KÜRDİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÜRDİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KAPILAR KAPANIYOR MU?

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KAPILAR KAPANIYOR MU?




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
04.06.2014
Öyle anlaşılıyor ki, Öcalan ile bürokrasi olarak nitelenen MİT arasındaki görüşmelerin siyasi formata dönüşmesindeki geçiş aşamasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Gerçi AKP döneminde klasik bürokrasi-siyasetçi ayırımı da ortadan kalkmıştır. Zaman zaman bir bakan dahi bürokrat statüsünde görülürken, MİT müsteşarının siyasi yönü ağırlık kazanabilmektedir. O nedenle siyasi formata evrilme olurken, MİT'in devre dışı kalacağı da gerçekçi değildir. Çünkü, Fidan, Erdoğan'ın bakanlarından daha çok güvendiği birisidir. Erdoğan cumhurbaşkanı olursa başbakanlığı dahi konuşulan birisidir. Ayrıca Gülen hareketinin de bir numaralı hedefinden biri olmakla kalmamakta uluslararası bazı güçler tarafından da istenmemektedir. Fidan'ın süreç içindeki varlığı devam ettikçe müzakerelerde gizliliğin devam edeceği de anlaşılıyor. Aslında Öcalan da gizliliğe riayet ediyor. Her görüşme sonrasında görüşlerini yazılı olarak iletmesi bunun en önemli belirtisidir. KSH açısından özellikle görüşmeleri yapan milletvekillerin aceleci yaklaşımları, yayın organlarında henüz olgunlaşmamış konularda yorum yapmaları, bazı aşamlalara geçip geçmediği net olmayan konularda sanki anlaşma yapılmış gibi davranmaları hem başbakanı hem de Öcalan'ı zora sokmuştur.

Bu konuda Öcalan'ın yazılı açıklaması dışındaki açıklamaları dikkate almamak gerekiyor. Öcalan yazılı açıklmasında "umudumu koruyorum" demiştir. Bundan hükümetle siyasi görüşmelerin başladığı sonucunu çıkarmak yanıltıcıdır. Kaldı ki, müzakerelerin düzeyi ne olursa olsun yeni bir aşamaya geçiş için Erdoğan'ın nihai kararı vereceği de bir gerçektir. Durum böyle iken, erken açıklamaların kimseye faydası da yoktur. Norşin ve Ağrı'daki seçim zaferleri de sarhoşluk yaratmamalıdır. Her iki yerde zaten BDP kazanmıştı. Hakkın iadesinden başka bir anlamı yoktur. Tersine Ahlat ve Ceylanpınar'da gasp edilen belediyeler üzerinde durulmalıdır.
Çözüm süreci için kim ne yaparsa yapsın, son kararı verecek olan Erdoğan'dan başkası değildir. Nasıl ki, 2009'da Habur'da yaşanandan sonra "sil baştan" diyen başbakan idiyse daha sonraki aşamada süreci yeniden başlatan yine o olmuştur. Bu sürecin görünen yönüdür. Sürecin görünmeyen yönü ise Abdullah Öcalan'ın oynadığı roldür. Gerçekçi olmak gerekiyorsa birbirlerini en çok anlayan iki insan varsa bunlar, Öcalan ve Erdoğan'dan başkası değildir. Her ikisinin de liderlik özelliği, kendi örgütsel yapısının ötesinde halk içinde kendilerine bağlı geniş yığınların oluşudur. Hem karşıtlarında hem de kendi içinde her ikisinin tökezlemesini pusuda bekleyenler az değildir. Erdoğan'a karşı, öncelikle MİT'e yönelik ifadeye çağırma sonrasında yolsuzluk dosyaları gerekçesiyle kendisine en büyük operasyon hamlesi en yakınlarından geldi. Ancak, Erdoğan'ın çözüm sürecinden anladığı gerek araçsal gerekse amaçsal bakımdan Öcalan'ın çözüm sürecinden anladığından farklıdır. Erdoğan'ın anladığı, "sosyal eve dönüşün" sağlanmasıdır. Öcalan'ın anladığı ise "siyasal eve dönüş"tür.Çözüm sürecinin ilerleyebilmesi için bu iki görüşün birbirine yakınlaşıp sentezle sonuçlanmaması halinde daha büyük çatışmalara neden olabilir. Bu durumda Erdoğan ve Öcalan dışındaki aktörlerin rolü çok önemlidir. Gelişen süreç içinde Erdoğan'ın konuya siyasi yaklaşımında ilerlediği söylense de Öcalan açısından keskin siyasal söylemden esnemenin yeterince olmadığı söylenebilir. Bunun en önemli nedeni, Öcalan'ın koşulları, devlet baskısının devam etmesi, kendi siyasal güçleriyle irtibatındaki zaman ve mekan zorluklarından ileri gelmektedir. Öcalan'dan yeterince suyu olmayan bir havuzda yüzmesi, hızla gelen bir atı durdurmadan binmesi istenmektedir. İşin ilginç yanlarından birisi de bu isteğin KSH tarafından da onaylanmasıdır. KSH, "Öcalan irademiz" diyerek bir anlamda kolaycılığa sapmıştır. İradenizi devrettiğinizi söylediğiniz birinin önünün açılması için hiç bir şey yapmadığınız zaman o kişinin bir şey yapamayacağınızı bildiğiniz için eninde sonunda sizin iradeniz doğrultusuna gelmek zorunda geleceği de bilinmelidir.
Mutlak iktidar olmak isteyip de kendi gücüyle bunu yapamayacakların başvuracağı en önemli yol, mutlak iktidarını başkası üzerinden gerçekleştirmektir. Erdoğan'a göre, "Eve dönüş provake edilmiştir. Barış havası yok diyenler barış havasını ortadan kaldırmışlardır. Öcalan'ın BDP'li siyasetçiler dışındakilerle görüşmesi mümkün değildir. Böyle diyenler kendi kapılarını da kapatırlar" diyerek Habur sonrasında "sil baştan" ya da "tamamen silme" yoluna mı gidiyor? Erdoğan'ın açıklamasına bütün olarak bakıldığında bundan sürecin bittiği sonucunu çıkarmak doğru değildir. Erdoğan, rolünü aştığını düşündüğü HDP'li milletvekillerine ciddi bir eleştiri getirmiştir. İleriki dönemlerde Öcalan'la görüşmeye gidilecek milletvekillerinde bir değişiklik yapılacağı anlamında da yorumlanabilir. Kim ne derse desin AKP yine de Kürt sorununun çözümü konusunda gelmiş gitmiş hükümetler içinde en çok adım atan ve adım atmak isteyen bir hükümettir.

En azından temel politik eğilim olan Kürtlerin inkarına dair politikayı terk etmekle kalmadı PKK ve lideriyle görüşmelere başlayarak onu siyasal anlamda onaylamış oldu. Siyasal alandaki bu gelişmeler bir türlü hukuki alana yansımadı. Bunlardan birisi yasal düzenlemelerin yapılmayışı ise ikincisi yargının bu konudaki olumsuz tavrıdır. Özellikle yasaları geniş yorumlama yoluyla birey aleyhine oluşturulan "legal illegal Kürt Siyasi Hareketi(KSH) aynıdır, hepsi terör örgütüdür" anlayışı yargıda etkili oldu. KCK olarak adlandırılan operasyon süreci bu tür yorumların sonucunda oldu.
Yasa tasarısı eleştirilirken, yasanın başlığında yer alan "terörün sona erdirilmesi" ibaresi "terörle mücadele" ibaresini çağrıştıracak nitelikte olsa da tasarının genel gerekçesinde yer alan "şiddeti ve silahı aradan çıkaran, sözü, düşünceyi ve siyaseti devreye alma süreci" şeklindeki tanımlama çözüm süreci konusunda Öcalan'ın 21 Mart 2013 Newroz’unda mektubunda dile getirdiği "demokratik siyaset" söylemiyle ilk kez hükümet ile Öcalan arasında bir paralellik oluştuğunun işareti olarak görülebilir. Ancak bunun nihai hedefi PKK'nin silahsızlandırılmasıdır. Tam bu noktada yasa ile amaçlanan "eve dönüşün sosyal mi siyasal mı" olduğudur. Yasa tasarısında yer alan "silah bırakan örgüt mensuplarının eve dönüşü ve sosyal yaşama katılışını ve uyumlarını sağlamak" şeklindeki metin, bakış açısı genel gerekçeyle de çelişkilidir. Çünkü genel gerekçede yer alan şiddet ve silahın yerinin söz, düşünce ve siyasetin yer alması hususuna tasarıda yer verilmemiştir. Tasarının komisyon ve genel kurulunun gündemine getirilmesi halinde bu yönlerin mutlaka dile getirilmesi ve genel gerekçeye uygun olarak eve dönüşün sosyal/ekonomik boyutunun yanı sıra siyasal boyutunun ne olacağı da belirlenmeliydi. Cezaevinde bulunanlar, ceza almış olanlar, örgütün Avrupa ve Qandil'deki yöneticilerinin durumunun ne olacağının da somut olarak belirlenmesi gerekmektedir. Bu düzeyde görev alan kişilerin dönüşü mutlaka siyasi eve dönüş şeklinde olmalı ve bu konuda garantileri içermelidir. Örgütün bütünselliğini ve hiyerarşik yapısını göz önünde bulundurmayan, örgütün duvarından bazı tuğlaları çekmeyi esas alan bakış açısının çözüme katkı sunmayacağı geçmişin örnekleriyle ortadadır.
Demokratik özerklikte merkezi devlet başta genel güvenlik olmak üzere değişik alanlarında etkinliğini korumaya devam eder. Demokratik özerklikte olsa olsa polis faaliyetleri yerel yönetim tarafından yerine getirilebilir. KSH'inde Öz Savunma adı altında bir tartışma var ise de bu konuda bir netlik de yoktur. Dar kapsamlı temeli bölge meclisi olan yasa çıkarmaktan çok mevcut yasalar kapsamında karar alabilen bölge meclislerinden söz ediliyor. Bu açıdan KSH'nin karakollara karşı çıkışı aşırı bir tepkidir. Çünkü siz, devleti tüm kurumlarıyla Kürdistan'dan çıkarmayı hedeflememişsiniz. Onu bir çok alanda kabul etmişsiniz. Aksini de düşündüğümüzde devleti Kürdistan'da etkili kılan sadece devletin askeri ve polisiye gücü değildir. Devletle birlikte hareket eden korucular ve rahatlıkla kitlesel siyaset yapabilen Türk partilerinin etkinliği üzerinde de düşünülmesi gerekiyor. Irak Kürdistan'ında da rejimin sarsılmaz karakolları vardı. Onların çoğu da Kürtlere karşı yapılmıştı. Günümüzde Irak Kürdistan'ı Saddam'ları ülkesinden attıkça o karakollar peşmergenin eline geçti. Politik mücadeleyi bir bütünsellik içinde yürütürseniz sömürücü güçlerin karakolları, kalekolları kendiliğinden etkisiz hale gelecektir.
Çünkü o kalekolların ardındaki zihniyeti kırmanız gerekmektedir. ***

MİT Yasası "Gizli Polisliğin" Yasasıdır

MİT Yasası "Gizli Polisliğin" Yasasıdır




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 12.04.2014 AKP’de, Devlet ve toplumu yönetme anlayış ve zihniyetindeki otoriterliğin izleri çeşitli uygulama ve yasal düzenlemelerde kendisini göstermektedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın “önder-şefliğine” dayalı yasama, yürütme ve yargı ile dördüncü güç olan basını tek elde toplama gayretinin çokça örnekleri vardır. Bunlardan en önemlisi MİT yasa teklifidir. Bu yasa teklifi ile oluşturulmak istenen klasik bir istihbarat yönetimi değildir. Bu yasa ile “önder-şefliği” güvence altına alacak “gizli polis” sistemi kurulmaktadır. “Gizli polis” örgütünün amaçlandığı maddelerle doludur. Her şeyden önce “devletin temel idari yapısında” köklü değişiklikleri ön gören bu yasa teklifinin Bakanlar Kurulu tarafından “Kanun Tasarısı” olarak değil de, “Kanun Teklifi” olarak TBMM’ye sunulmasında dahi Anayasanın ihlal edildiği de göz ardı edilmemelidir. Yürürlükte olan MİT yasasında MİT’in görev ve yetkileri açıkça belirtilmiştir. MİT yasa teklifi ile MİT’in görev alanı belirsiz hale getirilmektedir. Görevini yasadan değil de “Bakanlar Kurulunca verilen her türlü görevi yerine getirmek” denilerek MİT, görevi başbakan tarafından belirlenen sıradan bir “gizli polis” örgütüne dönüştürülmektedir. MİT mensuplarının soruşturma izninin “başbakanının iznine tabi olduğu” hususu ile birlikte değerlendirildiğinde asıl korunmak istenenin “başbakan” olduğu açıkça görülmektedir. Bu düzenleme, Anayasanın 128.maddesinde belirtilen kamu görevlileriyle ilgili temel ilkelere aykırıdır.
Sonuç olarak, AKP, “önder-şef” esasına göre işleyecek tek elden yönetilen “gizli polisini” kurarak anayasa ve demokratik ilkelere aykırı fiili bir yönetim modeli oluşturmak için MİT yasasındaki düzenlemeleri hayata geçirmek istemektedir. Öteden beri, otoriter sistemin örneklerinin bolca görüldüğü AKP bu yasa ile iktidarlarını korumak amacıyla birey ve topluluklar üzerinde her şeyi bilme, bilme tehdidi oluşturma, gizli veya açık bilgi toplama, sürekli gözetleme yapmak yöntemlerini kullanmak istemektedir. Bunun adı ister MİT, ister MİKK olsun bu apaçık “gizli polis devleti” uygulamasıdır.[1] Oluşturulacak bu oluşumda “gizli polisin” temel görünümleri olan operasyonel görevler, soruşturmalar, belge ve bilgi toplama, arşivlerden yararlanma, sorgulama, gözetleme, yargı kurumlarından bilgi toplama, infaz alanlarıyla ilgili yetkiler, yargısal denetimden olma, giderek siyasal iktidarın en yüksek düzeylerine bile erişme olanağını veren yetkilerle birlikte ele alındığında bu oluşumun “paralel niteliği” dikkate alındığında bu düzenlemeyi yapanları dahi tuzağın içine çekecek niteliktedir. Ne olursa olsun, AKP’nin MİT yasa teklifi ile gerçek niyeti ortaya çıkmıştır. Devlete yerleşmenin imkanlarını kullanarak bunun fiili alt yapısını oluşturmuştur. Yapılmak istenen fiili duruma yasal kılıf uydurmaktır. Bundan amaçlanan da çeşitli toplumsal muhalefet organları arasında güvensizlik ortamı yaratmak ve örgütlü muhalefeti önlemektir. Giderek, ücretli/ücretsiz “muhbirlerden” oluşan bir ağ yaratmaktır.
Yasa ile “Başbakanın başkanlığında Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK)” kurularak başbakan doğrudan doğruya kurulmak istenen “gizli polis” örgütünün başı haline getirilmektedir. Yapılacak bu düzenleme ile amaçlanan “devlet istihbaratının” başbakanının başkanlığında “tek elden” MİT’e yani başbakana bağlanmasıdır. MİKK’in sekretarya hizmetleri MİT Müsteşarlığı tarafından yürütülüyor olması bunun açık kanıtıdır. Milli Güvenlik Kurulu(MGK) gibi bir kurulun kararları “tavsiye” niteliğinde olduğu halde MİKK’in kararlarının “bağlayıcı karar” olduğu konusundaki düzenleme ile MİKK adeta MGK üstü bir kurul haline getirilmektedir. Bu kurulun yasallaşması halinde yasama, yürütme ve yargının kalbi bu kurulda atacaktır. Bu da Türkiye’yi faşistleşme sürecine götürecek gerçek anlamda bir paralel devlet yapılanması demektir. Yasa teklifi ile MİT, görevlerini yerine getirirken “süper” yetkilerle donatılmaktadır. Buna göre MİT, “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzelkişiler ve tüzelkişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilir ve bunlarla irtibat kurabilir. Bu kapsamda talepte bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle talebin yerine getirilmesinden kaçınamazlar.” Bu düzenlemenin kapsamı çok geniştir. Merkezi idare bir tarafa, belediyeler, özel ve devlet üniversiteleri, özel okullar, kurslar, bankalar, sosyal güvenlik kurumları, dernekler, vakıflar, gerçek veya tüzel ticari kişilerin tamamı MİT’e bağlanıyor. Bunun gereklerini yerine getirmeyenlere hapis cezaları öngörülüyor. Bu düzenlemenin ucu o kadar açık ki, MİT, siyasi partilerden dahi bilgi ve belge alma yetkisine kavuşuyor. Böyle bir anlayışın yasa teklifi haline gelişi, AKP’nin toplumu yönetme anlayışını ele veriyor. Özellikle MİT’in Ulusal Yargı Projesine(UYAP) erişim imkanı ve cezaların infazı sırasında ceza evleri ile ilişkisi de dikkate alındığında MİT’in yargı sürecinin her aşamasında yer alışı da “klasik” bir otoriter rejimde dahi olmayan yetkilerle donatılmak istendiğinin en önemli kanıtıdır. Başta toplumsal muhalefet olmak üzere, AKP dışındaki mecliste olsun olmasın tüm siyasi partilerin bir araya gelip bu yasanın çıkmaması için her şeyi yapması gerekir. AKP’nin bu yasa teklifine yedirmeye çalıştığı “çözüm sürecine yönelik yasal güvence” aldatmacası konusunda BDP/HDP’nin dikkat etmesi gerekir. BDP/HDP, daha önce yasa teklifi olarak TBMM’ne sundukları “Toplumsal barış müzakere yasası” üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bu kadar önemli bir yasanın MİT yasasına kurban edilmesine seyirci kalmamalıdır. ***

ÖCALAN'IN NEWROZ MEKTUBU ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

ÖCALAN'IN NEWROZ MEKTUBU ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME






Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
22.03.2014
Öcalan’ın mektubunun ağırlık noktası tıpkı 2013 Newroz’unda olduğu gibi barış ve demokratik siyaset vurgusuydu. Mesajın ideolojik vurgusu ise “Türkiye’yi asırların dayanışma ruhu ile bir olmak” çağrısıydı. Daha genel ve kapsayıcı bir bakış açısı hakimdi. Ancak bunun ne şekilde, hangi aktörler tarafından içinin doldurulması noktasında soyut kalışı, belirsizliğe neden olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her şeyden önce kim olursa olsun böyle bir çağrıyı yapanın kendisini taraflar üstü/dışı şeklinde gösterme anlayışının ne kendi tarafına ne de karşı tarafa yararının olmayacağının bilinmesi gerekiyor. Asıl vurgulanması gereken husus, bir tarafı temsil gücüne sahip olan birinin ön açıcı olmasından çok önünün açılması sorunudur. Bu sorun başlı başına yerinde duruyor. Halkın beklentisi de bu yöndeydi. Newroz alanında toplanan Kürtler, sadece mektubun okunması için gelmediler. Evet, geçen süre içinde eller karşılıklı olarak tetikten çekildi. Ancak, tehdit her yönüyle devam ediyor. Müzakere aşamasının en önemli koşulu olan “güven” henüz tesis edilmiş değildir. Güven için, her iki tarafın siyasi liderliklerinin kararlı siyasi duruşuyla birlikte hukukun ve pratik mekanizmaların hayata geçmesi zorunludur. Geçen süre içinde her iki tarafın çözümden ne anladığı konusunda birbirinden farklı anlayışlarda ortak bir noktaya gelinmedi. Kürt tarafı, kendisinin tasfiye edileceği, Türk tarafı ise “bölüneceği” anlayışından kendisini kurtaramadı. Özellikle, Türkiye tarafı bir yandan “Kürtlerle barışı(?)” sağlamaya çalışırken, ülkenin geneli açısından içine girdiği “otoriterleşme” belirtileri Kürt toplumunun Türk toplumuyla, Türk toplumunun da Kürt toplumuyla demokratik ilişki yollarını sınırlama işlevi taşıdı. Gezi’de bunun sıkıntıları görüldü. Devlet, Gezi’deki demokratik duruşu görmek yerine onu kendisine yönelik bir darbe anlayışı şeklinde değerlendirdi. Böylece Türkiye’nin batısında oluşan “demokratik enerjinin” Türkiye’nin doğusunda zaten var olan “demokratik enerjinin” sinerjiye dönüşmesi engellenmiş oldu. Bana göre en büyük kayıp da burada yaşandı. Kendisini hukuk dışı ve hukuk üstü ilan eden anlayışın, bir gün 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu karşısındaki körlüğü bu anlayıştan ileri geliyor. Asıl sorgulanması gereken husus budur. AKP hükümeti kendisini hukuka bağlı saysaydı ne Gezi olayları ne de 17 Aralık operasyonu olacaktı. Bu gün, çözümsüzlüğün nedenini Gezi ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarında arayan anlayışın yarın öbür gün bunu Kürtlerin üzerine yüklerse şaşırmamak gerekiyor.
Kürt Siyasal Hareketi(KSH) ve devrimci sosyalist hareketler daha çok “Türkiye halkları” ibaresini kullandıkları halde, Öcalan mektubunda “Sevgili Türkiye Halkı” ibaresini kullanması “birlik ve dayanışma ruhunu” vurgulamayı amaçlasa da bunun sosyolojik gerçekliğe ne kadar uygun olduğu da tartışmaya muhtaçtır. “Türkiye halkı” diye bir topluluk dediğiniz zaman, farklılıkları görmezlikten gelme anlayışına kapılabilirsiniz. Geçmişten beri, “Türkiye halkları” “Halklara özgürlük” söylemleri hep devleti korkutmuştur. Ne yazık ki, özgürlüklere müdahalenin boyutu o kadar büyümüş ki, “kavramlarla oynamak” bile sıradanlaşmıştır.
Bu nedenle Öcalan’ın mektubunda dile getirdiği “Tarih bize göstermiştir ki eğer kararlı bir barış önderliği sergilenmezse tarihsel sorunlar bildiğini okur ve genellikle çok kayıplı dönüşümlerle cevaplarını üretirler.” Önermesine samimiyetle herkesin sarılması lazımdır.
Öcalan, şu ana kadar yürütülen süreci “diyalog süreci” olarak değerlendirmiştir. Konu, Öcalan/Devlet heyeti ile sınırlanacak olursa buna diyalog denilebilir ancak konunun BDP-İmralı, BDP-Hükümet, BDP/Qandil-Hewler boyutları göz önünde bulundurulduğunda bunun diyalogdan öte anlamlara sahip olduğu görülmektedir. Asıl, sürecin kalbi burada atıyor. Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus, BDP’nin Öcalan’la birlikte oynadığı roldür. BDP, sorunlardan etkilenen bir nesne olmaktan çıkmış, sorunlara etki eden bir özneye dönüşmüştür.

Hükümetin ağırdan alma, tek taraflı yürütme, yasal temelden kaçınma ve uzatma tutumuna rağmen barış arayışındaki kararlılık varsa bu sağlayan BDP ile Öcalan arasında oluşan birbirini anlama/tamamlama anlayışıdır. Bana göre Kürt demokratik siyasetinin en önemli kazancı da budur. BDP, kendi içinde de bunun mücadelesini vermiştir. Sonuçta demokratik-sivil siyaset anlayışı ağırlık kazanmıştır. Bu kazanç, devlet ile KCK’nin yeniden çatışma haline gelmemesi için elinden geleni yapmıştır. Yasal düzenleme yokken, bunu yapabildiyse yasal düzenleme ile birlikte daha iyi yapılabileceği kendisini göstermiştir. Yasal güvence ve çerçeve sadece Kürt tarafının da ihtiyacı değildir. Yasal çerçeve, başbakan dahil devlet tarafı için de gereklidir. Öcalan’ın “müzakere sistematiği için yasal çerçeve kaçınılmaz olmuştur.” Demesinin anlamı budur. Önümüzdeki yerel seçimlerde bunun siyasal sonuçları daha fazla açığa çıkacaktır. KSH, elinde bulundurduğu belediyeleri artırmakla kalmayacak, demokratik siyasetin alanını daha da genişletecektir.
Öcalan’ın mektubunda geçen “birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğimiz sorusu” Türkiye siyasal tarihinin en önemli sorusudur. Geçmiş tarihsel süreç göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’de darbeler sürekli olmuştur. Darbeler karşısında “demokratik bir direnişin” olmadığı da siyasal bir gerçekliktir. Darbelerle mücadele ettiğini söyleyen AKP’nin kendi içinde yaşadığı sarsıntı karşısında yeniden “darbecilere” gülücükler atmaya başlaması darbeci anlayışın halen canlı olduğunun en önemli göstergesidir. Ayrıca gerek Gezi’ye gerekse 17 Aralık Operasyonlarının –hükümetin söylemiyle- darbe demenin bir anlamı yoktur. Burada üzerinde durulması gereken darbelerin gerisindeki anlayış/zihniyet/ideolojidir. Yüz yılların birikimini içinde taşıyan bu anlayışın “darbe” adı altında sürekli olarak toplumu kayba mahkum etmesinin izleri görünmeyecek düzeyde derinlerdedir. Bunu oluşturan devletin baskı aygıtları olan ordu, polis, yargı organları ve idari bürokrasinin organik yapısı, ideolojik yapısıyla birlikte varlığını sürdürüyor. Gezi ve 17 Aralık’ı “darbe” olarak gösterip, asıl darbenin nasıl olacağını size gösterecekler pusuda her zaman hazırlar. Çünkü, bu anlayışı ortadan kaldıracak “devletin demokratik dönüşümü” konusunda bir şey yapılmadı. Yapılan “doldur-boşalt/yerini al” anlayışı olunca başka bir sonuç da beklenmezdi. Asıl olarak Öcalan’ın üzerinde durduğu nokta da burasıdır. Öcalan, “Ya son 200 yıllık kapitalist moderniteye dayalı komplocu-darbeci rejim kendini yeniden restore ederek sürdürecektir ya da tarihsel rotasına oturtulmuş Türk-Kürt ilişkileri en kapsamlı demokratik reformlardan geçerek demokratik anayasal bir rejimle komplocu-darbeci mekanizmaları parçalayarak çözümlenecektir. Bütün ara yollar ve geçici biçimler artık miyadını doldurmuştur.” Diyerek bunu ifade etmiştir. Bunu gerçekleştirecek bir anlayış var mı yok mu asıl üzerinde durulması gereken budur. Öcalan’ın “darbe” karşıtı söylemini “17 Aralık’ı darbe olarak” görmeye indirgemek de yanlıştır. Öcalan bunu demekle, iki yüz yıllık bir darbecilik anlayışını ifade etmek istemiştir. Çünkü, çözüm gücünü kaybeden hükümetlerin darbe ile devrileceğini bilmektedir. Geride kalan barış süreci nasıl adlandırılırsa adlandırılsın geriye dönüşün her iki tarafı da yıkıma götüreceği ortaya çıkmıştır. Öcalan, “Oslo'dan Paris'e, Gever'den Lice'ye, KCK operasyonlarından hasta tutsaklarımıza dönük zalim tutuma varana değin birçok saldırıya maruz kaldığını” diyerek barış karşısındaki kirli oyunlara dikkat çekmiş, bu oyunları bozduklarını söylemiştir. Bu açıdan Öcalan’ın, “Biz direnirken korkmadık, barışırken de korkmayacağız.” Deyişinden herkesin ders çıkarması gerekmektedir. “Barışımız da hükümetler ya da devletler için değil, bu toprakların binlerce yıllık kadim değerlerini özümseyen, dünya kültürel mirasının eşsiz hazırlayıcısı olan Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya halkları içindir. Hükümet ve devlet bu gerçekliğe uygun bir ciddiyet geliştirmekle yükümlü” olduğunu söyleyerek herkesi sorumlu bir dil ve uslup kullanmaya davet etmiştir.
AKP’nin en önemli özelliği, yasal veya anayasal düzenlemeler yaparken, toplumu bir beklenti içinde bırakarak ya da toplum lehine olabilecek bazı düzenlemeleri de yasal düzenlemeler içine serpiştirerek kamuoyunu kendi lehine çevirmede gösterdiği başarıdır. 2010 Anayasa değişikliğinin temel amacı “Yargıyı kendisine uygun dizayn” etmekti. Değişikliğe, “özgürlükler” yönünden bazı kırıntılar ile “12 Eylül Darbesinin ürünü olan geçici 15. maddenin kaldırılması”, Anayasa Mahkemesine “bireysel başvuru” yolunu getirerek hem kendi gerçek amacını toplumdan gizleme hem de düzenlemeye karşı oluşacak tepkileri azaltmayı amaçlamıştır. Buna benzer düzenlemeler, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına dair kanunda da yapıldı. MİT yasa teklifinde buna benzer “olumlu(?)” düzenlemeler olmamakla birlikte yasanın mecliste görüşülmesi sırasında “çözüm sürecinde yer alanlara yasal düzenleme” adı altında bazı düzenlemelerle bu yasa sanki çözüm sürecini devam ettirme iradesi gösteren bir yasa imiş gibi bir görüntü verilmeye çalışılmaktadır. Diğer yasal düzenlemelerde olduğu gibi AKP’nin bunu da “toplumsal algı” yönetiminin bir parçası olduğu görülmektedir. AKP’nin gerçekten “çözüm sürecinin yasal güvenceye alınması” konusunda bir anlayışı olmuş olsaydı;bunu MİT yasası içinde değil de başka bir yasa ile yapması gerekirdi. Çünkü istihbarat denilince “gizlilik” akla gelir. Hele hele MİT görevlilerine “kişisel dokunulmazlıktan” öte “kurumsal dokunulmazlık” veren düzenlemeleri ile birlikte ele alındığında “çözüm sürecine” dair düzenlemelerin bu yasa da yerinin olmaması gerekir. Hükümet, “çözüm sürecine” dair düzenlemeleri bu yasanın metnine ekleyerek, çözüm sürecine siyasal bir anlam yüklemekten de kaçınmaktadır. Çözüm sürecini, idari mercilere bırakan bir anlayışın sürdürüldüğünün çokça örnekleri vardır.

Bu yılki Newroz’u önceki yıllardan farklı kılan yönü KCK eş başkanı Cemil Bayık’ın görüntülü mesajıydı. Bazı noktalarda Öcalan’ın mektubundan farklı vurgular olsa da her iki konuşma birbirini tamamlayacak nitelikteydi. Cemil Bayık’ın konuşmasında AKP’ye yönelik eleştirilerin dozajı Öcalan’ın mektubuna göre daha ağır olsa da her ikisi de mevcut hükümete çağrı yapmış olmalarıdır. Hatta Cemil Bayık, “Biz de dahil, Türkiye halkları ve demokratik güçler buna yeterli sahip çıkmadılar. Eğer biz, halklar ve demokratik güçler vazifelerini yerine getirseydi, bu süreç gelişirdi, Türkiye demokratikleşebilir ve Kürt sorunu çözülebilirdi.” Diyerek öz eleştiride bulunmuştur. Cemil Bayık görüntülü mesajıyla, Öcalan’ın arkasında olduklarını vurgulamıştır. Böylece “Qandil ile İmralı arasında farklılık/çelişki vardır.” Söylemlerine gerekli cevabı da vermiştir. 2014 Newroz’undan çıkan mesajın amacına ulaşması için ne yazık ki, geçen yıl ki siyasal ortamın koşulları bu yıl görülmüyor. Dışarıda Türkiye’nin Ortadoğu politikasının çökmesi, kendi partisi içinde yaşadığı sorunlar başbakanı oldukça güçten düşürmüş durumdadır. Geçmişte varsaydığı gücünü, kendi gücünü konsolide etmede kullanan birinin bu haliyle mevcut gücünü kendisini korumak için kullanacağını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu nedenle, fazla iyimserliğin çözüme yarar getirmeyeceği bilinmelidir. Siyasette iyi niyet, güven gibi değerlerin tarafların gücü çerçevesinde değerlendirilmesi de reel politiğin de bir gereğidir. Ne olursa olsun bu yılki, Newroz’u önemli kılan bir husus da yerel seçimler öncesine denk gelmiş olmasıdır. Kürtlerin ulusal birliğine bir adım daha yaklaşmak anlamına gelen bu Newroz’un yarattığı sıcaklığın etkisi sandığa mutlaka yansıyacak tır. Bu da örgütlemesi, ifadesi ve direnişiyle onlara her alanda özgürlüğün kapısını açacaktır. Zindanlar boşalacak, dağlar çiçek açacaktır.
O zaman da “Newroz” özgürlük karnavalına dönüşecektir. ***

TEK TARAFLI PAKETLER ÇÖZÜM SÜRECİNİ ZORLUYOR

TEK TARAFLI PAKETLER ÇÖZÜM SÜRECİNİ ZORLUYOR


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 09.02.2014 21 BDP/HDP Heyeti Öcalan'la Şubat ayı görüşmesini yaptı. Bu görüşmeden çıkan sonuç daha önceki görüşmelerden farklıydı. Bu görüşmeyi farklı kılan görüşme öncesinde Türkiye'de oluşan siyasi tartışmalarla doğrudan doğruya bağlantılı olmasıdır. Bunlardan birincisi Aydınlık ve İşçi Partisi üzerinden Öcalan'ın montajlı olduğu açık olan videoların yayına verilmiş olması, ikincisi hükümetin yolsuzluk operasyonları nedeniyle yaşadığı sıkıntılardır. Dikkat edilirse gerek cemaatin gerekse İş Partisinin dayandıkları argümanlar yeni değildi. Yolsuzluk desen hep vardı.(Deniz feneri,TOKİ,Kayseri,Şaban Dişli) İşçi Partisinin yaydığı videolar da yeni değildir. Bu ikisi birlikte ele alındığında hedefin Öcalan'ın dediği gibi çözüm sürecidir. Burada önemi olan husus çözüm sürecini neredeyse tek taraflı olarak Kürt tarafının üzerine bırakılmış olmasıdır. Hükümetin de tek taraflı yaklaşarak Kürt tarafını ve Öcalan'ı yalnız bırakmasıdır. Daha yolsuzluk dosyaları ortada yokken Öcalan'ın müzakerenin yeni formatta evrilmesi konusunda bir şey yapılmadı. Bu zaman kaybıydı. Dosyaların olmadığı dönemde bunu yapmak kolaydı. Kim ne derse desin hükümet büyük darbe yemekle kalmamış, yönetemez duruma gelmiştir. Sorunların çözümünü toplum ve kamunun çıkarına göre değil de kendisini kurtarma bakış açısıyla yapıyor. İnternet, HSYK,ÖYM'lerin kaldırılmasında yaptığı başka bir şey değildir. AKP'ye çağrı yapılırken AKP'nin enkaz durumu göz önünde bulundurulmalıdır. Kürt tarafı açısından bakıldığında Çözüm sürecindeki tavırlarıı nedeniyle Kürt tarafına yapılan karalamaların İşçi Partisiyle sınırlı olmadığı TKP'den ÖDP'ye kadar değişik kesimlerin de bu kampanyada yer aldıklarını da bilmek gerekiyor. Özellikle HDP'yi işlevsizleştirmek için bu kesimlerin çabaları biliyor. Bir avuç da olsa bazı sosyalistlerin Kürt hareketiyle birlikte hareket etmeleri "Kürtlerin kuyruğuna takılmak" olarak adlandırılıp itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Gezi'nin sembol ismi Sırrı Süreyya Önder sırf çözüm süreci heyetinde yer alıyor diye onun yerine CHP'nin adayı destekleniyor. Gezi direnişine gelene kadar hiçbir desteği olmayan CHP'nin bu süreçte ortaya çıkıp bunu sahiplenmesi 1960 ve 1970'li yıllarda gelişen sol/sosyalist gelişmelerin o dönemki CHP'ye yönelmesine benzer bir durumla karşı karşıyayız. CHP ile mücadele de Kürt siyasal hareketinin omuzlarrındadır. Çözüm sürecinin temel aktörlerinden biri eski statükonun sahipleri tarafından; diğer aktörü de yeni statüko sahipleri tarafından işlevsizleştirilmek / itibarsızlaştırılmak istenilmektedir. Eski/yeni statüko savaşında eski statükonun etkisi kalmamış olsa da vuruşların çözüm sürecinin aktörleri olması ironik bir şekilde eski ile yeniyi ortak noktaya yaklaştırmış gibi görünüyor. AKP hükümeti Öcalan'a yönelik bu karalama kampanyası karşısında sessiz kalmıştır. Bu görüşmeden çıkan en önemli sonuç Öcalan'ın bu karalama kampanyasına karşı kararlı bir duruş sergilemiş olmasıdır. En önemlisi KCK'nin aynı gün benzer açıklamada bulunuşudur. Sakine Cansız ve arkadaşlarının katliamındaki MİT/AKP izinin ortaya çıkışı zaten güven ilişkisini aşındırmıştı. Başbakanın kendisine yönelik yönelimleri boşa çıkarmak için çaba harcarken Öcalan'a yönelik yönelimlere adeta çanak tutması son görüşmeden sonra yapılan açıklamayı daha fazla önemli kılıyor. Öcalan açıklamasında hükümeti sert bir şekilde uyarıyor. Paketlerin tek taraflı yapılmasının demokratikleşme olmayıp provakatörlük olduğunu söylemiştir. Hükümetin meselenin(Kürt sorununun çözümü) ciddiyetinden uzaklaşıp savrulmakta olduğunu belirtmiştir. Bu eleştiriler bir yılı aşkın süreden beri hükümete yönelik en ağır eleştirilerdir. Bunlar eleştiriden öte tespitlerdir. Bunlara katılmamak mümkün değildir. Bir yandan seçimler öte yandan devlette yönetememe krizi hükümeti daha fazla savurabilir. Bundan sonraki süreçte İmralı'ya yeni heyetler(gazeteciler, akil insanlar) gitse bile bunların süreci devam ettirme güçleri de sınırlıdır. Türkiye'de yaşanan üçlü iktidar çekişmesinden basın da akil insanlar da nasibini almıştır. Buna rağmen Öcalan "acil müzakere heyetleri ve demokratik sözleşme hukuku" önerisini getirmiş olması sürecin devamı için son çıkış kapısı olarak görülebilir. Devletin tüm erklerini elinde tutan Erdoğan'ın bu erkini başkalarıyla paylaşmasına niyeti yok gibi. İmralı'ya gidecek gazeteci veya akil insan heyetlerini kendisinin belirleyeceği iradesi her yerde konuşuluyor. Öcalan'ın sözünü ettiği "müzakere heyetleri" ile hükümetin sözünü dahi etmediği heyetlerden aynı anlam çıkmıyor. Konunun müzakere aşamasına gelip gelmeyeceği de şüpheli. Öcalan, şimdiye kadar müzakere yolunu açık tuttuysa bunun en önemli nedeni Demokratikleşen bir Türkiye'nin Kürt sorunu dahil diğer sorunlarını hal edeceğine dair inancıydı. 20 yılı aşkın süreden beri bunu hep dile getirdi. Kürt/Türk birlikteliğini ayakta tutan en önemli faktör de Öcalan'dan başka biri değildir. Türkiye'de olası Türk/Kürt çatışmasının önünde de en önemli engeldir. Ortadoğu'da çoktan kaybetmiş Türkiye'nin bundan sonraki kayıpları daha da büyük olabilir. Montajlı videoların satır aralarında dahi Öcalan Türkiye'yi oynanan oyun konusunda uyardığı görülmektedir. Türkiye, Ortadoğu ve Dünya politikaları açısından 1999'dan daha iyi durumda değildir.
O dönem konjonktür Türkiye'nin lehineydi. Rusya/ABD/Suriye/Yunanistan/İsrail Öcalan'ın teslimi konusunda Türkiye ile aynı düşüncedeydi. Hatta Talabani ve Barzani de aynı saftaydı. Şimdi her şey farklı. Irak Kürdistan'ı ve Rojava Kantonları var. Siyasallığın zirvesindeki Türkiye Kürdistanı diğer parçaların dinamosu haline gelmiş durumda. Tüm bunlara rağmen elini Türkiye'ye uzatan Öcalan'ın eli yine havada kalırsa belki bunun bedeli Öcalan'ın zindanda ömür boyu kalmasısıyla sonuçlansa da en büyük kaybı yaşayacak Türkiye olacaktır. Tabi ki ilk sonucu da son on iki yılı heba eden AKP... AKP'nin durumu böyle giderse beklenen İstanbul depremi gibi olacaktır. ***

KÜRTLERİN İFADE VE ÖRGÜTLEME ÖZGÜRLÜĞÜ TEHLİKEDE

KÜRTLERİN İFADE VE ÖRGÜTLEME ÖZGÜRLÜĞÜ TEHLİKEDE

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 30.01.2014 Kürtlerin ifade özgürlüğü ve örgütleme hakkı hep engellendi. KCK adı altında yapılan operasyonların öncelikli hedefi Kürtlerin haklarını bireyselliğe hapsedip kolektif haklarını engellemektir. Üstüne üstlük bunu devletin şiddet aygıtlarını (arama, yakalama, tutuklama, tecrit) kullanarak yapıyor. Devlet, Kürtlerin kolektif haklarını engellerken, onlara karşı kolektif cezalandırmaktan vazgeçmiyor. Tamamen düşmanca bir anlayışla bir suçlama konusunda araştırma yaparken suç ve cezanın şahsiliği ayaklar altına almaktadır. Örneğin yakalama amaçlı arama kapsamı hukuka aykırı bir şekilde en az 9-10 kişinin yaşadığı evin her yeri aranmakta, suçlama ile ilgili olmayan kişilerin kişisel eşyası, kitapları ve bilgisayarlarına el konulmaktadır. Ortada suç belirtisi olmadığı halde, sırf Kürtlerin yasal örgütlerinde yer aldıklarından hareketle telefonları dinlenmekte, bulundukları ortamları izlenmektedir. Öncelikle soyut bir suçlama oluşturulmakta sonradan o suçlamaya uygun delil arayışına girilmektedir. En çok başvurulan yollar ortam dinlenmesi, teknik takip ve iletişimin dinlenmesi ve kayıt alınmasıdır. Bunlardan ortam dinlenilmesi keyfiliğe en açık yöntemdir. Hedef bir yer olduğu için rastgele bir kişi adı kullanılıp o kişinin adına mahkemeden karar çıkarılmakta, karar çıkarıldıktan sonra en azından bir ay boyunca bir kişi hakkında alınan kararla yüzlerce kişinin bulunduğu ortam dinlenilerek delil elde etme yoluna gidiliyor. Onların gözünde bir Kürt hakkında karar alınması diğer Kürtler hakkında da karar alınması anlamına geliyor. İşin ilginç bir yanı da çoğu zaman hakkında ortam dinlenmesi kararı verilen kişinin o ortamda bulunmasına gerek de duyulmuyor. KCK İstanbul Ana Davasında böyle çok karar ve ortam dinlenmesi vardır. Yasalara göre teknik takip ya da ortam dinlenmesi kararı kimin hakkında alınmışsa onun hakkında uygulanmalıdır.
Hakkında karar alınan kişi o toplantıda bulunmuyorsa o ortam dinlemesi hukuka aykırı olur. Bu fark edildiği halde aynı kararla değişik günlerde izleme yapılmaya devam ediliyor ya da izleme kararı yenileniyor. Her defasında 1-3 ay şeklinde uzatılmasına karar verildiği düşünüldüğünde 20'den fazla kez uzatma kararları verildiği de dikkate alındığında bu uygulama yıllarca sürebilmektedir. Normalde ortam dinlenilmesi kararı alınması için suç işlendiğine dair kuvvetli suç şüphesini gösteren deliller olmalıdır. Başka şekilde delil elde etmek de mümkün olmamalıdır. Ondan sonra ortam dinlenmesi kararı alınabilir. Genel olarak KCK dosyalarında soyut bir söylemle "KCK üst düzey yöneticilerinin o toplantıya katılacakları" iddiasına dayanılıyor. Bütün teknik takiplerin gerekçesi budur.

Bunun gerçekle bir alakası yoktur. Çünkü polis gerçekten o toplantıya katılanların KCK üst düzey yöneticileri olduğunu biliyorsa baskın yapıp yakalama imkanına sahiptir. Aslında polis, kendisi de bunun gerçek olmadığının farkındadır. Buna rağmen her teknik takibin gerekçesi bu oluyor. Soruşturmanın yönünü polis belirlediği için savcı ve hakimi kolayca ikna edebilmektedir. Polis ne diyorsa doğrudur anlayışıyla hareket eden savcı ve hakimler nasıl gerekçesiz arama, teknik takip kararları veriyorsa aynı şekilde tutuklama kararları da verebiliyorlar. KCK davalarında görülen önemli bir ihlal de kişisel bilgilerin ve yazılara el konuluyor olmasıdır. Bunların içinde günlükler, mektuplar, kitaplardan el yazısıyla yapılmış alıntılar çoğunluktadır.
Bunlar döküman adı altında alınmakta, okunmakta, yorumlanmaktadır. Çoğu zaman aleyhte delil olarak kullanılmaktadır. Oysa bir kişinin kendi özel defterine yazdığı yazılar bir başkasıyla paylaşılmadıkça burada yazılı olanlar ifade özgürlüğü kapsamındadır. Kişi nasıl ki, kafasında her türlü düşünceyi taşıma, oluşturma hakkına sahipse bu düşüncesini yazıya dökmesi, resim yapması da aynıdır. Defterler, ajandalar araştırılıyor özellikle el yazıları ne varsa el koyun emri verilmiştir. Örneğin gazetecinin haber taslağını yazdığı bloknot, bir BDP'linin okuduğu kitaplardan yaptığı alıntılar dahi suç delili olarak görülmüştür. Bir kağıt parçasının belge düzeyine gelebilmesi için hele silahlı örgütle ilgiliyse bu kağıdın başka bir örgüt üyesine iletilmek üzere hazırlanması gerekir.
İçeriğinin yazışma/haberleşme şeklinde olması gerekir. Devlet, kendisi koyduğu kurallar uymuyor, suç olarak tanımlanmış hususları idari/polis kararıyla ağır suç kapsamına alabiliyor. Kişilerin hukuksal güvencesi ayaklar altında bunu dile getirmek de ayrı bir suç kabul edilerek suç duyurusuna konu olabiliyor. Avukatlar da bundan nasiplerini alarak kişilerin savunma hakkı da kolektif bir şekilde engelleniyor. ***

KÜRTLERLE HEM MÜZAKERE HEM MÜCADELE(!)

KÜRTLERLE HEM MÜZAKERE HEM MÜCADELE(!)


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 16.01.2014 Ne oldu da 2009-2011 yıllarında ittifak halinde hareket eden AKP ile Cemaat kavgalı hale geldi? AKP/Cemaat ittifakı, bu dönemde Kürtlere yönelik bir konsept hazırladı. Bu konseptin finalinde Sri Lanka modeline benzer bir model vardı. Buna göre onların deyişiyle önce KCK adı altında Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) tutuklama, gözaltına alma yoluyla tasfiye edileceği, bu tasfiye sonucunda sivri uçlar törpülenecek, geri kalanlar da devletin belirlediği ölçüde siyaset yapabilecek ti. Bunu sağladıktan sonra Roboski benzeri hava saldırılarıyla HPG’nin imha edilmesi, Avrupa kanadı olarak adlandırılanlara karşı da suikastler düzenlenecekti. Bu çabalar her alanda gerçekleştirilmeye çalışılsa da beklenen sonucu vermedi. Konseptin tamamlanması mümkün olmadı. Daha öncekilerinde olduğu gibi KSH hareketinin bitirilmesi bir yana daha da güçlendi. Tersi olmuş olsaydı, başka bir deyişle KSH hareketi yenilgiye uğramış olsaydı bu ittifak devam edecekti. Ne zaman başarısızlık ortaya çıktı o zaman ikili arasında ayrılıklar yaşanmaya başlandı. Daha önce HPG Askeri Konseyine yönelik imha operasyonunun bir benzerini yapıp zaferlerini ilan edecekleri anda yaptıkları operasyonun sonucu Roboski katliamı olunca dengeler sarsıldı. Hava saldırılarının düzenlenmesinden önce gerekli istihbaratın ABD tarafından sağlandığı da biliniyor. Unutulmaması gereken bir husus vardır o da: KSH’ne ne şekilde olursa olsun yapılan operasyona MİT katıldı/Cemaat katılmadı veya MİT Katılmadı/Cemaat Katıldı bakış açısıyla bakılmamalıdır. Ne olursa olsun bu operasyonlar T.C’nin en etkili siyasal gücü olan MGK’da kararlaştırılan operasyonlardır. Cemaat’in “Roboski istihbaratını MİT verdi, Ömer Güney MİT adına Paris Katliamını yaptı” konusunda belge yayınlamış olması bizi yanıltmamalıdır. Bu gün bu kirli operasyonlarını ortaya dökenler de bu işin içindedirler. Kendi aralarındaki kavga derinleştikçe bunları açığa çıkarmaya devam edecekler. Demek ki, bu operasyon kararları verilirken, uygulanırken onların da haberi vardı. Cemaate yakınlığıyla bilinen Emre Uslu PKK Askeri Konsey üyelerine yapılan saldırıdan sonra 20 Ekim 2011 tarihli yazısında "Amaç PKK’nın yenilip silinmesi değil. 'PKK yenilmez', 'Ordu Kuzey Irak’a giremez', 'PKK’ya bir şey yapamaz' anlayışını önce PKK liderlerinin, özellikle şahin kanadın, kafasına sokmak. Kürtlere de istersem ben bu örgütü bir paçavra gibi sallarım mesajı verilmek isteniyor." Diyerek bu anlayışını ortaya koymuş bulunmakta dır. Bu kadar açık iken cemaate yakın olanların bundan sadece MİT’i sorumlu tutup kendilerini bunun dışında bırakmasının bir anlamı yoktur. Cemaat eğer bu gün MGK, MİT belgelerini ortaya koyuyorsa bunun en önemli nedeni Öcalan’ın hükümetle MİT üzerinden görüşme yapmaya devam ediyor oluşudur. Dikkat edilirse Aydınlık Gazetesi 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonundan bir gün önce 16 Aralık’tan başlamak üzere Öcalan’a ait olduğunu ileri sürdüğü sorgu tutanaklarını yayınlamaya başladı. İkinci yolsuzluk operasyonunun 25 Aralık 2013’te olduğu düşünüldüğünde her iki operasyon boyunca bu yayınlar devam etmiştir. MİT’in Öcalan’la görüşmesinin devam etmesi, BDP Milletvekillerinin Öcalan ve Kandil’le görüşüyor olması, MİT’in PKK’ye yönelik operasyonlar içinde yer almadığı anlamına gelmez. Bazıları, MİT’in Öcalan’la görüşüyor olmasını, Kürtlere yönelik operasyonların MİT’in değil de Cemaatin(Özellikle Emniyet İstihbaratı) faaliyeti olduğunu söylemiş olmaları yanıltıcıdır. Gerek Ömer Güney’in ses kayıtları gerekse MİT’ten çıktığı söylenen yazışmalardan anlaşılacağı gibi MİT, “Kürtlerle” hem müzakere hem de mücadele ediyor. Bu açığa çıkmıştır. 12 Mart 2012 tarihli Taraf Gazetesinde ifadesi yayınlanan PKK’ye sızmaya çalışan AFP Muhabiri/MİT ajanı M.Ö adlı kişi MİT’in Murat Karayılan’a suikast planları konusunda ayrıntılı bilgi vermiştir. MİT’in PKK yöneticilerine yönelik yok etme planları yeni olmadığı gibi halen de devam etmektedir. Burada önemli olan husus MİT’in PKK’nin içine kolayca sızabilmiş olmasıdır. Özellikle MİT aracılığıyla Öcalan’la görüşmelerin başladığı süreçte MİT’i adres gösteren çokça olgu olmasına rağmen Sakine Cansız cinayetinden sonra bunun barış sürecine yönelik bir provokasyon olduğu ileri sürülerek görüşmelerin devam ediyor oluşudur. Aynı durum Yüksekova’da iki Kürdün polis tarafından öldürülmesi olayında da söylendi. Aynı şekilde bu süreç içerisinde PKK tarafından gerçekleştirilen bazı eylemler de provokasyon olarak nitelenerek görmezlikten gelindi. Mevcut durumun sürdürülmesi halinde bunun Kürtlere büyük kaybettireceğinin çokça işaretleri vardır.
Öcalan’ın devlet tarafından adeta bir kamu görevlisi gibi görülüp görüşmelerin o çerçevede devam ediyor oluşu Kürt sorununun siyasi yönünün giderek zayıflamasına neden olduğu da görmemiz gerekiyor.
Siyasi aktörlerin muhataplıktan kaçınıp sorunu bir bürokrata yüklemiş olmasının sürdürülebilirliğinin koşulları kalmamıştır. Çok önemli aktörlerin, idari nitelikteki görüşmeler nedeniyle söz söyleyemez konuma gelişi Kürt siyasetini zayıf düşürmekte, toplumsal bağın zayıflamasına neden olmaktadır. Gerçek toplumsal bağlara sahip olan KSH bu şekilde kendisini zayıflatıp ilişkilerini lobivari ve grupsal format haline getirişinin getireceği çöküntü korkunç olabilir. Bir anda olabilecek kırılma ile KSH ile Kürt halkı arasındaki bağların kopuşu yeni ideolojik(İslami) yönelimlere alan açabilir. Kürt siyasal hareketinin DTK, Milletvekilleri, seçilmiş yerel yöneticileri olmasına rağmen en kritik an ve alanlar için İmralı’nın tutumunu bekliyor duruma düşüşü siyasi sefaletin boyutunu gözler önüne seriyor. Bunun ötesinde, seçimler döneminde adayların belirlenmesinde yaşanan lobi çalışmaları, arkadaşlık/dostluk ilişkileri üzerinden aday belirlemeleri bununla birlikte ele alındığında siyasetin toplumun hizmetinde olması gerektiği ilkesinden ne kadar uzaklaşıldığını gösteren başka bir örnek olabilir mi? 2011 Yılına dönecek olursak, Başbakan Erdoğan ile ABD Başkanı Obama arasında PKK konusunda sayısız görüşme ve açıklamalar yapılmıştır. Bizzat Obama, “PKK ile mücadelede Türkiye’ye yardım etmeye devam edeceğiz, Terörle(PKK) mücadeleyi birlikte yapacağız.” Denilmiştir. ECHELON Sistemi(Avusturalya, Kanada, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık ve ABD’den oluşan bu sistemle dünya izleniyor, gemiler okyanuslarda seyir halinde, tüm iletişim araçları dünya çapında dinlenilmekte, kaydedilmektedir.) verileri Türkiye’nin hizmetine sokulmuştur. Buna PKK’nin Irak ve Avrupa’daki lider kadrolarına yönelik yapılacak suikast planları da dahildir.[1] AKP’nin Ortadoğu’daki politikasıyla ABD ile ters düşmüş olması ile Cemaat/AKP kavgası arasında doğrudan bir ilişki vardır. PKK’ye karşısında başarılı sonuç alınmayışında devletin yargısını elinde tutanlar bundan hukuki giderek siyasi sorumlu arayışına girerek bir iç hesaplaşma yoluna gittiler. Onlara göre, başarısızlığın kaynağında PKK-MİT görüşmeleri vardı. Onlara göre başarısızlığın nedeni MİT’ti. Kavganın MİT çerçevesi üzerinden yapılıyor olması bunun en önemli göstergesidir. Cemaat’in MİT’le kavgalı olması, buna rağmen MİT üzerinden Öcalan’la görüşmelerin devam ediyor olması MİT’in Kürtler için iyi, Cemaat’in Kürtler için kötü olduğu anlamına gelmez. Bu kavgada herhangi bir şekilde taraf tutmanın Kürtler için elle tutulur bir yanı yoktur. Geçmişte elbirliği etmiş bu iki yapı, Kürtleri kendi tarafına almak için çaba harcıyorlarsa bu kendi aralarındaki dengeyi bozmak içindir. Taraflardan birinin lehine oluşabilecek bir avantaj diğer tarafı kendisine katıp daha da güçleneceği unutulmamalıdır. Kendisine yönelik yolsuzluk operasyonu yapan savcı ve polis müdürlerini görevden alan hükümetin Yüksekova'da üç Kürdü öldürenler hakkında hiç bir işlem yapmayışı çifte standardı ortaya koyuyor. AKP'nin çabası "paralel" olarak nitelediği devlet görevlilerini tasfiye etmekten çok kendi kontrolüne koymasıdır. Bunu yaptıktan sonra daha da otoriterleşecektir. Bunun belirtileri Roboski köylülerinin demokratik eylemine sert müdahale eden jandarmaya hiç bir işlem yapmayışıdır. Aynı şekilde Gezi benzeri demokratik eylemlere müdahale ve yasaklamalar devam ediyor. Burada ilginç olan 17 Aralıktaki yolsuzluk operasyonuna dair sol ve sosyalistlerin yaptıkları demokratik eylemlere cemaatin uzak durmuş olmasıdır. Çünkü cemaat de iktidarı Türkiye'yi demokratikleştirme ve dönüştürmeden çok devletin içine girmek şeklinde ele alıyor. Kürtlerin büyük fırsatlar yakaladığı bu dönemde, Kürtlere bu fırsatların sonuçlarından yararlandırmamak için elinden geleni yapacakların eksik olmayacağının bilincinde olmaları gerekir. Cemaat’in siyasi iktidara başkaldırışı da başlı başına bir olay değildir. Muhakkak, AKP içinde önemli mevkilerde bulunanlarla bağlantısı vardır. Ortaya çıkmak için şartların olgunlaşmasını bekliyorlar. Belki birileri hükmü verdi de infaz için uygun anı bekliyorlar. [1] Prof.Dr.Mehmet Özcan, Terörün Matruşkası, s.20 vd., Hayat Yayınları İstanbul 2012 ***

17 ARALIK OPERASYONU VE İMRALI SÜRECİNİN GELECEĞİ

17 ARALIK OPERASYONU VE İMRALI SÜRECİNİN GELECEĞİ


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 12.01.2014 Öcalan'ın 11 Ocak tarihli açıklamasından anlaşıldığı kadarıyla daha önceden talep edilen "Barış sürecinin amacına uygun format"ta geçilmediğini gösteriyor. Bunda 17 Aralık'ta başlayan "yolsuzluk operasyonunun" etkisi olabilir. 7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'la yönelik operasyonun "Barış Sürecine" yönelik olduğu da dikkate alındığında 17 Aralık operasyonunun gerekçesi yolsuzluk olsa bile nihai amacının "barış süreci" olduğu söylenebilir. Öteden beri İmralı görüşmelerinin yeni bir formatla sürdürüleceği konusundaki söylemler gerçekleşme yolunda giderken bu sürecin önünün alınması çabası burada da etkisini göstermiş olabilir. Öcalan'ın hükümete yönelik bu operasyonu "darbe" olarak adlandırması bununla bağlantılı olabilir.
Sürecin devamı ve sonuç alıcı olabilmesi için yasal/hukuksal düzenlemelerin ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkmıştır. Sürecin yasal düzenleme olmadan yürüyebileceğini söyleyenlerin yasalara dolanmaya başlamış olmaları önümüzdeki günler için olabilecek tehlikelerin farkındalar mı? Öcalan'ın açıklamasındaki cennet/cehennem/araf benzetmeleri sürecin kırılganlığına dikkat çekmek içindir. Başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin AKP ile yaşadıkları sorun ve çelişkiler hükümetin elini daha da zayıflatmış olabilir. Bu da varsa bile Barış Sürecinin yeni bir formatta devamını zora sokacak en önemli faktörlerden biridir. Bu aşamadan sonra hükümet daha radikal kararlar almak zorundadır. Öcalan için düşünülen, gazeteciler veya milletvekilleri dışında görüşebilmesi şeklindeki çabanın da artık soruna çözüm getirmeyeceği de görülmelidir. Çünkü yaklaşık iki yıldır güç kaybeden, hedeflerinden sürekli sapan bir hükümet gerçeğinin varlık/yokluk mücadelesi içine itilmiş olması barış sürecini de yürütemeyeceğinin işaretlerinden biridir. Güçlü olduğu bir dönemde bu gücünü barış süreci için kullanmayan bir iktidarın bundan sonraki süreçte çözüm gücü olabileceğini sanmak saflık olur. İyimserliğin bundan sonrası için Kürtlere kazandıracağı bir şey kalmamıştır. "Tarihi bir sonuç almanın" koşulları bir kez daha ertelenmiştir. Bu ertelemenin siyasi sonuçları hükümet için görülmeye başlamıştır. Hükümetin muhatabı olduğunu söyleyenlerin siyasi sonuçlarından etkilenmemesi mümkün değildir.

Burada önemli olan B planı olanların daha az zarar göreceğidir. Karşınızdaki bu kadar zarar görmüşken, barış sürecinin tek taraflı olarak yürümesi de mümkün olmayacağından dolayı tek taraflı kararlılık da bir yere kadardır. Barış Süreci tahkim edilebilir mi? 12 Haziran 2011'den bu güne bakıldığında AKP Hükümetinin giderek otoriterleştiği, muhafazakarlaştığı tartışmasızdır. Ustalık dönemi olarak adlandırılan bu dönemde hızlandırılmış ideolojik yönelimler, özel yaşamı tehdit eder duruma gelmiştir. Haziran 2013 Gezi olaylarındaki hükümetin sert tutumu bunun en önemli örneği aynı zamanda hükümete karşı direncin de işaretiydi.

Bu açıdan bakıldığında sürecin de tahkim edilmesi, tam demokratik bir ülke inşa edilmenin koşulları kalmamıştır.
Yaklaşık iki yıl görev yapan Anayasa Komisyonunun uzlaşmaya varmadan dağılması bunun en önemli belirtisiydi. Yolsuzluk operasyonunun Anayasa Uzlaşma Komisyonunun dağılmasından sonra başlamış olması tesadüf değildir. AKP, özgürlükçü/demokratik Anayasa yapmamasının vebalini bu soruşturmalarla çekecektir. Bunun sonucunda da daha otoriter yönetimler dahi gelebilir. Öcalan'ın "darbe ateşinden" söz etmiş olması bu tehlike ile ilgili olabilir. AKP bunu önleyecek düzeyde demokrasi inşa etmekten uzaktır. En son Roboski Katliamı dosyasının kapatılması ve "Orduya Kumpas yapıldı" tartışması AKP'nin sıkıştığı anda kiminle ittifak kurabileceğinin işaretlerini veriyor. "Ateşe Benzin Taşımayacağız." Söylemi, "Darbe Ateşi" söylemi ile birlikte ele alındığında Öcalan, 17 Aralık'ta yapılan yolsuzluk operasyonunu hükümete yönelik bir darbe olarak görüyor. "Ateşe benzin taşımayacağız" diyerek Erdoğan karşıtı cephe içinde yer almayacaklarını söylemektedir. Bunun karşılığındaki isteği de demokratik barışı gerçekleştirmesidir. Peki AKP demokratik barışı gerçekleştirebilir mi?
Çok zor ve çok geç belki de imkansız! ***

T.C DEVLETİNİN KÜRDİSTAN’DAKİ HUKUKİLİĞİNİN/MEŞRUİYETİNİN DAYANAĞI VAR MIDIR? 1

T.C DEVLETİNİN KÜRDİSTAN’DAKİ HUKUKİLİĞİNİN/MEŞRUİYETİNİN DAYANAĞI VAR MIDIR? 1


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 12.01.2014 Bir ülkede rejimin demokratik/anti demokratik, otoriter/özgürlükçü oluşu tartışması ile uygulanan hukukun meşruluğu sorunu birbirinden ayırmak gerekir. Örneğin Türkiye Cumhuriyetinin ilanı o dönem ki, meclisin kararı ile olsa bile bu meclisin oluşumundaki Kürt temsilinin olmayışı başından beri kurulan devletin Türkler açısından meşruiyet kaynağına sahip olduğu söylenebilse de Kürtler açısından ise bir meşruiyeti yoktur. Daha sonraki aşamalarda baskı ve zora dayalı hukukun Kürtlere dayatılıp onlarca yıl uygulama alanı bulmuş olması bu hukuku hiçbir zaman meşru hale getirmez. Meşru olmamanın en önemli göstergesi bu bölgeye atanan yöneticilerin köken olarak Kürtlükten uzak oluşlarıdır. Özellikle, Vali, Kaymakam, Jandarma Komutanı, Emniyet Amirleri, Yargıç veya Savcıların atanmasında buna özellikle dikkat edilmiştir. Bunların, yerel yönetimler üzerindeki vesayet yetkisi de dikkate alındığında yerel yönetimlere yerel halkın temsilcileri seçilse de işlevsel olarak temsiliyeti gerçekleştirmediği görülmektedir. 2000’li yıllarında Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) yerel yönetimlerde başarı göstermesinden sonra baskının yeni yöntemi bunlar üzerinde devam etmiştir. KCK, adı altında KSH’ne yönelik gözaltı ve tutuklamalar bu baskının en bariz örnekleridir. Devletin, Kürdistan’daki varlığı kaynağını o bölgenin temsiliyetinden almamaktadır. Bu husus başlı başına devletin meşruluğunu ortadan kaldırıyor. Kaynağını temsiliyetten alan bir devlet olmuş olsaydı Roboski’de katliamın kararını verenler hakkında takipsizlik kararı verilmezdi. Irak’ta işgalci durumda olmasına rağmen Irak halkına kötü muamele ve işkence yapan ABD kendi askerlerini yargılarken Türkiye yargısının bu katliamın kararını verenler hakkında takipsizlik kararı vermiş olması dikkat çekicidir. Üstüne üstlük bu bir ilk de değildir. Aralık 2013’te Yüksekova’da iki Kürdü uzun namlulu silahla öldürülmesinde de öldürenler hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Durum böyle iken, meşruluktan söz etmek mümkün müdür? Meşruiyet konusu, yasal/hukuksal konumla sınırlı değildir. Devletin bölgede ekonomik ve sosyal meşruiyeti de yoktur. Bunun en önemli göstergesi değişik parçalarda yaşamak zorunda kalan Kürtler arası sınır ticaretinin kaçakçılık sayılmasıdır. Eğer, onca ölüm ve cezalara rağmen Kürtler arası sınır ticareti devam ediyorsa bu da Kürtlerin direnişinin siyasal alana hapsedilmediğini gösteriyor. Devletin Kürdistan üzerine uyguladığı hukukun en önemli göstergelerinden biri de seçimlerde uygulanan %10 seçim barajıdır. On yıllarca uygulanan bu barajla Kürtlerin kendi kurdukları partilerden temsilinin yolu kapatılmıştır. Kapatılma ve yasa dışı ilan etmeler de eklendiğinde baskının barajla sınırlı olmadığını da görmek gerekiyor. Bağımsız aday yoluyla meclise girme çabası olsa da bunun da hak ettiği milletvekili sayısı sağlamadığı bir gerçektir.
Örneğin 2011 seçimlerinde Diyarbakır’da BDP’nin desteklediği bağımsız adaylar oyların %70’ine yakın aldığı halde 11 milletvekilinden beşini, AKP %30 oyla altısını kazanmıştır. Baraj sistemi olmamış olsaydı, BDP 8, AKP 3 milletvekili kazanacaktı. Görüldüğü gibi seçim kanunlarıyla oyun oynanarak Kürtlerin temsiliyetinin önü kapatılmıştır. Bu meşru değildir. Ülkenin bir yerinde meşru olmayan bir devletin ülkenin başka bölgelerindeki meşruiyeti de tartışmalı hale gelir. ***

AKP DEMOKRATİKLEŞEBİLİR Mİ?

AKP DEMOKRATİKLEŞEBİLİR Mİ?


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 31.12.2013 Erdoğan'ın Kürt sorununu çözebilecek tek aktör olduğunu söyleyenlerin başlıca argümanı Erdoğan'ın güçlü bir lider olduğu yolundaki görüşlerdir. Bir lider çok güçlü bir konumdaysa bu konumun kendisine verdiği öz güven nedeniyle kendisi dışındaki güçleri hesaba almama yoluna gidebilir. Aynı şekilde zayıf duruma gelen bir lider de atacağı adımları daha çok zayıflayan yönünü onarmak için kullanabilir. Eğer alabileceği destek sayesinde yeniden güç toplayabilirse bu gücü otoriterliğe gidişte kullanabilir. Bir de içinde bulunduğu durumu varlık/yokluk sorunu olarak görenler de tüm enerjisini bu yönde harcayacağı için kendisi dışındakilerin hak arayışlarını yerine getirmekten yoksundur. Cemaat / Akp Kavgasına bakıldığında bunun dışsal bir kavga olmadığı daha çok içsel bir kavga olduuğu görülüyor. Bu kavganın temel nedeni de devlet içi iktidar paylaşımıdır. Ortak nokta devlet olduğundan dolayı bu kavgadan cemaat veya Akp'nin galip çıkışından demokrasi ve hukuk devleti beklemek hayaldir. İki güç birlikte çoğulculuğu katlederken bundan sonraki ayrışmanın sonuçlarından çoğulculuğun çıkacağını beklemek de gerçekçi değildir. Şöyle bakmakta fayda vardır: AKP yargı ve diğer bürokratik yapıyı demokratikleştirecek ve reforme edebilecek ne yaptı ki, yargıdan demokratik kararların çıkmasını sağlayabilsin. Siyasi sorumluluk, siyasi kararlılık sonucunda gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız yargıyı oluşturabilseydi sonuç yine böyle olur muydu? Ya da böyle bir yargı olmuş olsaydı, yolsuzluğu bu kadar kolay ve hoyratça yapabilir miydi. Eğer bir yapı bu kadar açıktan yolsuzluk yapabiliyorsa bunun en önemli nedeni kendisine dokunmayacağına inandığı bir yargının olmadığını bilmesindendir. Bu genel anlayışa rağmen bazı savcı ve hakimlerin iktidar çevrelerine yönelik yolsuzluk operasyonları yapmaları alkışlanacak bir harekettir. Kendilerinin oluşturduğu yargının kendisine dokunmayacağına o kadar inanmış ki, yolsuzluk dosyalarının yolunu onun ve arkadaşlarına doğru gittiğine gördükçe nasırına basılmış gibi bağırması bundandır.

Kendi oluşturduğu bir yargıya bu kadar yüklenen bir başbakandan bağımsız yargıya nasıl davranacağını varsın siz tahmin edin. Bazıları Akp'ye krizden çıkış yolu olarak demokratikleşme ve Kürt sorununda adım atarak krizden çıkabileceğini ileri sürüyorlar. Krizin nedeni siyasi olmuş olsaydı Akp bunu yapıp krizden kurtulabilirdi. İşin ucu yolsuzluğa dayanıyor bu da iktidarı tamamen kirletmiş durumdadır. Bu nedenle bundan sonra ona verilecek her destek, destek vereni de kirletecektir. ***


10 Eylül 2015 Perşembe

TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 6




TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 6


3.3 PKK, Irak Kürtleri ve Türkiye 


KDP 1987’de KYB de Körfez Savaşı ile birlikte PKK’ya verdikleri desteği çekmiş ve Türkiye’nin yanında yeni bir politik çizgi izlemeye başlamışlardı. 1992’ye gelindiğinde ise Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerinin PKK ile arası bir hayli açılırken, bu örgütler Ankara ile gelişen ilişkilerini derinleştirme yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda 9 Ocak 1992 tarihinde KDP’nin özel temsilcisi Sefin Dizayi Ankara’ya gelerek Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ile görüşmüştür. Dizayi, bu görüşme sırasında yeni Türk hükümeti ile ilişki içinde bulunmak istediklerini, PKK’ya karşı olduklarını ve topraklarında bu örgüte yer vermeyeceklerini belirtmiştir. 
Öte yandan Demirel’le görüşen Barzani ve Talabani de PKK’dan Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi’ndeki eylemlerine son vermesini aksi takdirde Kuzey Irak’tan çıkarılacağı uyarısında bulunmuştur (Özdağ, 2008: 95). Bu gelişmelerin devamındaysa Ocak 1992’de Irak Kürt Cephesi’nin yayımladığı bir uyarıda PKK’nın “Türkiye’ye karşı eylemlerini durdurmaması halinde, bölgeden çıkarılacağını” ilan etmesi PKK ile Kuzey Irak’taki iki Kürt grup arasındaki ilişkileri bütünüyle sona erdirmiştir (Gunter, 1993: 306). 

Bunun üzerine PKK Kuzey Irak’ta Kürdistan Özgürlük Partisi’ni (Partiya Azadiya Kurdistan, PAK) kardeş örgüt ilan etmiş ve bu örgüt üzerinden KDP ve KYB’ye karşı mücadeleye başlamıştır. KDP’den ayrılan Sadık Ömer PAK’ın saflarına katılınca 1992 yazında Dohuk’ta bir suikast sonucu öldürülmüş ve suikastın faili olarak KDP’yi suçlayan PKK, 

Sami Kohen, “Sözler Şimdi Açık”, Milliyet, 11 Kasım 1998, s. 20 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 

KDP’den Mehmet Şefik ve 3 arkadaşını bir roket saldırısıyla öldürmüştür. 1992’nin Haziran ve Temmuz ayları boyunca KDP güçleri PKK’nın kuzeydeki kamplarını bombalamanın yanı sıra PAK’ın üst düzey isimlerini de tutuklamıştır. KDP’nin saldırılarına askeri temelde cevap veremeyen PKK, 24 Temmuz 1992’de Irak’ın Türkiye sınırında ticari geçişlere sınırlandırma getirerek Kuzey Irak üzerinde ekonomik bir ambargo uygulamaya başlamış ve bu ambargo Mesut Barzani’nin ifadeleriyle Kürdistan’daki mevcut durumu ve deneyimi tehlikeye atmaya başlamıştır (Gunter, 1993: 307). 
Bunun üzerine 4 Ekim 1992’de Irak Kürdistan’ına bağlı 6,000 peşmerge yaklaşık 5,000 civarındaki PKK militanlarına yönelik kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Türkiye’nin de kısa süre sonra çatışmaya dâhil olmasıyla PKK ağır kayıplar vermeye başlamış ve Irak Kürtlerine teslim olmuştur. Iraklı Kürtler kendilerine teslim olan PKK’lıları Türkiye’ye teslim etmeseler de PKK’nın Kuzey Irak’ı kendilerinin rızası dışında kullanması konusuna önemli sınırlandırmalar getirmiştir (Gunter, 1993: 308). 

Öte yandan aynı dönem Kuzey Irak’ta operasyonlar yapan Çekiç Güç’ün PKK ile iletişime geçmesi ve Irak’taki kargaşanın devam etmesi, Barzani’yi ve Talabani’yi Türkiye’ye yakınlaşmaya itmiştir. Talabani 8 Mart 1991’de MİT Müsteşarı Orgeneral Teoman Koman ve Dışişleri Müsteşarı Tugay Özçeri ile görüşmüştür. Bu görüşmeye paralel olarak Barzani ve Talabani, PKK’yı git gide daha sert bir dille eleştirmeye başlamışlardır. Talabani, Turgut 
Özal ile görüş ayrılıkları bulunmadığını, Özal’ın federatif yapıdan yana olduğunu ve bunun da Kürdistan’ın özerkliği anlamına geldiğini söylemiştir. Öte yandan 8 Haziran’daki Türkiye ziyaretinde de KDP’nin ve KYB’nin Türkiye’de temsilcilik açmak istediğini belirtmiştir (Özdağ, 2008: 87-88). 

Bölgede otonom bir yapı oluşturmak isteyen KDP ve KYB’nin Türkiye ile yakın ilişki kurması, Türkiye’yi bölgede önemli bir güç olarak gördükleri ve PKK’nın eylemlerini sınırlandırarak bu gücü arkalarına almak istedikleri şeklinde yorumlanmıştır (Oran, 2005: 554-558). 

Kürdistani Cephe’nin Türkiye ile yakın ilişki içinde olması 

Kürt Federe Devleti içinde kendine ait bir alan oluşturmaya çalışan PKK’yı rahatsız etmiş ve PKK, KDP’yi Türkiye ile işbirliği yaparak Büyük Kürdistan idealine ihanet etmekle suçlamıştır. Bu süreçte PKK lideri Abdullah Öcalan, KDP’yi Türkiye’nin çıkarları için çalışmakta olan bir örgüt ve yok edilmesi gereken bir iç sorun olarak tanımlamıştır (Gunter, 1996: 56). 

KDP’nin ve KYB’nin bu çabası Türkiye için de elverişliydi. Zira aynı dönemde PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırılar ve asker ölümleri artmış ve Ankara, bir yandan Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yaparken diğer yandan da Kuzey Irak’taki diğer Kürt gruplarıyla birlikte hareket edecek bir istihbarat şebekesi kurmuştur. Bu dönemde KYB-KDP-Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinin en önemli göstergesi Ankara’nın, Kürdistani Cephe’nin kontrolüne giren Süleymaniye ve Erbil’e yönelik Saddam’ın uyguladığı ambargoyu desteklememesi olmuştur. Ankara’nın bu tavrı Kürdistani Cephe ile siyasi ve askeri ilişkilerini geliştirmesini sağlamıştır. Bunun neticesinde de Kürdistani Cephe, 7 Ekim 1991’de, PKK’ya karşı silahlı bir mücadele başlatma niyetini açıkça dile getirmeye başlamıştır (Özdağ, 2008: 92-93). 

1992 yılına gelindiğinde ise PKK gerek kuzeyden gerekse güneyden ciddi bir kuşatma altında kalmış ve bir yandan Türk ordusunun operasyonları bir yandan da KDP ve bölge aşiretleri ile yaşadığı sorunlar PKK’yı zor durumda bırakmıştır. KDP ile PKK arasında uzun süredir devam eden propaganda savaşı 1992 yazında yerini gerçek bir çatışmaya bırakmıştır. İki örgüt birbirlerinin kamplarına saldırırken KDP’nin, PKK’nın Kuzey Irak kolu olarak bilinen PAK’ın bir merkezi üyesini tutuklaması gerilimi doruğa çıkartmıştır. Bu arada Türkiye’ye gelen Talabani, Orgeneral Eşref Bitlis ile görüşmüş ve bu görüşmeden KDP, 
KYB ve Türk ordusu işbirliğiyle PKK’ya karşı operasyon kararı çıkmıştır (Özdağ, 2008: 105). 
Buna karşılık PKK da 17 Temmuz’da Kuzey Irak’a yönelik bir ticaret ambargosu 
uygulayacağını açıklamış ve köy basma eylemlerini arttırmıştır (Özdağ, 2007: 83). 
Bu dönemde KDP, KYB ve Ankara arasındaki ilişkiler o kadar düzelmiştir ki Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette “Bizim için en iyi seçenek Türkiye’ye katılmaktır”7 diyecek kadar ileri gitmiştir. Talabani’nin bu sözlerine ise Demirel “Her zaman Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olacağız” diyerek yanıt vermiştir.8 

Kuzey Irak’ta adım adım devlet olmaya doğru giden Kürdistani Cephe, PKK’nın kendi hukuki durumlarını tehdit edeceğini düşünüyordu. Bu doğrultuda PKK’nın başına buyruk davranması gerekçesiyle KYB ve KDP peşmergeleri birleşerek PKK kamplarına saldırmış ve bu saldırılarda cephe savaşı veren PKK ağır kayıplar vermiştir. Fakat söz konusu çatışmalar sırasında Barzani ve Talabani Türkiye’nin bölgeye operasyon düzenlemesine taraftar olmadıklarını açıklasalar da Türk ordusu 2 Ekim 1992’de sınırı geçerek karadan bir harekat düzenlemiştir. İki gün sonra 4 Ekim’de ise Erbil’de toplanan Kuzey Irak yönetimi, Kuzey Irak’ta federe bir devletin kurulması kararı almışlardır. Aynı toplantıda Barzani bir açıklama 
yaparak PKK’ya karşı olmadıklarını ancak PKK’nın kendi bölgesine çekilmesi gerektiğini söylemiştir (Özdağ, 2008: 110-111). 

Bu çatışmalar sırasında iyice yıpranan PKK, Kürdistani Cephe’den ateşkes istemiş ve 30 Ekim’de Kuzey Irak hükümeti ile PKK arasında anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşma kapsamında PKK, Kuzey Irak’taki tüm elemanlarının Kuzey Irak hükümetine bağlı olduğunu 
kabul etmiştir. Anlaşma ile birlikte Kuzey Irak’taki PKK militanlarının kamplarına giriş çıkışları Kuzey Iraklı peşmerge güçleri tarafından denetlenir olmuştur (Özdağ, 2008: 114115). 
Fakat bu anlaşma çok uzun sürmemiş Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasındaki anlaşmazlık Kürdistani Cephe’yi zayıflatınca Ağustos 1995’te PKK Kuzey Irak’taki manevra alanını daralttığını düşündüğü KDP’ye yönelik bir saldırı gerçekleştirmiş ve bu saldırı Suriye ve İran’ın yanı sıra KYB tarafından da desteklenmiştir. Talabani’ye göre, Türkiye KDP’yi silahlandırmaktaydı ve bu nedenle PKK Türkiye’nin Barzani’ye yönelik desteğini engelleyebilecek önemli bir araçtı (Gunter, 1996: 239). KDP ve KYB arasındaki iç savaşın bölgede yol açtığı güç boşluğunun PKK’ya yarayacağını düşünen Ankara ise, yukarıda da değinildiği 
gibi KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılması için diplomatik çabalarını hızlandırmıştır. 

Türkiye’nin KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılmasına yönelik diplomatik girişimleri devam ederken, KDP ile savaşında ağır kayıplar veren PKK 1996 yılına KDP ile ateşkes imzalamış bir şekilde girmiştir. KDP açısından böyle bir anlaşmayı imzalamasının en önemli sebebi Türkiye’den istediği ağır silahları alamamasıydı. Üstelik KDP de tıpkı PKK gibi bu çatışmalarda çok ağır kayıplar vermiş ve neticesinde 10 Aralık 1995’te taraflar arasında ateşkes imzalanmıştır (Özdağ, 2008: 177-178). KDP’nin güç kaybetmesini gerekçe göstererek 1995 yılında bölgeye yönelik askeri bir müdahalede bulunması (Charountaki, 2012: 188-9) 

7 Rafet Ballı, “Kardeşliğimizin İlerlemesini İstiyoruz”, Milliyet, 11 Haziran 1991, s. 14. 
8 Rafet Ballı, “Kardeşliğimizin İlerlemesini İstiyoruz”, Milliyet, 11 Haziran 1991, s. 14. 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 



2003 IRAK İşgalinin Ardından Kürdistan Bölgesel Yönetimi






Kuzey Irak’taki PKK Kampları 




PKK açısından iki cephede birden savaşmak anlamına geliyordu. Bunun yanı 
sıra Türkiye’nin diplomatik görüşmeler yoluyla KYB’yi ikna etme çabaları kısmi bir sonuç vermiş ve Kuzey Irak’ta kendi tabanının yavaş yavaş PKK’ya kaymaya başladığını fark eden KYB, PKK’ya mesafe koymaya başlamıştı (Özdağ, 2008: 218). Bu gelişmeler de PKK’yı KDP ile ateşkese götüren temel motivasyonlar olmuştur. 

3.4 Türkiye ve Sınır Ötesi Operasyonlar 

ABD’nin Körfez Savaşı hazırlıkları yaptığı tarihlerde Türkiye’de de PKK’nın bölgede güçlenmesine engel olabilmek için Kuzey Irak’ın işgal edilmesinin tartışılması Ankara ve Kuzey Irak arasında önemli bir gerginlik nedeni olmuştur. Bu tartışmaya Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerin tepkisi sert olmuş ve Talabani, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girdiği takdirde büyük bir Kürt direnişi ile karşılaşacağını açıklamıştır (Özdağ, 2008: 75-76). Fakat Mart 1991’de 
dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın inisiyatifinde Celal Talabani ve Mesut Barzani’yi temsilen bir kişinin Ankara’ya gizli bir ziyaret gerçekleştirmesi Türkiye’nin o güne kadar izlediği Kuzey Irak Kürtleri ile bağlantı kurmama politikasını sona erdirmiştir. Mahmut Bali Aykan’a göre bu davetin arkasında yatan düşünce şu motivasyonlara dayanıyordu: 
Kuzey Irak’taki gelişmelere ilişkin ilk elden bilgi edinmek, bağımsız bir Kürt devleti kurulmaması için Kürtleri bir nevi ikna edecek şekilde buradaki gelişmelerde söz sahibi olmak ve Kuzey Irak’taki PKK üslerine düzenlenen operasyonları normalleştirmek için PKK’yı diğer Kürt guruplardan izole etmek (Aykan, 1996: 347). 
Körfez Savaşı sonrası koşulların şekillendirdiği Kuzey Irak’a yönelik bu yeni yaklaşım en açık ifadesini Turgut Özal’ın açıklamalarında bulmuştur: “Açıkça ortaya konulmalıdır ki, Irak’ın Kürt bölgesinde yaşayanlar Türk vatandaşları nın akrabalarıdır. Bu yüzden sınırlar bir ölçüde yapay olan sınırlar aynı halkı iki kesime bölmüştür” (Gunter, 1993: 302). 

Özal bu ifadeleri Aralık 1991’de kullanmıştı ve bu yaklaşım Özal’ın ölümüne kadar geçen dönemde Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını belirleyen 
temel dili oluşturmuştur. Özal cumhurbaşkanı olup başbakanlığa Süleyman Demirel geldiğinde de bu politika değişmemiş ve Demirel Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması tartışmaları sırasında Saddam Hüseyin’e karşı kuzeydeki Kürtleri korumanın Türkiye’nin sorumluluğunda olduğunu belirttikten sonra “Yeni bir Halepçe’yi göz yumamayız” ifadelerini kullanmıştır (Gunter, 1993: 303). 

Kuzey Irak’ta Kürt örgütlerin kendi arasında mücadelesi devam ederken Türkiye, 1988’de durdurduğu askeri operasyonlarına tekrar başlamış, Nisan 1991’de bir kere daha havadan ve karadan Kuzey Irak’a girmiş ve buradaki PKK kamplarını hedef almıştır. Bu operasyon Türk ordusunun Kuzey Irak’taki iktidar mücadelesinde kendini hatırlatması şeklinde yorumlanmıştır. Zira Kuzey Irak’ta iktidar boşluğu yaşanmaya başladığı andan itibaren Türkiye hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürt devletine ya da Kürt örgütlerinin petrol bölgelerinde hakim konuma geçmelerine hiçbir şekilde müsamaha göstermeyeceğini ifade etmiştir (Özdağ, 2008: 77-79). 
Irak yönetimi ise Kürt Devleti iddialarını elçilikler aracılığıyla yalanlayarak Kuzey Irak’taki hareketlenmeyi, devlete karşı ayaklanma olarak nitelemiş ve ordu güçlerinin en kısa sürede ayaklanmayı bastıracağını belirtmiştir.9 

Körfez Savaşı ve ardından 36’ncı enlemin kuzeyindeki Kuzey Irak topraklarının uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gibi gelişmeler bölgede ciddi bir güç boşluğu doğurmuşve bu güç boşluğundan yararlanan PKK’ya manevra kabiliyetini güçlendirmiştir. PKK yine Körfez Savaşı’ndan kalan ağır silahlarla elde ettiği silah gücünden de yararlanarak Türkiye-Irak sınırındaki Türk Jandarma karakollarına sayıları 500’e kadar yükselen gruplarla etkin saldırılar düzenlemeye başlamıştır. PKK’nın amacı, Türkiye sınırında kurtarılmış bölgeler oluşturmak için sınır karakollarındaki Türk askeri varlığını zayıf düşürmekti. 1930’larda inşa edilmiş ve daha çok vadi yolunu izleyerek kaçakçılık yapanları düzenli olarak gözetleme amacı taşıyan bu karakollarda ağır kayıplar verilmiştir. PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırılardan en fazla ses getireni Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde bulunan Samanlı karakoluna yapılan ve 9 erin öldürüldüğü, 7 erin de PKK tarafından kaçırıldığı saldırı olmuştur. Saldırının ardından 5 Ağustos 1991’de Batman, Diyarbakır ve Malatya’dan havalanan savaş uçakları Durji Vadisi ve Hakurk kampını bombalamıştır. Bu operasyona paralel olarak karadan da 
komandolar Kuzey Irak’a girerek 14 gün süren bir operasyon yapmışlardır (Özdağ, 2008: 90). 
Bu operasyonlarda 24 PKK kampı hedef alınmış ve genelkurmay Başkanlığı’nın resmi açıklamasına göre operasyon derinliğinin 8-10 km olduğu belirtilmiştir (Kısacık, 2007: 57). 

1992’ye gelindiğinde PKK gerek Türkiye içlerinde gerekse de Kuzey Irak’ta ayaklanma hazırlığına başlamıştır. Öcalan’ın çerçevesini belirlediği ayaklanma stratejisine göre Türkiye içinde ve sınırda yoğun silahlı eylemler başlayacak, bir yandan da halk ayaklanması sağlanacak ve böylelikle de Türkiye içlerinde kurtarılmış bölgeler oluşturulacaktır (Öcalan, 2010). PKK’nın ayaklanma hazırlığında olduğu istihbaratını alan Türk ordusu 1 Mart 1992’de Kuzey Irak’ı bombalamıştır. 


2003 İŞGAL SONRASI Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar



 2010 SONRASI Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar



Nur Batur, “Ankara-Bağdat İlişkileri Gergin, Jetlerimiz Emir Bekliyor”, Milliyet, 5 Nisan 1991, s.17. 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 

Bu operasyonu 10 Mart’ta ikincisi 25 Mart’ta da üçüncüsü izlemiştir. Bu operasyonlardan etkin bir sonuç alamayan Ankara, özellikle Şam yönetimi ile diplomatik görüşmelere başlayarak Suriye’yi PKK’nın en büyük kamplarının yer aldığı Bekaa Vadisi’ndeki kamplarını boşaltması açıklamasını yapmaya ikna etmiştir (Oran, 2005: 556). 
Bu diplomatik hamlelerin ardından Türk ordusu 6 Mayıs 1992’de kapsamlı bir kara operasyonu başlatmıştır. Türk birliklerinin bir kısmı Metina ve Zap bölgelerine saldırırken diğer birlikler de Şemdinli’den Kuzey Irak’a girmişlerdir. PKK, bu operasyona 15 Mayıs’ta Taşdelen sınır karakoluna yaptığı saldırı ile yanıt vermiştir. Buradaki çatışmalara da kobra helikopterleri ile müdahale edilmiş ve 50 PKK’lı militan öldürülmüştür.10 

Öcalan’ın 1992 yılını isyan yılına çevirme politikası bu operasyonlara rağmen kaldığı yerden devam etmiştir. Bu amaçla Öcalan, Türk askeri varlığının daha az olduğunu düşündüğü Şırnak’ı işgal edip kurtarılmış bölge oluşturmayı hedeflemiştir (Öcalan, 2010). Bu amaçla 18 Ağustos’ta 1500 militanı ile Şırnak’ı ele geçirmeye çalışan örgüt iki gün süren çatışmaların ardından geri çekilmek zorunda kalmıştır. Şırnak baskınından hemen sonra Türk Ordusu Cudi ve Gabar’a karadan ve havadan operasyon düzenlemiştir.11 Türkiye-İran 
sınırını geçerek geldiği tespit edilen militanlarla ilgili olarak İran’a nota verilmiştir. İki ülke arasında karşılıklı sert açıklamaların ardından İçişleri Bakanı İsmet Sezgin İran’ı ziyaret etmiş ve iki ülke arasında 19 Eylül 1992’de Güvenlik ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Öte yandan Şırnak’ta ağır bir darbe alan PKK sınır karakollarına saldırılarına devam etmiş ve Alan karakoluna yapılan saldırı sonucunda 20 asker yaşamını yitirmiştir. Bu baskına cevap olarak Türk ordusu 1 Eylül’de Kuzey Irak’a Deştan’dan girmiş ve 10 km ilerleyerek PKK kamplarını bombalamıştır. Aynı gün Ankara da Barzani ve Talabani’den PKK’nın Kuzey Irak’ı üs olarak kullanmayacağına dair taahhüt almıştır (Özdağ, 2008: 108). 

Türkiye’nin gerek İran ve Suriye düzleminde yürüttüğü diplomatik girişimler gerekse KDP ve KYB’nin PKK’ya mesafe almaları ve gerekse Kuzey Irak’a yönelik düzenlenen küçük çaplı sınır ötesi operasyonlar PKK’nın Kuzey Irak’ta ciddi bir güç olmasının önüne geçememiştir. Bu durum daha sonra Emekli Korgeneral Hasan Kundakçı tarafından şu ifadelerle ortaya konmuştur: “Türk-Irak sınırının güneyinde, müthiş geniş, mükemmel bir kurtarılmış bölge yarattılar. İçinde rahat rahat eğitim yapma olanağı buldular, içinde rahat rahat lojistik tesislerini geliştirme olanağı buldular, içinde rahat rahat çalışma olanağı buldular. 
Her yönden çalışma olanağı buldular” (Bila, 2007: 134). Bu açmazdan çıkmak isteyen ve PKK’nın isyan politikası karşısında ciddi kayıplar veren Ankara çareyi kapsamlı bir sınır ötesi operasyon gerçekleştirmekte bulmuştur. Bu bağlamda PKK’nın Kürdistani Cephe ile savaş yürüttüğü bir sırada Türk ordusu 12 Ekim 1992’de ağır hava koşullarına rağmen 50 bin kişilik bir güçle Kuzey Irak’a girmiştir (Bila, 2007: 69). 
Bu operasyon sonucunda 1551 PKK militanı ölürken 1232 militan da yaralanmıştır. Türkiye tarafındaysa 1 subay, 3 astsubay, 22 erbaş ve er, 2 köy korucusu hayatını kaybetmiştir (Özdağ, 2008: 114-115). 

PKK’nın aldığı bu ağır yenilgiyi bir ileri aşamaya taşımak isteyen Ankara, Kürdistani Cephe ile görüşmelere başlamıştır. Bu çerçevede 12 Kasım 1992’de Jandarma Genel Komutanı, Barzani ve Talabani bir araya gelmiş ve sınır güvenliğinin sağlanması için ortak sınır karakolları oluşturulması kararı alarak Şemdinli Mutabakatları’nı imzalamışlardır. Buna göre 

10 “TSK Başıbozuk Müessese Değildir”, Milliyet, 24 Eylül 1992, s. 20. 
11 “Şırnak’ta Gece Baskını”, Milliyet, 20 Ağustos 1992, s. 17. 

Türkiye karakollar inşa edecek peşmergeler de bu karakollara yerleşecektir (Bila, 2007: 92). Bunun üzerine Abdullah Öcalan 20 Mart 1993’te bir basın toplantısı yaparak tek taraflı ateşkes ilan etmiş ancak bu ateşkesin siyasi değil taktik gereği olduğu iki ay sonra Bingöl’de 35 askerin öldürüldüğü saldırıyla anlaşılmıştır (Özdağ, 2008: 122-125). 

Kuzey Irak’taki manevra kabiliyetini yeniden restore etmek isteyen PKK, Kürdistani Cephe içinde yaşanan ayrışmayı fırsat olarak değerlendirmiştir. PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşme çabalarını engellemek isteyen Türk Ordusu, Kuzey Irak’a 8 Haziran 1993’te küçük bir operasyon düzenlemiştir. PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırıların artmasıyla operasyonun kapsamı genişletilmiş, karadan ve havadan operasyon yapılmıştır. Bu operasyonlarda 250 PKK militanı öldürülmüştür. Yaz ayları boyunca başka operasyon olmazken sırasıyla 
1-8 Ekim’de, Kasım ayında ve 13 Aralık’ta PKK’nın Türkiye içindeki saldırılarına karşılık olarak çeşitli sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirilmiştir (Özdağ, 2008: 128-131). Fakat bu operasyonlar 1992’deki operasyon kadar etkili olmamış ve PKK Kuzey Irak’taki etkinliğini artırmaya devam etmiştir. Bu nedenle sınır ötesi operasyonlar 1994 yılında dasık aralıklarla devam etmiştir. İlk sınır ötesi operasyon 28 Ocak’ta gerçekleştirilmiş ve 3 PKK’lı öldürülmüştür. 
Bu operasyondan yaklaşık bir ay sonra 27-28 Ocak-3 Şubat 1994 tarihlerinde de Kuzey Irak’ın Alandüzü bölgesinde PKK kamplarına yönelik operasyon düzenlenmiştir. Bu operasyondan üç gün sonra 6 Şubat’ta ve 21 Mart’ta Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik hava operasyonları devam etmiş, bu operasyonlarda 31 PKK’lı öldürülmüş 38 PKK’lı de yaralı olarak ele geçirilmiştir (Özdağ, 2008: 145-146). 

Türk ordusunun Kuzey Irak’ta PKK kamplarına yönelik Mart ayında başlayan operasyonları Temmuz ayına kadar devam etmiş ve kapsamı da git gide genişlemiştir. Kaynaklara Çelik 1 Harekatı olarak geçen operasyonun sonucunda PKK “girilmez” ilan ettiği eylem alanlarını terk etmek zorunda kalmıştır (Özdağ, 2008: 148). 


Belli Başlı PKK Kampları 



7 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK