15 Ocak 2016 Cuma

Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın Yorumları ve Türkiye’de Demokrasi Tartışmaları BÖLÜM 2






         Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın                      Yorumları ve  Türkiye’de Demokrasi                                                    Tartışmaları BÖLÜM 2



Demokraside Güç Tartışması 


Hiç kuşkusuz, demokrasinin kusursuz bir rejim olduğu söylenemez, her dönemde farklı “güç odaklarınca” denetlenen, kimi zaman da aynı odaklarca “ Kullanılan ” Demokrasi, birbirini dengelemesi gereken güçlerin, orantısız kullanımı sonucunda kendisini yok eden bir sonuçla karşılaşabiliyor. İktidar olma gücünü kaybeden ve kolayca bu gücü yeniden elde demeyeceğini anlayan kesim ile iktidarı ele alanlar arasında Demokrasinin geleceği tartışması başlıyor. “ İktidar olma ” ya da “ İktidarı Paylaşma” mücadelesi, demokratik olmayan yollarla karşıtını sindirmek ve gücünü kaybetmemek için çaba gösteren “derin güçler” doğrudan ya da dolaylı olarak “ Halk ” arasında bir mücadele başlıyor. 

Herhangi bir iktidar başka iktidarlarla dengelenerek kurumsal denetim altında tutulmalı mı, tutulmamalı mı sorusu önemlidir. Egemenliğin, hiçbir kayıt ve koşula bağlı olmaksızın, halka ait olduğu kabul edilen olan bir yönetim biçiminde bu “koşulun” yerine getirilmesi, hangi gerekçeyle olursa olsun, müdahale edilmemesi gerekir. Demokratik yollarla demokrasinin yok edilmesi gibi örnekler Platon’u haklı çıkaracak gerekçeler ortaya koyabilir. Fakat, bir iki “kötü örnekten” yola çıkarak Demokrasiye müdahale etmek beklenmeyen sonuçlara neden olmaktadır. Salt demokrasilerde, siyasal iktidar egemenliği halk adına elinde bulundurur. O halde iktidarı da halk denetlemelidir. Seçim, iktidarı gerektiği biçimde kullanamayan seçilenleri denetlemek, yeniden iktidara getirmek ya da uzaklaştırmak konusunda tek seçenek olmalıdır. Yazılı yazısız bütün kurallar, kuramsal olarak böyle olsa da uygulamada buna uyulduğu pek görülmemiştir (Popper, 1994, 124). 

Demokrasinin Ayırt Edici Özelliği ya da Seçilmiş İktidarın Denetimi 

Seçilmiş siyasal iktidara, yönetme hakkını yerine getirmesi için yasalar tarafından güvence verilirken, kendisini desteklemeyen gruplara karşı da bir sorumluluk yüklenmektedir. İktidara oy vermeyen, Popper’ın “azınlık” olarak adlandırdığı gruplar, hiçbir ayrım gözetmeksizin “iktidar”ın dikkate almak zorunda olduğu, kendilerine en az iktidar yanlıları kadar, çoğunluğun yok edemeyeceği özgürlük verilmesi gereken kitledir ve çok önemlidir. “Azınlıklara, çoğunluk kararıyla yok edilemez özgürlük hakkının verilmesi için” (Popper, 2001, 225-226), birey aklının tam ve özgürce kullanılabilmesinin önkoşulu olan siyasal özgürlüğün sağlanması ve korunması için her türlü özveriyi göstermek demokrasinin gereğidir (Popper, 2001, 225). Platon’un: “ Belli bir kesimin hizmetinde olanlar yurttaş değil partizandır ” (Platon, 1998, 717/b I/116), 
sözü iktidarın her kesimin hizmetinde olması gerektiğini açıkça ifade eder. 

Popper, Demokrasiden, yalnızca hükümetlerin hükmedilenlerin çoğunluğu tarafından seçilmelerini anlamamaktadır; çünkü bu görüş, onun “demokrasi paradoksu” dediği şeye yol açar. Çoğunluk, özgür kurumlara inanmayan ve işbaşına gelince hemen her zaman onları yıkan faşist ya da komünist partisi gibi bir partiye oy verse ne olacaktır? Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet seçeneğine bağlamış olan bir kimse, böyle bir durumda çözümsüz bir çıkmaza düşer: Faşist ya da Komünist partisinin başa geçmesini engellemek, ilkelerine aykırı hareket etmek demektir; ama onlar işbaşına geçerlerse de Demokrasiye son vereceklerdir (Magee, 71).  Popper’a göre “ Özgür kurumları koruma yanlısı olan bir kimse, onları kendi kendisiyle çelişkiye düşmeksizin, ister azınlıklardan ister çoğunluklardan, hangi yönden gelirse gelsin, her türlü saldırıya karşı koruyabilir ” (Magee, 71). Gelebilecek tehdidin türüne göre strateji geliştirerek Demokrasiyi korumak ve kollamak meşrudur. Popper’ın, sosyal demokrasi anlayışını ortaya koyan şu ifadeler önemlidir: “ Özgürlüğü ortadan kaldırma yönündeki tehlikeleri en aza indirmenin en iyi yolu, yönetilenlerin devlet erkini elinde tutanları değiştirmeleri ve yerlerine farklı politikaları olan başka kişileri getirmelerini olanaklı kılan anayasal düzenlemeleri en önemli kurumlar olarak korumaktır” (Magee, 74). 

Devlet, insana hizmet etmek ve daha mutlu yaşamasını sağlamak için organize edilmiş bir oluşumdur. Ancak, yine insanların keyfi davranış ve yönlendirme lerinden kurtulmak için devletteki her birimin kurumsallaşması, yöneticilerin değişmesiyle çok köklü değişikliklerin olmaması gereklidir. Kurumsallaşma, gücün tek elde toplanmasına engel olduğu gibi, çok güçlü bir yapı da oluşturabilir.  Seçimle işbaşına gelen siyasal iktidarlar, güçler ayrılığı ilkesine uyarak “ Devleti ” uyum içerisinde sürdürmek zorundadırlar. Devletin düzgün ve hukuka uygun bir biçimde oluşturduğu kurumlarla uyum içerisinde çalışmak gerektiğine inanmak ve uygulamak da siyasal iktidarın görevidir. Eğer iktidar başka güçlerce dengelenmezse, Platon’un, Demokrasinin anarşinin ve kötü yönetimin kaynağı olduğu düşüncesini haklı çıkaracak sonuçlar ortaya çıkar. 

Bu kaygılardan yola çıkılarak, modern demokrasilerde her tür iktidarın başka kurum tarafından denetlenmesi gereğine inanılmıştır. Popper: “ Kurumlar kaleler gibidir. Hem iyi düzenlenmiş, hem de insanlarla iyi donatılmış olmaları lazımdır ” der (Popper, 1994, 128). Burada, Montesquieu’nün, Locke’un The Second Treatise on Civil Goverment adlı eserinden yararlanarak geliştirdiği güçler ayrılığı ilkesini hatırlamakta yarar var.3 

Tarihin hiçbir döneminde iktidarlar denetsiz olmamıştır; mutlak ve engelsiz bir siyasal iktidar da olmayacaktır. Bir insanın, kendisi dışındakilere hâkim olacak fiziksel bir güce sahip olmadığı sürece yardımcılarına dayanmak zorunda olduğu görüşünü savunan Popper’a göre, “en güçlü tiran bile, gizli polisine, maiyetine ve cellâtlarına dayanır. Bu dayanma da onun iktidarının ne denli büyük olursa olsun denetsiz kalmadığı ve onun ödünler vermek, bir grubu ötekine karşı oynamak zorunda olduğu anlamına gelir. 

Demek ki, onunkinden başka siyasal güçler, iktidarlar vardır ve o, ancak bunları kullanmakla ve doyurmakla yönetimini yürütebilir (Popper, 1994, 124). 
Ancak, bu meşruiyet de başka sorunlar üretmektedir. Örneğin, Demokrasinin yeterince gelişmediği ülkelerde, devletin gerçek sahibi olduğunu öne süren kurum ya da kuruluşlar, Demokrasi ve hukuk dışı uygulamalara girişirler. Dikensiz gül bahçesi isteyen siyasal iktidar, sayısal çoğunluğunu kullanarak, yasamayı da yanına alıp kendine uygun bir hukuk devlet düzeni kurmaya çalışabileceği gibi, asker ya da yargı denilen meşru başka güçler de, meşruiyet sınırını zorlayacak başka uygulamalara girişebilirler. 

İdeolojik tutuculuklara mahkum edilen her kurum, sahip olduğunu öne sürdüğü anayasal gücü kayıtsız ve koşulsuz kullanma yoluna gidebilir. Voltaire’in dediği gibi ideolojik bağnazlık da çok tehlikelidir. İdeolojik bağnazlık, ister seçilenlerden isterse devletin bürokratik kesimlerini oluşturan kurumlardan, kimden gelirse gelsin tehlikelidir.4 Türkiye’de, kendilerini denetlenemez sayan kurumların hukuk dışı uygulamaları olduğu bilinen bir gerçektir. Yasamayı istediği gibi yönlendiren siyasal iktidarın da, demokrasiye müdahale eden askerin de anayasal sınırları aşarak kendine olan güveni sarsan yargının da aynı ölçüde eleştirilmesi gerekir. İktidarını kaybetmek istemeyen her bir otoritenin hoşuna gitmese de, “güçler ayrılığı” ilkesi demokratik deneyimin ulaştığı en değerli noktadır. 

Seçilmiş iktidarın denetimi de yine yasalarla belirlenen seçimler aracılığıyla olmalıdır. “Açık toplum gerçekleşecekse, bunun en temel gereği, işbaşında olanların akla yakın aralıklarla ve şiddete başvurulması gerekmeksizin uzaklaştırılabilmeleri ve yerlerine, başka politikaları olan kimselerin getirilebilmesidir”(Magee, 71). 
Bunun sağlanması da, alternatif oluşturabilecek güçlerin anayasal güvenceye her türlü örgütlenme hakkına sahip olması ile mümkün olabilir. Basın yayın araçları, eğitim, vb. yollarla iktidar konusunda halk aydınlatılmalı ve gerekli değişiklikler inin önü açılmalıdır. “Hoşgörü ya da özgürlük mutlak değil; en uygun (optimum) bir değerdir; çünkü var olması isteniyorsa sınırlanması gerekmektedir. 

3 Montesquieu, konuyla ilgili düşüncelerinin çoğunu Locke’un Traite du Gouvernement Civil adlı yapıtından aldığını belirtir. Bkz. Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, çev. Fehmi  Baldaş, İstanbul, 2004, XI. kitap, VI. madde, s. 156. Locke’un söz konusu denemesi için şu bağlantıya bakılabilir: 
  http://www.constitution.org/jl/2ndtreat.htm    (18.11.2009) 
4 Voltaire, dini fanatizmden başka bir de soğukkanlı bağnazlar vardır, der ve şöyle devam eder: 

“Bunlar, kendileri gibi düşünmemekten başka suçu olmayan insanları ölüme mahkûm eden yargıçlardır… Bağnazlık insanın beynini sarmaya görsün, artık hastalık şifasız gibidir… Bu salgın hastalığa karşı gitgide yayılarak, sonunda insanların ahlakını yumuşatan, hastalığın bunalımlarını önleyen felsefi düşünceden başka ilaç yoktur… ” Voltaire, Felsefe Sözlüğü, çev. 

Varlığının tek güvencesi olan hükümet karışması ise tehlikeli bir silahtır, hükümet karışması hiç olmazsa ya da ya da az olursa, özgürlük ölür; çok fazla olursa, yine ölür. 
Bu bizi, demokrasinin onsuz olunmaz koşulu olarak yönetilenlerin yönetenleri denetlemesinin kaçınılmazlığı konusuna geri getiriyor. Demokrasi etkili olacaksa, hükümetteki lerin işbaşından uzaklaştırılabilmeleri olanağı bulunmalıdır” (Magee, 73). 

Yasaların Üstünlüğü 

Devlet (Politeia)’de önerdiği, filozof-kralların yöneteceği ideal devlet anlayışından Yasalar (Nomoi)’da, büyük ölçüde, vazgeçen Platon, bu eserde ise yasaların üstünlüğünden söz eder ve otoriteyi yasalara verir. Platon’un, “kutsiyet” atfederek abarttığı bu “kanun devleti”nin, bugün kullanılan “hukuk devleti” vurgusunun temelleri sayılabileceği söylenebilir. Ona göre, yasalar yöneticilerin üstünde olmalıdır. İktidarı eline geçirenler karşıtları aleyhine, kendileri lehine yasa oluşturamazlar; bu tür bir yaklaşım devletin sonunu getirir. Çünkü, der Platon; “bir devlette yasa güçsüzse ve çiğneniyorsa yıkılış çok yakındır; ama yasa yöneticilerin üstündeyse ve yöneticiler onun kölesi ise, devlet kurtulur ve tanrıların kentlere verdiği bütün nimetlere kavuşur”(Platon, 1998, 715/d, I/117). Yönetimi her eline geçirenin kendi konumunu güçlendirmesi için yasa çıkarmasının Platon tarafından iyi karşılanmadığı görülüyor (Platon, 1998, 714/c, I/115). İktidarda bulunan siyasal partilerin, yeterince uzlaşma aramaksızın engel gördüğü her yasayı değiştirmeye çalışması bu bağlamda değerlendirilebilir. Yasalar, özellikle de anayasalar, birer uzlaşma metni olarak değerlendirilirler; dolayısıyla yasalar değiştirilirken geniş bir uzlaşma sağlanması, çoğunluğun dayatması biçimine dönüştürülmemesi gerekir. 

Platon’un öğrencisi olan Aristoteles’in de devlet erkinin kimin elinde olması gerektiğine ilişkin soruya, halkın, varlıklı sınıfların, iyilerin, iyilerin en üstünü olan tek bir kişinin mi yoksa bir tiranın mı olduğu sorusunu sorduktan sonra her birinin eleştirilebileceklerine işaret eder ve halkın yönetimi konusunda şu çekinceleri ortaya koyar: “Tutun ki, en büyük yetke halktadır dedik; fakat halk sayı çokluğuna dayanarak zenginlerin malını mülkünü kendi arasında paylaşırsa, bu adaletsizlik değil midir? Bu işlem, egemen erkin geçerli bir kararıyla yapılmıştır, ama ona adaletsizliğin doruğundan başka ne ad verebiliriz? Sonra, çoğunluk her şeye el atarak azınlığın malını mülkünü paylaşırsa, bu besbelli devletin yıkılmasına varır”(Aristoteles, 85-86). Aristoteles’in öne sürdüğü kaygıların bir kısmı bugün geçerli olmasa bile, çoğunluk kararıyla kimi 
adaletsizlikler in yaşanabileceğine ilişkin kaygısı yerindedir. Bu kaygı, Platon ve Aristoteles’in “halkın iktidarı” söyleminde haklı olarak öne sürdükleri eleştirel 
görüşlerdir. Filozofların yaşadıkları dönemin koşulları ve halkın çok bilinçsiz olması onları böyle bir demokrasi eleştirisine götürmüştür. 

Demokratik Seçimlerde Seçkin Oy, Sıradan Oy(!) 

Popper’ın da güçlü bir biçimde vurguladığı gibi, hem antik çağda hem de günümüzde, “ Elitlik, pratik siyasi bir sorun olarak içinden çıkılmaz bir problemdir ” (Popper, 2001, 241). 

Üzerinde fazla düşünmeden ele alındığında, seçimlerde oy kullananlar arasındaki eğitim, sosyal ve siyasal statülerle bağlantılı entelektüel farklılıkların seçimde eşit muamele görmesine yönelik itirazlar kabul edilebilir gözükür. Bu nedenle olacak, hemen her dönemde bu uygulamaya itirazlar yükselir. Bizde de zaman zaman örneklerine rastlanan bu çıkışı Popper şu ifadelerle değerlendirir: 
“ Aydınlarımız ve yarı aydınlarımız, ‘ Nasıl olur da benim verdiğim oy, sıradan bir çöpçünün verdiği oyla aynı tutulur?’ Cahil kitleye göre ileriyi daha iyi gören ve bu nedenle büyük siyasi kararlarda daha etkin olabilecek hiç mi seçkin beyin yoktur? ” Biçimindeki sorularıyla karşımıza çıkarlar. Buna vereceğim yanıt, aydınların ve yarı aydınların ne yazık ki her koşulda fazlasıyla etkin olduklarıdır. Kitap ve gazetelerde yazı yazarlar, öğretirler, konferans verirler, tartışmalara katılırlar ve siyasi partilerin üyeleri olarak etkin rol oynarlar. Burada aydının, herhangi bir çöpçüden daha etkin olmasını, doğru bulduğumu asla söylemiyorum. Çünkü iyilere ve bilgelere tanınan Platoncu egemenlik hakkının, kesin olarak reddedilmesi gerektiği kanısındayım. 

Akıllılığın ve akılsızlığın kararını kim verecek? Çarmıha gerilenler en bilgeler ve en iyiler ve aralarında bilge ve iyi olarak kabul görmüşler değil miydi?(Popper, 2001, 241). Pratikte kimi sorunlar ortaya çıkarsalar ve bu sorunlar zaman zaman çok rahatsız edici boyutlara varsa da yapılacak çok şey yoktur. Bu anlamda ilkesel olarak Popper’ın haklı olduğu vurgulanmalıdır. Burada da bir paradoks var gibi gözükmektedir. 

Yönlendirilmeye her zaman müsait olan “ Halk ” ile bir biçimde “ Seçkin ” olarak nitelenen kişi(ler) arasında dolaylı - dolaysız iletişim her zaman vardır. Popper’ın, “aydınlar yarı aydınlar” dediği kesimin halkı olumlu yönde bilgilendirmesi, bilinçli tercih yapmada yardımcı olması doğal kabul edilemez mi? İçinden çıktığı halka ve haklarına sahip çıkmak, eğitim alma hakkını şu ya da bu sebeple kullanamayan kesimlerin temsilcisi ve sözcüsü olmak demokratik açıdan sakıncalı mıdır? Bu sorulara olumsuz yanıt verilmesi durumunda Popper’ın yol göstericiliği de anlamsız olur. Daha da ileri bir yorumla, eğitim ve öğretimin bir anlamının olmadığı sonucu çıkarılabilir. 

Bu durumda, seçim yapma konusunda bilgilendirilenler dışında da oy kullanan bir kesim mutlaka bulunacaktır; onların durumları da tartışmanın hiç bitmeyeceğini göstermektedir. Demokrasinin iş başında olması isteniyorsa bu “sakınca” hep olacaktır. Popper’ın “ İnsancıl ” gerekçelerle savunduğu “herkesi eşit görme” teoride olması gereken bir durumdur; kimi zaman gerekçeleri değişebilirse de itirazlar sürecektir. 

Son yıllarda Türkiye’de de “seçkinci davranma” tavrına daha sık rastlanmaktadır. 5 Ancak, bu tavrın daha sert karşı bir tepkiye dönüştüğü, sonra da kalıcı, toplumu değiştirici, dönüştürücü bir görüntü ortaya çıkardığı gözlenmektedir. “ Tepkisel oy vermenin yaygın olduğu ” ülkemizde, asıl değerlendirme ölçütleri yerine “ Duygusal ” karar vermelerin belirleyici olduğuna dair güçlü işaretlere tanık olunmaktadır. Bu tepkisel oyun oranının saptanması çok kolay değildir kuşkusuz. 

5 - Bu seçkinci tavrı Şerif Mardin’in şu değerlendirmeleri özetliyor: “Batı’da bu mozaiğin yarattığı rahatsızlığı kaldırmaya yönelik tekliflerden biri 19. yüzyılda geliştirilen toplumu topyekûn değiştirme fikriydi ve şüphesiz bu fikrin Cumhuriyet rejiminde bir yankısı olmuştur. 

Uzun yıllar aydınlarımız kendi toplumlarını temelden değiştirmek isteğiyle yaşamışlardır.” “Toplumun temelden değiştirilmesi fikri, toplumu modern ve dikensiz gül bahçesi yapma idealidir. Siyasilerimizin kulağına küpe olsun: dikensiz gül bahçesi yoktur. Siyasetin anlamı, mevcut sosyal yapıyı bir olgu olarak kabul ettikten sonra bu olgu ile diyaloga geçmektir. 

Türkiye’de siyasete taraf olanların birbirlerini birer veri olarak kabul etmesi demokratik politikanın ilk adımıdır. ” Şerif Mardin, “ Otorite ve Kompromi ”, 
Demokrasi Sempozyumu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. Yayını, İstanbul, 2007, s. 16. 

Bütün seçim sonuçlarını böyle değerlendirmek sağlıklı sonuçlara götürmez. Çok yakın zamana kadar, daha az tabana sahip olduğu görülen siyasal akımların gittikçe kökleşen ve güçlenen bir biçimde iktidarı ele almalarının gerekçeleri değişik açılardan analiz edilmelidir. Türkiye’de son birkaç yılda yaşanan demokratik süreç, tek yanlı çözümlemelerin sağlıklı olmadığına ilişkin ipuçları vermektedir. “Bilinçsiz” olduğu öne sürülen halkın, bir seçimde iktidara getirdiği partiyi bir sonraki seçimde çok açık farkla iktidardan uzaklaştırdığı görülmüştür. Aksi iddialara karşın, seçmenlerin oldukça pragmatik davrandıkları, gündemlerinde olmayan konulara ve tehditlere aldırış  etmedikleri görülmüştür. 

SONUÇ 

Demokrasi’nin, bütün kural ve kurumları ile uygulanabilirliği konusunda ciddi kuşkuların bulunduğunu söylemek, bir kötümserlik anlamına gelmemelidir. “Demokrasi çok iyidir ama benim görüşüm iktidarda olursa” biçiminde dile getirilen, yalın eleştirel ifadeyi haklı çıkaracak sayısız örnek bulunabilir.6 Bu tür bir anlayışın egemen olduğu bilindiğine göre, teorik olarak demokrasinin “mükemmel bir yönetim biçimi olduğu” iddialarının pratik bir geçerliliği olmadığı haklı olarak ileri sürülebilir.7 “ Mükemmel yönetim biçimi ” aramak yerine, Batı’da uzun bir geçmişi olan Demokrasinin, insanı daha mutlu nasıl yapabileceğinin yollarını aramak gerekir. Olmuş ve olması muhtemel 
gelişmeleri başarılı bir çözümlemeye tabi tutan Popper’ın ifadesiyle: “ Kim yönetmeli ” sorusundan çok “kötü yönetimi nasıl en aza indirebiliriz?” Sorusunu sorup, bu yönde çaba harcamak daha uygun olacaktır. 

Popper, “ Özgürlüğün düşmanları, onu savunanları her zaman yıkıcılıkla suçlamışlardır,”der (Popper, 1994, 94). Onun ve başkalarının yakınmasına çözüm olması umuduyla, insanların farklı özgürlük taleplerinin, bölücülük, yıkıcılık yaftasıyla çiğnenmediği, “devletin sahibi olma hakkını” ve ayrıcalıklarını nereden aldıklarını bir türlü açıklayamayan ve her dönemde farklı isimlerle sahneye çıkan zihniyetin olmadığı bir toplum hayal edilebilir. Çünkü içinde yaşadığımız çağ bir ölçüde buna izin verebilir. 

 < Görünürde kimin demokrat, kimin anti demokrat olduğuna karar vermek olanaklı değildir. Her birey ya da grup, sınırlarını kendisinin belirlediği bir demokrasi öngörür ve bilinç altındaki düşüncesini gerçekleştirme yolunda demokrasiyi kullanır. Örneğin, teokratik yönetimden kaygılanan biri, çok rahat bir biçimde “laik olmadan demokrat olunamayacağını” öne sürerken, karşı tarafta olan birisi de dindarlıkla laikliğin bir arada bulunamayacağını savunabilir; bir başkası ise, gerçek demokrasinin kişilerin din ve inanç özgürlüklerini 
bütünüyle yaşamalarına olanak veren bir sistem olduğunu öne sürebilir. İşin en kötüsü, grupların birbirlerine olan güvensizliğini, karşılıklı bir samimiyet sorgulamasına dönüştürmeleridir. 

Demokrasinin “Olmazsa Olmazları” olarak bilinen egemenlik, yurttaşlık, özgürlük, mülkiyet hakkı, yasama, yürütme, temsil, güçler ayrılığı gibi temel kavramlar ve bu kavramların işaret ettiği kurumların eksiksiz işlediğini söylemek olanaklı değildir. Demokratik uygulamaları örnek gösterilen Avrupa ülkeleri için Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları, Amerikan Demokrasisi için de, C. Wright Mills’in İktidar Seçkinleri (Bilgi yayınevi İstanbul, 1974) adlı eserler okunduğun da Platon’un demokrasi paradoksları ile tartışılan, bu “ En iyi yönetim biçiminin ” olanağı, devleti yöneten güçlerin anti demokratik karar ve uygulamaları konusundaki kaygılara hak verilecektir. >

Bu konuda, Magee’nin, Pooper’ın siyasal beklentilerini analiz ettiği şu değerlendirmesi dikkat çekicidir: “İçinde yaşadığımız yüzyılda başka zamanlardan daha çok olmak üzere yaygınlıkla inanılmaktadır ki, ussallık, mantık, bilimsel yaklaşım, bir bütün olarak merkezi biçimde örgütlenmiş, planlanmış ve düzenlenmiş bir toplum gerektirmektedir… Ussallık, mantık ve bilimsel bir yaklaşımın hepsi de, birbiriyle bağdaşmayan görüşlerin ileri sürülebildiği ve çatışan amaçların izlenebildiği “ Açık ” ve çoğulcu bir topluma işaret etmektedirler; içinde herkesin sorun durumlarını araştırmakta ve çözümler önermekte ve başkalarının en önemlisi de, hükümetin önerdiği çözümleri eleştirmekte özgür olduğu bir toplum; her şeyin üstünde de hükümet politikalarının eleştirinin ışığında değiştirildiği bir toplum” (Magee, 70). 

Aristoteles’in: “ İyi bir yurttaşın hem yönetme hem de yönetilme bilgi ve yeteneği olmalıdır ” (Aristoteles, 79) ifadesiyle dile getirdiği gibi, Yurttaşların hem yönetme hem de yönetilme yönünde yeterince eğitilip, bilinçlendirilebildiği toplumlarda demokrasinin “ Yaşanılabilir ” bir çevre yaratmada uygun bir yönetim biçimi olduğu belirtilmelidir. 

Toplumda rol alan, asker, sivil, eğitimci, usta, çırak, siyasetçi vb. herkesin doğasına uygun olan ve üzerine düşen kendi işini yaptığı bir toplumda demokratik bir yönetim neden beklenmesin? ( Popper, 1994, 95 ). “ Demokrasiyi, demokratik bir devletin siyasal yetersizlikleri yüzünden suçlamak hata olur. Suçlanması gereken bizleriz, yani demokratik devletin yurttaşlarıdır. Demokratik kurumlar kendi kendilerini iyileştiremezler; onları düzeltme sorunu her zaman, kurumlardan çok, kişilerin sorunudur,” diyor, Popper, haklı olarak! (Popper, 1994, 128). 

Demokratik hak ve özgürlüklere en çok sahip çıkması beklenen bu demokratik erdemleri partilerinde uygulaması beklenen parti liderlerinin, kendi partisinin mutlak egemeni olduğu ülkemizde, iktidara geldiğinde de aynı şeyi yapıp ülkenin mutlak egemeni olma hevesine şaşırmamak gerekir. Demokratik haklarının kimi kurumlarca engellendiği yakınmalarını, “kendine demokrat” tavrın bir göstergesi olarak değerlendirmek ve bir başka paradoksa işaret etmek gerekir. 

Kaynakça 

Aristoteles, (2005) Politika, çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul,. 

Kempski, Jürgen v. (2001) “Siyaset Felsefesi” çev. Doğan Özlem, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, içerisinde, Inklap Kitabevi, İstanbul. 

Magee, Bryan, (1990) Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, çev. Mete Tunçay, İstanbul. 

Mardin, Şerif, (2007) “Otorite ve Kompromi”, Demokrasi Sempozyumu Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. Yayını, İstanbul, s. 16. 

Montesquieu, (2004) Kanunların Ruhu Üzerine, çev. Fehmi Baldaş, İstanbul. 

Platon, (1992) Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul. 

Platon, (1998) Yasalar, çev. Candan Şentuna, Saffet Babür, Kabalcı Yayınevi, İstanbul. 

Popper, Karl R. (2001) Daha İyi Bir Dünya Arayışı, Son Otuz Yılın Makaleleri ve Bildirileri, çev. İlknur Aka, İstanbul. 

Popper, Karl, (1994) Açık Toplum ve Düşmanları, çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul. 

Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük, (1998) Ankara, s. 552. 

Ruben, Walther, (1947) Felsefenin Başlangıcı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara. Voltaire, (2001) Felsefe Sözlüğü, çev. Lütfi Ay, İstanbul. 


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder