28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KAPILAR KAPANIYOR MU?

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KAPILAR KAPANIYOR MU?




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
04.06.2014
Öyle anlaşılıyor ki, Öcalan ile bürokrasi olarak nitelenen MİT arasındaki görüşmelerin siyasi formata dönüşmesindeki geçiş aşamasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Gerçi AKP döneminde klasik bürokrasi-siyasetçi ayırımı da ortadan kalkmıştır. Zaman zaman bir bakan dahi bürokrat statüsünde görülürken, MİT müsteşarının siyasi yönü ağırlık kazanabilmektedir. O nedenle siyasi formata evrilme olurken, MİT'in devre dışı kalacağı da gerçekçi değildir. Çünkü, Fidan, Erdoğan'ın bakanlarından daha çok güvendiği birisidir. Erdoğan cumhurbaşkanı olursa başbakanlığı dahi konuşulan birisidir. Ayrıca Gülen hareketinin de bir numaralı hedefinden biri olmakla kalmamakta uluslararası bazı güçler tarafından da istenmemektedir. Fidan'ın süreç içindeki varlığı devam ettikçe müzakerelerde gizliliğin devam edeceği de anlaşılıyor. Aslında Öcalan da gizliliğe riayet ediyor. Her görüşme sonrasında görüşlerini yazılı olarak iletmesi bunun en önemli belirtisidir. KSH açısından özellikle görüşmeleri yapan milletvekillerin aceleci yaklaşımları, yayın organlarında henüz olgunlaşmamış konularda yorum yapmaları, bazı aşamlalara geçip geçmediği net olmayan konularda sanki anlaşma yapılmış gibi davranmaları hem başbakanı hem de Öcalan'ı zora sokmuştur.

Bu konuda Öcalan'ın yazılı açıklaması dışındaki açıklamaları dikkate almamak gerekiyor. Öcalan yazılı açıklmasında "umudumu koruyorum" demiştir. Bundan hükümetle siyasi görüşmelerin başladığı sonucunu çıkarmak yanıltıcıdır. Kaldı ki, müzakerelerin düzeyi ne olursa olsun yeni bir aşamaya geçiş için Erdoğan'ın nihai kararı vereceği de bir gerçektir. Durum böyle iken, erken açıklamaların kimseye faydası da yoktur. Norşin ve Ağrı'daki seçim zaferleri de sarhoşluk yaratmamalıdır. Her iki yerde zaten BDP kazanmıştı. Hakkın iadesinden başka bir anlamı yoktur. Tersine Ahlat ve Ceylanpınar'da gasp edilen belediyeler üzerinde durulmalıdır.
Çözüm süreci için kim ne yaparsa yapsın, son kararı verecek olan Erdoğan'dan başkası değildir. Nasıl ki, 2009'da Habur'da yaşanandan sonra "sil baştan" diyen başbakan idiyse daha sonraki aşamada süreci yeniden başlatan yine o olmuştur. Bu sürecin görünen yönüdür. Sürecin görünmeyen yönü ise Abdullah Öcalan'ın oynadığı roldür. Gerçekçi olmak gerekiyorsa birbirlerini en çok anlayan iki insan varsa bunlar, Öcalan ve Erdoğan'dan başkası değildir. Her ikisinin de liderlik özelliği, kendi örgütsel yapısının ötesinde halk içinde kendilerine bağlı geniş yığınların oluşudur. Hem karşıtlarında hem de kendi içinde her ikisinin tökezlemesini pusuda bekleyenler az değildir. Erdoğan'a karşı, öncelikle MİT'e yönelik ifadeye çağırma sonrasında yolsuzluk dosyaları gerekçesiyle kendisine en büyük operasyon hamlesi en yakınlarından geldi. Ancak, Erdoğan'ın çözüm sürecinden anladığı gerek araçsal gerekse amaçsal bakımdan Öcalan'ın çözüm sürecinden anladığından farklıdır. Erdoğan'ın anladığı, "sosyal eve dönüşün" sağlanmasıdır. Öcalan'ın anladığı ise "siyasal eve dönüş"tür.Çözüm sürecinin ilerleyebilmesi için bu iki görüşün birbirine yakınlaşıp sentezle sonuçlanmaması halinde daha büyük çatışmalara neden olabilir. Bu durumda Erdoğan ve Öcalan dışındaki aktörlerin rolü çok önemlidir. Gelişen süreç içinde Erdoğan'ın konuya siyasi yaklaşımında ilerlediği söylense de Öcalan açısından keskin siyasal söylemden esnemenin yeterince olmadığı söylenebilir. Bunun en önemli nedeni, Öcalan'ın koşulları, devlet baskısının devam etmesi, kendi siyasal güçleriyle irtibatındaki zaman ve mekan zorluklarından ileri gelmektedir. Öcalan'dan yeterince suyu olmayan bir havuzda yüzmesi, hızla gelen bir atı durdurmadan binmesi istenmektedir. İşin ilginç yanlarından birisi de bu isteğin KSH tarafından da onaylanmasıdır. KSH, "Öcalan irademiz" diyerek bir anlamda kolaycılığa sapmıştır. İradenizi devrettiğinizi söylediğiniz birinin önünün açılması için hiç bir şey yapmadığınız zaman o kişinin bir şey yapamayacağınızı bildiğiniz için eninde sonunda sizin iradeniz doğrultusuna gelmek zorunda geleceği de bilinmelidir.
Mutlak iktidar olmak isteyip de kendi gücüyle bunu yapamayacakların başvuracağı en önemli yol, mutlak iktidarını başkası üzerinden gerçekleştirmektir. Erdoğan'a göre, "Eve dönüş provake edilmiştir. Barış havası yok diyenler barış havasını ortadan kaldırmışlardır. Öcalan'ın BDP'li siyasetçiler dışındakilerle görüşmesi mümkün değildir. Böyle diyenler kendi kapılarını da kapatırlar" diyerek Habur sonrasında "sil baştan" ya da "tamamen silme" yoluna mı gidiyor? Erdoğan'ın açıklamasına bütün olarak bakıldığında bundan sürecin bittiği sonucunu çıkarmak doğru değildir. Erdoğan, rolünü aştığını düşündüğü HDP'li milletvekillerine ciddi bir eleştiri getirmiştir. İleriki dönemlerde Öcalan'la görüşmeye gidilecek milletvekillerinde bir değişiklik yapılacağı anlamında da yorumlanabilir. Kim ne derse desin AKP yine de Kürt sorununun çözümü konusunda gelmiş gitmiş hükümetler içinde en çok adım atan ve adım atmak isteyen bir hükümettir.

En azından temel politik eğilim olan Kürtlerin inkarına dair politikayı terk etmekle kalmadı PKK ve lideriyle görüşmelere başlayarak onu siyasal anlamda onaylamış oldu. Siyasal alandaki bu gelişmeler bir türlü hukuki alana yansımadı. Bunlardan birisi yasal düzenlemelerin yapılmayışı ise ikincisi yargının bu konudaki olumsuz tavrıdır. Özellikle yasaları geniş yorumlama yoluyla birey aleyhine oluşturulan "legal illegal Kürt Siyasi Hareketi(KSH) aynıdır, hepsi terör örgütüdür" anlayışı yargıda etkili oldu. KCK olarak adlandırılan operasyon süreci bu tür yorumların sonucunda oldu.
Yasa tasarısı eleştirilirken, yasanın başlığında yer alan "terörün sona erdirilmesi" ibaresi "terörle mücadele" ibaresini çağrıştıracak nitelikte olsa da tasarının genel gerekçesinde yer alan "şiddeti ve silahı aradan çıkaran, sözü, düşünceyi ve siyaseti devreye alma süreci" şeklindeki tanımlama çözüm süreci konusunda Öcalan'ın 21 Mart 2013 Newroz’unda mektubunda dile getirdiği "demokratik siyaset" söylemiyle ilk kez hükümet ile Öcalan arasında bir paralellik oluştuğunun işareti olarak görülebilir. Ancak bunun nihai hedefi PKK'nin silahsızlandırılmasıdır. Tam bu noktada yasa ile amaçlanan "eve dönüşün sosyal mi siyasal mı" olduğudur. Yasa tasarısında yer alan "silah bırakan örgüt mensuplarının eve dönüşü ve sosyal yaşama katılışını ve uyumlarını sağlamak" şeklindeki metin, bakış açısı genel gerekçeyle de çelişkilidir. Çünkü genel gerekçede yer alan şiddet ve silahın yerinin söz, düşünce ve siyasetin yer alması hususuna tasarıda yer verilmemiştir. Tasarının komisyon ve genel kurulunun gündemine getirilmesi halinde bu yönlerin mutlaka dile getirilmesi ve genel gerekçeye uygun olarak eve dönüşün sosyal/ekonomik boyutunun yanı sıra siyasal boyutunun ne olacağı da belirlenmeliydi. Cezaevinde bulunanlar, ceza almış olanlar, örgütün Avrupa ve Qandil'deki yöneticilerinin durumunun ne olacağının da somut olarak belirlenmesi gerekmektedir. Bu düzeyde görev alan kişilerin dönüşü mutlaka siyasi eve dönüş şeklinde olmalı ve bu konuda garantileri içermelidir. Örgütün bütünselliğini ve hiyerarşik yapısını göz önünde bulundurmayan, örgütün duvarından bazı tuğlaları çekmeyi esas alan bakış açısının çözüme katkı sunmayacağı geçmişin örnekleriyle ortadadır.
Demokratik özerklikte merkezi devlet başta genel güvenlik olmak üzere değişik alanlarında etkinliğini korumaya devam eder. Demokratik özerklikte olsa olsa polis faaliyetleri yerel yönetim tarafından yerine getirilebilir. KSH'inde Öz Savunma adı altında bir tartışma var ise de bu konuda bir netlik de yoktur. Dar kapsamlı temeli bölge meclisi olan yasa çıkarmaktan çok mevcut yasalar kapsamında karar alabilen bölge meclislerinden söz ediliyor. Bu açıdan KSH'nin karakollara karşı çıkışı aşırı bir tepkidir. Çünkü siz, devleti tüm kurumlarıyla Kürdistan'dan çıkarmayı hedeflememişsiniz. Onu bir çok alanda kabul etmişsiniz. Aksini de düşündüğümüzde devleti Kürdistan'da etkili kılan sadece devletin askeri ve polisiye gücü değildir. Devletle birlikte hareket eden korucular ve rahatlıkla kitlesel siyaset yapabilen Türk partilerinin etkinliği üzerinde de düşünülmesi gerekiyor. Irak Kürdistan'ında da rejimin sarsılmaz karakolları vardı. Onların çoğu da Kürtlere karşı yapılmıştı. Günümüzde Irak Kürdistan'ı Saddam'ları ülkesinden attıkça o karakollar peşmergenin eline geçti. Politik mücadeleyi bir bütünsellik içinde yürütürseniz sömürücü güçlerin karakolları, kalekolları kendiliğinden etkisiz hale gelecektir.
Çünkü o kalekolların ardındaki zihniyeti kırmanız gerekmektedir. ***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder