türkiye PKK’yı çevrelemek için kendisine sınırdaş olan Barzani grubuyla ilişkilerini artırıyordu. Türkiye ile KDP arasındaki bu ilişki bölgede yeni bir dolaylı çatışmanın önünü açtı. 1995 sonbaharında PKK ile KDP arasında patlayan savaş, Suriye ve İran tarafından Türkiye’nin bölgede artan etkisini kontrol etmek için gerçekleştirilmişti.71 Suriye’nin bu biçimdeki desteği Türkiye’nin de Suriye algılamalarında sertleşmeye yol açtı. Suriye’nin faaliyetlerine karşı Türkiye eylemlerini Orta Doğu Barış Süreci ve diğer Arap devletlerini karşısına almamak için sınırlı tutmak zorunda kalırken, diğer yandan başka bir olanak buldu, İsrail’le ilişkileri geliştirmek. 

2. KUZEY IRAK BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ 

Türkiye’nin Bağdat ile ilişkileri 1993’ten itibaren gelişmeye başladı. Nisan 1993’te Türkiye Irak’taki diplomatik temsilciliğini charge daffairs’den büyükelçilik seviyesine çıkardı. Bu dönemde Kerkük Ceyhan hattının tekrar açılması da gündeme geldi. Bağdat kendi topraklarında operasyon yapan Türkiye ile görüşmelere sıcak baktı, çünkü, hem bölgede yeniden bir meşru zemin arıyordu, hem de aynı zamanda Türkiye’nin Kuzey Irak politikasına ilişkin algılaması temelde Kuzey Irak’ın işgal edilmesi değil, Türkiye’nin bölgede etki kurmak istemesi şeklindeydi. Bu nedenle Türkiye ile Kuzey Irak dışında her şeyi görüşebileceğinin sinyallerini veriyordu. 

Bunun da ötesinde iki ülke Kuzey Irak’taki varlığın gelişmesini, engellemek için dolaylı yoldan işbirliği de yapıyordu. Buna en önemli örneklerden birisi 1993’teki para krizi olmuştur. 5 Mayıs 1993’te Irak hükümetinin 1991’den sonra basılan Irak dinarının değerini artırmak için piyasadan eski 25 dinarlıkları kaldırmasıyla başlayan kriz Kuzey Irak ekonomisini altüst etti. Bölgede konvertibl bir paranın
olmayışı nedeniyle bölgenin ne kadar zor durumlara düşeceğinin kanıtı olan bu olayda Kuzey Irak’ın kendi ekonomisi ve parasının olmayışının onu bir ülkeye aynı zamanda siyasî olarak da bağımlı kılması olgusu ortaya çıkmıştı. 
Bu dönemde hiçbir ülke Kürtlerin kendi parasını kullanmasına izin vermedi. 

<  Özal’dan sonra Irak ve Kuzey Irak politikasını tamamen Irak’ın toprak bütünlüğü üzerine inşâ etmeye başlayan Türkiye için Iraklı Kürtleri Bağdat ile görüşmeye teşvik etmek, izlediği politikaların doğal bir sonucuydu. >

Diğer yandan Türkiye’nin Kürtler ve Bağdat arasındaki seçiminde de çıkmazları vardı. Bir yanda Irak’ın kendi topraklarını yeniden kontrol etmesini isterken, statükonun devamı gelecekteki Irak’ın ayakta kalabilirliği konusundaki şüpheleri artırıyordu. Bir yandan, KDP ve Bağdat arasındaki görüşmeleri aktif bir biçimde teşvik ederken diğer yandan bölgede kendisine operasyonlar için 15 km’lik bir güvenlik alanı oluşturdu. 

1996’da Kürt gruplar arasındaki savaş olayı daha da karmaşıklaştırdı. Çünkü Barzani’nin Saddam’la işbirliği yapması bölgede Saddam’ın etkisini artırmasına neden olmuştu. Kuzey Irak’ta Irak’ın otoritesinin artması sonucunda Türkiye’nin KDP’yi Bağdat ile masaya oturtma çabası kolaylaştı. 

Bu olaylardan sonra Türkiye-Irak ilişkileri gelişmeye devam etti. Bir yandan ambargodaki gevşemeye bağlı olarak Türkiye-Irak ekonomik ilişkileri canlanmaya başlamıştı. Özellikle, Kerkük-Yumurtalık hattının açılmasıyla canlanan ekonomik ilişkiler gün geçtikçe büyüdü. Fakat, Kuzey Irak bağlamında Türkiye-Irak ilişkileri bu ekonomik ilişkilerden ziyade iki tarafın güvenlik endişeleri sonucunda doğdu. Türkiye’nin PKK konusundaki tehdit algılamaları ağırlığından bir şey kaybetmemesine rağmen Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasına yönelik tehdit algılaması ağır bastığından Irak ile daha sıkı ilişkiler kurulmaya başlamıştır. Bu dönemde Bağdat PKK’yı Türkiye’ye karşı kışkırtsa da 
PKK’yı bir araç olarak kullanmasının nedeni kendisine Kuzey Irak’ta bir yer edinmekti. Bunun da ötesinde Özal’dan sonra Irak ve Kuzey Irak politikasını tamamen Irak’ın toprak bütünlüğü üzerine inşa etmeye başlayan Türkiye için Iraklı Kürtleri Bağdat ile görüşmeye teşvik etmek izlediği politikaların doğal sonucuydu. 

SONUÇ 

Körfez Savaşı’ndan sonra yeni bir boyut kazanan Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında yeni bir kırılma noktasını 11 Eylül’ün oluşturduğu söylenebilir. Çifte Kuşatma ve sonrasındaki Çevreleme Artı (containment plus) politikaları doğrultusunda kendi içinde belli bir istikrara kavuşan ABD’nin Irak politikası çerçevesinde Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını da yürütmesi kolaylaşmıştı. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağı beklentisi ve Saddam gerçeğiyle birarada yaşama düşüncesi Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir devlet kurulması endişesini sınırlı tutuyordu. Son on yılda Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını belirleyen en önemli öğeler olan PKK, Kuzey Irak’ta bir devletin kurulması ve ABD’nin Irak politikasında son dönemde ciddî değişiklikler geçirmektedir. 

1990’ların başında PKK devletin bekasına yönelik birinci tehdit iken özellikle Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgütün güç kaybetmesine 
paralel olarak Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında PKK’nın ağırlığı kademeli olarak azalmıştır. Bugün hâlâ sayıları 4500-7000 civarında olduğu söylenen PKK militanlarının Kuzey Irak’ta barındığı ileri sürülmesine rağmen bunların askerî ve politik etkinlik alanlarının sınırlanmış olması bunların Kuzey Irak’a ilişkin değerlendirmelerde ikincilleştirmiştir. Bu nedenle bu öğede bir değişiklik meydana gelmiştir. 

İkinci önemli faktör olan Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması olasılığı da farklı bir dinamik içine girmiştir. Türkiye’deki karar vericilerin büyük bir çoğunluğuna göre Kuzey Irak’ta zaten bir Kürt devleti kurulmuştur. Ancak, Kürtler bağımsızlıklarını ilan etmeseler de bunun için fırsat kollamaktadırlar. Bugüne kadar bağımsızlıklarını ilan etmemelerinin nedeni Irak’ta siyasal yapı konusundaki belirsizlik ve ABD’nin Saddam konusundaki düşünceleridir. Fakat, artık ABD’nin Saddam’ı devirmesi sözkonusu olduğundan Kürtler siyasal istikrarsızlık ortamından yararlanarak bağımsızlık ilan edebilirler (Her ne kadar bu bağımsızlığın getireceği ağır faturaya ve sonraki dönemlerde karşılaşabilecekleri sorunlar bulunmasına rağmen). Bu biçimdeki bir tehdit 
algılamasının ağırlaşması Türkiye’nin bölgeye yönelik uygulamalarında ve politikalarında değişiklik yaratacak bir faktördür. 11 Eylül’e kadar Türkiye için gelecekteki bir tehdit olarak görülen Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti olgusu bugün çok yakınlarda algılanmaktadır. 
Bu nedenle, 
Türkiye bölgeye yönelik değerlendirmelerini de değiştirmeye başlamıştır. Geçmiştekinden çok daha müdâhaleci ve sert tedbirler almaya yönelik bir politika izleneceğine ilişkin bir atmosfer oluşmaktadır. 


Dipnotlar ;

1 2002 yılının başında ‘Kuzey Irak Bölgesel Hükümeti’ bölgede bir nüfus sayımı yapılacağını açıklamış ve bu nüfus sayımı Mart ayında başlatılmıştır. 
Birayeti Gazetesi 12 Ocak 2002. Bununla birlikte, nüfus sayımının sonuçları henüz açıklanmamıştır. 
2 Bu konuda yapılan çalışmalardan en önemlileri için bkz. Martin van Bruinessen, Agha, Shaikh and State: The 
Social and Political Structures of Kurdistan, (Londra, Zed Books, 1992); David McDowall, Modern History of the Kurds, (Londra, Tauris, 1996). 
3 McDowall, Modern..., s. 304. 
4 KYB’nin başkanı Celal Talabani de Ahmet’in damadıdır. 
5 Hasan Özmen, ‘Kuzey Irak’taki Kürt Partileri Arasındaki ihtilafın Nedenleri’, Avrasya Dosyası Kuzey Irak Özel, 
İlkbahar 1996, Cilt 3, Sayı 1, s .55-60. 
6 Michael Gunter, ‘The KDP-PUK Conflict in Northern Iraq,’ Middle East Journal, Cilt. 50, Sayı 2, Bahar 1996, s.228 
7 Serhat Erkmen, ‘İkinci Körfez Savaşı’ndan Sonra  İran-Irak İlişkileri,’ Avrasya Dosyası Irak Özel, Cilt 6, Sayı.3, Sonbahar 2000, ss. 198-219. 
8 Bu dönemdeki Kürt hareketindeki gelişmeler için bkz. Edgar O’Ballance, The Kurdish Struggle: 1920-94, (Londra, MacMillan Press, Ltd.), 1996. 
9 Gunter, ‘The KDP-PUK ...’, s. 230. 
10 Ümit Özdağ, Türkiye, Kuzey Irak ve PKK: Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi, (Ankara, ASAM Yay›nlar›, 2000), s. 80. 
11 Michael Gunter, ‘A de facto Kurdish State in Northern Iraq,’ Third World Quarterly, Cilt. 14, No. 2, 1993, s. 299. 
12 Gunter, ‘A de facto ..., s. 299. 
13 ikibin'e Doğru, 31 Mayıs 1992, s. 8-18 
14 Kurdoil’e ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.btinternet.com/~kurd.oil/ehome.htm 
15 US Department of State Dispatch, 23 Mart 1992. 
16 Özdağ, Türkiye, ..., s.36. 
17 Gunter, ‘The KDP-PUK Conflict...’, 232. 
18 Özdağ, Türkiye, ..., s.52 
19 Bu dönemde PKK’nın Kuzey Irak’taki faaliyetleri için bkz. Özdağ, Türkiye, ..., ss. 40-47. 
20 Kuzey Irak’ta yapılan seçimler sonucunda bölgede yürütme görevi yapan kurum. 
21 Gunter, ‘The KDP-PUK ...,’ s. 232. 
22 Gunter, ‘The KDP-PUK ...,’ , s. 233. 
23 İlnur Çevik, ‘Exclusive Telophone Interview,’ Turkish Daily News, 20 Eylül 1995. 
24 Özdağ, Türkiye, ..., s. 147. 
25 Hanna Yousıf Freıj ‘Alliance Patterns of a Secessionist Movement: The Kurdish Nationalist Movement in 
Iraq,’ Journal of Muslim Minority Affairs, Cilt. 18, Sayı 1, Nisan 1998, s. 27. 
26 ‘Kurds Accuse Saddam's Troops of Incursion in Northern Iraq’ AFP, 12 Aralık 2000. 
27 ‘PUK Peshmergas Kill Five PKK Militants in Northern Iraq,’ Reuters, 4 Ekim 2000. 
28 Bu konuda bkz. Kamuran İnan’ın açıklaması Milliyet, 4 Nisan 1991. 
29 Kemal Kirişçi, ‘Türkiye ve Kuzey Irak'taki Kürt Güvenlik Bölgesi,’ Avrasya Dosyası Kuzey Irak Özel, Cilt. 3, Sayı. 1, İlkbahar 1996, s. 11. 
30 Kirişçi, Türkiye ..., s. 13. 
31 Çekiç Güç’ün iç hukuk ve uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesi için bkz. Baskın Oran, Kalkık Horoz: 
Çekiç Güç ve Kürt Devleti, (Ankara, Bilgi Yayınevi, 1996), ss. 77-93. 
32 Mahmut Bali Aykan, ‘Turkey’s Northern Iraq Policy,’ Middle Eastern Studies, Cilt.32, Sayı. 4, 1996, ss. 347350. 
33 Aykan, ‘Turkey’s …’ ss. 354-356. 
34 Aykan, ‘Turkey’s …’ s. 344. 
35 Gunter, ‘A De facto …’ ss. 302-303. 
36 Ofra Bengio, ‘The Challenge of to the Territorial Integrity of Iraq,’ Survival, Cilt. 37, Sayı. 2, Yaz 1995 , s. 79. 
37 Robert Olson, ‘The Kurdish Question and Geopolitic and Geostrategic Changes in the Middle East after the 
Gulf War,’ Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, Cilt. XVII, Sayı. 4, Yaz 1994, ss. 59-60. 
38 Aykan, ‘Turkey’s …’, s. 347. 
39 Aykan, ‘Turkey’s …’, s. 347. 
40 Michael Gunter, ‘The Foreign Policy of Kurds,’ Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, Cilt.. XX, 
Sayı 3, Bahar 1997, s. 7. 
41 Gunter, ‘The Foreign…’, ss. 10-11. 
42 Gunter, ‘The Foreign…’, s. 11. 
43 William Hale, ‘Turkey’s Time: Turkey, the Middle East and the Gulf Crisis,’ International Affairs, Cilt. 58, 
Sayı.4, Ekim 1992, s. 690. 
44 Laurie Mylroie, ‘U.S. Policy Toward Iraq,’ Middle East Intelligence Bulletin, Cilt 3, No.1, Ocak 2001, 
http://www.meib.org/articles/0101_ir1.htm 
45 Yeni Yüzyıl, 3 Nisan 1995. 
46 Turkish Daily News, 5 May›s 1995 
47 Turkish Daily News, 19 Eylül 1994. 
48 Turkish Daily News, 8 Mayıs 1995 
49 Kemal Kirişçi, ‘Turkey and the Kurdish Safe-Haven in Northern Iraq,’ Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, 
(Cilt XIX, Sayı.3, Bahar 1996), s. 33. 
50 1995-1998 arasındaki önemli olaylar bir önceki bölümde aktarıldığı için bu tarihler arasındaki gelişmelere tekrar değinilmemiştir. 
51 U.S. Department of State, Secretary of State Madeleine K. Albright, Jalal Talabani of the Patriotic Union of Kurdistan (PUK), and Massoud Barzani of 
the Kurdistan Democratic Party (KDP), Press Remarks, 17 Eylül 1998. 
52 ‘Barzani Türkiyesiz Olmaz’, Radikal, 8 Kas›m 1998; ‘Talabani ile Yeni Dönem’ Radikal, 10 Kasım 1998. 
53 ‘Washington Süreci Rafa Kalktı’ Cumhuriyet, 5 Kasım 1998. 
54 ‘Ankara Sürecine Dönüş,’ Cumhuriyet, 11 Kasım 1998. 
55 Sami Kohen, ‘ Sözler Şimdi Açık,’ Milliyet, 11 Kasım 1998. 
56 ‘Mesut Barzani Zorda,’ Zaman, 29 Nisan 1999. 
57 Petrol Karşılığı Gıda Programına göre Irak’ın petrol satışlarının %13’nü BM kontrolünde Kuzey Irak’taki altyapı hizmetlerinin geliştirilmesine ayrılmıştır. 
Başlangıçta Irak, yılda 1 milyar dolar civarında petrol ihracatı yaptığında düşük olan bu rakam 1999’dan itibaren 2.5-3 milyar dolara varmıştır. 
58 İlnur Çevik, ‘Kuzey Irak’tan İzlenimlerimiz,’ Zaman, 27 Mart 1999. 
59 Örneğin, Türkmenlerin en son yaptığı Kongre’ye KYB delegasyonu da katıldı. Kürdistani Nüvi, 17 Ocak 2002. 
60 Robert Olson, The Kurdish Question and Turkish Iranian Relations: From World War I to 1998, (Mazda Publishers, 1998 ), s. 41. 
61 Olson, The Kurdish …, s.40. 
62 Bengio, ‘The Challenge…’ , s. 80. 
63 Robert Olson, ‘The Kurdish Question Four Years on: The Policies of Turkey, Syria Iran and Iraq,’ Middle East Policy, 1994-95, s. 137. 
64 Olson, The Kurdish…, s. 42. 
65 Iran Times, 3 Aralık 1995 
66 Henry Barkey, Graham Fuller Turkey’s Kurdish Question, (New York, Carnegie Commission on Preventing Deadly Conflict, 1998), s. 171. 
67 Turkish Daily News, 27 Aralık 1995 
68 ‘Jalal Talabani Meets Mulla Ali Abdulaziz,’ Kurdishmedia, 09 Ekim 2001 
69 Barkey ve Fuller, Turkey’s…, s. 171. 
70 ‘Free Trade Zone between Kurdistan and Iran will be Opened’, Kurdishmedia, 7 Ağustos 2001 
71 Barkey ve Fuller, Turkey’s…, s. 167 



ALINTI KAYNAK;


http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/160-188%20Serhat.pdf



***

TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI BÖLÜM 2


TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI 
BÖLÜM 2


İKİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI 

A. KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA KUZEY IRAK’IN TÜRKİYE İÇİN BİR SORUN OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI 

Kuzey Irak’ta Körfez Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ‘kurtarılmış bölge’ ya da güvenli bölge’ gibi adlar coğrafî alan içerisindeki gelişmelerin ortaya çıkışı savaş sonrası ayaklanmaların Irak ordusu tarafından bastırılmasıyla meydana geldi. Ayaklanmaların bastırılması sırasında başlayan göç nedeniyle ortaya çıkan mülteci sorunu, Türkiye’yi önemli bir sorunla karşı karşıya bırakmıştı. 
Batıdaki genel beklenti bu insanların Türkiye tarafından korunmasıydı. Türkiye ise Batı’nın bu insanları kabul ederken gösterdikleri ilgisizlikle Türkiye’nin yapmasını istedikleri arasında çifte standart olduğunu düşünüyordu. Türkiye’nin Kürt mültecilere ilişkin algılamalarını belirleyen başka faktörler de vardı: 
Örneğin, 
Türkiye 1988’de yapmış olduğu hareketin bir hata olduğuna inanıyor ve bunu tekrarlamak istemiyordu.28 Diğer yandan da Türkiye Kürt mültecilerin 
Avrupa’ya gitmesi konusunda köprü görevi görmek de istemiyordu.

< Türkiye 1988’de yapmış olduğu hareketin bir hata olduğuna inanıyor ve bunu tekrarlamak istemiyordu. >

Ancak, Türkiye’nin bu konudaki politikasının belirlenmesinde dış etkenler de en az iç etkenler kadar ön plana çıktı. Kürt mültecilerin karşılaştıkları sorunlar nedeniyle çıkarılan 688 sayılı BMGK kararı ve uluslararası kamuoyundan tepki gelmesi ihtimali, Türkiye’nin sınırlarını bu göçmenlere kapatmasını engelliyordu. Böyle bir ortamda Irak konusunda aktif bir politika izlenmesini savunan Turgut Özal’ın da etkisiyle Türkiye mülteci sorununu sınırları dışında çözme çabasına girişti. Sorunun Türkiye toprakları dışında çözülmesi demek bu kişilere 
yaşamaları için yeni topraklar bulmak anlamına gelmekteydi. Bunu sağlayacak hiçbir devlet olmadığı için çözüm olarak bulunan şey Kürt mültecileri sınırın Irak tarafındaki düzlüklere indirmek oldu.29 Ancak, bu kişileri buraya yerleştirdikten sonra bunları bir de Saddam’ın yeni bir saldırısından korumak gerekiyordu. Bu nedenle bir güvenli bölge oluşturulması ve bunun bir askerî güç tarafından desteklenmesi fikri kabul edildi. Bu çerçevede Huzuru Sağlama Operasyonu ya da diğer adıyla Huzur Operasyonu (Operation Provide Comfort) oluşturuldu ve 
bu operasyon çerçevesinde 11 ülkeden gelen 20000 askerden oluşan Türkiye’ye konuşlanan bir hava gücü tarafından desteklenen bir güç inşa edildi. 

Bu operasyon çerçevesinde Irak’a ilk geri dönüş dalgası 1991 Nisanı’nın son haftasında başladı. Operasyonun başarılı olması nedeniyle kısa sürede insanların geri döndürülmesinin başarılmasıyla Huzur Operasyonu’nun askerî gücü azaltılarak acil müdahale gücüne dönüştürüldü ve hava gücü İncirlik’e konuşlandırıldı.30 İşte Türkiye’nin kurulmasına öncülük ettiği bir kuruluş bir süre sonra 36. paralelin kuzeyinde bir Kürt siyasal otoritesinin doğmasına ve Türkiye’nin başına başka bir dış politika sorunu çıkmasına neden oldu. 

Türkiye, Çekiç Güç’ün varlığını sürdürmesi konularında bir kâr zarar değerlendir mesi yapıyordu. Buna göre yararları zararlarından daha fazlaydı. Öncelikle, bu gücün varlığı Saddam’ı Kuzey Irak’a tekrar saldırmaktan alıkoyuyordu. Bir diğer neden Türkiye’nin Irak konusunda uluslararası dayanışma ve işbirliğine verdiği önemi simgelemesiydi. Üçüncüsü, Çekiç Güç kaldırılırsa Türkiye, Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı uyguladığı tedbirlerin dayanaksız kalacağını ve uluslararası hukuku çiğnemiş olacağını düşünüyordu.31 Son olarak, bu gücün kaldırılması Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması ihtimalini ortadan kaldırmayacaktı. Aksine, Türkiye’nin bu gelişmelere müdahalesi sırasında elinde önemli bir koz olarak kullandığı bir şeyi tamamen yitirmesi anlamına gelecekti.32 Ancak bu gücün varlığı da Irak ile olan ilişkilerini zora sokuyordu. Bu nedenle Türkiye ilişkileri kötüleştirmemek için bazı sınırlamalar uygulamaya çalıştı. Örneğin, Mesut Yılmaz bu gücün tüm faaliyetlerinin Türk otoriteleri tarafından belirlenen kurallar çerçevesinde kalacağını belirtiyordu. Bu açıklamaların kağıt üzerinde kalmadığı da görülüyor. Özellikle, TSK’nın girişimleriyle keşif uçuşlarında çekilen fotoğraflar ortak olarak değerlendiriliyordu. 

Bu nedenle gücün içeriği konusunda bir takım kısıtlamalar yaparak Irak’a çeşitli mesajlar verilmeye çalışılıyordu. Aslında bu girişimlerin başlangıcı Çekiç Güç kurulduktan kısa bir süre sonrasına kadar geri götürülebilir. 1991 Temmuz ayında Türkiye gücün faaliyetlerinin sınırlarının çizildiğini ve Türkiye’nin izni olmaksızın Türk topraklarının Irak’a saldırmak için kullanılamayacağını açıkladı. Bu açıklama yalnızca kağıt üstünde kalmadı.33 

Mülteci sorununun çözülmesi için planlanan Kuzey Irak’taki güvenlik bölgesi sonuçta, yeni bir quasi devletin doğuşunun ilk adımını oluşturdu. Bu dönemde Türk dış politikası Soğuk Savaş’ın sona ermesinin yarattığı şaşkınlığı üzerinden atma gayretinde ve aktif bir çizgiye girmişti. Türkiye açısından Soğuk Savaş döneminin en önemli dış politika aracı jeopolitik konumun öne sürülmesi bu dönemde yeniden keşfedildi. Gerek Orta Asya ve Kafkaslar gerekse Orta Doğu’daki değişimlerin Türkiye’nin önemini azaltmadığı tersine artırdığı 
savunulmaya başladı. İşte bu çerçevede, Türk dış politikası Orta Doğu’da farklı bir döneme girdi. 1990’lara kadar geleneksel olarak Orta Doğu işlerine 
karışmamaya, karıştığı zamanlarda da bunu tamamen Soğuk Savaş çerçevesin de ABD ve İngiltere’nin politikalarıyla eşdeğer hale getirmeye çalışan Türkiye, Kuzey Irak konusunda artık daha farklı bir çizgiye geçmeye başlamıştı. Aslında, Körfez Savaşı ve sonrasında Irak ile ilişkiler Batı ile ulusal çıkarlar arasında kurulan dengenin izlenmesi şeklinde yürütüldüğünden geleneksel Türk dış politikasının dışına taşmıyordu.34 

Bununla birlikte, özellikle 1993’ten sonra Türkiye gerek Irak ile ilişkilerde attığı adımlar gerekse Kuzey Irak politikalarında Batının uyguladığı politikaların dışına da sıklıkla çıkmıştır. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin devletin bekâsına en önemli tehdit olarak algıladığı PKK ile Kuzey Irak sorunu arasında haklı olarak doğrudan bir bağ kurmasıdır. 

 < Özellikle 1993’ten sonra Türkiye gerek Irak ile ilişkilerde attığı adımlar gerekse Kuzey Irak politikalarında Batı’nın uyguladığı politikaların dışına da sıklıkla çıkmıştır.  >

Bu bağlamda, Türkiye’yi Kuzey Irak’ta aktif bir politika izlenmeye iten en önemli faktörler şöyle sıralanabilir. 
Saddam Hüseyin’in tekrar saldırması yeni bir mülteci akınına yolaçabilirdi ki bu da Türkiye’yi yeniden zor duruma sokabilirdi. 

Türkiye, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasının kendi ülkesine sıçramasın dan korkuyordu. Bunun engellenmesi için en önemli araçlardan birisi bölgedeki gelişmelere doğrudan müdahil olmaktı. Bölgedeki hareketin ipleri Türkiye’nin elinde olursa veya bunları kontrol edebilecek araçlar yaratılabilinirse bu grupların kendi devletlerini kurmaları engellenebilirdi. 

Bölgede bir devlet olsun ya da olmasın güç boşluğu PKK’nın bölgeyi Türkiye’ye yönelttiği saldırılarında üs olarak kullanmasını sağlayabilirdi. 

Türkiye ile iyi ilişkileri olmayan bir Kürt devleti veya benzeri bir birim PKK’ya yardım edebilir ve Türkiye üzerinde toprak iddia edebilirdi. 

Bu nedenlere dayanarak bölgedeki istikrarın sağlanabilmesi için Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerekliydi. 

Irak’ın toprak bütünlüğü kadar diğer bir önemli konu da İran ve Suriye ile zaten iyi olmayan ilişkilerin daha da bozulmasını engellemekti. 

Bu iki devlet PKK kozunu Türkiye’ye karşı kullanmaktan çekin-memelerine rağmen Kuzey Irak’ta kontrol dışı bir Kürt oluşumundan Türkiye kadar tehdit algılıyorlar ve bölgedeki gelişmelerin önüne geçmek ve en azından etki sahibi olmak istiyorlardı. 

Son olarak, Türkiye, Huzur Operasyonu’na destek vererek ve Kürtlerle ilişkilerini geliştirerek Iraklı Kürtler’in koruyucusu olarak Avrupa’nın gözünde destek kazanma şansını elde etmişti. Bu durum özellikle PKK’yla mücadele nedeniyle insan hakları açısından sürekli eleştirilen Türkiye’nin imajına olumlu katkıda bulunacağı düşünülüyordu.

B. KÜRT KONTROLÜNDEKİ BÖLGENİN DOĞUŞU VE TÜRKİYE’NİN KÜRT PARTİLERİYLE İLİŞKİLERİ 

Körfez Savaşı’ndan sonra Kuzey Irak’ta ortaya çıkan durumun hem Kürtler açısından hem de bölge jeopolitiği açısından önemli sonuçları oldu: Durumun Kürtler açısından ortaya çıkarttığı en önemli sonuçlar merkezî hükümetin Kuzey Irak’ta kontrolünü kaybetmesi, bölgede Kürt özerk yönetiminin belirginleşmesi, bir dereceye kadar uluslararası alanda tanınma sağlanması36 olurken, bölge jeopolitiği açısından ise Irak’ın devre dışı kalması, yeni durumun bölge devletleri arasındaki Kürt sorununu körüklemesi, Türkiye’nin Bağdat tarafından istikrarsızlaştırılması olasılığının artmasıydı.37 

Kuzey Irak’ın değişen bu konumuna ilişkin olarak Türkiye’nin izlemesi gereken politikanın ne olacağı hakkında Türkiye’deki karar vericiler arasında ayrılıklar vardı. Bu ayrılıklar özellikle Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile TSK arasında belirgin bir şekilde hissediliyordu. Özal, bölgeye müdâhale yoluyla etkinlik kurulabileceğine inanırken, TSK Kuzey Irak’taki Kürt gruplarının elde ettiği kazanımların sonuçta Türkiye’deki Kürt gruplar için de bir öncül yaratacağına inanıyordu.38 Özal’ın ağırlığıyla sonunda Kürt liderlerle ilişki kurmanın doğru bir tercih olduğu kabul edildi. Türkiye’yi Kürt gruplarla doğrudan ilişki kurmaya iten faktörler Kuzey Irak’taki gelişmeler hakkında birinci elden bilgi sahibi olmak, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasını engellemek için gelişmelere katkıda bulunmak, PKK’yı diğer Kürt gruplarından izole etmekti.39 

Sonuçta, Türkiye’nin Kuzey Iraklı Kürt gruplarla ilişki kurması dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın inisiyatifiyle başladı. Özal, Kuzey Iraklı Kürt gruplarla görüşme konusundaki ilk adımı Mart 1991’de arttı. 8 Mart 1991’de Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Turgay Özçeri ve Muhsin Dizai biraraya geldi. 22 Mart’ta ikinci görüşme yapıldı ve Talabani ile Barzani Türkiye’ye davet edildi. Bu grupların Ankara’da büro açmalarına izin verildi.40 Başlarda, KDP ve KYB’nin Türkiye’ye ilişkin açıklamaları son derece olumluydu. Hoşyar Zibari, “Saddam’a karşı savaşımızda Batı’yla ve dünyayla tek yaşamsal bağımız” derken, Talabani de “Türkiye Kürtlere dost bir ülke olarak değerlendirilmelidir”, demişti.41 

Türkiye’nin Kuzey Iraklı Kürtleri desteklemesinin ve korumasının çeşitli nedenleri vardı: 

İlk dönemde Kürtler Türkiye’ye olan bağımlılıklarını açıkça ifade ediyorlardı. 

Bu dönemde en önemli sorun Türkiye’nin PKK ile mücadele çerçevesinde Kuzey Irak’ı bombalamasıydı. Kendi egemenlik alanı olarak gördükleri bir alanda Türkiye’nin kuvvet kullanması Kürt gruplar tarafından tepkiyle karşılanmaya başlandı. 

Türkiye ile KDP arasındaki ilk ciddî sorun, Türkiye’nin 1992’de yapılan seçimleri desteklememesi nedeniyle meydana geldi. Özellikle, 1992’de yapılan seçimlerin ertesinde Kürtler tarafından yapılan açıklamada nihaî hedefin federe bir devlet kurmak olduğu açıklandığında bu ciddî sorunların başgöstereceğine dâir ilk sinyallerden birisiydi.42 

Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını belirleyen temel etken PKK sorunu bağlamındaki güvenlik endişeleri olduğundan Kürt gruplarla ilişkilerindeki temel eksen de PKK ile ilişkileri ve PKK’nın faaliyetleri olmuştur. 

Bu bağlamda, Türkiye ile KDP arasında 1992 yılının Aralık ayında önemli bir güvenlik anlaşması imzalandı. KDP, ilk yıllarda Türkiye’ye sürekli olarak PKK’nın faaliyetlerini engelleyeceği mesajını verdi. 1992 Şubat’ındaki bu açıklama ve ardından gelişen KDP-Türkiye ilişkileri güvenlik konularında bir anlamda bir karşılıklı bağımlılık yarattı.43 Başlangıçta son derece yararlı olan bu anlaşma bir süre sonra işlerliğini yitirmeye başladı. Bu güvenlik anlaşmasının önemli bir parçası Türkiye sınırındaki bölgelerde köyler kurulmasına ilişkin bir projeyi içeriyordu. KYB de kırsal alandaki etkisini ve ilgisini yitirmişti. Özellikle, KYB’nin bu tutumu PKK’nın onun yarattığı boşlukları doldurmasını sağladı. 
1994’teki KDP-KYB çatışması durumu Türkiye açısından daha da kötü-leştirdi. Bu dönemde Türkiye ve ABD’nin arabuluculuk çabalarındaki başarısızlık Türkiye’nin 1995’teki büyük harekâtının nedenlerinden birisini oluşturdu. 

Bu operasyonda Türkiye, 1992’nin tersine KDP ve KYB’ye haber vermedi. Her iki taraf da bunu eleştirmesine rağmen KDP işbirliğine hazır bir görüntü çizdi ve 1992’dekine benzer bir köy yerleştime projesi planlandı. Barzani’nin bu yaklaşımı Türkiye’yi KDP’ye daha yakınlaştırırken KYB’nin tutumu ilişkilerin daha da soğumasına neden oldu. 

1993 ve 94’te de Türkiye ile askerî ve ekonomik işbirliği Kürt gruplar için çok önemli olmaya devam etti. Kürt grupları (özellikle KDP) neredeyse Türkiye’ye bağımlı hâle geldiler. Çünkü, uluslararası yardım yalnızca Türkiye üzerinden geliyordu. Buna ek olarak, Türkiye, birincisi 1993 sonbaharında (13 milyon dolar tutarında) ikincisi de (12 milyon dolarlık) bu yardım programı bitince başlatılmak üzere iki tane yardım paketi açıkladı. Bunlardan da önemlisi yılda 200 milyon dolar tutarındaki sınır ticareti vardı. Petrol Karşılığı Gıda Programı 
başlatılıncaya kadar bu Kürt gruplar için (özellikle KDP) can damarıydı. KDP’nin Türkiye’ye ekonomik bağımlılığı Mesut Barzani’nin yaptığı açıklamada çok güzel özetlenmişti. “...Türkiye dünyaya açılan yolumuzdur...” 

Bu ekonomik ilişki bir anlamda Türkiye için de önemliydi. Her ne kadar buradaki ticaretten sağlanan gelirin ülkenin genel ticaret gelirleri içindeki payı çok küçük olsa bile Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ekonomisine de kısmen katkıda bulunduğu söylenebilir. Körfez Savaşı’ndan önce Irak ile yapılan ticaret bu bölge için çok önemliydi. Savaştan sonra sınırların kapatılmasıyla bölge ekonomisi bu 
gelişmeden çok ciddî olarak etkilenmişti. Huzur Operasyonu’nun başlamasından sonra bölgeye uluslararası yardım yapan kuruluşların yardım malzemelerini bölgeden temin etmeleri bölge ekonomisi açısından önemli bir gelir kaynağı haline gelmişti. Ancak, esas gelir kaçak olarak kamyonlarla yürütülen petrol ticaretinden sağlanıyordu. Fakat, bu gelirlerin nereye gittiği hep soru işareti oldu. Nitekim, 2002 yılında Genelkurmay Başkanlığı yaptığı bir açıklamayla bu sınır ticaretinin kesilmesini istedi, çünkü elde edilen gelirlerin sadece bazı 
çevrelerin cebine gittiği bunun da PKK ile bağlantısı olduğu ileri sürülüyordu. 

KYB ile ilişkiler Özal’ın ölümünden sonra daha da soğudu. Özal’ın Saddam Hüseyin’in devrilmesi konusundaki yaklaşımı ondan sonraki yetkililer arasında pek de paylaşılan bir görüş değildi. Dahası, Clinton yönetiminin işbaşına gelmesiyle ABD’nin Irak politikası da değişmeye başlamıştı. 1993 yılında açıklanan Çifte Kuşatma politikası çerçevesinde Saddam’ın devrilmesi seçeneği bir kenara bırakılmış ve Irak’ın çevrelenmesi amaçlanmıştı.44 Bu nedenle hem Özal döneminde Saddam ile ilgili oluşturulan politikanın terkedilmesi, hem de Çifte Kuşatma Politikası çerçevesinde Türkiye’nin Kuzey Irak politikası Saddam’ın da iktidarda bulunduğu ve iktidarını korumaya devam edeceği gerçeği üstüne inşâ edilmeye başlandı. Bu değişiklik Türkiye’nin Talabani’yle ilişkilerinin kötüleşmesine neden oldu. Talabani bir süre hiç Türkiye’ye uğramadı ve Türkiye’nin 1995’te KDP ve KYB arasındaki çatışmalarda arabuluculuk üstlenme konusundaki girişimlerini Türkiye’nin tarafsız olmadığını ileri sürerek reddetti.45 Talabani’nin PKK politikasında da değişmeler olunca ilişkiler iyice gerildi. Çünkü, 
başlangıçta PKK’yı bölgede barındırmayacağını açıklayan Talabani önce PKK’nın faaliyetlerinin engellenmesi konusunda artık silahlı kuvvet değil diplomasi kullanacağını açıkladı. Ardından da PKK’yı terörist bir örgüt olarak değil siyasî bir örgüt olarak gördüklerini belirtti.46 

Bu dönem Türkiye’nin KDP ile ilişkilerinin daha iyi olduğu bir dönemdi. Son derece pragmatik ve oportünist bir politika izleyen KDP, Talabani’nin Türkiye’den uzaklaşan bir görüntü çizdiği bu günlerde “...PKK yalnızca Türkiye’ye değil bize de tehdittir” şeklinde bir açıklama yapmıştı.47 

İki Kürt grup arasındaki çatışmalarda başlangıçta arabulucu rolü oynamaya çalışan Türkiye bir süre sonra iki grubun anlaşması konusunda pek de hevesli davranmamaya başladı. Bunun temel nedeni iki tarafın ilişkilerinin iyileşmesinden endişe duymaya başlamasıydı. Çünkü yavaş yavaş Türkiye iki tarafın uzlaşmasının bir Kürt devleti yaratacağı olgusunu kavramıştı ve politikalarında değişik manevralar yapmaya başlamıştı. Bunun en önemli örneklerinden Paris’e barış görüşmeleri için gitmek üzere Barzani ve Talabani’ye vize verilmemesi ve Fransa’ya baskı yaparak ikinci bir Paris konferansının yapılmasının önüne geçilmesiydi. 

1994’te KDP ve KYB arasında savaş başlayınca, Türkiye bunun PKK’ya yarayacağını düşündü ve bunları birleştirmek için harekete geçti. Haziran’da Türkiye’nin araya girmesiyle iki taraf ateşkes yapsa da Aralık’ta KYB’nin Erbil’i işgaliyle çatışmalar yeniden alevlendi. Ankara’nın durumdan endişelenmesi nedeniyle 1995’te büyük bir harekât yapıldı. 

Diğer yandan Türkiye KDP ve KYB’nin yakın ilişkiler kurmasından hoşlanmıyordu. Temmuz 1994’te iki taraf Paris’te toplanıp kendi askerî güçlerini kurmaya karar verdiklerinde Türkiye alarma geçti. 

Türkiye, bir yandan KDP-KYB geriliminin devam etmesini istiyor, diğer yandan da bu ikisinin çatışmasını istemiyordu. Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğü içinde genişletilmiş bir özerkliği kabul ediyor, ama Irak’ta federal devlet fikrine karşı çıkıyordu. Türkiye, Kürtleri Bağdat ile görüşmeye çağırdı. Ama özellikle KYB buna karşı çıktı. Sami Abdurrahman şöyle diyordu: “... biz Kürt sorununun çözümünü Irak çerçevesi içinde görüyoruz, doğal olarak demokratik bir Irak ve federasyon temelinde, özerklik değil...”48 

Türkiye’nin bundan sonraki politikalarının temellerini Kürtlerin bağımsız bir devlet kurması tehdidi şekillendirmeye başladı. Bunun sonucu olarak Türkiye, Kürtleri Bağdat ile görüşme konusunda teşvik etmeye başladı. Bu dönemde Milli Savunma Bakanı Mehmet Gölhan’ın açıklaması Türkiye’nin yaklaşımındaki radikal değişikliğin işaretlerini veriyordu. Gölhan bir beyanatında Türkiye’nin güvenliği yalnızca Kuzey Irak’ta kontrolü tekrar sağlarsa garanti altına alınabilir demişti.49 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***