TÜRKİYE, ÖRTÜLÜ BİR SÖMÜRGE YAPILIYOR... YAVAŞ YAVAŞ...
Prof. Dr. Erol MANİSALI
MAYIS 2002
Sorun, Türkiye AB'ye girdiği zaman neleri kaybedeceği sorunu değildir. Sorun, "Türkiye'nin AB'ye alınmadan, neleri kaybetmekte olduğu" hadisesidir.
Türkiye'de "anayasanın, kanunların daha demokratik yönde değiştirilmesi meselesi" olumlu bir gelişmedir. Ancak bu olumlu gelişmeler, "Türkiye'nin AB dışında tutularak, AB'ye tek taraflı bağlanmasının" bir sebebi olarak kullanılamaz. Böyle bir yaklaşım, siyaset, iktisat ve akıl ile bağdaşmaz.
"Türkiye AB'ye alınmasa da, bu sayede alınacakmış gibi düşünülerek iyi yönde hazırlıklar yapılıyor. O zaman AB'ye yarın alınmasak da, yapılan şeyler kâr kalır" diyenler çoğunlukta. Ancak bu arada, a) AB, Türkiye'yi kendisine tek taraflı bağlıyor; b) Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan ödünler alıyor. O zaman bu anlayış kına gecesi ile zifaf gecesi arasında bir fark görmemek kadar abes olmazmı?
Türkiye - AB ilişkilerinde AB tarafı "kendi çıkarını" her alanda fazlası ile koruyor. Türk tarafı ise Türkiye'nin çıkarlarını siyasi, iktisadi ve kurumsal alanlarda koruyamıyor. Acaba neden? Çünkü Türkiye tarafında "Türkiye adına karar verenler" dar bir çevre. Bu çevrede "büyük sermaye" egemen: Büyük sermayeye bağımlı entelcensiya ve bürokrasi egemen. Bu dar çevre, Türkiye-AB ilişkilerinde, "Türkiye'nin çıkarlarını değil, dar bir çevrenin çıkarlarını koruyor". AB, Türkiye'de işbirliği yaptığı bu dar çevre ile ilişkileri çok iyi götürdü. Ancak Avrupa Ordusu (AGSP) meselesinde sorun çıktı. Diğer alanlarda yürütülen "tek taraflı ilişki düzeni", askeri alanda sırıtıverdi. TSK, AB'nin tek taraflı bağımlılığa yol açan tutumuna karşı çıktı.
Oysa AB, Türkiye içindeki "dar çevre ile" 1995'teki gümrük birliği belgeseli ile başlayan "tek taraflı ilişkileri" çok iyi yürütüyordu. Öte yandan AB, tek yanlı avantajına ek olarak, Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, Ermeni meselesi gibi alanlarda da ödünler istemeye başladı. NATO-Avrupa Ordusu meselesi çıkmasaydı, bu ödünlerde de ilerleme olabilirdi. Ancak TSK'nin gözü açıldı ve AB'nin "gerçek niyetini" geç de olsa gördü.
AB, Türkiye üzerinde sivil toplum örgütlerini kullanmak istiyor. Kullanma yöntemi olarak da bunları "besleme" yolunu seçti. Vakıflara, derneklere, meslek kuruluşlarına mali ve teknik yardım yaparak yönlendiriyor. Bu yönlendirmenin amacı, "Türkiye'nin AB'ye tek taraflı bağlanmasının altyapısını hazırlamak".
AB'nin bu "rüşvetini" ceplerine indirmeye hazır, oldukça geniş bir kesim var. Hatta bunların bazıları bu AB rüşvetini "Atatürkçülük, Batılılaşma, uluslararası işbirliği" gibi süslü vitrinler arkasına gizliyorlar.
Küreselleşme ve işbirliği adı altında,
- Bürokrasiye,
- Üniversitelere,
- İşçi sendikalarına, meslek kuruluşlarına,
- Vakıf ve derneklere kadar yaygınlaştırılarak sürdürülüyor.
Bütün bunlar, yeni sömürgeleştirme faaliyetleridir ve AB, Türkiye'nin içinde bulunduğu zaaflardan yararlanarak bunları yürütmektedir. Temeldeki sorun ise, "Türkiye'yi fiilen yönetiminde tutan dar bir çevrenin, bütün bu faaliyetlere destek vermesi ve yönlendirmesidir".
Bu nedenle Türkiye, ulusal çıkarlarını koruyamamakta, tek taraflı bağlanarak örtülü bir sömürge düzeni altına girmektedir. Tek yanlı anlaşmalar, gönüllü kuruluşların bağlanması, bürokrasinin " Perspektifinin " yönlendirilmesi, entelecensiyanın denetim altına alınması ile işin altyapısını hazırlamaktadırlar.
Aslında, Türkiye'yi AB'ye tek yanlı bağlamakta olan bu dar çevre "Türkiye değil", AB'nin Türkiye'deki uzantısıdır. Taklitçi Tanzimatçıların torunlarıdır; Atatürk devrimleri ile, savaşıp da o yıktığımızı sandığımız çevrelerin yeni uzantılarıdır.
http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/mayis02_04.html
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder