ÖCALAN'IN NEWROZ MEKTUBU ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME
Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
22.03.2014
Öcalan’ın mektubunun ağırlık noktası tıpkı 2013 Newroz’unda olduğu gibi barış ve demokratik siyaset vurgusuydu. Mesajın ideolojik vurgusu ise “Türkiye’yi asırların dayanışma ruhu ile bir olmak” çağrısıydı. Daha genel ve kapsayıcı bir bakış açısı hakimdi. Ancak bunun ne şekilde, hangi aktörler tarafından içinin doldurulması noktasında soyut kalışı, belirsizliğe neden olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her şeyden önce kim olursa olsun böyle bir çağrıyı yapanın kendisini taraflar üstü/dışı şeklinde gösterme anlayışının ne kendi tarafına ne de karşı tarafa yararının olmayacağının bilinmesi gerekiyor. Asıl vurgulanması gereken husus, bir tarafı temsil gücüne sahip olan birinin ön açıcı olmasından çok önünün açılması sorunudur. Bu sorun başlı başına yerinde duruyor. Halkın beklentisi de bu yöndeydi. Newroz alanında toplanan Kürtler, sadece mektubun okunması için gelmediler. Evet, geçen süre içinde eller karşılıklı olarak tetikten çekildi. Ancak, tehdit her yönüyle devam ediyor. Müzakere aşamasının en önemli koşulu olan “güven” henüz tesis edilmiş değildir. Güven için, her iki tarafın siyasi liderliklerinin kararlı siyasi duruşuyla birlikte hukukun ve pratik mekanizmaların hayata geçmesi zorunludur. Geçen süre içinde her iki tarafın çözümden ne anladığı konusunda birbirinden farklı anlayışlarda ortak bir noktaya gelinmedi. Kürt tarafı, kendisinin tasfiye edileceği, Türk tarafı ise “bölüneceği” anlayışından kendisini kurtaramadı. Özellikle, Türkiye tarafı bir yandan “Kürtlerle barışı(?)” sağlamaya çalışırken, ülkenin geneli açısından içine girdiği “otoriterleşme” belirtileri Kürt toplumunun Türk toplumuyla, Türk toplumunun da Kürt toplumuyla demokratik ilişki yollarını sınırlama işlevi taşıdı. Gezi’de bunun sıkıntıları görüldü. Devlet, Gezi’deki demokratik duruşu görmek yerine onu kendisine yönelik bir darbe anlayışı şeklinde değerlendirdi. Böylece Türkiye’nin batısında oluşan “demokratik enerjinin” Türkiye’nin doğusunda zaten var olan “demokratik enerjinin” sinerjiye dönüşmesi engellenmiş oldu. Bana göre en büyük kayıp da burada yaşandı. Kendisini hukuk dışı ve hukuk üstü ilan eden anlayışın, bir gün 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu karşısındaki körlüğü bu anlayıştan ileri geliyor. Asıl sorgulanması gereken husus budur. AKP hükümeti kendisini hukuka bağlı saysaydı ne Gezi olayları ne de 17 Aralık operasyonu olacaktı. Bu gün, çözümsüzlüğün nedenini Gezi ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarında arayan anlayışın yarın öbür gün bunu Kürtlerin üzerine yüklerse şaşırmamak gerekiyor.
Kürt Siyasal Hareketi(KSH) ve devrimci sosyalist hareketler daha çok “Türkiye halkları” ibaresini kullandıkları halde, Öcalan mektubunda “Sevgili Türkiye Halkı” ibaresini kullanması “birlik ve dayanışma ruhunu” vurgulamayı amaçlasa da bunun sosyolojik gerçekliğe ne kadar uygun olduğu da tartışmaya muhtaçtır. “Türkiye halkı” diye bir topluluk dediğiniz zaman, farklılıkları görmezlikten gelme anlayışına kapılabilirsiniz. Geçmişten beri, “Türkiye halkları” “Halklara özgürlük” söylemleri hep devleti korkutmuştur. Ne yazık ki, özgürlüklere müdahalenin boyutu o kadar büyümüş ki, “kavramlarla oynamak” bile sıradanlaşmıştır. Bu nedenle Öcalan’ın mektubunda dile getirdiği “Tarih bize göstermiştir ki eğer kararlı bir barış önderliği sergilenmezse tarihsel sorunlar bildiğini okur ve genellikle çok kayıplı dönüşümlerle cevaplarını üretirler.” Önermesine samimiyetle herkesin sarılması lazımdır.
Bu yılki Newroz’u önceki yıllardan farklı kılan yönü KCK eş başkanı Cemil Bayık’ın görüntülü mesajıydı. Bazı noktalarda Öcalan’ın mektubundan farklı vurgular olsa da her iki konuşma birbirini tamamlayacak nitelikteydi. Cemil Bayık’ın konuşmasında AKP’ye yönelik eleştirilerin dozajı Öcalan’ın mektubuna göre daha ağır olsa da her ikisi de mevcut hükümete çağrı yapmış olmalarıdır. Hatta Cemil Bayık, “Biz de dahil, Türkiye halkları ve demokratik güçler buna yeterli sahip çıkmadılar. Eğer biz, halklar ve demokratik güçler vazifelerini yerine getirseydi, bu süreç gelişirdi, Türkiye demokratikleşebilir ve Kürt sorunu çözülebilirdi.” Diyerek öz eleştiride bulunmuştur. Cemil Bayık görüntülü mesajıyla, Öcalan’ın arkasında olduklarını vurgulamıştır. Böylece “Qandil ile İmralı arasında farklılık/çelişki vardır.” Söylemlerine gerekli cevabı da vermiştir.
2014 Newroz’undan çıkan mesajın amacına ulaşması için ne yazık ki, geçen yıl ki siyasal ortamın koşulları bu yıl görülmüyor. Dışarıda Türkiye’nin Ortadoğu politikasının çökmesi, kendi partisi içinde yaşadığı sorunlar başbakanı oldukça güçten düşürmüş durumdadır. Geçmişte varsaydığı gücünü, kendi gücünü konsolide etmede kullanan birinin bu haliyle mevcut gücünü kendisini korumak için kullanacağını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu nedenle, fazla iyimserliğin çözüme yarar getirmeyeceği bilinmelidir. Siyasette iyi niyet, güven gibi değerlerin tarafların gücü çerçevesinde değerlendirilmesi de reel politiğin de bir gereğidir.
Ne olursa olsun bu yılki, Newroz’u önemli kılan bir husus da yerel seçimler öncesine denk gelmiş olmasıdır. Kürtlerin ulusal birliğine bir adım daha yaklaşmak anlamına gelen bu Newroz’un yarattığı sıcaklığın etkisi sandığa mutlaka yansıyacak tır. Bu da örgütlemesi, ifadesi ve direnişiyle onlara her alanda özgürlüğün kapısını açacaktır. Zindanlar boşalacak, dağlar çiçek açacaktır.
Öcalan, şu ana kadar yürütülen süreci “diyalog süreci” olarak değerlendirmiştir. Konu, Öcalan/Devlet heyeti ile sınırlanacak olursa buna diyalog denilebilir ancak konunun BDP-İmralı, BDP-Hükümet, BDP/Qandil-Hewler boyutları göz önünde bulundurulduğunda bunun diyalogdan öte anlamlara sahip olduğu görülmektedir. Asıl, sürecin kalbi burada atıyor. Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus, BDP’nin Öcalan’la birlikte oynadığı roldür. BDP, sorunlardan etkilenen bir nesne olmaktan çıkmış, sorunlara etki eden bir özneye dönüşmüştür.
Hükümetin ağırdan alma, tek taraflı yürütme, yasal temelden kaçınma ve uzatma tutumuna rağmen barış arayışındaki kararlılık varsa bu sağlayan BDP ile Öcalan arasında oluşan birbirini anlama/tamamlama anlayışıdır. Bana göre Kürt demokratik siyasetinin en önemli kazancı da budur. BDP, kendi içinde de bunun mücadelesini vermiştir. Sonuçta demokratik-sivil siyaset anlayışı ağırlık kazanmıştır. Bu kazanç, devlet ile KCK’nin yeniden çatışma haline gelmemesi için elinden geleni yapmıştır. Yasal düzenleme yokken, bunu yapabildiyse yasal düzenleme ile birlikte daha iyi yapılabileceği kendisini göstermiştir. Yasal güvence ve çerçeve sadece Kürt tarafının da ihtiyacı değildir. Yasal çerçeve, başbakan dahil devlet tarafı için de gereklidir. Öcalan’ın “müzakere sistematiği için yasal çerçeve kaçınılmaz olmuştur.” Demesinin anlamı budur. Önümüzdeki yerel seçimlerde bunun siyasal sonuçları daha fazla açığa çıkacaktır. KSH, elinde bulundurduğu belediyeleri artırmakla kalmayacak, demokratik siyasetin alanını daha da genişletecektir.
Öcalan’ın mektubunda geçen “birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğimiz sorusu” Türkiye siyasal tarihinin en önemli sorusudur. Geçmiş tarihsel süreç göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’de darbeler sürekli olmuştur. Darbeler karşısında “demokratik bir direnişin” olmadığı da siyasal bir gerçekliktir. Darbelerle mücadele ettiğini söyleyen AKP’nin kendi içinde yaşadığı sarsıntı karşısında yeniden “darbecilere” gülücükler atmaya başlaması darbeci anlayışın halen canlı olduğunun en önemli göstergesidir. Ayrıca gerek Gezi’ye gerekse 17 Aralık Operasyonlarının –hükümetin söylemiyle- darbe demenin bir anlamı yoktur. Burada üzerinde durulması gereken darbelerin gerisindeki anlayış/zihniyet/ideolojidir. Yüz yılların birikimini içinde taşıyan bu anlayışın “darbe” adı altında sürekli olarak toplumu kayba mahkum etmesinin izleri görünmeyecek düzeyde derinlerdedir. Bunu oluşturan devletin baskı aygıtları olan ordu, polis, yargı organları ve idari bürokrasinin organik yapısı, ideolojik yapısıyla birlikte varlığını sürdürüyor. Gezi ve 17 Aralık’ı “darbe” olarak gösterip, asıl darbenin nasıl olacağını size gösterecekler pusuda her zaman hazırlar. Çünkü, bu anlayışı ortadan kaldıracak “devletin demokratik dönüşümü” konusunda bir şey yapılmadı. Yapılan “doldur-boşalt/yerini al” anlayışı olunca başka bir sonuç da beklenmezdi. Asıl olarak Öcalan’ın üzerinde durduğu nokta da burasıdır. Öcalan, “Ya son 200 yıllık kapitalist moderniteye dayalı komplocu-darbeci rejim kendini yeniden restore ederek sürdürecektir ya da tarihsel rotasına oturtulmuş Türk-Kürt ilişkileri en kapsamlı demokratik reformlardan geçerek demokratik anayasal bir rejimle komplocu-darbeci mekanizmaları parçalayarak çözümlenecektir. Bütün ara yollar ve geçici biçimler artık miyadını doldurmuştur.” Diyerek bunu ifade etmiştir. Bunu gerçekleştirecek bir anlayış var mı yok mu asıl üzerinde durulması gereken budur. Öcalan’ın “darbe” karşıtı söylemini “17 Aralık’ı darbe olarak” görmeye indirgemek de yanlıştır. Öcalan bunu demekle, iki yüz yıllık bir darbecilik anlayışını ifade etmek istemiştir. Çünkü, çözüm gücünü kaybeden hükümetlerin darbe ile devrileceğini bilmektedir.
Geride kalan barış süreci nasıl adlandırılırsa adlandırılsın geriye dönüşün her iki tarafı da yıkıma götüreceği ortaya çıkmıştır.
Öcalan, “Oslo'dan Paris'e, Gever'den Lice'ye, KCK operasyonlarından hasta tutsaklarımıza dönük zalim tutuma varana değin birçok saldırıya maruz kaldığını” diyerek barış karşısındaki kirli oyunlara dikkat çekmiş, bu oyunları bozduklarını söylemiştir. Bu açıdan Öcalan’ın, “Biz direnirken korkmadık, barışırken de korkmayacağız.” Deyişinden herkesin ders çıkarması gerekmektedir. “Barışımız da hükümetler ya da devletler için değil, bu toprakların binlerce yıllık kadim değerlerini özümseyen, dünya kültürel mirasının eşsiz hazırlayıcısı olan Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya halkları içindir. Hükümet ve devlet bu gerçekliğe uygun bir ciddiyet geliştirmekle yükümlü” olduğunu söyleyerek herkesi sorumlu bir dil ve uslup kullanmaya davet etmiştir.
AKP’nin en önemli özelliği, yasal veya anayasal düzenlemeler yaparken, toplumu bir beklenti içinde bırakarak ya da toplum lehine olabilecek bazı düzenlemeleri de yasal düzenlemeler içine serpiştirerek kamuoyunu kendi lehine çevirmede gösterdiği başarıdır. 2010 Anayasa değişikliğinin temel amacı “Yargıyı kendisine uygun dizayn” etmekti. Değişikliğe, “özgürlükler” yönünden bazı kırıntılar ile “12 Eylül Darbesinin ürünü olan geçici 15. maddenin kaldırılması”, Anayasa Mahkemesine “bireysel başvuru” yolunu getirerek hem kendi gerçek amacını toplumdan gizleme hem de düzenlemeye karşı oluşacak tepkileri azaltmayı amaçlamıştır. Buna benzer düzenlemeler, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına dair kanunda da yapıldı. MİT yasa teklifinde buna benzer “olumlu(?)” düzenlemeler olmamakla birlikte yasanın mecliste görüşülmesi sırasında “çözüm sürecinde yer alanlara yasal düzenleme” adı altında bazı düzenlemelerle bu yasa sanki çözüm sürecini devam ettirme iradesi gösteren bir yasa imiş gibi bir görüntü verilmeye çalışılmaktadır. Diğer yasal düzenlemelerde olduğu gibi AKP’nin bunu da “toplumsal algı” yönetiminin bir parçası olduğu görülmektedir. AKP’nin gerçekten “çözüm sürecinin yasal güvenceye alınması” konusunda bir anlayışı olmuş olsaydı;bunu MİT yasası içinde değil de başka bir yasa ile yapması gerekirdi. Çünkü istihbarat denilince “gizlilik” akla gelir. Hele hele MİT görevlilerine “kişisel dokunulmazlıktan” öte “kurumsal dokunulmazlık” veren düzenlemeleri ile birlikte ele alındığında “çözüm sürecine” dair düzenlemelerin bu yasa da yerinin olmaması gerekir. Hükümet, “çözüm sürecine” dair düzenlemeleri bu yasanın metnine ekleyerek, çözüm sürecine siyasal bir anlam yüklemekten de kaçınmaktadır. Çözüm sürecini, idari mercilere bırakan bir anlayışın sürdürüldüğünün çokça örnekleri vardır.
O zaman da “Newroz” özgürlük karnavalına dönüşecektir.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder