ÇÖZÜM SÜRECİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÇÖZÜM SÜRECİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KAPILAR KAPANIYOR MU?

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KAPILAR KAPANIYOR MU?




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
04.06.2014
Öyle anlaşılıyor ki, Öcalan ile bürokrasi olarak nitelenen MİT arasındaki görüşmelerin siyasi formata dönüşmesindeki geçiş aşamasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Gerçi AKP döneminde klasik bürokrasi-siyasetçi ayırımı da ortadan kalkmıştır. Zaman zaman bir bakan dahi bürokrat statüsünde görülürken, MİT müsteşarının siyasi yönü ağırlık kazanabilmektedir. O nedenle siyasi formata evrilme olurken, MİT'in devre dışı kalacağı da gerçekçi değildir. Çünkü, Fidan, Erdoğan'ın bakanlarından daha çok güvendiği birisidir. Erdoğan cumhurbaşkanı olursa başbakanlığı dahi konuşulan birisidir. Ayrıca Gülen hareketinin de bir numaralı hedefinden biri olmakla kalmamakta uluslararası bazı güçler tarafından da istenmemektedir. Fidan'ın süreç içindeki varlığı devam ettikçe müzakerelerde gizliliğin devam edeceği de anlaşılıyor. Aslında Öcalan da gizliliğe riayet ediyor. Her görüşme sonrasında görüşlerini yazılı olarak iletmesi bunun en önemli belirtisidir. KSH açısından özellikle görüşmeleri yapan milletvekillerin aceleci yaklaşımları, yayın organlarında henüz olgunlaşmamış konularda yorum yapmaları, bazı aşamlalara geçip geçmediği net olmayan konularda sanki anlaşma yapılmış gibi davranmaları hem başbakanı hem de Öcalan'ı zora sokmuştur.

Bu konuda Öcalan'ın yazılı açıklaması dışındaki açıklamaları dikkate almamak gerekiyor. Öcalan yazılı açıklmasında "umudumu koruyorum" demiştir. Bundan hükümetle siyasi görüşmelerin başladığı sonucunu çıkarmak yanıltıcıdır. Kaldı ki, müzakerelerin düzeyi ne olursa olsun yeni bir aşamaya geçiş için Erdoğan'ın nihai kararı vereceği de bir gerçektir. Durum böyle iken, erken açıklamaların kimseye faydası da yoktur. Norşin ve Ağrı'daki seçim zaferleri de sarhoşluk yaratmamalıdır. Her iki yerde zaten BDP kazanmıştı. Hakkın iadesinden başka bir anlamı yoktur. Tersine Ahlat ve Ceylanpınar'da gasp edilen belediyeler üzerinde durulmalıdır.
Çözüm süreci için kim ne yaparsa yapsın, son kararı verecek olan Erdoğan'dan başkası değildir. Nasıl ki, 2009'da Habur'da yaşanandan sonra "sil baştan" diyen başbakan idiyse daha sonraki aşamada süreci yeniden başlatan yine o olmuştur. Bu sürecin görünen yönüdür. Sürecin görünmeyen yönü ise Abdullah Öcalan'ın oynadığı roldür. Gerçekçi olmak gerekiyorsa birbirlerini en çok anlayan iki insan varsa bunlar, Öcalan ve Erdoğan'dan başkası değildir. Her ikisinin de liderlik özelliği, kendi örgütsel yapısının ötesinde halk içinde kendilerine bağlı geniş yığınların oluşudur. Hem karşıtlarında hem de kendi içinde her ikisinin tökezlemesini pusuda bekleyenler az değildir. Erdoğan'a karşı, öncelikle MİT'e yönelik ifadeye çağırma sonrasında yolsuzluk dosyaları gerekçesiyle kendisine en büyük operasyon hamlesi en yakınlarından geldi. Ancak, Erdoğan'ın çözüm sürecinden anladığı gerek araçsal gerekse amaçsal bakımdan Öcalan'ın çözüm sürecinden anladığından farklıdır. Erdoğan'ın anladığı, "sosyal eve dönüşün" sağlanmasıdır. Öcalan'ın anladığı ise "siyasal eve dönüş"tür.Çözüm sürecinin ilerleyebilmesi için bu iki görüşün birbirine yakınlaşıp sentezle sonuçlanmaması halinde daha büyük çatışmalara neden olabilir. Bu durumda Erdoğan ve Öcalan dışındaki aktörlerin rolü çok önemlidir. Gelişen süreç içinde Erdoğan'ın konuya siyasi yaklaşımında ilerlediği söylense de Öcalan açısından keskin siyasal söylemden esnemenin yeterince olmadığı söylenebilir. Bunun en önemli nedeni, Öcalan'ın koşulları, devlet baskısının devam etmesi, kendi siyasal güçleriyle irtibatındaki zaman ve mekan zorluklarından ileri gelmektedir. Öcalan'dan yeterince suyu olmayan bir havuzda yüzmesi, hızla gelen bir atı durdurmadan binmesi istenmektedir. İşin ilginç yanlarından birisi de bu isteğin KSH tarafından da onaylanmasıdır. KSH, "Öcalan irademiz" diyerek bir anlamda kolaycılığa sapmıştır. İradenizi devrettiğinizi söylediğiniz birinin önünün açılması için hiç bir şey yapmadığınız zaman o kişinin bir şey yapamayacağınızı bildiğiniz için eninde sonunda sizin iradeniz doğrultusuna gelmek zorunda geleceği de bilinmelidir.
Mutlak iktidar olmak isteyip de kendi gücüyle bunu yapamayacakların başvuracağı en önemli yol, mutlak iktidarını başkası üzerinden gerçekleştirmektir. Erdoğan'a göre, "Eve dönüş provake edilmiştir. Barış havası yok diyenler barış havasını ortadan kaldırmışlardır. Öcalan'ın BDP'li siyasetçiler dışındakilerle görüşmesi mümkün değildir. Böyle diyenler kendi kapılarını da kapatırlar" diyerek Habur sonrasında "sil baştan" ya da "tamamen silme" yoluna mı gidiyor? Erdoğan'ın açıklamasına bütün olarak bakıldığında bundan sürecin bittiği sonucunu çıkarmak doğru değildir. Erdoğan, rolünü aştığını düşündüğü HDP'li milletvekillerine ciddi bir eleştiri getirmiştir. İleriki dönemlerde Öcalan'la görüşmeye gidilecek milletvekillerinde bir değişiklik yapılacağı anlamında da yorumlanabilir. Kim ne derse desin AKP yine de Kürt sorununun çözümü konusunda gelmiş gitmiş hükümetler içinde en çok adım atan ve adım atmak isteyen bir hükümettir.

En azından temel politik eğilim olan Kürtlerin inkarına dair politikayı terk etmekle kalmadı PKK ve lideriyle görüşmelere başlayarak onu siyasal anlamda onaylamış oldu. Siyasal alandaki bu gelişmeler bir türlü hukuki alana yansımadı. Bunlardan birisi yasal düzenlemelerin yapılmayışı ise ikincisi yargının bu konudaki olumsuz tavrıdır. Özellikle yasaları geniş yorumlama yoluyla birey aleyhine oluşturulan "legal illegal Kürt Siyasi Hareketi(KSH) aynıdır, hepsi terör örgütüdür" anlayışı yargıda etkili oldu. KCK olarak adlandırılan operasyon süreci bu tür yorumların sonucunda oldu.
Yasa tasarısı eleştirilirken, yasanın başlığında yer alan "terörün sona erdirilmesi" ibaresi "terörle mücadele" ibaresini çağrıştıracak nitelikte olsa da tasarının genel gerekçesinde yer alan "şiddeti ve silahı aradan çıkaran, sözü, düşünceyi ve siyaseti devreye alma süreci" şeklindeki tanımlama çözüm süreci konusunda Öcalan'ın 21 Mart 2013 Newroz’unda mektubunda dile getirdiği "demokratik siyaset" söylemiyle ilk kez hükümet ile Öcalan arasında bir paralellik oluştuğunun işareti olarak görülebilir. Ancak bunun nihai hedefi PKK'nin silahsızlandırılmasıdır. Tam bu noktada yasa ile amaçlanan "eve dönüşün sosyal mi siyasal mı" olduğudur. Yasa tasarısında yer alan "silah bırakan örgüt mensuplarının eve dönüşü ve sosyal yaşama katılışını ve uyumlarını sağlamak" şeklindeki metin, bakış açısı genel gerekçeyle de çelişkilidir. Çünkü genel gerekçede yer alan şiddet ve silahın yerinin söz, düşünce ve siyasetin yer alması hususuna tasarıda yer verilmemiştir. Tasarının komisyon ve genel kurulunun gündemine getirilmesi halinde bu yönlerin mutlaka dile getirilmesi ve genel gerekçeye uygun olarak eve dönüşün sosyal/ekonomik boyutunun yanı sıra siyasal boyutunun ne olacağı da belirlenmeliydi. Cezaevinde bulunanlar, ceza almış olanlar, örgütün Avrupa ve Qandil'deki yöneticilerinin durumunun ne olacağının da somut olarak belirlenmesi gerekmektedir. Bu düzeyde görev alan kişilerin dönüşü mutlaka siyasi eve dönüş şeklinde olmalı ve bu konuda garantileri içermelidir. Örgütün bütünselliğini ve hiyerarşik yapısını göz önünde bulundurmayan, örgütün duvarından bazı tuğlaları çekmeyi esas alan bakış açısının çözüme katkı sunmayacağı geçmişin örnekleriyle ortadadır.
Demokratik özerklikte merkezi devlet başta genel güvenlik olmak üzere değişik alanlarında etkinliğini korumaya devam eder. Demokratik özerklikte olsa olsa polis faaliyetleri yerel yönetim tarafından yerine getirilebilir. KSH'inde Öz Savunma adı altında bir tartışma var ise de bu konuda bir netlik de yoktur. Dar kapsamlı temeli bölge meclisi olan yasa çıkarmaktan çok mevcut yasalar kapsamında karar alabilen bölge meclislerinden söz ediliyor. Bu açıdan KSH'nin karakollara karşı çıkışı aşırı bir tepkidir. Çünkü siz, devleti tüm kurumlarıyla Kürdistan'dan çıkarmayı hedeflememişsiniz. Onu bir çok alanda kabul etmişsiniz. Aksini de düşündüğümüzde devleti Kürdistan'da etkili kılan sadece devletin askeri ve polisiye gücü değildir. Devletle birlikte hareket eden korucular ve rahatlıkla kitlesel siyaset yapabilen Türk partilerinin etkinliği üzerinde de düşünülmesi gerekiyor. Irak Kürdistan'ında da rejimin sarsılmaz karakolları vardı. Onların çoğu da Kürtlere karşı yapılmıştı. Günümüzde Irak Kürdistan'ı Saddam'ları ülkesinden attıkça o karakollar peşmergenin eline geçti. Politik mücadeleyi bir bütünsellik içinde yürütürseniz sömürücü güçlerin karakolları, kalekolları kendiliğinden etkisiz hale gelecektir.
Çünkü o kalekolların ardındaki zihniyeti kırmanız gerekmektedir. ***

ÇÖZÜM SÜRECİ EKSENİNDEN "GEZİ'YE BAKMAK" 2

ÇÖZÜM SÜRECİ EKSENİNDEN "GEZİ'YE BAKMAK" 2



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 03.06.2014
KSH kendisine özgü bir mecra oluşturmuştur. Her ne kadar Türkiye solunun modernist etkisinde gelişme alanı bulmuş ise de onun asıl mecrası Ortadoğu'da yolunu bulmuştur. Dine bakışı, devlete yaklaşımı, demokratik anlayışı ister istemez Ortadoğu ve Kürdistan gerçekliğinde şekillenmiştir. Devlet veya benzeri bir güç olmasa Ortadoğu'nun dengeleri içinde yerini almıştır. Bu denge durumu KSH'nin dost/düşman anlamında ona farklı seçenekler sunmamaktadır. Gezide ise, Ortadoğululuk özelliği yoktur. Arap baharı sonrasında meydana gelmiş olsa da Arap baharından çok Batı'da gelişen sınıfsal karakteri belirsiz olan anti-kapitalist çevreci hareketlere benzemektedir. Sonrasında Gezi'nin bazı bileşenlerinin "İşgal et" türü eylemlerle benzerliği bu yakınlığın göstergesidir. Zizek, Bodio, Laclau, Hardt gibi yeni Marksist ideologların Gezi'ye ilgisi de bunu doğrulamaktadır. Her ne kadar Öcalan, Kürt sorununun çözümü için yukarıda yazılı düşünürlere benzer düşünürleri bol bol okuyup yazmış ise de Ortadoğu gerçekliği ve dengesi onların anladığı anlamda yorumlamak o kadar kolay değildir. Bu nedenle, Gezi'de "Kürtler nerede?" sorusunu sormak o kadar anlamlı değildir. Kuşkusuz Gezi'de kendisini ifade eden Kürtlerin sayısı da az değildir. Yer yer Kürtlerin siyasal örgütleriyle Gezi'yi destekledikleri bir gerçektir. Ancak Kürtlerin, Gezi'nin motor gücü haline gelmesi mümkün değildir. Çünkü, kökeni ve beslenme kaynakları bakımından temel farklılıklar vardır. KSH ile AKP arasında yürütülen çözüm sürecinin devamı konusunda özellikle AKP'nin koyduğu angajmanlardan en önemlisi temeli AKP ve Erdoğan karşıtlığına dönüşebilecek Gezi ile KSH arasında gelişebilecek birlikteliklerin çözüm sürecini zora koyabilecek konusundaki eğilimlerdir. Öcalan'ın odağında yer aldığı, BDP'nin yürüttüğü Qandil'in de uymaya çalıştığı çözüm sürecinin üzerinde yürüdüğü hassas ipin başka bir şekilde sağlam kalması da mümkün değildir. KSH de, AKP de bu hassas ipin üzerindedir. Kaderleri birbiriyle bağlı durumdadır. Gezi ve bileşenlerinin KSH'nin bu durumuna dikkat etmesi zorunludur.
Gezi, gerçekten herkese ders verdi. Herkes kendisine göre dersler çıkardı. Bu ders, Gezi ruhunun içselleştirilmesi şeklinde olmadı, Gezi'nin içini boşaltma veya kendisine mal etmek şeklinde oldu. Gezi'nin asıl önemli ve olumlu etkisi yine KSH'e kaldı. En azından "çözüm süreci rehavetinden" Gezi sayesinde uyandılar. Dikkat edilecek olursa, Çözüm sürecinin başlarında Reyhanlı patlaması olduğu, büyüklüğü ve kapsamı bakımından dünya çapında büyük bir eylemdi. 50'nin üzerinde ölü, yüzlerce yaralı vardı. O dönemde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın sessizliği ve AKP'nin bu olayın sorumlusu olarak gösterilmesi halinde "çözüm sürecinin" zora gireceği kaygısıyla, tıpkı Türk toplumunun Roboski Katliamına benzer bir sessizlikle karşılayışı çözüm sürecinin verdiği rehavetten ileri geliyordu. Oysa çözüm sürecinin çıkış noktası daha fazla demokratik eylemliliğin oluşuydu. Gezi bu anlamda Kürt toplumunu rehavetten de kurtarmış oldu. Aslında Gezi ile Çözüm süreci arasında diyalektik bir ilişki vardır. Çözüm sürecinin hemen ardından Gezi'nin olması, Gezi'den sonra KSH'inde demokratik eylemliliklerin artmış olması bu ilişkinin kanıtıdır. Bu bilindiği için bilinçli bir şekilde çözüm süreci ile Gezi birbirine karşıymış gibi gösterilmeye devam edildi.

KSH'nin AKP ile ilişki düzeyi ve içeriği ve gündemi de farklı bir aşamaya gelmiştir. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi(KBY)'nin Irak merkezi hükümetiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle KBY'nin "devletleşme" yönünde referandumdan söz etmeye başlamış olması hususu göz önünde bulundurulmalıdır. Türkiye'deki KSH'nin bunun karşısında kayıtsız kalması düşünülemez. Rojava'nın da bu yöndeki tercihi de dikkate alındığında Kürtlerin birlikteliğinin önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır. Rusya gibi küresel bir gücün etkisiyle Kırım'ın referandum yoluyla kendi kaderini belirleme yoluna giderek, Ukrayna'dan ayrılıp Rusya Federasyonuna katılmış olması, Kürdistan'da yapılacak bağımsızlık oylaması için meşru bir örnek teşkil etmektedir. Üstüne üstlük Irak Anayasasında bunu engelleyecek hukuki bir engel ve de engelleyebilecek güçte merkezi bir Irak gücü vardır. Burada engel çıkarabilecek tek güç ABD'den başka bir güç değildir. Kırım'da olduğu gibi engel olmayacağı ortaya çıktığına göre Kürtlerin ABD'nin engelleyici tavrını ciddiye almalarının bir gereği de yoktur.
KSH ile Gezi bileşenleri bakımından İstanbul Gaziosmanpaşa'da HDP'nin düzenlemiş olduğu "Öcalan'a Özgürlük" standına kendilerini "ülkücü" olarak niteleyen bir grubun silahlı saldırısına karşı oluşan sessizliktir. Aynı gün, MHP'li milletvekili Sinan Ogan, CHP'nin yayın organı Halktv'deki Ruhat Mengü'nün sunuculuğunu yaptığı her açıdan programında Öcalan'a özgürlük adı altında yapılan etkinliği hedef gösterip kısa bir süre sonra silahlı saldırı yapılıyor, silahlı saldırıya karşı basın açıklaması yapan BDP'liler polisin saldırısına uğruyor buna karşı bir tepki verilmiyor. Lice'de kalekolların yapılmasını protesto edenlere "gösterici" sıfatı bile çok görülüp, "terörist" olarak adlandırılıyor. Öte yandan da "Gezi'de, 1 Mayıs'ta Kürtler nerede" diye feryat figan ediliyor. Gezi'den arta kalan bilinç CHP elinde tarumar edilirken, kendisini henüz CHP'nin şefkatli kollarına bırakmayan gün boyu kendisini dövdürmeye devam ediyor. CHP, Gezi'den gelen enerjiyi kendisine kattıkça Gezi'nin enerjisini yok etmekte, cemaatle de geçmiş iktidarla ittifakı yokmuş gibi ilişki geliştirebilmektedir. Hassas bir denge üzerinde kurulu bulunan Kürt hareketinin genel muhalefetle birlikte hareket etmesinin tüm yolları kendisine kapatılmaktadır. Kah, "AKP'yle anlaşıp başkanlık sistemini kabul edecekleri" kah "yaptıkları 'terör'den dolayı AKP'nin üzerine gitmediği" şeklinde propaganda yapmaktadırlar. Aslına bakılacak olursak, Türkiye'de en büyük çelişki ve çatışma AKP ile KSH. arasında yaşanmaktadır. KCK adı altında binlerce siyasetçi ya tutuklu ya da onlarca yıl ceza almakla karşı karşıya devam ediyor. Yine 30 Mart seçimlerinde görüldüğü gibi BDP ile olan yarışın basit bir siyasi mücadeleden çok devletin baskı aygıtlarının KSH'ne yönelik demokratik olmayan uygulamalar ortadadır. Tüm bu gerçeklere rağmen, KSH'nin AKP'ye muhalefet etmediği şeklindeki beyanların bir gerçekliği yoktur. Aynı şekilde Kürtlerin demokratik haklarını kullanmaktan başka bir anlama gelmeyen "kalekol protestoları"nı yapmaları da AKP karşıtlığı üzerinde kurulmuş muhalefet tarafından "neden bastırılmıyor" diye eleştiri konusu ediliyor. ***

ÇÖZÜM SÜRECİ EKSENİNDEN "GEZİ'YE BAKMAK" 1

ÇÖZÜM SÜRECİ EKSENİNDEN "GEZİ'YE BAKMAK" 1



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 01.06.2014 Kürt Siyasal Hareketi(KSH) 2012'nin sonlarına doğru, yeni bir siyasi yönelime girdi. Ondan öncesinde KSH, "demokratik halk savaşı" ile "demokratik siyaset" arasında gidip geliyordu. KSH'nin 2012 yılının ortalarında Rojava'da gösterdiği başarının bir benzerini Türkiye Kürdistan'ında da yapabileceğine inanılıyordu. Özellikle bu dönemde, Şemdinli'de "sürekliliği olan alan kontrolü" denemesi yapıldıysa bunun Rojava'daki gibi kolay olmayacağı ortaya çıktı. Böylece, demokratik halk savaşının o kadar kolay olmayacağı ortaya çıkmıştı. Zaten Öcalan'da avukatlarıyla en son yaptığı (27 Temmuz 2011) görüşmede, "halkı tutamıyoruz" diyen BDP'ye,"gerillayı tutamıyoruz" diyen KCK'ye "savaşabiliyorsanız savaşın" dedi. Aslında Öcalan böyle söylemekle "demokratik halk savaşından artık sonuç alınamayacağını" söylemiş oluyordu. Devlete de "bitirebiliyorsanız bitirin" diyordu. Devlet bitirebileceğini, KCK savaşabileceğini, BDP de halkı sokağa indirebileceğine inanıyordu. Bu şekilde Öcalan, süreçten çekilmiş/süreç dışına itilmiş oluyordu. Daha sonraki süreçte, Devletin operasyonlarında, HPG eylemliliğinde ve BDP'nin sokağa çıkma çabası olduysa da beklenen başarı sağlanamadı. Dağ'a karşı askeri operasyonlar, şehirlerde KCK operasyonları hız kesmeden devam ediyordu. Eskiden yaşanan filmin tekrarı kısır döngü halini almıştı. Tam bu sırada gerçekleştirilen Roboski Katliamı, bir dönüm noktası oldu. Başlangıçta, bu katliam karşısında Türkiye'nin batısında tepki gelişmediyse de sonraki süreçte yavaş tepkiler gelmeye başladı. CHP bile tepkisini üst düzeyde dile getirmeye başladı.
AKP ile KSH arasında çözüm süreci adı altında görüşmelerin olmuş olması, Türkiye'nin Batısından gerekli desteği alamadı. Kuşkusuz bunun sorumlusu hükümetten başkası değildir. Özellikle, toplumun özel yaşam alanlarına müdahaleler, içki yasağı, Taksim'in yayalaştırılması adı altında AVM / Otelleştirilmesi, eğitimin özelleştirilmesi, dini ağırlıklı eğitim konusundaki yasal düzenlemeler, kürtaj ve kadınları çalışma hayatının dışına atma çabaları ile birlikte değerlendirildiğinde başkaca bir sonucun çıkması mümkün değildi. AKP'nin daha önceden başarılı olarak sürdürdüğü "muhalif" iktidar oyunu bundan sonra oyun olmaktan çıkarak "hegemon" iktidar halini almıştı. AKP'nin "hegemon iktidar" haline gelişi, Kürtlerde, AKP'nin "Kürt sorununu" çözeceğine dair inancını artırıyordu. Çünkü, AKP, iktidar olduğu halde hegemon(vesayetçi) güçlerin önünü kestiğine inanılıyordu. Daha sonraki dönemlerde bu vesayetçi gücün yerini "cemaatin" aldığı söylenmeye başladı.

KCK Davalarındaki anadilde savunma krizi ve Öcalan'a uygulanan tecride karşı Eylül 2012'de cezaevlerindeki Kürt siyasi tutsaklar açlık grevine başladılar. Kısa sürede bunun etkidi Kürt sokağına yansıdı. Sokaklar hareketlenirken, açlık grevindekiler ölüm sınırına doğru gidiyorlardı. Daha önceden Leyla Zana'nın Erdoğan'a çağrısı, sonrasında Erdoğan'la baş başa görüşmesi, en sonunda da Öcalan'ın mektubuyla hızlanan trafik böylece daha önce sürecin durduğu noktadan itibaren yeniden devamı için işaretler veriyordu. Nitekim, Öcalan, kardeşi üzerinden gönderdiği mesajla 68.gününde açlık grevlerini bitirdi. Hükümet bir yandan MİT üzerinden Öcalan'la görüşmelere başlarken, Anadilde savunmanın önünü açmak için yasal düzenleme yapmak yoluna gitti.
2013'e doğru giderken, birileri de boş durmuyordu. 17 Aralık 2012'de birileri Avrupa'daki PKK'lileri öldürmek için hazırlık yapıyordu. Yılın son günlerinde tıpkı bir yıl öncesinde Roboski'ye benzer bir katliam da Diyarbakır'da yaşandı. Uçak ve helikopterlerden atılan bombalarla 11 gerilla yok edilmişti. Sonrasında BDP'lilerle Öcalan'ın görüşmesi ve Paris Katliamı... Sakine Cansız ve iki devrimci kadın katledildiler. Bu soru işaretlerinin gölgesinde herkes Newroz'da Öcalan'ın okunacak mektubunu merakla bekliyordu. 21 Mart 2013 gelmişti. Diyarbekir Newroz Meydanında toplanmış bir milyon üzerindeki insan seli ve televizyonların başında on milyonlarca kişi bu anı bekliyordu. Silahlı siyaseti döneminin bittiği, demokratik siyaset döneminin başladığının müjdesi veriliyordu. Sonrasında ilan edilen ateşkes ve gerillanın geri çekilmeye başlaması. Sürecin nasıl yürütüleceği tartışılırken, başbakan her şeyin kendi inisiyatifinde olmasını istiyordu. Akil insanlar heyeti ve mecliste oluşan çözüm süreci komisyonuna CHP ve MHP üye vermeleri bir yana karşı duruşları bir anda sürecin Batı'da yaşayanlar için toplumsal desteğin zayıf olacağının işaretleriydi.
Henüz Gezi'den izler yokken, toplum ikiye ayrılmış durumdaydı. Bir koldan Akil insanlar, 7 bölgeye doğru giderken, Karadeniz'e doğru yola çıkan HDK heyeti saldırıya uğruyordu. Karadeniz'de, Güney'de, Ege'de "sanki AKP İle BDP,anlaşmış, her şeyi bitirmişlerdi" bu hava sadece İP,CHP ve MHP'yle sınırlı değildi. Sol, sosyalistlerde de vardı. Özellikle Öcalan'ın İslam Birliği ile ilgili sözleri konusunda oluşturulan spekülasyonlar Aleviler üzerinde de etkisini göstermişti. Bir yandan da Suriye'den gelen kötü haberler Türkiye'yi giderek kamplaştırmaya doğru gidiyordu. KSH, ilk kez karşısında konuya ciddi yaklaşım gösteren bir hükümet bulmuştu. Sürecin devamı için ona yardımcı olmaları gerektiğine inanıyordu. Mayıs ayının hemen başlarında gerilla da sınır dışına çıkmaya başlamış, Suriye'de Esad'ın devrilişinin kolay olmayacağının işaretleri ortaya çıkmaya başlamış, Mısır'da Müslüman Kardeşlerin iktidarının sallantıda olduğunun belirtileri kendisini göstermeye başlamıştı. Tüm bunlar, AKP'nin "Stratejik Derinliğinin" kaybolmaya başladığını gösteriyordu. Gerillalar, geri çekilme konusunda yasal düzenleme yapılmamasına rağmen sınır dışına çıkmaya başlamıştı. Ancak süreç sıkıntılarla doluydu. Akil insanlar, dolaşmaya devam ediyor, raporlarını yazıp başbakana teslim etmek için sabırsızlanıyorlardı. İşte bu sırada Reyhanlı'da patlayan bombalar, başbakan ve hükümetin yalanlarını ortaya serdi. Başbakan, olayın sorumlusunun CHP olduğunu söyleyecek düzeyde yalana sarıldı. Başbakanın sürecin devamı konusundaki kararlı olup olmadığı, geri dönüşler için yasal düzenleme yapılmayışı ve sonrasında Reyhanlı patlamasıyla ortaya çıkmasına rağmen BDP'nin hükümeti destekler mahiyetindeki açıklamaları da AKP dışındakilerin gözünde BDP ile AKP'nin birlikte hareket ettikleri konusundaki görüşleri pekiştirdi. İşte tüm bu koşullar altında Gezi'ye doğru gelindi. Gezi Parkındaki ağaçların sökülmesine karşı siyasi anlamda en önemli karşı çıkışın BDP'li Sırrı Süreyya Önder'den gelmiş olması dahi KSH ile AKP arasında ilişkinin iyi olduğu algısını yıkmaya yetmedi. Sonraki süreçte Önder'in dayak yemesi dahi bu algıyı değiştiremedi. Kürt Siyasi Hareketi iki taraflı bir açmazla karşı karşıyaydı. Bir yandan çözüm sürecini sürdürmek istiyor diğer yandan da Türkiye'nin demokratik siyaseti için önemli bir aşama olan Gezi parkı direnişine destek vermeye çalışıyordu. Bunun karşısında KSH'inden istenilen ise AKP'yle çözüm sürecini bitirmesi konusundaki taleplerdi. Kürtlerin, Gezi direnişine katılıp katılmamaları onlar için önemli değildi. Her ne kadar "Kürtler nerede" sesleri yükselirken, bununla Kürtler AKP ile çözüm sürecini devam ettirmesin demek istiyorlardı. KSH, İmralı, BDP ve Qandil'iyle hep birlikte bu sürecin sonuca ulaşmasına büyük bir umut bağlamıştı. Bunu da heba etmek istemiyorlardı. Gezi'ye hazırlıksız yakalanmışlardı.
Gezi'nin ne olduğu konusunda kafalar karışıktı. 12 Eylül darbesinin getirdiği neoliberal düzen toplumu iyice sindirmişti. Toplumun direnç noktaları körelmiş, düzene eklemlenerek teslim olmak normal bir anlayış haline gelmişti. Geçmişte, Batı'nın tüm dünya üzerinde yaygınlaştırmak için karşısında itiraz edebilen İslam'ın da AKP gibi partilerin eliyle içinin boşaltılmasıyla bu hizmete koşulmasıyla birlikte ona karşı direnç daha da zorlaşmıştı. Geçmişte laiklik/demokrasi döngüsü çerçevesinde Batı'nın kendisini heba edemeyeceğini düşünen dünün iktidar sahipleri bile küresel muhafazakarlığın Türkiye'deki ittifaklarının bu düzeyde aleyhlerine döndüğünü anlamakta zorlanıyorlardı. 12 Eylülün oluşturduğu hukuka sarılmanın onları kurtarmaya yetmeyeceğini anladıklarında 12 Eylül hukukunun kendilerine karşı bir araca dönüşmeye başladığını fark ettiklerinde iş işten geçmişti.

Sistem de her yönüyle kendisini kabul ettiriyordu.

Küresel muhafazakarlık ile yerel muhafazakarlık arasındaki bağlantı artık ortaya çıkmıştı. Bu açıdan, Gezi direnişinde yer alanlar bu direnişleriyle küresel muhafazakarlığa karşı çıktıklarının bilincinde olan insanlardan oluşuyordu. Her ne kadar işçi sınıfı üstü kesimlerin ağırlığı olsa da gelişen kapitalizm karşısında onların da güvenceden yoksun kalabileceklerinin sayısız örnekleri vardır. Gezi'de yer alan yeni kişiliğin en önemli özelliği Dünya'da küreselleşmenin oluşturmak istediği düzene karşı, etnik veya dinsel özelliklerin ön plana alınmamış olmasıydı. Çünkü dinsel ve etnik temelli karşı koymada eninde sonunda harekete yön verebilecek otoriter liderlikler ve keskin bir ideolojiyi gerekli kılabilir. Aynı şekilde farklı inanç ve etnik temelli yapıların bir arada bulunmaları zorlaşabileceği gibi, birbiriyle çatışabilirler. Gezi için, geçmişte mücadele edip de iyice eriyen, etkisi bir kabuk gibi kalan dar ideolojik grupçuklar da bu etkiyi körükleyebilecek nitelikleri içinde barındırıyorlardı. Onlarda da otoriter eğilimler vardı. Gezi'nin başından sonuna kadar en büyük korkusu, bir otoriterliğe karşı mücadele ederken, başka bir otoriterliğin tuzağına düşmek kaygısıydı. 12 Eylül öncesinde olanların, 12 Eylül gibi bir darbeye yol açtığı gibi. Gerilere gitmeye gerek yoktu. Arap baharı ve Mısır'ın durumu ortadaydı. Gezi'yi darlaştıran açmaz da bunun içinde gizliydi. Çünkü, siyasi taleplerle ortaya çıkan hareketlerin, karşısında mücadeleye giriştikleri disiplinli/otoriter güce karşı, bir program ve örgütlülük gereklidir.

Aksi durumda, program ve örgütlü güce sahip olan grupların inisiyatif elde etmeleri kolaylaşır. Bu da Gezi içinde yer alanların, otoriterlik kaygısı nedeniyle geri çekilmesine yol açar. Hükümet de yaptığı propaganda ile bu grupları ön plana çıkardıkça uzaklaşmanın kapsamı artar. Hükümetin, Gezi'ye karşı ajitasyonda sarıldığı iki argüman "dış güçler" ve "terör örgütleri"ydi. Gezi'de en az olanları ön plana çıkarıp, dinamiklerinden koparmaya çalışmıştır. Bunun iki açıdan sonucu olmuştur: birincisi, Gezi'nin dinamikleri arasında kopukluk yaratılarak sönümlemesi, ikincisi hükümetin dayandığı yoksul/ezilen kesimlerin desteğinin engellenmesi bir yana hükümetle daha fazla kenetlenmesi olmuştur.
O nedenle 31 Mayıs 2013'e benzer bir hareketin bir daha tekrarlanması kolay değildir. 1 Mayıs 2014 ve 31 Mayıs 2014'teki çıkarmaların başarısız görülmesi bunun en canlı örneğidir. 31 Mayıs 2013'te barikat ve gaza aldırmayarak Gezi Parkını işgal edip, kısa süreliğine olsa da "Gezi Komününü" oluşturanların kendi dünyalarına çekilmesi üzerinde de özellikle durulmalıdır. 1 Mayıslar ve 31 Mayıslar artık otoriter muhafazakar gücün, güç gösterme, dayak atma, işkence etme, yasaklama günleri haline geldi. Hükümet ve başbakan sert bir hükümet olduklarını gizlemek gereği bile duymuyor. A'dan Z'ye diyerek "öldürme" dahil her türlü ehliyeti verdiği polisini kimliğini, yüzünü gizleyerek insanların üzerine sürüyor. KSH'nin Gezi konusundaki yaklaşımı, Gezi'yi oluşturan farklı kesimlerin yaklaşımından farklıdır. Bu farklılık, 21 Mart 2013 tarihli Newroz bildirisiyle Kürt hareketinin inisiyatifinde oluşabilecek demokratik eylem potansiyelinin Kürt Siyasal hareketinin dışında da olabileceğinin görülmüş olmasıdır. KSH'nin Gezi karşısındaki şaşkınlığı ve kararsızlığı bundan ileri gelmektedir. Demokratikleşme partneri olarak toplum arayışından çok iktidarın görülmüş olması da bu ileriyi görmemede etkili olmuştur. KSH'nin çözüm sürecini, kendi kitlesinden soyutlayıp, devletle çözebileceği anlayışının hakim olması da KSH'nin Gezi'yi anlamasını zorlaştırmıştır. Buna rağmen Gezi'ye Kürt toplumunun büyük bir sempatisi ve ilgisi vardır. Örgütlü yapının kararı olmadan Gezi'ye destek veren sayısız Kürt vardır. Buna rağmen Gezi karşısında örgütlü KSH, İmralı'dan Qandil'e ve BDP'nin tutumu ne doğrudan destekleme ne de doğrudan karşı çıkmak şeklinde olmuştur. Bu da KSH'ni tarafsızlık safında göstermiş ise de çözüm sürecinin devamı uğruna AKP'nin işine yaramıştır. Kuşkusuz KSH'nin bu tavrı tek taraflı da olmamıştır. Gezi'nin önemli bileşenleri olan ulusalcıların KSH'ne yönelik dışlayıcı tavırlarının da etkisi vardır. 1984'ten beri Türkiye'deki siyasi-hukuki yapılanmada en etkili güç Kürt Siyasi Hareketi olmuştur. Olağanüstü hal, DGM'ler, Köy Koruculuğu, seçim barajı, demokratikleşme hep bu çerçevede gerçekleşmiştir. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi Kürtlükle özdeşleşmişti. Gezi'yle birlikte bu rol, Gezi bileşenlerine geçmiştir. KSH'nin Gezi karşısındaki asıl şaşkınlığı bundan ileri gelmiştir. KSH, ilk kez, yüksek sesle dillendirilen demokrasi ve özgürlük söyleminin dışında kalmakla kalmamış, tarafsız bir görüntü vermesine rağmen iktidarın yanında kalmakla suçlanmıştır. Bu duruş ve suçlama karşısında KSH çeşitli etkinliklere başvurmuştur. Lice'de Kalekol yapımına karşı gösterilen tepki bunun ilk görünür haliyse KCK'nin örgütsel yapısında değişiklik yapılarak Cemil Bayık'ın eş genel başkanlığa gelmesi de bunun sonuçlarından biridir. Cemil Bayık'ın KCK eş başkanlığına geldikten sonra ilk demecinin Gezi ile ilgili oluşu, Gezi ile ilgili olarak öz eleştirel yaklaşımı Gezi'nin KCK üzerindeki etkisini göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
Gezi'nin Kürt hareketine, Kürt hareketinin ise Gezi'ye katkı sunması için mutlak olarak birlikte hareket etmelerine gerek yoktur. Her biri kendi mecrasında yürüse bile hedeflerinin ortak noktaları "otoriterlik" karşılığı olduğu için doğal müttefik gibidirler. Gezi'nin en önemli eksikliği, oluşturulan bilinç ve eylemliliği sürdürebilecek, süreklilik sağlayabilecek örgütsel yapılarının olmayışı veya zayıf oluşu nedeniyle geleneksel hazır örgütsel güçlerin bu bilinçliliği ve eylemselliği sahiplenip kendi içinde eritecekleri konusundaki korkudur. Geçmişinde siyasal taleplerle ortaya çıkmamış, siyasi iktidarın şiddetini fiziki olarak yaşamamış bu geniş kitlenin kırılgan noktası da burasıdır. Bu kitlenin siyasi iktidarın şiddeti karşısında normal hukuk düzeninin kendilerini korumaması durumunda ne yapabilecekleri konusundaki belirsizlikler ya onları mevcut yapılara doğru savurmakta ya da pasifizme doğru savurmaktadır. Nitekim 1 Mayıs ve 31Mayıs 2014'te olan bundan başka bir şey değildir. Sokağa çıkmak bile cesaretin bir göstergesi haline geldikçe sokağa çıkanların sayısı azalıyor. Evinden çıkmayanların sayısı artıyordu. Bu da sokağa çıkma cesaretini gösterenlerin daha fazla dayak yemesinden başka bir işe yaramıyordu.

KSH'nin, BDP'den HDP'ye dönüşümü de bunun sonuçlarından biri olarak görülse de KSH'nin kendisini Gezi'nin bir parçası olarak görmesi o kadar kolay da değildir. Çünkü Kürt hareketinin belirleyiciliği konusunda Öcalan'ın rolü baskın olmaya devam ediyor. AKP ile ilişkilerin Öcalan üzerinden devamlılığı oldukça, bunu kesmeden dönüşüm yaşaması mümkün değildir.
Gezi'nin Geleceği
Gezi,12 Eylül'den bu yana sokakta yakaladığı başarı ve birliktelikle nitelikli bir sıçramayı ifade etmektedir. Kısa bir sürede yaşanan bu sıçramanın kalıcı ve sonuç alıcı olması süreklilik kazanmasına bağlıdır. Ne yazık ki, Gezi sürekliliği yakalayamadığı gibi oluşan bilinci örgütleyemedi. Örgütlenmeme ve bilinçlenmemenin sonuçlarından daha çok CHP faydalandı. Bu da CHP’nin Kürt sorununa bakış açısını Gezi’yi etkisi altına alınmasıyla sonuçlandı.
***

4 Aralık 2020 Cuma

Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları,

Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları,  


Merve Önenli Güven, Terörizm, Terörizmle Mücadele, Abdullah Öcalan, İmralı Görüşmeleri, Çözüm süreci, Mesut Barzani, Akil İnsanlar, Alevi, Ermeni,


Merve Önenli Güven tarafından yazıldı.
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
27 Şubat 2014 Perşembe
21_ Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.,

Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.

    Abdullah Öcalan’ın belirli dönemlerde Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) bünyesinden temsilcilerle görüşmeler yaptığı bilinmektedir. 
Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın, hâlihazırda Hükümet ile sürdürülmekte olan görüşmeler açısından KONGRA-GEL (PKK)'yı, BDP'yi ve Halkların Demokratik 
Partisi (HDP)’ni, ne tür hareket tarzları izlemeleri konusunda yönlendirici bir pozisyonda olduğu da görülmektedir. Bu çerçevede Abdullah Öcalan’ın;

-  Kendisini kurulabilecek olası bir Kürt Devleti’nin lideri olarak gördüğü,
- “Çözüm sürecinin” vazgeçilmez aktörü olduğu iddiasıyla sağlık sorunlarını dahi bir halk hareketine dönüştürebilecek güce sahip olduğu algısını taşıdığı,
- Suriye’de yaşanmakta olan iç savaş nedeniyle ortaya çıkan siyasi boşluğun örgüt tarafından doldurulması ve oluşabilecek siyasi bir yapının da lideri olma 
konusunda bir eğilim sergilediği,
- Ayrıca Kürtlerin tek lideri ve önderi olma arzusu bağlamında Suriye’de kurulacak siyasi oluşumu, Mesut Barzani’nin hâlihazırda sahip olduğu siyasi güce karşı kullanma gayesi içerisinde olduğu,
- Türkiye sınırları dâhilinde özerk, federatif veya bağımsız bir siyasi yapı kurma amacını sürdürdüğü,
-  Örgütün silahlarını bırakmasının beklenmemesini ifade ederken diğer taraftan örgütün bulunduğu bölgelerde askeri bir hareketliliğin süreci sonlandıracak bir 
hareket olacağı, bu bağlamda örgüte yeni ve genç katılımların da örgüt için itici güç niteliği taşıdığı yönünde alt mesajlar verdiği,anlaşılmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın 2013 yılında yaptığı görüşmelerinde öne çıkan söylemleri;
“- Bağımsızlıktan, federasyondan, özerklikten vazgeçmediği, Kürtlerin kendisini devlet içinde sivil toplum olarak örgütlemesi gerektiği,
- Suriye/Haseke’nin, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Baas Rejimi’ne bırakılmaması, burada Arapların ve Süryanilerin de savunmasının yapılması, bölgede örgütün alan özgünlüğünü sağlaması,
- Rojova’da siyasi merkezin meclis tarzında konumlandırılması, Kamışlı’da bir tür devlet merkezi şeklinde üslenilmesi,
- (Kürt ulusal birliğinin sağlanması amacıyla) Irak, Avrupa ve Türkiye’de konferanslar düzenlenmesi,
- Halkın kendisinin doğum gününü, kendilerinin yeniden doğuşu olarak anlamlandırdığı,
- Süreç içerisinde üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı, bundan sonrasının halkın işi ve görevi olduğu,
- İmralı’da ecelinin geldiği, nefesinin tutulduğu, bunların hesaba katılması gerektiği, stratejik önderliğin en az başbakan, cumhurbaşkanı, genelkurmay 
 başkanı demek olduğu,
- Sözüyle, eylemiyle özgür yaşamı yaratmanın amaçlandığı,
- Geri çekilmenin başlamasından sonra Kandil Heyeti, akademisyenlerin de aralarında bulunduğu bir danışma kurulu, medya, sivil toplum temsilcileri, 
Avrupa Birliği (AB) bünyesinden kesimlerle görüştürülebileceği,
 - ‘Akil İnsanlar’ heyetinin olası tıkanmalar noktasında devreye girmesi gerektiği,
- Çözüm sürecini, sol çevrelerin de önünü açmak için yürüttükleri, parlamentonun yapacağı çağrıyla solun da legalleşeceği, ayrıca Ermenilere de kendi hareketleri 
üzerinden yol açtıkları, diğer taraftan Alevilerin de sol etrafında toplanarak kendi birlikteliklerini tam anlamıyla sağlayamadıkları,
- Geri çekilme sonrasında BDP ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin boşatılan alanlarda halkı koruyacak sivil örgütlenmeler yapması, koruculardan bir zarar gelmesi halinde sert darbe indirileceği,

- Ayrıca çekilmeyle birlikte geride bir izleme kurulunun bırakılmış olması gerektiği, gerillanın boşalttığı alanlarda, köylülerin birbirini öldürmeye başladığı, karakollar ın, Hidroelektrik Santrallerin (HES) kurulmaya başlandığı, böyle devam etmesi halinde geri dönüşlerin başlayacağı, bu nedenle de gerilla sayısının hızla tırmandığı,
- Askeri olarak en güçlü dönemde olunduğu, PKK’nın tarihin iç ve dış olmak üzere en büyük savaş potansiyeline sahip olduğu,
- Gençliğin sürecin motor gücü olduğu,
- Geri çekilmeye karar verilmesine rağmen öz savunma haklarının baki kalacağı, ancak herhangi bir provokasyona da ortam sağlanmaması, diğer taraftan 
Hükümet kanadından yapılan; “Geri çekilmenin tek bir kişi kalmayana kadar sürecek” söyleminin saçma olduğu, istenirse gerillanın halkın içine bile karışacağı, 
gerillanın halkın tek güvencesi olduğu,
 - Örgütün kendisini tasfiye etmeyeceği, siyasi arenada temsil hakkı istediği,
- AKP ve PKK’nın anlaşamaması halinde ellerinin serbest olduğu, bu bağlamda İran’ın, Suriye’nin ve Rusya’nın örgüte destek verebileceği,
- Diplomasinin (diğer Kürt parti ve temsilcileriyle) ortak gerçekleştirilmesi gerektiği, örneğin Mesut Barzani’nin artık Türkiye’ye tek başına gitmeyebileceği,
- Yeni yerinin iyi olduğu ama 24 saatte her şeyin değişebileceği, Kürtlerde ilk defa bir önderliğin (kendisinin) çıktığı,”[1] şeklinde özetlenebilir.

KONGRA-GEL (PKK)’nın Demokratik (!) Söylemli Diktatör LideriAbdullah Öcalan’ın “çözüm süreci” adı altında başlatılan gelişmelere ilişkin söylemleri öznesinde, kendisini sürecin yönlendiricisi ve Kürtlerin tek lideri pozisyonunda gördüğü açıkça anlaşılmaktadır. Kürt halkının, hak ve özgürlüklerinin tek temsilcisi ve sağlayıcısı olduğu inancı, doğum gününün kutlanmasına ilişkin, “halkın doğum gününü kendisinin yeniden doğuşu olarak anlamlandırdıkları” söylemi, grup bilincini kendi kişisel kimliği üzerine inşa etmeye çalıştığı ve bu şekilde kendisinin sorgulanamaz ve vazgeçilemez bir şekilde algılanmasını amaçladığı açıkça görülmektedir. 

Bu noktada “Kürtlerde ilk defa bir önderliğin çıktığı” şeklindeki ifadesi ve KONGRA-GEL (PKK)’nın geri çekilmesi sonrasında İmralı’da kendisini yabancı heyetler, sivil toplum örgütleri, medya temsilcileri gibi kişi ve grupların ziyaret etmesini beklemesi de ‘tek adam ve kanaat önderi’ rolüne hazırlandığını göstermektedir.

Ayrıca  “İmralı’da ecelinin geldiği, nefesinin tutulduğu, bunların hesaba katılması gerektiği, stratejik önderliğin en az başbakan, cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı demek olduğu” şeklindeki söylemi de bir yandan kendisine bağlı olan kitleyi hareketlendirmede ve kendisinin biyolojik koşullarının ortaya çıkardığı rahatsızlıkları dahi siyasi ve ideolojik koz olarak kullanma çabasını gözler önüne sermektedir. Ayrıca anılanın kendisini sistem içerisinde cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı olarak konumlandırdığını da göstermektedir. Bu tarz hassasiyetleri belirli bir kitlenin toplumsal psikolojisini güdülemekte kullanarak sağlıklı bir sürecin nasıl yaratılabileceği önemli bir sorunsaldır.

AKP Hükümeti ile KONGRA-GEL (PKK) arasında kurulan bir diyalogun sağlıklı olmasının en önemli koşullarından birisi de tarafların niyetleridir. Bu noktada 
seçilmiş travmalarını içselleştirmiş bir grubun bireylerinin ait oldukları grupla özdeşleştirdikleri kimliklerinin, lider olarak gördükleri kişi tarafından 
ani iniş ve çıkışlarla yönlendirilmesi mümkündür. Bu durumu kendi psişik gerçeği ile kişiselleştiren bir kişinin niyeti, bu noktada sorgulanması gereken önemli 
hususlardan birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda “üzerime düşeni fazlasıyla yaptım, bundan sonrası halkın işi ve görevidir” ifadesi aslında bir 
mesaj niteliğinde olup süreç içerisinde olası olumsuz gelişmeler ve isteklerinin karşılanmaması halinde gerek duyulduğu zaman halkın inisiyatif kullanarak ‘halk 
ayaklanması’ yaratılabileceği hususunu da aba altından gösterdiği anlaşılmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın söylemlerinin örgüt cephesinden yansımaları da anılanın kendisine bağlı örgüt ve uzantılarını, kendi psişik gerçekliği üzerinden 
yönlendirdiğini açıkça gösterir mahiyettedir. Bu bağlamda 11 Temmuz 2013 tarihinde KONGRA-GEL (PKK) lider kadrosunda yer alan Murat Karayılan’ın yaptığı; 

“9. Kongra Gel Genel Kurulu’nda bu sürecin devam etmesi için  karar alındı. Bu süreci Önder Apo başlattı ama hala tecrit altındadır. Avukatları onunla 
görüşemiyor, kimse yanına gidemiyor. Daha da önemlisi şu anda ciddi sağlık sorunları var. Bağımsız ve uzman bir doktor ekibi İmralı’ya gitmeli ve Önder 
Apo’yu sağlık kontrolünden geçirmelidir. Diğer taraftan eğer bu süreç ilerleyecekse Önder Apo’nun koşulları iyileşmeli ve dışarıdan gelen heyetlerle görüşebilmeli. Dışarısıyla irtibatı olmalı. Diğer taraftan yardımcıları ve sekreterleri olmalıdır.”[2] şeklindeki açıklaması Abdullah Öcalan tarafından söylenenlerin bir hareket tarzı olarak belirlendiğini göstermektedir.

Bir barış ortamı sağlanması noktasında iki tarafın bir diyalog süreci başlatması demek birincil koşul olan niyetten sonra ikinci koşul olarak bu niyetin 
temellendirilmesi için bu amaç doğrultusunda karşılıklı adımlar atmaktır. 

Bu noktada da kendisini ancak silahlı olduğu zaman güvende hisseden ve 
silahlarından vazgeçmeyeceğini açıkça belirten bir örgütün henüz ilk koşulu dahi sağlayamadığı görülmektedir. Siyasi bir varlık olmayan ancak sistem içerisinde kendisini silah ve şiddet kullanımı yoluyla var etmeye çalışan bir terör örgütünün, devletin silahlı kuvvetlerinden silah bırakmasını, bir devletin sınırlarını korumak ve iç güvenliğini sağlamak gibi temel vazifelerden vazgeçmesini beklemesi de örgüt ve uzantılarının gerçekliğe dönük yaklaşımlarının ne kadar kısıtlı olduğunu gözler önüne sermektedir.  

Abdullah Öcalan’ın Rüyası

Abdullah Öcalan’ın sürece dair yaklaşımının boyutunu belirgin hale getiren diğer bir husus da ‘Akil İnsanlar’ adı altında kurulan heyete dair söylemleridir. 
Söz konusu heyetin olası tıkanmalarda devreye girmesi ve bir çeşit ikna aracı olarak kullanılması yönündeki beklentisi, aslında bireylerin ve grupların soru 
işaretlerinin cevaplanmaksızın, sürece ilişkin atılan her adımın halk tarafından sorgusuz sualsiz kabullenilmesi amacının taşındığını göstermektedir. 
Bu konuya ilişkin diğer bir husus da ‘Akil İnsanlar Heyeti’nin’ ziyaret ettikleri coğrafyaların, sosyolojik koşullarına ne kadar aşina olduklarıyla ilgilidir. 
Daha önceden belirlenmiş kişiler ile yapılan kısıtlı görüşmelerin, bölge coğrafyasının gerçekliğini tam anlamıyla nasıl yansıttığı önemli sorunsallardan birisidir.

Söz konusu hususların yanı sıra Abdullah Öcalan’ın sadece Kürtleri değil, örgüt ve uzantıları altında farklı kesimleri de bir araya toplamaya çalıştığı söylemlerinden anlaşılmaktadır. Tüm ulusal ve uluslar arası siyasi olayları çözümlediği algısına sahip olan Abdullah Öcalan’ın, kendisinin başlattığını belirttiği bu sürecin sol, Alevi, Ermeni gibi kesimlerin de önünü açacağı iddiası ve HDK gibi yapılanmalar vesilesiyle bu grupları da örgüt ve uzantılarının çatısı altında toplama çabası açıkça görülmektedir. “Kürdistan topraklarında yaşamak isteyenler özgürce yaşayacak lar” ifadesi, “çözüm süreci” adı altında yürütülen girişimin neticesinde, örgüt ve uzantılarının beklentilerinin kendilerinin sınırlarını belirledikleri belirli bir toprak parçasında kendi yönetimlerini kurma gayelerini açıkça gözler önüne sermektedir. 

Bu noktada da BDP’nin bir önceki yerel seçimlerde aldığı belediye sayısını, önümüzdeki yerel seçimlerde daha da arttırmak istemesi, “demokratik özerklik” 
adı altında ifade ettikleri stratejilerinin neyi amaçladığını açıklamaktadır.
“Çözüm süreci” çerçevesinde terörist unsurların geri çekilmesi beklenirken hâlihazırda örgüte özellikle genç kadroların katılmayı sürdürmesi, örgütün 
kırsal kadrosunu güçlendirmeye devam ettiğini göstermektedir. Bu durum da artış göstermeye devam eden kadroların “çözüm süreci” adı altında nasıl 
değerlendirileceği sorusunu ve bir taraftan sözde geri çekilmenin amaçlanmasıyla birlikte diğer taraftan kadrolara katılımların sürdürülmesi arasındaki çelişkiyi 
akıllara getirmektedir. Ayrıca Abdullah Öcalan’ın görüşmelerde örgüt mensuplarının geri çekilirken silahlarını muhafaza etmeleri gerektiği yönündeki 
yönlendirmesinin yanı sıra “BDP ve DTK’nın bu alanlarda halkı koruyacak sivil örgütlenmeler yapmaları, istenirse geri çekilme yapıldıktan sonra Türkiye 
sınırları içerisine silahlı unsurların yeniden sokulabileceği” şeklindeki ifadeleri sürecin ne yönde şekillenebileceğinin sinyallerini vermektedir.  

Abdullah Öcalan’ın iç siyasete ilişkin söylemlerinin yanı sıra dış siyasete ilişkin vurguları da dikkat çekicidir. Bu bağlamda özellikle Suriye’deki iç savaş 
neticesinde ortaya çıkan boşluğu KONGRA-GEL (PKK)’nın Suriye uzantısı olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile bölgede sözü geçen bir aktör haline getirme 
çabası, ifadelerine de açıkça yansımaktadır. Özellikle “oradaki (Suriye’deki) halkımız bana bağlıdır, bu noktaya gelinmesinde onlar da başat rol oynadılar” 
ifadesi, Suriye’de ortaya çıkacak olası bir idarenin lideri olmak istediğini göstermektedir. Bu ayrıca Mesut Barzani’nin Irak’ta sahip olduğu siyasi konum 
bağlamındaki gücüne karşılık Abdullah Öcalan’ın da Suriye’de hâlihazırdaki boşluk üzerinden bu tarz bir güç arzusu içerisinde olduğunun sinyallerini 
vermektedir. 

Bu durumu destekleyen diğer bir husus da Abdullah Öcalan’ın, Suriye/Haseki’nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Baas Rejimi’ne bırakılmaması yönündeki 
talimatıdır. 

Bu çerçevede “öz savunma oluşturarak Arap ve Süryanilerin de savunmasının yapılması” yönündeki talimatı, Türkiye sınırına en yakın bölgelerden birisi olan 
söz konusu bu alanda farklı etnik grupları da örgütün kontrolü altında toplayarak kendisini başat güç haline getirmeye çalışması olarak açıklanabilir. 
Ayrıca “Suriye’de siyasi merkezin oluşturulması, bunun meclis tarzında konumlandırılması ve Kamışlı’da bir tür devlet merkezi gibi üslenilmesi” 
şeklindeki ifade de bu durumu destekler mahiyettedir. Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın, Türkiye/Diyarbakır-Ankara, Irak/Erbil ve Avrupa’da konferanslar 
yapılmasını istemesinin yanı sıra Türkiye, Suriye, Irak ve Lübnan’da birlik kurulması suretiyle bir Ortadoğu Konferansı’nın düzenlenmesi çerçevesindeki 
yönlendirmeleri de dört parçada (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) kurmayı istedikleri Kürdistan’ın temelini hazırlar nitelikteki çabaların göstergesidir. 

Ayrıca Dicle-Fırat suyunun bu birliğin esasını oluşturması yönündeki stratejisinin de kurulması planlanan siyasi yönetimin varlığını sürdürebilmesi 
amacıyla doğal kaynak temini ve bu kaynağın olası komşu ülkelere karşı koz olarak kullanılması niyetlerini de akla getirmektedir.[3]

Sonuç

Sonuç olarak tüm bu hususlar ışığında Abdullah Öcalan’ın; “Gerilla Kürtlerin tek güvencesidir, gerilla kısmen içeride kalsa bile bu yanıltıcı olmasın, istesek 
gerilla halkın içinde bile saklanır, süreç başarısız olursa eliniz serbesttir, İran, Suriye ve Rusya’dan destek alınabilir” şeklindeki ifadeleri, örgüt ve uzantılarını yönlendiren Abdullah Öcalan’ın, süreci nasıl algıladığını ve sürecin nasıl bir yönde ilerleyeceğinin önemli göstergelerinden birisi olarak değerlendirilmektedir. Abdullah Öcalan’ın; “Özerklikten, federasyondan, bağımsızlıktan vazgeçmedim, Kürtlerin kendisini devlet içinde sivil toplum gibi örgütlemesi gerektiği” şeklindeki ifadesinin, BDP tarafından Mart 2014 yerel seçimleri nezdinde “öz yönetimle özgür kimliğe”[4] söylemi üzerinden pratikleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.  Farklı kimlikleri bir araya getiren ve birlikte yaşamanın esası olan devlet bütünlüğüne karşı etnisite, din, mezhep gibi olguların üzerine inşa edilen ve silahların gölgesiyle güvence altına alınan siyasetin, çatışmaları kaçınılmaz kılacağı aşikârdır. 

Bu bağlamda gerektiği zaman şiddeti kullanırız mantığını taşıyan bir grubun yürütmeye çalıştığı siyasetin, birlikte yaşayabilmenin önünde engel olabilecek en önemli hususlardan birisi olacağı değerlendirilmektedir. 

[1] http://www.bianet.org/konu/imrali-gorusmeleri
[2] http://www.aksam.com.tr/siyaset/karayilandan-ilk-aciklama/haber-224662
[3] http://www.ibp.gov.tr/pg/section-pg-ulke.cfm?id=7F86AC865C88
[4] http://www.bdp.org.tr/tr/

Bu yazı 5292 defa okundu. 

Uzman Hakkında
Merve Önenli Güven
Terörizm ve Terörizmle Mücadele

Uzmanın Diğer Yazıları
 
  10 Maddede Çözüm Süreci 
  KCK’nın Son Açıklaması Sonrasında Çözüm Sürecinin Neresindeyiz? 
  Üçüncü Senesinde Suriye İç Savaşı 
  Cumhurbaşkanlığı Seçiminden Açılıma Doğru 
  KDP-PKK-IŞİD Üçgeni 
  PKK-KDP Kıskacına Giren Türkiye 
  PKK’nın Eylemleri Ne Anlatıyor?  
  PKK'da Cemil Bayık Liderliği Dönemi 
  PKK Ne Yapmak İstiyor? 
  Seçim Sonuçları BDP Açısından Ne Anlatıyor? 
  30 Mart Yerel Seçimlerinden Sonra PKK’nın ve BDP’nin Hareket Tarzına İlişkin Senaryolar 
  Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları 
 

Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | 
Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | 
Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: 
Mahmut ÖZDEMİR
***

3 Mart 2015 Salı

10 MADDE DE ÇÖZÜM SÜRECİ


10 MADDE DE ÇÖZÜM SÜRECİ




21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü    
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
01 Mart 2015 Pazar
Merve Önenli Güven tarafından yazıldı.


AKP’nin, HDP ile gerçekleştirdiği görüşmelerde dile getirilen hususların açıklanmaması yönünde bir tutum sergilediği süreç içerisinde görülmüştür. Bunun en önemli nedenlerinden birisinin, AKP’nin seçim öncesi dönemde, çözüm süreci adı altında yapılan görüşmelerde konuşulan hususların, olası oy kayıplarına neden olması çekincesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Çünkü AKP’nin zıttı bir tavırla HDP, görüşülen konuların açıklanmasında bir sakınca görmediğini hem ifade etmiş hem de bu yönde çeşitli tavırlar sergilemiştir. 

Bu bağlamda, çözüm sürecinin müzakere aşamasında olmadığını belirterek gerçek vaziyetin betimleyicisi olan HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, çözüm sürecinin kendileri açısından ilerleyebilmesi için 10 madde üzerinde uzlaşılması gerektiğini açıklamıştır. Söz konusu maddelerin üstü kapalı ifadelerinden, çözüm süreci çerçevesindeki görüşmelerde hangi konular üzerinden uzlaşılmaya çalışıldığı anlaşılabilecektir. Bu maddeler ne tür talepler içermektedir?

Birinci madde, “demokratik siyasetin içeriği tartışılmalı” şeklinde ifade edilmiştir. Demokratik siyasetin içeriğinin tartışılmasıyla seçimlerde %10 barajının düşürülmesi talebi dile getirilmektedir.    

“Demokratik çözümün, ulusal ve yerel boyutlarının tartışılması” konulu maddeyle çözümün, daha önceden PKK tarafından tayin edilen belirli bir bölge içerisinde 
demokratik özerkliğin ilan edilmesi ile gerçekleşebileceği vurgusu bulunmaktadır. Ulusal ve yerel boyut, bu bağlamda özerkliği temsil etmektedir.  

30 Mart yerel seçimleri sonrasında Doğu Anadolu Bölgesi’nde ciddi sayıda belediyenin yönetiminin ele alınmasından sonra, HDP’li yetkililer tarafından 
yapılan, bölgedeki yerel kaynakların kullanımının kendi idarelerinde olan belediyelerin özerkliğine verilmesi talebi ile enerji kaynaklarından pay 
istemeleri, yerelden kastın ne olduğunu açıkça göstermektedir. Bu duruma diğer bir örnek de Diyarbakır Belediyesi’nin ödenmemiş elektrik borcuna itiraz 
amacıyla gösterdiği tepkiden anlaşılmaktadır. Söz konusu itirazda, devlete karşı gerçekleştirilmesi gereken yükümlülüklerinin kendileri için bir yükümlülük 
taşımadığı vurgusu bulunmaktadır. 

  “Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri, demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına ilişkin başlıklar, ile 
kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal güvenceleri, kimlik tanımı ve kavramına ilişkin eşit mekanizmaların geliştirilmesi, demokratik cumhuriyet, 
ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması, bütün bu demokratik hamleleri içselleştirmeye yarayan yeni anayasa” ibareli maddelerle anayasada 
talepleri doğrultusunda gerekli düzeltme ve eklemelerin yapılması yönünde bir talep bulunmaktadır. 

Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisinin kurumsallaşmasından kasıt, yerel yönetimler üzerinden elde edilebileceği vurgulanan demokrasinin, devletin 
merkeziliğinin kırılması ve yerel yönetimler veya eyalet şeklindeki bölümlenmeler üzerinden bu yönetim şeklinin kurumsallaşması ifade edilmektedir. 
Ayrıca, PKK’nın radikal Kürt milliyetçiliği üzerinden istediği gibi bir taban yaratamamış olmasından ve bu durumun niceliksel olarak kısıtlı kalmış olmasından hareketle başta sol kesimler olmak üzere farklı tüm kesimleri kendi çatısı altında toplayabilme gayesi de kadın, ekoloji, kültür vurgularıyla 
anlaşılmaktadır. 

“Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları” maddesinden kasıt, PKK’nın kırsal kadrolarından olası dönüşler karşısında, söz konusu kişi ve grupların topluma 
entegrasyonunun sağlanması noktasında gerekli düzenlemelerin ve yasal olarak örgüt mensubiyetlerinden dolayı söz konusu şahısların ceza almalarının önüne 
geçilmesi amaçlanmaktadır. 

Ayrıca bir dönem sıkça mezar keşifleri çerçevesinde devlet eliyle faili meçhul cinayetlere kurban gittiği iddia edilen ve edilecek kişiler için ulusal ve 
uluslar arası seviyede olayların hukuki boyutlarının tartışmaya açılması, ayrıca tazminatlar çerçevesinde konunun ekonomik anlamda da boyutlandırılmasının 
planlanlandığı anlaşılmaktadır.

“Çözüm sürecinin yol açacağı yeni güvenlik yapısı” ile PKK’nın silahlı mevcudiyetini koruyarak demokratik özerklik çerçevesinde kurulacak yerel 
yönetimin silahlı gücünün PKK olması planlanmaktadır. Bu bağlamda çözüm sürecinin başlamasıyla birlikte gündeme gelen, ancak PKK’nın silah bırakması 
gibi bir durumla sonuçlanmayan, silahlı mevcudiyetin devamlılığı, bu madde ile güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Hiç bir terör örgütünün lider kadrosu 
ve tabanı, kendi kimliklerinden önce grup kimliği altında, kendilerini özdeşleştirdikleri gruplarının ortadan kalkmasına gönüllü olmazlar. Bu nedenle 
de organik bir şekilde mevcudiyetlerini koruyarak yeni şartlara kendilerini uyumlu hale getirirler. Bu madde ile de PKK’nın, kırsal mekandaki silahlı 
varlığını şehirde meşrulaşmış bir şekilde sürdürme amacı ortaya çıkmaktadır. Söz konusu maddelerin içeriğinde ayrıca hasta ve tutuklu hükümlülerin durumu ile Öcalan’ın İmralı koşulları bağlamında tutukluluk şartlarının değiştirilmesi konuları da bulunmaktadır. İlk aşamada Öcalan’ın talebi olan İmralı için 
sekretaryanın kurulması ve sonrasında anılanın ev hapsi gibi tutukluluk şartlarının değişimi konuları, çözüm sürecinin söz konusu 10 maddesinin 
içerisinde yer alan hususlardandır. 

“Çözüm sürecinin yol açacağı yeni güvenlik yapısı” ile ilgili husus 10 madde içerisinde bulunmasına rağmen, 28.02.2015 tarihinde Abdullah Öcalan tarafından PKK’nın silah bırakması için bahar aylarında olağanüstü kongre toplaması yönündeki telkini, sorgulanır hale gelen çözüm sürecine, Haziran seçimleri öncesinde bir elektro şok vermek amacıyla yapılmaktadır. Abdullah Öcalan’ın talebi yine, yeni ve olumlu bir adım gibi ana akım medya tarafından gösterilmeye çalışılsa da özünde çok farklı niyetleri ve anlamları taşımaktadır.

Öncelikli olarak PKK, belirli dönemlerde yaptığı kongre ve konferanslarını zaten bahar aylarında yapmaktadır. Halihazırda, örgüt içerisinde çözüm sürecinin bir 
oyalama taktiği olduğu ve bundan dolayı gerek üst kadrolardan gerekse alt kadrolardan, bu bağlamda duyulan rahatsızlıklar hem süreç içerisinde örgütün 
yaptığı açıklamalara hem de alt kadroların eylemsel aktivitelerine net bir şekilde yansımaktadır. Bu nedenle, bahar aylarında örgütün olağanüstü kongre 
için toplanması, örgütün beklenen davranışlarından birisidir. 

Abdullah Öcalan bu çağrıyı, bahar aylarında olağanüstü kongre yapması muhtemel PKK üzerinde hala sorgusuz sualsiz etkisi olduğunu göstermek için yapmaktadır. 

Çünkü Abdullah Öcalan, çözüm süreci nedeniyle tabanı tarafından sorgulanır hale gelmiştir ve  örgüt içerisinde kendisine karşı ciddi anlamda oluşan karşıt 
grubun varlığına rağmen, kendisinin hala örgüt tarafından dinlenildiği izlenimini yaratabilmeyi amaçlamaktadır. 

Hükümet açısından ise örgütü belli bir davranışa kanalize edebilme kabiliyetinde görülen Abdullah Öcalan’ın ilerleyen süreçte tutukluluk şartlarında yapılacak 
olası değişiklikler için Abdullah Öcalan’ın bu çağrısının, kamuoyu nezdinde iyi niyet kanıtı olarak kullanılmasının planlandığı değerlendirilmektedir. 

Çözüm süreci, yol haritası adıyla ilk olarak Abdullah Öcalan tarafından talep edilen bir husustu. Bu çerçevede Abdullah Öcalan’ın silah bırakma ve silahlı 
kadronun Türkiye sınırları dışına çıkartılması yönündeki talebi daha önce de örgüt kadrolarına talimat olarak iletilmiş, ancak hasta, yaşlı ve psikolojik 
rahatsız kadroların aktif kadrolardan Kandil sahasına pasif konumlara gönderilmeleri dışında başka bir durumla neticelenmemişti. Abdullah Öcalan’ın 
şimdiki çağrısı da zaten söz konusu dönem içerisinde toplanması muhtemel kırsal kadrolarını, silah bırakma konusunda ikna ettiği veya bu durumun 
gerçekleşeceğinin garantisini veren bir durumun habercisi değildir. Ne kadar yine ana akım medya kanallarında sanki gerçekten bir silah bırakma durumu varmış yada olacakmış gibi yansıtılsada. 

Son söz olarak “analar ağlamıyor” klişesiyle örtülenmeye çalışılan gerçekler çerçevesinde, örgütün silahlı faaliyetlerinin durmadığı, çözüm süreci devam 
ederken süreç içersinde silahlı faaliyetlerine devam ettiği somut bir şekilde görülmüştür. Bu bağlamda, PKK’nın; adam kaçırma, rehin alma, yol kesme, 
şehirlerdeki kadrolarını eylemsel yönde birçok kez kamu düzenini bozacak şekilde örgütleme, infaz ve patlayıcı temini yönündeki faaliyetlerini sürdürdüğü 
unutulmamalıdır. Eğer hak arama yolu olarak herkes şiddet kullanmayı kendi gerekçeleri ile meşrulaştırarak bu yönde hareket ederse, kimsenin arayacak bir 
hakkı ve bunun için de haklı bir gerekçesi olamayacaktır. 


Merve Önenli Güven
Terörizm ve Terörizmle Mücadele

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/03/01/8100/10-maddede-cozum-sureci

Uzmanın Diğer Yazıları

  10 Maddede Çözüm Süreci 
  KCK’nın Son Açıklaması Sonrasında Çözüm Sürecinin Neresindeyiz? 
  Üçüncü Senesinde Suriye İç Savaşı 
  Cumhurbaşkanlığı Seçiminden Açılıma Doğru 
  KDP-PKK-IŞİD Üçgeni 
  PKK-KDP Kıskacına Giren Türkiye 
  PKK’nın Eylemleri Ne Anlatıyor?  
  PKK'da Cemil Bayık Liderliği Dönemi 
  PKK Ne Yapmak İstiyor? 
  Seçim Sonuçları BDP Açısından Ne Anlatıyor? 
  30 Mart Yerel Seçimlerinden Sonra PKK’nın ve BDP’nin Hareket Tarzına İlişkin Senaryolar 
  Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları 

Copyright © 2015. 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

  http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/03/01/8100/10-maddede-cozum-sureci

..