28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KAPILAR KAPANIYOR MU?

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KAPILAR KAPANIYOR MU?




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
04.06.2014
Öyle anlaşılıyor ki, Öcalan ile bürokrasi olarak nitelenen MİT arasındaki görüşmelerin siyasi formata dönüşmesindeki geçiş aşamasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Gerçi AKP döneminde klasik bürokrasi-siyasetçi ayırımı da ortadan kalkmıştır. Zaman zaman bir bakan dahi bürokrat statüsünde görülürken, MİT müsteşarının siyasi yönü ağırlık kazanabilmektedir. O nedenle siyasi formata evrilme olurken, MİT'in devre dışı kalacağı da gerçekçi değildir. Çünkü, Fidan, Erdoğan'ın bakanlarından daha çok güvendiği birisidir. Erdoğan cumhurbaşkanı olursa başbakanlığı dahi konuşulan birisidir. Ayrıca Gülen hareketinin de bir numaralı hedefinden biri olmakla kalmamakta uluslararası bazı güçler tarafından da istenmemektedir. Fidan'ın süreç içindeki varlığı devam ettikçe müzakerelerde gizliliğin devam edeceği de anlaşılıyor. Aslında Öcalan da gizliliğe riayet ediyor. Her görüşme sonrasında görüşlerini yazılı olarak iletmesi bunun en önemli belirtisidir. KSH açısından özellikle görüşmeleri yapan milletvekillerin aceleci yaklaşımları, yayın organlarında henüz olgunlaşmamış konularda yorum yapmaları, bazı aşamlalara geçip geçmediği net olmayan konularda sanki anlaşma yapılmış gibi davranmaları hem başbakanı hem de Öcalan'ı zora sokmuştur.

Bu konuda Öcalan'ın yazılı açıklaması dışındaki açıklamaları dikkate almamak gerekiyor. Öcalan yazılı açıklmasında "umudumu koruyorum" demiştir. Bundan hükümetle siyasi görüşmelerin başladığı sonucunu çıkarmak yanıltıcıdır. Kaldı ki, müzakerelerin düzeyi ne olursa olsun yeni bir aşamaya geçiş için Erdoğan'ın nihai kararı vereceği de bir gerçektir. Durum böyle iken, erken açıklamaların kimseye faydası da yoktur. Norşin ve Ağrı'daki seçim zaferleri de sarhoşluk yaratmamalıdır. Her iki yerde zaten BDP kazanmıştı. Hakkın iadesinden başka bir anlamı yoktur. Tersine Ahlat ve Ceylanpınar'da gasp edilen belediyeler üzerinde durulmalıdır.
Çözüm süreci için kim ne yaparsa yapsın, son kararı verecek olan Erdoğan'dan başkası değildir. Nasıl ki, 2009'da Habur'da yaşanandan sonra "sil baştan" diyen başbakan idiyse daha sonraki aşamada süreci yeniden başlatan yine o olmuştur. Bu sürecin görünen yönüdür. Sürecin görünmeyen yönü ise Abdullah Öcalan'ın oynadığı roldür. Gerçekçi olmak gerekiyorsa birbirlerini en çok anlayan iki insan varsa bunlar, Öcalan ve Erdoğan'dan başkası değildir. Her ikisinin de liderlik özelliği, kendi örgütsel yapısının ötesinde halk içinde kendilerine bağlı geniş yığınların oluşudur. Hem karşıtlarında hem de kendi içinde her ikisinin tökezlemesini pusuda bekleyenler az değildir. Erdoğan'a karşı, öncelikle MİT'e yönelik ifadeye çağırma sonrasında yolsuzluk dosyaları gerekçesiyle kendisine en büyük operasyon hamlesi en yakınlarından geldi. Ancak, Erdoğan'ın çözüm sürecinden anladığı gerek araçsal gerekse amaçsal bakımdan Öcalan'ın çözüm sürecinden anladığından farklıdır. Erdoğan'ın anladığı, "sosyal eve dönüşün" sağlanmasıdır. Öcalan'ın anladığı ise "siyasal eve dönüş"tür.Çözüm sürecinin ilerleyebilmesi için bu iki görüşün birbirine yakınlaşıp sentezle sonuçlanmaması halinde daha büyük çatışmalara neden olabilir. Bu durumda Erdoğan ve Öcalan dışındaki aktörlerin rolü çok önemlidir. Gelişen süreç içinde Erdoğan'ın konuya siyasi yaklaşımında ilerlediği söylense de Öcalan açısından keskin siyasal söylemden esnemenin yeterince olmadığı söylenebilir. Bunun en önemli nedeni, Öcalan'ın koşulları, devlet baskısının devam etmesi, kendi siyasal güçleriyle irtibatındaki zaman ve mekan zorluklarından ileri gelmektedir. Öcalan'dan yeterince suyu olmayan bir havuzda yüzmesi, hızla gelen bir atı durdurmadan binmesi istenmektedir. İşin ilginç yanlarından birisi de bu isteğin KSH tarafından da onaylanmasıdır. KSH, "Öcalan irademiz" diyerek bir anlamda kolaycılığa sapmıştır. İradenizi devrettiğinizi söylediğiniz birinin önünün açılması için hiç bir şey yapmadığınız zaman o kişinin bir şey yapamayacağınızı bildiğiniz için eninde sonunda sizin iradeniz doğrultusuna gelmek zorunda geleceği de bilinmelidir.
Mutlak iktidar olmak isteyip de kendi gücüyle bunu yapamayacakların başvuracağı en önemli yol, mutlak iktidarını başkası üzerinden gerçekleştirmektir. Erdoğan'a göre, "Eve dönüş provake edilmiştir. Barış havası yok diyenler barış havasını ortadan kaldırmışlardır. Öcalan'ın BDP'li siyasetçiler dışındakilerle görüşmesi mümkün değildir. Böyle diyenler kendi kapılarını da kapatırlar" diyerek Habur sonrasında "sil baştan" ya da "tamamen silme" yoluna mı gidiyor? Erdoğan'ın açıklamasına bütün olarak bakıldığında bundan sürecin bittiği sonucunu çıkarmak doğru değildir. Erdoğan, rolünü aştığını düşündüğü HDP'li milletvekillerine ciddi bir eleştiri getirmiştir. İleriki dönemlerde Öcalan'la görüşmeye gidilecek milletvekillerinde bir değişiklik yapılacağı anlamında da yorumlanabilir. Kim ne derse desin AKP yine de Kürt sorununun çözümü konusunda gelmiş gitmiş hükümetler içinde en çok adım atan ve adım atmak isteyen bir hükümettir.

En azından temel politik eğilim olan Kürtlerin inkarına dair politikayı terk etmekle kalmadı PKK ve lideriyle görüşmelere başlayarak onu siyasal anlamda onaylamış oldu. Siyasal alandaki bu gelişmeler bir türlü hukuki alana yansımadı. Bunlardan birisi yasal düzenlemelerin yapılmayışı ise ikincisi yargının bu konudaki olumsuz tavrıdır. Özellikle yasaları geniş yorumlama yoluyla birey aleyhine oluşturulan "legal illegal Kürt Siyasi Hareketi(KSH) aynıdır, hepsi terör örgütüdür" anlayışı yargıda etkili oldu. KCK olarak adlandırılan operasyon süreci bu tür yorumların sonucunda oldu.
Yasa tasarısı eleştirilirken, yasanın başlığında yer alan "terörün sona erdirilmesi" ibaresi "terörle mücadele" ibaresini çağrıştıracak nitelikte olsa da tasarının genel gerekçesinde yer alan "şiddeti ve silahı aradan çıkaran, sözü, düşünceyi ve siyaseti devreye alma süreci" şeklindeki tanımlama çözüm süreci konusunda Öcalan'ın 21 Mart 2013 Newroz’unda mektubunda dile getirdiği "demokratik siyaset" söylemiyle ilk kez hükümet ile Öcalan arasında bir paralellik oluştuğunun işareti olarak görülebilir. Ancak bunun nihai hedefi PKK'nin silahsızlandırılmasıdır. Tam bu noktada yasa ile amaçlanan "eve dönüşün sosyal mi siyasal mı" olduğudur. Yasa tasarısında yer alan "silah bırakan örgüt mensuplarının eve dönüşü ve sosyal yaşama katılışını ve uyumlarını sağlamak" şeklindeki metin, bakış açısı genel gerekçeyle de çelişkilidir. Çünkü genel gerekçede yer alan şiddet ve silahın yerinin söz, düşünce ve siyasetin yer alması hususuna tasarıda yer verilmemiştir. Tasarının komisyon ve genel kurulunun gündemine getirilmesi halinde bu yönlerin mutlaka dile getirilmesi ve genel gerekçeye uygun olarak eve dönüşün sosyal/ekonomik boyutunun yanı sıra siyasal boyutunun ne olacağı da belirlenmeliydi. Cezaevinde bulunanlar, ceza almış olanlar, örgütün Avrupa ve Qandil'deki yöneticilerinin durumunun ne olacağının da somut olarak belirlenmesi gerekmektedir. Bu düzeyde görev alan kişilerin dönüşü mutlaka siyasi eve dönüş şeklinde olmalı ve bu konuda garantileri içermelidir. Örgütün bütünselliğini ve hiyerarşik yapısını göz önünde bulundurmayan, örgütün duvarından bazı tuğlaları çekmeyi esas alan bakış açısının çözüme katkı sunmayacağı geçmişin örnekleriyle ortadadır.
Demokratik özerklikte merkezi devlet başta genel güvenlik olmak üzere değişik alanlarında etkinliğini korumaya devam eder. Demokratik özerklikte olsa olsa polis faaliyetleri yerel yönetim tarafından yerine getirilebilir. KSH'inde Öz Savunma adı altında bir tartışma var ise de bu konuda bir netlik de yoktur. Dar kapsamlı temeli bölge meclisi olan yasa çıkarmaktan çok mevcut yasalar kapsamında karar alabilen bölge meclislerinden söz ediliyor. Bu açıdan KSH'nin karakollara karşı çıkışı aşırı bir tepkidir. Çünkü siz, devleti tüm kurumlarıyla Kürdistan'dan çıkarmayı hedeflememişsiniz. Onu bir çok alanda kabul etmişsiniz. Aksini de düşündüğümüzde devleti Kürdistan'da etkili kılan sadece devletin askeri ve polisiye gücü değildir. Devletle birlikte hareket eden korucular ve rahatlıkla kitlesel siyaset yapabilen Türk partilerinin etkinliği üzerinde de düşünülmesi gerekiyor. Irak Kürdistan'ında da rejimin sarsılmaz karakolları vardı. Onların çoğu da Kürtlere karşı yapılmıştı. Günümüzde Irak Kürdistan'ı Saddam'ları ülkesinden attıkça o karakollar peşmergenin eline geçti. Politik mücadeleyi bir bütünsellik içinde yürütürseniz sömürücü güçlerin karakolları, kalekolları kendiliğinden etkisiz hale gelecektir.
Çünkü o kalekolların ardındaki zihniyeti kırmanız gerekmektedir. ***

ÇÖZÜM SÜRECİ EKSENİNDEN "GEZİ'YE BAKMAK" 2

ÇÖZÜM SÜRECİ EKSENİNDEN "GEZİ'YE BAKMAK" 2



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 03.06.2014
KSH kendisine özgü bir mecra oluşturmuştur. Her ne kadar Türkiye solunun modernist etkisinde gelişme alanı bulmuş ise de onun asıl mecrası Ortadoğu'da yolunu bulmuştur. Dine bakışı, devlete yaklaşımı, demokratik anlayışı ister istemez Ortadoğu ve Kürdistan gerçekliğinde şekillenmiştir. Devlet veya benzeri bir güç olmasa Ortadoğu'nun dengeleri içinde yerini almıştır. Bu denge durumu KSH'nin dost/düşman anlamında ona farklı seçenekler sunmamaktadır. Gezide ise, Ortadoğululuk özelliği yoktur. Arap baharı sonrasında meydana gelmiş olsa da Arap baharından çok Batı'da gelişen sınıfsal karakteri belirsiz olan anti-kapitalist çevreci hareketlere benzemektedir. Sonrasında Gezi'nin bazı bileşenlerinin "İşgal et" türü eylemlerle benzerliği bu yakınlığın göstergesidir. Zizek, Bodio, Laclau, Hardt gibi yeni Marksist ideologların Gezi'ye ilgisi de bunu doğrulamaktadır. Her ne kadar Öcalan, Kürt sorununun çözümü için yukarıda yazılı düşünürlere benzer düşünürleri bol bol okuyup yazmış ise de Ortadoğu gerçekliği ve dengesi onların anladığı anlamda yorumlamak o kadar kolay değildir. Bu nedenle, Gezi'de "Kürtler nerede?" sorusunu sormak o kadar anlamlı değildir. Kuşkusuz Gezi'de kendisini ifade eden Kürtlerin sayısı da az değildir. Yer yer Kürtlerin siyasal örgütleriyle Gezi'yi destekledikleri bir gerçektir. Ancak Kürtlerin, Gezi'nin motor gücü haline gelmesi mümkün değildir. Çünkü, kökeni ve beslenme kaynakları bakımından temel farklılıklar vardır. KSH ile AKP arasında yürütülen çözüm sürecinin devamı konusunda özellikle AKP'nin koyduğu angajmanlardan en önemlisi temeli AKP ve Erdoğan karşıtlığına dönüşebilecek Gezi ile KSH arasında gelişebilecek birlikteliklerin çözüm sürecini zora koyabilecek konusundaki eğilimlerdir. Öcalan'ın odağında yer aldığı, BDP'nin yürüttüğü Qandil'in de uymaya çalıştığı çözüm sürecinin üzerinde yürüdüğü hassas ipin başka bir şekilde sağlam kalması da mümkün değildir. KSH de, AKP de bu hassas ipin üzerindedir. Kaderleri birbiriyle bağlı durumdadır. Gezi ve bileşenlerinin KSH'nin bu durumuna dikkat etmesi zorunludur.
Gezi, gerçekten herkese ders verdi. Herkes kendisine göre dersler çıkardı. Bu ders, Gezi ruhunun içselleştirilmesi şeklinde olmadı, Gezi'nin içini boşaltma veya kendisine mal etmek şeklinde oldu. Gezi'nin asıl önemli ve olumlu etkisi yine KSH'e kaldı. En azından "çözüm süreci rehavetinden" Gezi sayesinde uyandılar. Dikkat edilecek olursa, Çözüm sürecinin başlarında Reyhanlı patlaması olduğu, büyüklüğü ve kapsamı bakımından dünya çapında büyük bir eylemdi. 50'nin üzerinde ölü, yüzlerce yaralı vardı. O dönemde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın sessizliği ve AKP'nin bu olayın sorumlusu olarak gösterilmesi halinde "çözüm sürecinin" zora gireceği kaygısıyla, tıpkı Türk toplumunun Roboski Katliamına benzer bir sessizlikle karşılayışı çözüm sürecinin verdiği rehavetten ileri geliyordu. Oysa çözüm sürecinin çıkış noktası daha fazla demokratik eylemliliğin oluşuydu. Gezi bu anlamda Kürt toplumunu rehavetten de kurtarmış oldu. Aslında Gezi ile Çözüm süreci arasında diyalektik bir ilişki vardır. Çözüm sürecinin hemen ardından Gezi'nin olması, Gezi'den sonra KSH'inde demokratik eylemliliklerin artmış olması bu ilişkinin kanıtıdır. Bu bilindiği için bilinçli bir şekilde çözüm süreci ile Gezi birbirine karşıymış gibi gösterilmeye devam edildi.

KSH'nin AKP ile ilişki düzeyi ve içeriği ve gündemi de farklı bir aşamaya gelmiştir. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi(KBY)'nin Irak merkezi hükümetiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle KBY'nin "devletleşme" yönünde referandumdan söz etmeye başlamış olması hususu göz önünde bulundurulmalıdır. Türkiye'deki KSH'nin bunun karşısında kayıtsız kalması düşünülemez. Rojava'nın da bu yöndeki tercihi de dikkate alındığında Kürtlerin birlikteliğinin önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır. Rusya gibi küresel bir gücün etkisiyle Kırım'ın referandum yoluyla kendi kaderini belirleme yoluna giderek, Ukrayna'dan ayrılıp Rusya Federasyonuna katılmış olması, Kürdistan'da yapılacak bağımsızlık oylaması için meşru bir örnek teşkil etmektedir. Üstüne üstlük Irak Anayasasında bunu engelleyecek hukuki bir engel ve de engelleyebilecek güçte merkezi bir Irak gücü vardır. Burada engel çıkarabilecek tek güç ABD'den başka bir güç değildir. Kırım'da olduğu gibi engel olmayacağı ortaya çıktığına göre Kürtlerin ABD'nin engelleyici tavrını ciddiye almalarının bir gereği de yoktur.
KSH ile Gezi bileşenleri bakımından İstanbul Gaziosmanpaşa'da HDP'nin düzenlemiş olduğu "Öcalan'a Özgürlük" standına kendilerini "ülkücü" olarak niteleyen bir grubun silahlı saldırısına karşı oluşan sessizliktir. Aynı gün, MHP'li milletvekili Sinan Ogan, CHP'nin yayın organı Halktv'deki Ruhat Mengü'nün sunuculuğunu yaptığı her açıdan programında Öcalan'a özgürlük adı altında yapılan etkinliği hedef gösterip kısa bir süre sonra silahlı saldırı yapılıyor, silahlı saldırıya karşı basın açıklaması yapan BDP'liler polisin saldırısına uğruyor buna karşı bir tepki verilmiyor. Lice'de kalekolların yapılmasını protesto edenlere "gösterici" sıfatı bile çok görülüp, "terörist" olarak adlandırılıyor. Öte yandan da "Gezi'de, 1 Mayıs'ta Kürtler nerede" diye feryat figan ediliyor. Gezi'den arta kalan bilinç CHP elinde tarumar edilirken, kendisini henüz CHP'nin şefkatli kollarına bırakmayan gün boyu kendisini dövdürmeye devam ediyor. CHP, Gezi'den gelen enerjiyi kendisine kattıkça Gezi'nin enerjisini yok etmekte, cemaatle de geçmiş iktidarla ittifakı yokmuş gibi ilişki geliştirebilmektedir. Hassas bir denge üzerinde kurulu bulunan Kürt hareketinin genel muhalefetle birlikte hareket etmesinin tüm yolları kendisine kapatılmaktadır. Kah, "AKP'yle anlaşıp başkanlık sistemini kabul edecekleri" kah "yaptıkları 'terör'den dolayı AKP'nin üzerine gitmediği" şeklinde propaganda yapmaktadırlar. Aslına bakılacak olursak, Türkiye'de en büyük çelişki ve çatışma AKP ile KSH. arasında yaşanmaktadır. KCK adı altında binlerce siyasetçi ya tutuklu ya da onlarca yıl ceza almakla karşı karşıya devam ediyor. Yine 30 Mart seçimlerinde görüldüğü gibi BDP ile olan yarışın basit bir siyasi mücadeleden çok devletin baskı aygıtlarının KSH'ne yönelik demokratik olmayan uygulamalar ortadadır. Tüm bu gerçeklere rağmen, KSH'nin AKP'ye muhalefet etmediği şeklindeki beyanların bir gerçekliği yoktur. Aynı şekilde Kürtlerin demokratik haklarını kullanmaktan başka bir anlama gelmeyen "kalekol protestoları"nı yapmaları da AKP karşıtlığı üzerinde kurulmuş muhalefet tarafından "neden bastırılmıyor" diye eleştiri konusu ediliyor. ***

ÇÖZÜM SÜRECİ EKSENİNDEN "GEZİ'YE BAKMAK" 1

ÇÖZÜM SÜRECİ EKSENİNDEN "GEZİ'YE BAKMAK" 1



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 01.06.2014 Kürt Siyasal Hareketi(KSH) 2012'nin sonlarına doğru, yeni bir siyasi yönelime girdi. Ondan öncesinde KSH, "demokratik halk savaşı" ile "demokratik siyaset" arasında gidip geliyordu. KSH'nin 2012 yılının ortalarında Rojava'da gösterdiği başarının bir benzerini Türkiye Kürdistan'ında da yapabileceğine inanılıyordu. Özellikle bu dönemde, Şemdinli'de "sürekliliği olan alan kontrolü" denemesi yapıldıysa bunun Rojava'daki gibi kolay olmayacağı ortaya çıktı. Böylece, demokratik halk savaşının o kadar kolay olmayacağı ortaya çıkmıştı. Zaten Öcalan'da avukatlarıyla en son yaptığı (27 Temmuz 2011) görüşmede, "halkı tutamıyoruz" diyen BDP'ye,"gerillayı tutamıyoruz" diyen KCK'ye "savaşabiliyorsanız savaşın" dedi. Aslında Öcalan böyle söylemekle "demokratik halk savaşından artık sonuç alınamayacağını" söylemiş oluyordu. Devlete de "bitirebiliyorsanız bitirin" diyordu. Devlet bitirebileceğini, KCK savaşabileceğini, BDP de halkı sokağa indirebileceğine inanıyordu. Bu şekilde Öcalan, süreçten çekilmiş/süreç dışına itilmiş oluyordu. Daha sonraki süreçte, Devletin operasyonlarında, HPG eylemliliğinde ve BDP'nin sokağa çıkma çabası olduysa da beklenen başarı sağlanamadı. Dağ'a karşı askeri operasyonlar, şehirlerde KCK operasyonları hız kesmeden devam ediyordu. Eskiden yaşanan filmin tekrarı kısır döngü halini almıştı. Tam bu sırada gerçekleştirilen Roboski Katliamı, bir dönüm noktası oldu. Başlangıçta, bu katliam karşısında Türkiye'nin batısında tepki gelişmediyse de sonraki süreçte yavaş tepkiler gelmeye başladı. CHP bile tepkisini üst düzeyde dile getirmeye başladı.
AKP ile KSH arasında çözüm süreci adı altında görüşmelerin olmuş olması, Türkiye'nin Batısından gerekli desteği alamadı. Kuşkusuz bunun sorumlusu hükümetten başkası değildir. Özellikle, toplumun özel yaşam alanlarına müdahaleler, içki yasağı, Taksim'in yayalaştırılması adı altında AVM / Otelleştirilmesi, eğitimin özelleştirilmesi, dini ağırlıklı eğitim konusundaki yasal düzenlemeler, kürtaj ve kadınları çalışma hayatının dışına atma çabaları ile birlikte değerlendirildiğinde başkaca bir sonucun çıkması mümkün değildi. AKP'nin daha önceden başarılı olarak sürdürdüğü "muhalif" iktidar oyunu bundan sonra oyun olmaktan çıkarak "hegemon" iktidar halini almıştı. AKP'nin "hegemon iktidar" haline gelişi, Kürtlerde, AKP'nin "Kürt sorununu" çözeceğine dair inancını artırıyordu. Çünkü, AKP, iktidar olduğu halde hegemon(vesayetçi) güçlerin önünü kestiğine inanılıyordu. Daha sonraki dönemlerde bu vesayetçi gücün yerini "cemaatin" aldığı söylenmeye başladı.

KCK Davalarındaki anadilde savunma krizi ve Öcalan'a uygulanan tecride karşı Eylül 2012'de cezaevlerindeki Kürt siyasi tutsaklar açlık grevine başladılar. Kısa sürede bunun etkidi Kürt sokağına yansıdı. Sokaklar hareketlenirken, açlık grevindekiler ölüm sınırına doğru gidiyorlardı. Daha önceden Leyla Zana'nın Erdoğan'a çağrısı, sonrasında Erdoğan'la baş başa görüşmesi, en sonunda da Öcalan'ın mektubuyla hızlanan trafik böylece daha önce sürecin durduğu noktadan itibaren yeniden devamı için işaretler veriyordu. Nitekim, Öcalan, kardeşi üzerinden gönderdiği mesajla 68.gününde açlık grevlerini bitirdi. Hükümet bir yandan MİT üzerinden Öcalan'la görüşmelere başlarken, Anadilde savunmanın önünü açmak için yasal düzenleme yapmak yoluna gitti.
2013'e doğru giderken, birileri de boş durmuyordu. 17 Aralık 2012'de birileri Avrupa'daki PKK'lileri öldürmek için hazırlık yapıyordu. Yılın son günlerinde tıpkı bir yıl öncesinde Roboski'ye benzer bir katliam da Diyarbakır'da yaşandı. Uçak ve helikopterlerden atılan bombalarla 11 gerilla yok edilmişti. Sonrasında BDP'lilerle Öcalan'ın görüşmesi ve Paris Katliamı... Sakine Cansız ve iki devrimci kadın katledildiler. Bu soru işaretlerinin gölgesinde herkes Newroz'da Öcalan'ın okunacak mektubunu merakla bekliyordu. 21 Mart 2013 gelmişti. Diyarbekir Newroz Meydanında toplanmış bir milyon üzerindeki insan seli ve televizyonların başında on milyonlarca kişi bu anı bekliyordu. Silahlı siyaseti döneminin bittiği, demokratik siyaset döneminin başladığının müjdesi veriliyordu. Sonrasında ilan edilen ateşkes ve gerillanın geri çekilmeye başlaması. Sürecin nasıl yürütüleceği tartışılırken, başbakan her şeyin kendi inisiyatifinde olmasını istiyordu. Akil insanlar heyeti ve mecliste oluşan çözüm süreci komisyonuna CHP ve MHP üye vermeleri bir yana karşı duruşları bir anda sürecin Batı'da yaşayanlar için toplumsal desteğin zayıf olacağının işaretleriydi.
Henüz Gezi'den izler yokken, toplum ikiye ayrılmış durumdaydı. Bir koldan Akil insanlar, 7 bölgeye doğru giderken, Karadeniz'e doğru yola çıkan HDK heyeti saldırıya uğruyordu. Karadeniz'de, Güney'de, Ege'de "sanki AKP İle BDP,anlaşmış, her şeyi bitirmişlerdi" bu hava sadece İP,CHP ve MHP'yle sınırlı değildi. Sol, sosyalistlerde de vardı. Özellikle Öcalan'ın İslam Birliği ile ilgili sözleri konusunda oluşturulan spekülasyonlar Aleviler üzerinde de etkisini göstermişti. Bir yandan da Suriye'den gelen kötü haberler Türkiye'yi giderek kamplaştırmaya doğru gidiyordu. KSH, ilk kez karşısında konuya ciddi yaklaşım gösteren bir hükümet bulmuştu. Sürecin devamı için ona yardımcı olmaları gerektiğine inanıyordu. Mayıs ayının hemen başlarında gerilla da sınır dışına çıkmaya başlamış, Suriye'de Esad'ın devrilişinin kolay olmayacağının işaretleri ortaya çıkmaya başlamış, Mısır'da Müslüman Kardeşlerin iktidarının sallantıda olduğunun belirtileri kendisini göstermeye başlamıştı. Tüm bunlar, AKP'nin "Stratejik Derinliğinin" kaybolmaya başladığını gösteriyordu. Gerillalar, geri çekilme konusunda yasal düzenleme yapılmamasına rağmen sınır dışına çıkmaya başlamıştı. Ancak süreç sıkıntılarla doluydu. Akil insanlar, dolaşmaya devam ediyor, raporlarını yazıp başbakana teslim etmek için sabırsızlanıyorlardı. İşte bu sırada Reyhanlı'da patlayan bombalar, başbakan ve hükümetin yalanlarını ortaya serdi. Başbakan, olayın sorumlusunun CHP olduğunu söyleyecek düzeyde yalana sarıldı. Başbakanın sürecin devamı konusundaki kararlı olup olmadığı, geri dönüşler için yasal düzenleme yapılmayışı ve sonrasında Reyhanlı patlamasıyla ortaya çıkmasına rağmen BDP'nin hükümeti destekler mahiyetindeki açıklamaları da AKP dışındakilerin gözünde BDP ile AKP'nin birlikte hareket ettikleri konusundaki görüşleri pekiştirdi. İşte tüm bu koşullar altında Gezi'ye doğru gelindi. Gezi Parkındaki ağaçların sökülmesine karşı siyasi anlamda en önemli karşı çıkışın BDP'li Sırrı Süreyya Önder'den gelmiş olması dahi KSH ile AKP arasında ilişkinin iyi olduğu algısını yıkmaya yetmedi. Sonraki süreçte Önder'in dayak yemesi dahi bu algıyı değiştiremedi. Kürt Siyasi Hareketi iki taraflı bir açmazla karşı karşıyaydı. Bir yandan çözüm sürecini sürdürmek istiyor diğer yandan da Türkiye'nin demokratik siyaseti için önemli bir aşama olan Gezi parkı direnişine destek vermeye çalışıyordu. Bunun karşısında KSH'inden istenilen ise AKP'yle çözüm sürecini bitirmesi konusundaki taleplerdi. Kürtlerin, Gezi direnişine katılıp katılmamaları onlar için önemli değildi. Her ne kadar "Kürtler nerede" sesleri yükselirken, bununla Kürtler AKP ile çözüm sürecini devam ettirmesin demek istiyorlardı. KSH, İmralı, BDP ve Qandil'iyle hep birlikte bu sürecin sonuca ulaşmasına büyük bir umut bağlamıştı. Bunu da heba etmek istemiyorlardı. Gezi'ye hazırlıksız yakalanmışlardı.
Gezi'nin ne olduğu konusunda kafalar karışıktı. 12 Eylül darbesinin getirdiği neoliberal düzen toplumu iyice sindirmişti. Toplumun direnç noktaları körelmiş, düzene eklemlenerek teslim olmak normal bir anlayış haline gelmişti. Geçmişte, Batı'nın tüm dünya üzerinde yaygınlaştırmak için karşısında itiraz edebilen İslam'ın da AKP gibi partilerin eliyle içinin boşaltılmasıyla bu hizmete koşulmasıyla birlikte ona karşı direnç daha da zorlaşmıştı. Geçmişte laiklik/demokrasi döngüsü çerçevesinde Batı'nın kendisini heba edemeyeceğini düşünen dünün iktidar sahipleri bile küresel muhafazakarlığın Türkiye'deki ittifaklarının bu düzeyde aleyhlerine döndüğünü anlamakta zorlanıyorlardı. 12 Eylülün oluşturduğu hukuka sarılmanın onları kurtarmaya yetmeyeceğini anladıklarında 12 Eylül hukukunun kendilerine karşı bir araca dönüşmeye başladığını fark ettiklerinde iş işten geçmişti.

Sistem de her yönüyle kendisini kabul ettiriyordu.

Küresel muhafazakarlık ile yerel muhafazakarlık arasındaki bağlantı artık ortaya çıkmıştı. Bu açıdan, Gezi direnişinde yer alanlar bu direnişleriyle küresel muhafazakarlığa karşı çıktıklarının bilincinde olan insanlardan oluşuyordu. Her ne kadar işçi sınıfı üstü kesimlerin ağırlığı olsa da gelişen kapitalizm karşısında onların da güvenceden yoksun kalabileceklerinin sayısız örnekleri vardır. Gezi'de yer alan yeni kişiliğin en önemli özelliği Dünya'da küreselleşmenin oluşturmak istediği düzene karşı, etnik veya dinsel özelliklerin ön plana alınmamış olmasıydı. Çünkü dinsel ve etnik temelli karşı koymada eninde sonunda harekete yön verebilecek otoriter liderlikler ve keskin bir ideolojiyi gerekli kılabilir. Aynı şekilde farklı inanç ve etnik temelli yapıların bir arada bulunmaları zorlaşabileceği gibi, birbiriyle çatışabilirler. Gezi için, geçmişte mücadele edip de iyice eriyen, etkisi bir kabuk gibi kalan dar ideolojik grupçuklar da bu etkiyi körükleyebilecek nitelikleri içinde barındırıyorlardı. Onlarda da otoriter eğilimler vardı. Gezi'nin başından sonuna kadar en büyük korkusu, bir otoriterliğe karşı mücadele ederken, başka bir otoriterliğin tuzağına düşmek kaygısıydı. 12 Eylül öncesinde olanların, 12 Eylül gibi bir darbeye yol açtığı gibi. Gerilere gitmeye gerek yoktu. Arap baharı ve Mısır'ın durumu ortadaydı. Gezi'yi darlaştıran açmaz da bunun içinde gizliydi. Çünkü, siyasi taleplerle ortaya çıkan hareketlerin, karşısında mücadeleye giriştikleri disiplinli/otoriter güce karşı, bir program ve örgütlülük gereklidir.

Aksi durumda, program ve örgütlü güce sahip olan grupların inisiyatif elde etmeleri kolaylaşır. Bu da Gezi içinde yer alanların, otoriterlik kaygısı nedeniyle geri çekilmesine yol açar. Hükümet de yaptığı propaganda ile bu grupları ön plana çıkardıkça uzaklaşmanın kapsamı artar. Hükümetin, Gezi'ye karşı ajitasyonda sarıldığı iki argüman "dış güçler" ve "terör örgütleri"ydi. Gezi'de en az olanları ön plana çıkarıp, dinamiklerinden koparmaya çalışmıştır. Bunun iki açıdan sonucu olmuştur: birincisi, Gezi'nin dinamikleri arasında kopukluk yaratılarak sönümlemesi, ikincisi hükümetin dayandığı yoksul/ezilen kesimlerin desteğinin engellenmesi bir yana hükümetle daha fazla kenetlenmesi olmuştur.
O nedenle 31 Mayıs 2013'e benzer bir hareketin bir daha tekrarlanması kolay değildir. 1 Mayıs 2014 ve 31 Mayıs 2014'teki çıkarmaların başarısız görülmesi bunun en canlı örneğidir. 31 Mayıs 2013'te barikat ve gaza aldırmayarak Gezi Parkını işgal edip, kısa süreliğine olsa da "Gezi Komününü" oluşturanların kendi dünyalarına çekilmesi üzerinde de özellikle durulmalıdır. 1 Mayıslar ve 31 Mayıslar artık otoriter muhafazakar gücün, güç gösterme, dayak atma, işkence etme, yasaklama günleri haline geldi. Hükümet ve başbakan sert bir hükümet olduklarını gizlemek gereği bile duymuyor. A'dan Z'ye diyerek "öldürme" dahil her türlü ehliyeti verdiği polisini kimliğini, yüzünü gizleyerek insanların üzerine sürüyor. KSH'nin Gezi konusundaki yaklaşımı, Gezi'yi oluşturan farklı kesimlerin yaklaşımından farklıdır. Bu farklılık, 21 Mart 2013 tarihli Newroz bildirisiyle Kürt hareketinin inisiyatifinde oluşabilecek demokratik eylem potansiyelinin Kürt Siyasal hareketinin dışında da olabileceğinin görülmüş olmasıdır. KSH'nin Gezi karşısındaki şaşkınlığı ve kararsızlığı bundan ileri gelmektedir. Demokratikleşme partneri olarak toplum arayışından çok iktidarın görülmüş olması da bu ileriyi görmemede etkili olmuştur. KSH'nin çözüm sürecini, kendi kitlesinden soyutlayıp, devletle çözebileceği anlayışının hakim olması da KSH'nin Gezi'yi anlamasını zorlaştırmıştır. Buna rağmen Gezi'ye Kürt toplumunun büyük bir sempatisi ve ilgisi vardır. Örgütlü yapının kararı olmadan Gezi'ye destek veren sayısız Kürt vardır. Buna rağmen Gezi karşısında örgütlü KSH, İmralı'dan Qandil'e ve BDP'nin tutumu ne doğrudan destekleme ne de doğrudan karşı çıkmak şeklinde olmuştur. Bu da KSH'ni tarafsızlık safında göstermiş ise de çözüm sürecinin devamı uğruna AKP'nin işine yaramıştır. Kuşkusuz KSH'nin bu tavrı tek taraflı da olmamıştır. Gezi'nin önemli bileşenleri olan ulusalcıların KSH'ne yönelik dışlayıcı tavırlarının da etkisi vardır. 1984'ten beri Türkiye'deki siyasi-hukuki yapılanmada en etkili güç Kürt Siyasi Hareketi olmuştur. Olağanüstü hal, DGM'ler, Köy Koruculuğu, seçim barajı, demokratikleşme hep bu çerçevede gerçekleşmiştir. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi Kürtlükle özdeşleşmişti. Gezi'yle birlikte bu rol, Gezi bileşenlerine geçmiştir. KSH'nin Gezi karşısındaki asıl şaşkınlığı bundan ileri gelmiştir. KSH, ilk kez, yüksek sesle dillendirilen demokrasi ve özgürlük söyleminin dışında kalmakla kalmamış, tarafsız bir görüntü vermesine rağmen iktidarın yanında kalmakla suçlanmıştır. Bu duruş ve suçlama karşısında KSH çeşitli etkinliklere başvurmuştur. Lice'de Kalekol yapımına karşı gösterilen tepki bunun ilk görünür haliyse KCK'nin örgütsel yapısında değişiklik yapılarak Cemil Bayık'ın eş genel başkanlığa gelmesi de bunun sonuçlarından biridir. Cemil Bayık'ın KCK eş başkanlığına geldikten sonra ilk demecinin Gezi ile ilgili oluşu, Gezi ile ilgili olarak öz eleştirel yaklaşımı Gezi'nin KCK üzerindeki etkisini göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
Gezi'nin Kürt hareketine, Kürt hareketinin ise Gezi'ye katkı sunması için mutlak olarak birlikte hareket etmelerine gerek yoktur. Her biri kendi mecrasında yürüse bile hedeflerinin ortak noktaları "otoriterlik" karşılığı olduğu için doğal müttefik gibidirler. Gezi'nin en önemli eksikliği, oluşturulan bilinç ve eylemliliği sürdürebilecek, süreklilik sağlayabilecek örgütsel yapılarının olmayışı veya zayıf oluşu nedeniyle geleneksel hazır örgütsel güçlerin bu bilinçliliği ve eylemselliği sahiplenip kendi içinde eritecekleri konusundaki korkudur. Geçmişinde siyasal taleplerle ortaya çıkmamış, siyasi iktidarın şiddetini fiziki olarak yaşamamış bu geniş kitlenin kırılgan noktası da burasıdır. Bu kitlenin siyasi iktidarın şiddeti karşısında normal hukuk düzeninin kendilerini korumaması durumunda ne yapabilecekleri konusundaki belirsizlikler ya onları mevcut yapılara doğru savurmakta ya da pasifizme doğru savurmaktadır. Nitekim 1 Mayıs ve 31Mayıs 2014'te olan bundan başka bir şey değildir. Sokağa çıkmak bile cesaretin bir göstergesi haline geldikçe sokağa çıkanların sayısı azalıyor. Evinden çıkmayanların sayısı artıyordu. Bu da sokağa çıkma cesaretini gösterenlerin daha fazla dayak yemesinden başka bir işe yaramıyordu.

KSH'nin, BDP'den HDP'ye dönüşümü de bunun sonuçlarından biri olarak görülse de KSH'nin kendisini Gezi'nin bir parçası olarak görmesi o kadar kolay da değildir. Çünkü Kürt hareketinin belirleyiciliği konusunda Öcalan'ın rolü baskın olmaya devam ediyor. AKP ile ilişkilerin Öcalan üzerinden devamlılığı oldukça, bunu kesmeden dönüşüm yaşaması mümkün değildir.
Gezi'nin Geleceği
Gezi,12 Eylül'den bu yana sokakta yakaladığı başarı ve birliktelikle nitelikli bir sıçramayı ifade etmektedir. Kısa bir sürede yaşanan bu sıçramanın kalıcı ve sonuç alıcı olması süreklilik kazanmasına bağlıdır. Ne yazık ki, Gezi sürekliliği yakalayamadığı gibi oluşan bilinci örgütleyemedi. Örgütlenmeme ve bilinçlenmemenin sonuçlarından daha çok CHP faydalandı. Bu da CHP’nin Kürt sorununa bakış açısını Gezi’yi etkisi altına alınmasıyla sonuçlandı.
***

ERDOĞAN'IN 27 MAYIS 2014'DEKİ GRUP TOPLANTISINDA SÖYLEDİKLERİ ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

ERDOĞAN'IN 27 MAYIS 2014'DEKİ GRUP TOPLANTISINDA SÖYLEDİKLERİ ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 29.05.2014 Erdoğan, 27 Mayıs 2014 tarihli AKP grubu toplantısında ekonomi, gezi, tarih, AB, çözüm süreciyle ilgili beyanda bulundu. Alevilik konusunda özel bir ağırlık vardı. Alevi sorunu ile Kürt sorunu arasında bağlantı kurarak bu iki sorunun dış güçler tarafından kışkırtıldığını söyledi. Konuşmasına tarihi bir perspektifle yaklaşarak Türkiye'nin Selçuklu ve Osmanlı mirası üzerinde kurulduğunu belirterek, birinci dünya savaşından sonra Batı tarafından Misak-ı Milli'nin dahi kabullenmediğinin üzerinde durdu. Aslında bu yaklaşım, Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik derinlik adını koyduğu Yeni Osmanlıcılık siyasetinden vazgeçmek(iflasından sonra) anlamına geliyor. Bundan sonraki süreçte dış düşman retoriğinden çok "dış düşman tarafından kışkırtılan Alevilik ve Kürtlük" retoriğine geçiş yapmıştır.

Tıpkı AKP öncesi MGK-Kırmızı kitapta yazılı olduğu gibi. Tabi ki, kendi içindeki siyasal bütünlüğü sağlamak için bir düşman da Gülen hareketi olarak gösterildi.
Erdoğan, ideolojik-islami yaklaşımını da göstere göstere yapmaktan çekinmiyor. Kendi güdümünde 2004 yılında kurdukları STK olarak adlandırdıkları Avrupalı Türk Demokratları Birliği toplantısının açılışını Diyanet işleri başkan yardımcısının ettiği dualar yapıyor. Aslında bu gösteri anlamında İslami görüntü yapmak amaçlıdır. Öte yandan neo-liberalizayonlaşma konusunda iş birliği sonuna kadar gitmeye devam etmektedir. Onun, dualı, çift hocalı ezanları, İslam’ı da neo-liberalizme uygun hale getirmek amaçlıdır. Bundan Almanya'nın veya AB'nin rahatsız olduğu da yoktur. Bu şekil onların da işine gelmektedir.

Çözüm sürecinin Kürtler açısından oyalayıcı niteliği bilinmesine rağmen, Kürtlere kaybettirdiği bir şey yoktur. Tersine kazandıkları vardır. KCK davalarının hukuki dayanaktan yoksun olduğunun ortaya çıkışı, KSH'nin Türkiye ve dünya kamuoyunda siyasi meşruiyet yakalamış olması, KSH'nin gerektiğinde kendi silahlı gücü üzerinde siyasal etkinlik kurabilecekleri, Öcalan'ın KSH'nin liderliğinden Kürtlerin liderliği pozisyonuna doğru gidişi bunlardan bir kaçıdır. Türkiye açısından ise bundan sonraki süreçte KSH'ne yönelik olarak başlayacak savaşın gerekliliği hem Türk halkı hem de dünya kamuoyu açısından eskisi gibi destek bulmayacaktır. Gezi'deki devletin kendilerine yönelik yapısal şiddetini gördükçe bunun Kürtlere yönelik kullanımının da karşısında olacaktır.

MİT Yasası gibi düzenlemler olsa da geleneksel Türk bürokrasinde yaşanan kriz ve karmaşa da devletin bundan sonraki süreçte top yekün olarak KSH'nin üzerine yürüyemeyeceğini göstermektedir. Aslına bakılacak olursa AKP, KSH'ne muhtaç durumdadır. Çırılçıplak korumasız bir şekilde azgın nehrin sularına kendisini bırakmış yüze yüze nehrin ortasına geldiği için geri dönüşü daha da tehlikelidir. Geri döndüğünde kendisini bekleyen rakipleri vardır. O nedenle nehrin karşısına sağlam çıkışı KSH ile ilişkisini sürdürmesine bağlıdır. Bu aynı zamanda AKP'nin ve Erdoğan'ın açmazıdır. AKP, şimdilik Güney Kürdistan Yönetimi(KBY) ile ilişkilerini üst düzeyde tutarak bunun sağladığı ekonomik kazanımlarla durumu telafi etse de ilişkilerinin giderek KBY ile olmaktan çok KDP-Barzani ilişkisine indirgemesinde, KDP'nin Kürdistan'ın diğer bölgelerindeki etkisizliği, Güney Kürdistan'da ise hakimiyetini kaybetmesi ileriki süreçte KBY'nin Irak merkezi hükümetiyle ilişkilerine yeni bir boyut gelebilir. Bu da AKP açısından "muhteşem yalnızlığın" pekişmesiyle sonuçlanabilir. Köklü Kürt Partisi KDP'nin geleceği Kürdistan'ın dört parçası ve diasporada etkili olan PKK ile ilişkilerine bağlıdır. KDP'de gerilemenin, KDP'nin Rojava'da PYD'yi dışlayıcı/dayatmacı siyasetinden ileri gelmiş olabilir. PKK'nin kilit rolü giderek Kürdistan'ın geneli hatta daha da ileri gidilerek Ortadoğu'daki rolünün boyutu anlaşılmalıdır. KDP'nin PKK ile ilişkileri, KDP'nin YNK ve Goran'la ilişkileri de etkilemektedir. Nitekim, KDP'den farklı olarak YNK ve Goran'ın PYD'ye olumlu yaklaşımı bunun göstergelerinden biridir. Bu nedenle AKP çözüm sürecini sürdürmek durumdadır. KSH'ne yönelik tehditleri taktiksel ve pazarlık gücünü artırmaya yöneliktir. KSH'nin de bunu göz önünde bulundurarak başbakanın çıkışı karşısında püsmesine gerek yoktur. Tersine taleplerini somutlaştırıp eylemselliğini artırmalıdır. Buna Gezi benzeri eylemselliğe katılımı da dahildir. Kemalistler ve ulusalcılar konusunda, KSH'nin geçmişteki eleştirilerinin etkisinde kalarak onlarla yan yana görünür durumma gelmekten de korkmamaları gerekir. Tersine Kemalistlerle eylemsel anlamda yan yana gelişi AKP'yi daha zorlaştıracak, AKP'nin Alevilere yönelik kışkırtıcı ve ayrımcı söyleminden de geri adım attırmasını sağlayacaktır. Erdoğan'ın Dersim katliamıyla ilgili söyledikleri doğru olsa bile bunu TC'nin bir faaliyeti gibi göstermek yerine günümüzdeki haliyle o dönemki CHP'yle ismi dışında hiç bir benzerliği olmayan şimdiki, CHP'yi sorumlu tutan tavrı, demagojik ve siyasal rakibi CHP'yi küçük düşürmek amaçlıdır. Erdoğan kendisi çok iyi biliyor ki, Dersim katliamının kararını veren aynı zamanda CHP'nin genel başkanı Atatürk'ten başkası değildir, o dönemin başbakanı da Celal Bayar'dır. Meclisin çıkardığı yasaya dayalı Bakanlar Kurulu kararıyla verilmiş bir katliam söz konusudur. Şimdiki CHP'nin Dersim katliamı nedeniyle özür dilemesi önemli olsa da Dersim Katliamından dolayı asıl olması gereken TBMM ve Bakanlar Kurulu kararıyla katliamın kabulü ve bundan dolayı özür dilenmesidir. Erdoğan bunu yapmak yerine, yetkisiz kalmış makamların özür dilemesini bekliyor. Mecliste çoğunluk elinde, Bakanlar Kurulu da senden müteşekil, neden harekete geçmiyorsun ki. Alman Sosyal Demokrat Partisinin lideri, Yahudi anıtı önünde diz çöküp özür dileyince bunu partisinin genel başkanı olarak değil, Almanya'nın başbakanı olarak yaptı. Bunun yasal ve yazılı gereklerini yerine getirdi. Erdoğan, Kürtler ve Aleviler konusundaki "dış kışkırtma" argümanlarını kullanarak o yıllarda İttihat ve Terakki Partisi(İTP) ile CHP'den farklı mı davranıyor?

O da Türkiye devletinin diğer hükümetlerinin yaptığını yapıyor. Erdoğan, kendi taraftarlarını bütünleştirmek ve toparlamak için elinden geleni yaparken, kendisine rakip olarak gördüklerini hücrelerine kadar bölmek ve parçalamak peşindedir. Ağrı seçimlerinde BDP'lileri erkek ve kadın olarak ayırarak BDP'li erkekleri, kadınların sandığa gitmesini önlediğini söyledi. Erdoğan, bu söylemi ile Kürt ailelerini bile parçalamak için elinden geleni yapıyor. Aile içi şiddet, kadın cinayetleri konusunda kılını kıpırdamayan bir başbakanın bu söylemiyle aile içi şiddeti davet ediyor. Birinci dünya savaşının yüzüncü yılına girerken, Erdoğan üçüncü bir dünya savaşına girecekmiş gibi "Başkomutanlığı" elde etmenin aceleciliği içindedir. Onu İTP'den ayıran tek yön İTP savaşa girerken, padişahı etkisizleştirirken, Erdoğan kendisini padişahlaştırmaya çalışmaktadır. İTP'nin hırsı nasıl ki hüsran olduysa Erdoğan'ın da hüsran olmaya mahkumdur. O nedenle Erdoğan'ın kafasındaki düşman, daha öncekiler yöneticilerinde olduğu gibi "iç düşmanlar"dır. Stratejik derinlikten geri kalan Stratejik sığlığın dere kenarında balık avlamaktır. Ne yazık ki, HES ve AVM yaparak balıklara derede yaşama hakkını bile çok gördü. Derede bile balık avlayamayacak duruma gelen Erdoğan'ı iktidarsız bir iktidar haline geldiğini birileri ona söylemeli. Gezi'ye, Alevilere ve Kürtlere atıp tutmayı bırakmalı. Post-Kemalizm’in, Kemalizm’i kurtarmaya yetmeyeceğini bilmelidir. Erdoğan'ın konuşmasında dikkat çeken noktalardan biri de Erdoğan'ın CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün üzerinden CHP/DHKP-C arasında bağlantı kurmasıydı. Erdoğan'ın tipik desteksiz yalanlarından biri olan bu iddia daha önceden Öcalan'ın ve ÇHD'li avukatlar için sarf ettiği "11 kapılı hücre evi" yalanını çağrıştırmaktadır. Erdoğan, söylediklerinin delilini dahi gösterme zahmetine girmemektedir. Soma'ya Alevi eylemci taşındığı iddiası da buna benzer bir iddiadır. Sanki Aleviler öyle bir toplum ki, gerektiğinde dış güçler(lobiler) onları Gezi'ye götürebilmekte, mobil eylemciler gibi başkaları tarafından Soma'ya götürülebilmektedirler. Oysa eylem ve söylemlerini şiddete başvurmadan demokratik yöntemlerle yapmanın en önemli örnekleri Alevilerden gelmektedir. Hükümetin Alevi Açılımı çerçevesinde Alevi Çalıştaylarına katılmakta tereddüt etmediler. Ortay çözüm önerileri çıkmasına rağmen, çözüm konusunda adım atmayan tarafın AKP ve Erdoğan oldığu açıkça ortaya çıktı. Alevilik, zorunlu din dersi ve Cemevi konusunda verilen AİHM'nin kararlarını yerine getirmeyen de Erdoğan'dan başka birisi değildir. Erdoğan, AB'ye ekonomik ilişkiler bağlamında bakmaktadır. AB'ye girişi de Türkiye'nin AB'ye değil de AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı olduğu çerçevesinden bakmaktadır. ***

MİT Yasası "Gizli Polisliğin" Yasasıdır

MİT Yasası "Gizli Polisliğin" Yasasıdır




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 12.04.2014 AKP’de, Devlet ve toplumu yönetme anlayış ve zihniyetindeki otoriterliğin izleri çeşitli uygulama ve yasal düzenlemelerde kendisini göstermektedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın “önder-şefliğine” dayalı yasama, yürütme ve yargı ile dördüncü güç olan basını tek elde toplama gayretinin çokça örnekleri vardır. Bunlardan en önemlisi MİT yasa teklifidir. Bu yasa teklifi ile oluşturulmak istenen klasik bir istihbarat yönetimi değildir. Bu yasa ile “önder-şefliği” güvence altına alacak “gizli polis” sistemi kurulmaktadır. “Gizli polis” örgütünün amaçlandığı maddelerle doludur. Her şeyden önce “devletin temel idari yapısında” köklü değişiklikleri ön gören bu yasa teklifinin Bakanlar Kurulu tarafından “Kanun Tasarısı” olarak değil de, “Kanun Teklifi” olarak TBMM’ye sunulmasında dahi Anayasanın ihlal edildiği de göz ardı edilmemelidir. Yürürlükte olan MİT yasasında MİT’in görev ve yetkileri açıkça belirtilmiştir. MİT yasa teklifi ile MİT’in görev alanı belirsiz hale getirilmektedir. Görevini yasadan değil de “Bakanlar Kurulunca verilen her türlü görevi yerine getirmek” denilerek MİT, görevi başbakan tarafından belirlenen sıradan bir “gizli polis” örgütüne dönüştürülmektedir. MİT mensuplarının soruşturma izninin “başbakanının iznine tabi olduğu” hususu ile birlikte değerlendirildiğinde asıl korunmak istenenin “başbakan” olduğu açıkça görülmektedir. Bu düzenleme, Anayasanın 128.maddesinde belirtilen kamu görevlileriyle ilgili temel ilkelere aykırıdır.
Sonuç olarak, AKP, “önder-şef” esasına göre işleyecek tek elden yönetilen “gizli polisini” kurarak anayasa ve demokratik ilkelere aykırı fiili bir yönetim modeli oluşturmak için MİT yasasındaki düzenlemeleri hayata geçirmek istemektedir. Öteden beri, otoriter sistemin örneklerinin bolca görüldüğü AKP bu yasa ile iktidarlarını korumak amacıyla birey ve topluluklar üzerinde her şeyi bilme, bilme tehdidi oluşturma, gizli veya açık bilgi toplama, sürekli gözetleme yapmak yöntemlerini kullanmak istemektedir. Bunun adı ister MİT, ister MİKK olsun bu apaçık “gizli polis devleti” uygulamasıdır.[1] Oluşturulacak bu oluşumda “gizli polisin” temel görünümleri olan operasyonel görevler, soruşturmalar, belge ve bilgi toplama, arşivlerden yararlanma, sorgulama, gözetleme, yargı kurumlarından bilgi toplama, infaz alanlarıyla ilgili yetkiler, yargısal denetimden olma, giderek siyasal iktidarın en yüksek düzeylerine bile erişme olanağını veren yetkilerle birlikte ele alındığında bu oluşumun “paralel niteliği” dikkate alındığında bu düzenlemeyi yapanları dahi tuzağın içine çekecek niteliktedir. Ne olursa olsun, AKP’nin MİT yasa teklifi ile gerçek niyeti ortaya çıkmıştır. Devlete yerleşmenin imkanlarını kullanarak bunun fiili alt yapısını oluşturmuştur. Yapılmak istenen fiili duruma yasal kılıf uydurmaktır. Bundan amaçlanan da çeşitli toplumsal muhalefet organları arasında güvensizlik ortamı yaratmak ve örgütlü muhalefeti önlemektir. Giderek, ücretli/ücretsiz “muhbirlerden” oluşan bir ağ yaratmaktır.
Yasa ile “Başbakanın başkanlığında Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK)” kurularak başbakan doğrudan doğruya kurulmak istenen “gizli polis” örgütünün başı haline getirilmektedir. Yapılacak bu düzenleme ile amaçlanan “devlet istihbaratının” başbakanının başkanlığında “tek elden” MİT’e yani başbakana bağlanmasıdır. MİKK’in sekretarya hizmetleri MİT Müsteşarlığı tarafından yürütülüyor olması bunun açık kanıtıdır. Milli Güvenlik Kurulu(MGK) gibi bir kurulun kararları “tavsiye” niteliğinde olduğu halde MİKK’in kararlarının “bağlayıcı karar” olduğu konusundaki düzenleme ile MİKK adeta MGK üstü bir kurul haline getirilmektedir. Bu kurulun yasallaşması halinde yasama, yürütme ve yargının kalbi bu kurulda atacaktır. Bu da Türkiye’yi faşistleşme sürecine götürecek gerçek anlamda bir paralel devlet yapılanması demektir. Yasa teklifi ile MİT, görevlerini yerine getirirken “süper” yetkilerle donatılmaktadır. Buna göre MİT, “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzelkişiler ve tüzelkişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilir ve bunlarla irtibat kurabilir. Bu kapsamda talepte bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle talebin yerine getirilmesinden kaçınamazlar.” Bu düzenlemenin kapsamı çok geniştir. Merkezi idare bir tarafa, belediyeler, özel ve devlet üniversiteleri, özel okullar, kurslar, bankalar, sosyal güvenlik kurumları, dernekler, vakıflar, gerçek veya tüzel ticari kişilerin tamamı MİT’e bağlanıyor. Bunun gereklerini yerine getirmeyenlere hapis cezaları öngörülüyor. Bu düzenlemenin ucu o kadar açık ki, MİT, siyasi partilerden dahi bilgi ve belge alma yetkisine kavuşuyor. Böyle bir anlayışın yasa teklifi haline gelişi, AKP’nin toplumu yönetme anlayışını ele veriyor. Özellikle MİT’in Ulusal Yargı Projesine(UYAP) erişim imkanı ve cezaların infazı sırasında ceza evleri ile ilişkisi de dikkate alındığında MİT’in yargı sürecinin her aşamasında yer alışı da “klasik” bir otoriter rejimde dahi olmayan yetkilerle donatılmak istendiğinin en önemli kanıtıdır. Başta toplumsal muhalefet olmak üzere, AKP dışındaki mecliste olsun olmasın tüm siyasi partilerin bir araya gelip bu yasanın çıkmaması için her şeyi yapması gerekir. AKP’nin bu yasa teklifine yedirmeye çalıştığı “çözüm sürecine yönelik yasal güvence” aldatmacası konusunda BDP/HDP’nin dikkat etmesi gerekir. BDP/HDP, daha önce yasa teklifi olarak TBMM’ne sundukları “Toplumsal barış müzakere yasası” üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bu kadar önemli bir yasanın MİT yasasına kurban edilmesine seyirci kalmamalıdır. ***

ÖCALAN'IN NEWROZ MEKTUBU ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

ÖCALAN'IN NEWROZ MEKTUBU ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME






Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
22.03.2014
Öcalan’ın mektubunun ağırlık noktası tıpkı 2013 Newroz’unda olduğu gibi barış ve demokratik siyaset vurgusuydu. Mesajın ideolojik vurgusu ise “Türkiye’yi asırların dayanışma ruhu ile bir olmak” çağrısıydı. Daha genel ve kapsayıcı bir bakış açısı hakimdi. Ancak bunun ne şekilde, hangi aktörler tarafından içinin doldurulması noktasında soyut kalışı, belirsizliğe neden olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her şeyden önce kim olursa olsun böyle bir çağrıyı yapanın kendisini taraflar üstü/dışı şeklinde gösterme anlayışının ne kendi tarafına ne de karşı tarafa yararının olmayacağının bilinmesi gerekiyor. Asıl vurgulanması gereken husus, bir tarafı temsil gücüne sahip olan birinin ön açıcı olmasından çok önünün açılması sorunudur. Bu sorun başlı başına yerinde duruyor. Halkın beklentisi de bu yöndeydi. Newroz alanında toplanan Kürtler, sadece mektubun okunması için gelmediler. Evet, geçen süre içinde eller karşılıklı olarak tetikten çekildi. Ancak, tehdit her yönüyle devam ediyor. Müzakere aşamasının en önemli koşulu olan “güven” henüz tesis edilmiş değildir. Güven için, her iki tarafın siyasi liderliklerinin kararlı siyasi duruşuyla birlikte hukukun ve pratik mekanizmaların hayata geçmesi zorunludur. Geçen süre içinde her iki tarafın çözümden ne anladığı konusunda birbirinden farklı anlayışlarda ortak bir noktaya gelinmedi. Kürt tarafı, kendisinin tasfiye edileceği, Türk tarafı ise “bölüneceği” anlayışından kendisini kurtaramadı. Özellikle, Türkiye tarafı bir yandan “Kürtlerle barışı(?)” sağlamaya çalışırken, ülkenin geneli açısından içine girdiği “otoriterleşme” belirtileri Kürt toplumunun Türk toplumuyla, Türk toplumunun da Kürt toplumuyla demokratik ilişki yollarını sınırlama işlevi taşıdı. Gezi’de bunun sıkıntıları görüldü. Devlet, Gezi’deki demokratik duruşu görmek yerine onu kendisine yönelik bir darbe anlayışı şeklinde değerlendirdi. Böylece Türkiye’nin batısında oluşan “demokratik enerjinin” Türkiye’nin doğusunda zaten var olan “demokratik enerjinin” sinerjiye dönüşmesi engellenmiş oldu. Bana göre en büyük kayıp da burada yaşandı. Kendisini hukuk dışı ve hukuk üstü ilan eden anlayışın, bir gün 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu karşısındaki körlüğü bu anlayıştan ileri geliyor. Asıl sorgulanması gereken husus budur. AKP hükümeti kendisini hukuka bağlı saysaydı ne Gezi olayları ne de 17 Aralık operasyonu olacaktı. Bu gün, çözümsüzlüğün nedenini Gezi ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarında arayan anlayışın yarın öbür gün bunu Kürtlerin üzerine yüklerse şaşırmamak gerekiyor.
Kürt Siyasal Hareketi(KSH) ve devrimci sosyalist hareketler daha çok “Türkiye halkları” ibaresini kullandıkları halde, Öcalan mektubunda “Sevgili Türkiye Halkı” ibaresini kullanması “birlik ve dayanışma ruhunu” vurgulamayı amaçlasa da bunun sosyolojik gerçekliğe ne kadar uygun olduğu da tartışmaya muhtaçtır. “Türkiye halkı” diye bir topluluk dediğiniz zaman, farklılıkları görmezlikten gelme anlayışına kapılabilirsiniz. Geçmişten beri, “Türkiye halkları” “Halklara özgürlük” söylemleri hep devleti korkutmuştur. Ne yazık ki, özgürlüklere müdahalenin boyutu o kadar büyümüş ki, “kavramlarla oynamak” bile sıradanlaşmıştır.
Bu nedenle Öcalan’ın mektubunda dile getirdiği “Tarih bize göstermiştir ki eğer kararlı bir barış önderliği sergilenmezse tarihsel sorunlar bildiğini okur ve genellikle çok kayıplı dönüşümlerle cevaplarını üretirler.” Önermesine samimiyetle herkesin sarılması lazımdır.
Öcalan, şu ana kadar yürütülen süreci “diyalog süreci” olarak değerlendirmiştir. Konu, Öcalan/Devlet heyeti ile sınırlanacak olursa buna diyalog denilebilir ancak konunun BDP-İmralı, BDP-Hükümet, BDP/Qandil-Hewler boyutları göz önünde bulundurulduğunda bunun diyalogdan öte anlamlara sahip olduğu görülmektedir. Asıl, sürecin kalbi burada atıyor. Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus, BDP’nin Öcalan’la birlikte oynadığı roldür. BDP, sorunlardan etkilenen bir nesne olmaktan çıkmış, sorunlara etki eden bir özneye dönüşmüştür.

Hükümetin ağırdan alma, tek taraflı yürütme, yasal temelden kaçınma ve uzatma tutumuna rağmen barış arayışındaki kararlılık varsa bu sağlayan BDP ile Öcalan arasında oluşan birbirini anlama/tamamlama anlayışıdır. Bana göre Kürt demokratik siyasetinin en önemli kazancı da budur. BDP, kendi içinde de bunun mücadelesini vermiştir. Sonuçta demokratik-sivil siyaset anlayışı ağırlık kazanmıştır. Bu kazanç, devlet ile KCK’nin yeniden çatışma haline gelmemesi için elinden geleni yapmıştır. Yasal düzenleme yokken, bunu yapabildiyse yasal düzenleme ile birlikte daha iyi yapılabileceği kendisini göstermiştir. Yasal güvence ve çerçeve sadece Kürt tarafının da ihtiyacı değildir. Yasal çerçeve, başbakan dahil devlet tarafı için de gereklidir. Öcalan’ın “müzakere sistematiği için yasal çerçeve kaçınılmaz olmuştur.” Demesinin anlamı budur. Önümüzdeki yerel seçimlerde bunun siyasal sonuçları daha fazla açığa çıkacaktır. KSH, elinde bulundurduğu belediyeleri artırmakla kalmayacak, demokratik siyasetin alanını daha da genişletecektir.
Öcalan’ın mektubunda geçen “birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğimiz sorusu” Türkiye siyasal tarihinin en önemli sorusudur. Geçmiş tarihsel süreç göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’de darbeler sürekli olmuştur. Darbeler karşısında “demokratik bir direnişin” olmadığı da siyasal bir gerçekliktir. Darbelerle mücadele ettiğini söyleyen AKP’nin kendi içinde yaşadığı sarsıntı karşısında yeniden “darbecilere” gülücükler atmaya başlaması darbeci anlayışın halen canlı olduğunun en önemli göstergesidir. Ayrıca gerek Gezi’ye gerekse 17 Aralık Operasyonlarının –hükümetin söylemiyle- darbe demenin bir anlamı yoktur. Burada üzerinde durulması gereken darbelerin gerisindeki anlayış/zihniyet/ideolojidir. Yüz yılların birikimini içinde taşıyan bu anlayışın “darbe” adı altında sürekli olarak toplumu kayba mahkum etmesinin izleri görünmeyecek düzeyde derinlerdedir. Bunu oluşturan devletin baskı aygıtları olan ordu, polis, yargı organları ve idari bürokrasinin organik yapısı, ideolojik yapısıyla birlikte varlığını sürdürüyor. Gezi ve 17 Aralık’ı “darbe” olarak gösterip, asıl darbenin nasıl olacağını size gösterecekler pusuda her zaman hazırlar. Çünkü, bu anlayışı ortadan kaldıracak “devletin demokratik dönüşümü” konusunda bir şey yapılmadı. Yapılan “doldur-boşalt/yerini al” anlayışı olunca başka bir sonuç da beklenmezdi. Asıl olarak Öcalan’ın üzerinde durduğu nokta da burasıdır. Öcalan, “Ya son 200 yıllık kapitalist moderniteye dayalı komplocu-darbeci rejim kendini yeniden restore ederek sürdürecektir ya da tarihsel rotasına oturtulmuş Türk-Kürt ilişkileri en kapsamlı demokratik reformlardan geçerek demokratik anayasal bir rejimle komplocu-darbeci mekanizmaları parçalayarak çözümlenecektir. Bütün ara yollar ve geçici biçimler artık miyadını doldurmuştur.” Diyerek bunu ifade etmiştir. Bunu gerçekleştirecek bir anlayış var mı yok mu asıl üzerinde durulması gereken budur. Öcalan’ın “darbe” karşıtı söylemini “17 Aralık’ı darbe olarak” görmeye indirgemek de yanlıştır. Öcalan bunu demekle, iki yüz yıllık bir darbecilik anlayışını ifade etmek istemiştir. Çünkü, çözüm gücünü kaybeden hükümetlerin darbe ile devrileceğini bilmektedir. Geride kalan barış süreci nasıl adlandırılırsa adlandırılsın geriye dönüşün her iki tarafı da yıkıma götüreceği ortaya çıkmıştır. Öcalan, “Oslo'dan Paris'e, Gever'den Lice'ye, KCK operasyonlarından hasta tutsaklarımıza dönük zalim tutuma varana değin birçok saldırıya maruz kaldığını” diyerek barış karşısındaki kirli oyunlara dikkat çekmiş, bu oyunları bozduklarını söylemiştir. Bu açıdan Öcalan’ın, “Biz direnirken korkmadık, barışırken de korkmayacağız.” Deyişinden herkesin ders çıkarması gerekmektedir. “Barışımız da hükümetler ya da devletler için değil, bu toprakların binlerce yıllık kadim değerlerini özümseyen, dünya kültürel mirasının eşsiz hazırlayıcısı olan Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya halkları içindir. Hükümet ve devlet bu gerçekliğe uygun bir ciddiyet geliştirmekle yükümlü” olduğunu söyleyerek herkesi sorumlu bir dil ve uslup kullanmaya davet etmiştir.
AKP’nin en önemli özelliği, yasal veya anayasal düzenlemeler yaparken, toplumu bir beklenti içinde bırakarak ya da toplum lehine olabilecek bazı düzenlemeleri de yasal düzenlemeler içine serpiştirerek kamuoyunu kendi lehine çevirmede gösterdiği başarıdır. 2010 Anayasa değişikliğinin temel amacı “Yargıyı kendisine uygun dizayn” etmekti. Değişikliğe, “özgürlükler” yönünden bazı kırıntılar ile “12 Eylül Darbesinin ürünü olan geçici 15. maddenin kaldırılması”, Anayasa Mahkemesine “bireysel başvuru” yolunu getirerek hem kendi gerçek amacını toplumdan gizleme hem de düzenlemeye karşı oluşacak tepkileri azaltmayı amaçlamıştır. Buna benzer düzenlemeler, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına dair kanunda da yapıldı. MİT yasa teklifinde buna benzer “olumlu(?)” düzenlemeler olmamakla birlikte yasanın mecliste görüşülmesi sırasında “çözüm sürecinde yer alanlara yasal düzenleme” adı altında bazı düzenlemelerle bu yasa sanki çözüm sürecini devam ettirme iradesi gösteren bir yasa imiş gibi bir görüntü verilmeye çalışılmaktadır. Diğer yasal düzenlemelerde olduğu gibi AKP’nin bunu da “toplumsal algı” yönetiminin bir parçası olduğu görülmektedir. AKP’nin gerçekten “çözüm sürecinin yasal güvenceye alınması” konusunda bir anlayışı olmuş olsaydı;bunu MİT yasası içinde değil de başka bir yasa ile yapması gerekirdi. Çünkü istihbarat denilince “gizlilik” akla gelir. Hele hele MİT görevlilerine “kişisel dokunulmazlıktan” öte “kurumsal dokunulmazlık” veren düzenlemeleri ile birlikte ele alındığında “çözüm sürecine” dair düzenlemelerin bu yasa da yerinin olmaması gerekir. Hükümet, “çözüm sürecine” dair düzenlemeleri bu yasanın metnine ekleyerek, çözüm sürecine siyasal bir anlam yüklemekten de kaçınmaktadır. Çözüm sürecini, idari mercilere bırakan bir anlayışın sürdürüldüğünün çokça örnekleri vardır.

Bu yılki Newroz’u önceki yıllardan farklı kılan yönü KCK eş başkanı Cemil Bayık’ın görüntülü mesajıydı. Bazı noktalarda Öcalan’ın mektubundan farklı vurgular olsa da her iki konuşma birbirini tamamlayacak nitelikteydi. Cemil Bayık’ın konuşmasında AKP’ye yönelik eleştirilerin dozajı Öcalan’ın mektubuna göre daha ağır olsa da her ikisi de mevcut hükümete çağrı yapmış olmalarıdır. Hatta Cemil Bayık, “Biz de dahil, Türkiye halkları ve demokratik güçler buna yeterli sahip çıkmadılar. Eğer biz, halklar ve demokratik güçler vazifelerini yerine getirseydi, bu süreç gelişirdi, Türkiye demokratikleşebilir ve Kürt sorunu çözülebilirdi.” Diyerek öz eleştiride bulunmuştur. Cemil Bayık görüntülü mesajıyla, Öcalan’ın arkasında olduklarını vurgulamıştır. Böylece “Qandil ile İmralı arasında farklılık/çelişki vardır.” Söylemlerine gerekli cevabı da vermiştir. 2014 Newroz’undan çıkan mesajın amacına ulaşması için ne yazık ki, geçen yıl ki siyasal ortamın koşulları bu yıl görülmüyor. Dışarıda Türkiye’nin Ortadoğu politikasının çökmesi, kendi partisi içinde yaşadığı sorunlar başbakanı oldukça güçten düşürmüş durumdadır. Geçmişte varsaydığı gücünü, kendi gücünü konsolide etmede kullanan birinin bu haliyle mevcut gücünü kendisini korumak için kullanacağını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu nedenle, fazla iyimserliğin çözüme yarar getirmeyeceği bilinmelidir. Siyasette iyi niyet, güven gibi değerlerin tarafların gücü çerçevesinde değerlendirilmesi de reel politiğin de bir gereğidir. Ne olursa olsun bu yılki, Newroz’u önemli kılan bir husus da yerel seçimler öncesine denk gelmiş olmasıdır. Kürtlerin ulusal birliğine bir adım daha yaklaşmak anlamına gelen bu Newroz’un yarattığı sıcaklığın etkisi sandığa mutlaka yansıyacak tır. Bu da örgütlemesi, ifadesi ve direnişiyle onlara her alanda özgürlüğün kapısını açacaktır. Zindanlar boşalacak, dağlar çiçek açacaktır.
O zaman da “Newroz” özgürlük karnavalına dönüşecektir. ***

TEK TARAFLI PAKETLER ÇÖZÜM SÜRECİNİ ZORLUYOR

TEK TARAFLI PAKETLER ÇÖZÜM SÜRECİNİ ZORLUYOR


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 09.02.2014 21 BDP/HDP Heyeti Öcalan'la Şubat ayı görüşmesini yaptı. Bu görüşmeden çıkan sonuç daha önceki görüşmelerden farklıydı. Bu görüşmeyi farklı kılan görüşme öncesinde Türkiye'de oluşan siyasi tartışmalarla doğrudan doğruya bağlantılı olmasıdır. Bunlardan birincisi Aydınlık ve İşçi Partisi üzerinden Öcalan'ın montajlı olduğu açık olan videoların yayına verilmiş olması, ikincisi hükümetin yolsuzluk operasyonları nedeniyle yaşadığı sıkıntılardır. Dikkat edilirse gerek cemaatin gerekse İş Partisinin dayandıkları argümanlar yeni değildi. Yolsuzluk desen hep vardı.(Deniz feneri,TOKİ,Kayseri,Şaban Dişli) İşçi Partisinin yaydığı videolar da yeni değildir. Bu ikisi birlikte ele alındığında hedefin Öcalan'ın dediği gibi çözüm sürecidir. Burada önemi olan husus çözüm sürecini neredeyse tek taraflı olarak Kürt tarafının üzerine bırakılmış olmasıdır. Hükümetin de tek taraflı yaklaşarak Kürt tarafını ve Öcalan'ı yalnız bırakmasıdır. Daha yolsuzluk dosyaları ortada yokken Öcalan'ın müzakerenin yeni formatta evrilmesi konusunda bir şey yapılmadı. Bu zaman kaybıydı. Dosyaların olmadığı dönemde bunu yapmak kolaydı. Kim ne derse desin hükümet büyük darbe yemekle kalmamış, yönetemez duruma gelmiştir. Sorunların çözümünü toplum ve kamunun çıkarına göre değil de kendisini kurtarma bakış açısıyla yapıyor. İnternet, HSYK,ÖYM'lerin kaldırılmasında yaptığı başka bir şey değildir. AKP'ye çağrı yapılırken AKP'nin enkaz durumu göz önünde bulundurulmalıdır. Kürt tarafı açısından bakıldığında Çözüm sürecindeki tavırlarıı nedeniyle Kürt tarafına yapılan karalamaların İşçi Partisiyle sınırlı olmadığı TKP'den ÖDP'ye kadar değişik kesimlerin de bu kampanyada yer aldıklarını da bilmek gerekiyor. Özellikle HDP'yi işlevsizleştirmek için bu kesimlerin çabaları biliyor. Bir avuç da olsa bazı sosyalistlerin Kürt hareketiyle birlikte hareket etmeleri "Kürtlerin kuyruğuna takılmak" olarak adlandırılıp itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Gezi'nin sembol ismi Sırrı Süreyya Önder sırf çözüm süreci heyetinde yer alıyor diye onun yerine CHP'nin adayı destekleniyor. Gezi direnişine gelene kadar hiçbir desteği olmayan CHP'nin bu süreçte ortaya çıkıp bunu sahiplenmesi 1960 ve 1970'li yıllarda gelişen sol/sosyalist gelişmelerin o dönemki CHP'ye yönelmesine benzer bir durumla karşı karşıyayız. CHP ile mücadele de Kürt siyasal hareketinin omuzlarrındadır. Çözüm sürecinin temel aktörlerinden biri eski statükonun sahipleri tarafından; diğer aktörü de yeni statüko sahipleri tarafından işlevsizleştirilmek / itibarsızlaştırılmak istenilmektedir. Eski/yeni statüko savaşında eski statükonun etkisi kalmamış olsa da vuruşların çözüm sürecinin aktörleri olması ironik bir şekilde eski ile yeniyi ortak noktaya yaklaştırmış gibi görünüyor. AKP hükümeti Öcalan'a yönelik bu karalama kampanyası karşısında sessiz kalmıştır. Bu görüşmeden çıkan en önemli sonuç Öcalan'ın bu karalama kampanyasına karşı kararlı bir duruş sergilemiş olmasıdır. En önemlisi KCK'nin aynı gün benzer açıklamada bulunuşudur. Sakine Cansız ve arkadaşlarının katliamındaki MİT/AKP izinin ortaya çıkışı zaten güven ilişkisini aşındırmıştı. Başbakanın kendisine yönelik yönelimleri boşa çıkarmak için çaba harcarken Öcalan'a yönelik yönelimlere adeta çanak tutması son görüşmeden sonra yapılan açıklamayı daha fazla önemli kılıyor. Öcalan açıklamasında hükümeti sert bir şekilde uyarıyor. Paketlerin tek taraflı yapılmasının demokratikleşme olmayıp provakatörlük olduğunu söylemiştir. Hükümetin meselenin(Kürt sorununun çözümü) ciddiyetinden uzaklaşıp savrulmakta olduğunu belirtmiştir. Bu eleştiriler bir yılı aşkın süreden beri hükümete yönelik en ağır eleştirilerdir. Bunlar eleştiriden öte tespitlerdir. Bunlara katılmamak mümkün değildir. Bir yandan seçimler öte yandan devlette yönetememe krizi hükümeti daha fazla savurabilir. Bundan sonraki süreçte İmralı'ya yeni heyetler(gazeteciler, akil insanlar) gitse bile bunların süreci devam ettirme güçleri de sınırlıdır. Türkiye'de yaşanan üçlü iktidar çekişmesinden basın da akil insanlar da nasibini almıştır. Buna rağmen Öcalan "acil müzakere heyetleri ve demokratik sözleşme hukuku" önerisini getirmiş olması sürecin devamı için son çıkış kapısı olarak görülebilir. Devletin tüm erklerini elinde tutan Erdoğan'ın bu erkini başkalarıyla paylaşmasına niyeti yok gibi. İmralı'ya gidecek gazeteci veya akil insan heyetlerini kendisinin belirleyeceği iradesi her yerde konuşuluyor. Öcalan'ın sözünü ettiği "müzakere heyetleri" ile hükümetin sözünü dahi etmediği heyetlerden aynı anlam çıkmıyor. Konunun müzakere aşamasına gelip gelmeyeceği de şüpheli. Öcalan, şimdiye kadar müzakere yolunu açık tuttuysa bunun en önemli nedeni Demokratikleşen bir Türkiye'nin Kürt sorunu dahil diğer sorunlarını hal edeceğine dair inancıydı. 20 yılı aşkın süreden beri bunu hep dile getirdi. Kürt/Türk birlikteliğini ayakta tutan en önemli faktör de Öcalan'dan başka biri değildir. Türkiye'de olası Türk/Kürt çatışmasının önünde de en önemli engeldir. Ortadoğu'da çoktan kaybetmiş Türkiye'nin bundan sonraki kayıpları daha da büyük olabilir. Montajlı videoların satır aralarında dahi Öcalan Türkiye'yi oynanan oyun konusunda uyardığı görülmektedir. Türkiye, Ortadoğu ve Dünya politikaları açısından 1999'dan daha iyi durumda değildir.
O dönem konjonktür Türkiye'nin lehineydi. Rusya/ABD/Suriye/Yunanistan/İsrail Öcalan'ın teslimi konusunda Türkiye ile aynı düşüncedeydi. Hatta Talabani ve Barzani de aynı saftaydı. Şimdi her şey farklı. Irak Kürdistan'ı ve Rojava Kantonları var. Siyasallığın zirvesindeki Türkiye Kürdistanı diğer parçaların dinamosu haline gelmiş durumda. Tüm bunlara rağmen elini Türkiye'ye uzatan Öcalan'ın eli yine havada kalırsa belki bunun bedeli Öcalan'ın zindanda ömür boyu kalmasısıyla sonuçlansa da en büyük kaybı yaşayacak Türkiye olacaktır. Tabi ki ilk sonucu da son on iki yılı heba eden AKP... AKP'nin durumu böyle giderse beklenen İstanbul depremi gibi olacaktır. ***

KÜRTLERİN İFADE VE ÖRGÜTLEME ÖZGÜRLÜĞÜ TEHLİKEDE

KÜRTLERİN İFADE VE ÖRGÜTLEME ÖZGÜRLÜĞÜ TEHLİKEDE

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 30.01.2014 Kürtlerin ifade özgürlüğü ve örgütleme hakkı hep engellendi. KCK adı altında yapılan operasyonların öncelikli hedefi Kürtlerin haklarını bireyselliğe hapsedip kolektif haklarını engellemektir. Üstüne üstlük bunu devletin şiddet aygıtlarını (arama, yakalama, tutuklama, tecrit) kullanarak yapıyor. Devlet, Kürtlerin kolektif haklarını engellerken, onlara karşı kolektif cezalandırmaktan vazgeçmiyor. Tamamen düşmanca bir anlayışla bir suçlama konusunda araştırma yaparken suç ve cezanın şahsiliği ayaklar altına almaktadır. Örneğin yakalama amaçlı arama kapsamı hukuka aykırı bir şekilde en az 9-10 kişinin yaşadığı evin her yeri aranmakta, suçlama ile ilgili olmayan kişilerin kişisel eşyası, kitapları ve bilgisayarlarına el konulmaktadır. Ortada suç belirtisi olmadığı halde, sırf Kürtlerin yasal örgütlerinde yer aldıklarından hareketle telefonları dinlenmekte, bulundukları ortamları izlenmektedir. Öncelikle soyut bir suçlama oluşturulmakta sonradan o suçlamaya uygun delil arayışına girilmektedir. En çok başvurulan yollar ortam dinlenmesi, teknik takip ve iletişimin dinlenmesi ve kayıt alınmasıdır. Bunlardan ortam dinlenilmesi keyfiliğe en açık yöntemdir. Hedef bir yer olduğu için rastgele bir kişi adı kullanılıp o kişinin adına mahkemeden karar çıkarılmakta, karar çıkarıldıktan sonra en azından bir ay boyunca bir kişi hakkında alınan kararla yüzlerce kişinin bulunduğu ortam dinlenilerek delil elde etme yoluna gidiliyor. Onların gözünde bir Kürt hakkında karar alınması diğer Kürtler hakkında da karar alınması anlamına geliyor. İşin ilginç bir yanı da çoğu zaman hakkında ortam dinlenmesi kararı verilen kişinin o ortamda bulunmasına gerek de duyulmuyor. KCK İstanbul Ana Davasında böyle çok karar ve ortam dinlenmesi vardır. Yasalara göre teknik takip ya da ortam dinlenmesi kararı kimin hakkında alınmışsa onun hakkında uygulanmalıdır.
Hakkında karar alınan kişi o toplantıda bulunmuyorsa o ortam dinlemesi hukuka aykırı olur. Bu fark edildiği halde aynı kararla değişik günlerde izleme yapılmaya devam ediliyor ya da izleme kararı yenileniyor. Her defasında 1-3 ay şeklinde uzatılmasına karar verildiği düşünüldüğünde 20'den fazla kez uzatma kararları verildiği de dikkate alındığında bu uygulama yıllarca sürebilmektedir. Normalde ortam dinlenilmesi kararı alınması için suç işlendiğine dair kuvvetli suç şüphesini gösteren deliller olmalıdır. Başka şekilde delil elde etmek de mümkün olmamalıdır. Ondan sonra ortam dinlenmesi kararı alınabilir. Genel olarak KCK dosyalarında soyut bir söylemle "KCK üst düzey yöneticilerinin o toplantıya katılacakları" iddiasına dayanılıyor. Bütün teknik takiplerin gerekçesi budur.

Bunun gerçekle bir alakası yoktur. Çünkü polis gerçekten o toplantıya katılanların KCK üst düzey yöneticileri olduğunu biliyorsa baskın yapıp yakalama imkanına sahiptir. Aslında polis, kendisi de bunun gerçek olmadığının farkındadır. Buna rağmen her teknik takibin gerekçesi bu oluyor. Soruşturmanın yönünü polis belirlediği için savcı ve hakimi kolayca ikna edebilmektedir. Polis ne diyorsa doğrudur anlayışıyla hareket eden savcı ve hakimler nasıl gerekçesiz arama, teknik takip kararları veriyorsa aynı şekilde tutuklama kararları da verebiliyorlar. KCK davalarında görülen önemli bir ihlal de kişisel bilgilerin ve yazılara el konuluyor olmasıdır. Bunların içinde günlükler, mektuplar, kitaplardan el yazısıyla yapılmış alıntılar çoğunluktadır.
Bunlar döküman adı altında alınmakta, okunmakta, yorumlanmaktadır. Çoğu zaman aleyhte delil olarak kullanılmaktadır. Oysa bir kişinin kendi özel defterine yazdığı yazılar bir başkasıyla paylaşılmadıkça burada yazılı olanlar ifade özgürlüğü kapsamındadır. Kişi nasıl ki, kafasında her türlü düşünceyi taşıma, oluşturma hakkına sahipse bu düşüncesini yazıya dökmesi, resim yapması da aynıdır. Defterler, ajandalar araştırılıyor özellikle el yazıları ne varsa el koyun emri verilmiştir. Örneğin gazetecinin haber taslağını yazdığı bloknot, bir BDP'linin okuduğu kitaplardan yaptığı alıntılar dahi suç delili olarak görülmüştür. Bir kağıt parçasının belge düzeyine gelebilmesi için hele silahlı örgütle ilgiliyse bu kağıdın başka bir örgüt üyesine iletilmek üzere hazırlanması gerekir.
İçeriğinin yazışma/haberleşme şeklinde olması gerekir. Devlet, kendisi koyduğu kurallar uymuyor, suç olarak tanımlanmış hususları idari/polis kararıyla ağır suç kapsamına alabiliyor. Kişilerin hukuksal güvencesi ayaklar altında bunu dile getirmek de ayrı bir suç kabul edilerek suç duyurusuna konu olabiliyor. Avukatlar da bundan nasiplerini alarak kişilerin savunma hakkı da kolektif bir şekilde engelleniyor. ***

KÜRTLERLE HEM MÜZAKERE HEM MÜCADELE(!)

KÜRTLERLE HEM MÜZAKERE HEM MÜCADELE(!)


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 16.01.2014 Ne oldu da 2009-2011 yıllarında ittifak halinde hareket eden AKP ile Cemaat kavgalı hale geldi? AKP/Cemaat ittifakı, bu dönemde Kürtlere yönelik bir konsept hazırladı. Bu konseptin finalinde Sri Lanka modeline benzer bir model vardı. Buna göre onların deyişiyle önce KCK adı altında Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) tutuklama, gözaltına alma yoluyla tasfiye edileceği, bu tasfiye sonucunda sivri uçlar törpülenecek, geri kalanlar da devletin belirlediği ölçüde siyaset yapabilecek ti. Bunu sağladıktan sonra Roboski benzeri hava saldırılarıyla HPG’nin imha edilmesi, Avrupa kanadı olarak adlandırılanlara karşı da suikastler düzenlenecekti. Bu çabalar her alanda gerçekleştirilmeye çalışılsa da beklenen sonucu vermedi. Konseptin tamamlanması mümkün olmadı. Daha öncekilerinde olduğu gibi KSH hareketinin bitirilmesi bir yana daha da güçlendi. Tersi olmuş olsaydı, başka bir deyişle KSH hareketi yenilgiye uğramış olsaydı bu ittifak devam edecekti. Ne zaman başarısızlık ortaya çıktı o zaman ikili arasında ayrılıklar yaşanmaya başlandı. Daha önce HPG Askeri Konseyine yönelik imha operasyonunun bir benzerini yapıp zaferlerini ilan edecekleri anda yaptıkları operasyonun sonucu Roboski katliamı olunca dengeler sarsıldı. Hava saldırılarının düzenlenmesinden önce gerekli istihbaratın ABD tarafından sağlandığı da biliniyor. Unutulmaması gereken bir husus vardır o da: KSH’ne ne şekilde olursa olsun yapılan operasyona MİT katıldı/Cemaat katılmadı veya MİT Katılmadı/Cemaat Katıldı bakış açısıyla bakılmamalıdır. Ne olursa olsun bu operasyonlar T.C’nin en etkili siyasal gücü olan MGK’da kararlaştırılan operasyonlardır. Cemaat’in “Roboski istihbaratını MİT verdi, Ömer Güney MİT adına Paris Katliamını yaptı” konusunda belge yayınlamış olması bizi yanıltmamalıdır. Bu gün bu kirli operasyonlarını ortaya dökenler de bu işin içindedirler. Kendi aralarındaki kavga derinleştikçe bunları açığa çıkarmaya devam edecekler. Demek ki, bu operasyon kararları verilirken, uygulanırken onların da haberi vardı. Cemaate yakınlığıyla bilinen Emre Uslu PKK Askeri Konsey üyelerine yapılan saldırıdan sonra 20 Ekim 2011 tarihli yazısında "Amaç PKK’nın yenilip silinmesi değil. 'PKK yenilmez', 'Ordu Kuzey Irak’a giremez', 'PKK’ya bir şey yapamaz' anlayışını önce PKK liderlerinin, özellikle şahin kanadın, kafasına sokmak. Kürtlere de istersem ben bu örgütü bir paçavra gibi sallarım mesajı verilmek isteniyor." Diyerek bu anlayışını ortaya koymuş bulunmakta dır. Bu kadar açık iken cemaate yakın olanların bundan sadece MİT’i sorumlu tutup kendilerini bunun dışında bırakmasının bir anlamı yoktur. Cemaat eğer bu gün MGK, MİT belgelerini ortaya koyuyorsa bunun en önemli nedeni Öcalan’ın hükümetle MİT üzerinden görüşme yapmaya devam ediyor oluşudur. Dikkat edilirse Aydınlık Gazetesi 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonundan bir gün önce 16 Aralık’tan başlamak üzere Öcalan’a ait olduğunu ileri sürdüğü sorgu tutanaklarını yayınlamaya başladı. İkinci yolsuzluk operasyonunun 25 Aralık 2013’te olduğu düşünüldüğünde her iki operasyon boyunca bu yayınlar devam etmiştir. MİT’in Öcalan’la görüşmesinin devam etmesi, BDP Milletvekillerinin Öcalan ve Kandil’le görüşüyor olması, MİT’in PKK’ye yönelik operasyonlar içinde yer almadığı anlamına gelmez. Bazıları, MİT’in Öcalan’la görüşüyor olmasını, Kürtlere yönelik operasyonların MİT’in değil de Cemaatin(Özellikle Emniyet İstihbaratı) faaliyeti olduğunu söylemiş olmaları yanıltıcıdır. Gerek Ömer Güney’in ses kayıtları gerekse MİT’ten çıktığı söylenen yazışmalardan anlaşılacağı gibi MİT, “Kürtlerle” hem müzakere hem de mücadele ediyor. Bu açığa çıkmıştır. 12 Mart 2012 tarihli Taraf Gazetesinde ifadesi yayınlanan PKK’ye sızmaya çalışan AFP Muhabiri/MİT ajanı M.Ö adlı kişi MİT’in Murat Karayılan’a suikast planları konusunda ayrıntılı bilgi vermiştir. MİT’in PKK yöneticilerine yönelik yok etme planları yeni olmadığı gibi halen de devam etmektedir. Burada önemli olan husus MİT’in PKK’nin içine kolayca sızabilmiş olmasıdır. Özellikle MİT aracılığıyla Öcalan’la görüşmelerin başladığı süreçte MİT’i adres gösteren çokça olgu olmasına rağmen Sakine Cansız cinayetinden sonra bunun barış sürecine yönelik bir provokasyon olduğu ileri sürülerek görüşmelerin devam ediyor oluşudur. Aynı durum Yüksekova’da iki Kürdün polis tarafından öldürülmesi olayında da söylendi. Aynı şekilde bu süreç içerisinde PKK tarafından gerçekleştirilen bazı eylemler de provokasyon olarak nitelenerek görmezlikten gelindi. Mevcut durumun sürdürülmesi halinde bunun Kürtlere büyük kaybettireceğinin çokça işaretleri vardır.
Öcalan’ın devlet tarafından adeta bir kamu görevlisi gibi görülüp görüşmelerin o çerçevede devam ediyor oluşu Kürt sorununun siyasi yönünün giderek zayıflamasına neden olduğu da görmemiz gerekiyor.
Siyasi aktörlerin muhataplıktan kaçınıp sorunu bir bürokrata yüklemiş olmasının sürdürülebilirliğinin koşulları kalmamıştır. Çok önemli aktörlerin, idari nitelikteki görüşmeler nedeniyle söz söyleyemez konuma gelişi Kürt siyasetini zayıf düşürmekte, toplumsal bağın zayıflamasına neden olmaktadır. Gerçek toplumsal bağlara sahip olan KSH bu şekilde kendisini zayıflatıp ilişkilerini lobivari ve grupsal format haline getirişinin getireceği çöküntü korkunç olabilir. Bir anda olabilecek kırılma ile KSH ile Kürt halkı arasındaki bağların kopuşu yeni ideolojik(İslami) yönelimlere alan açabilir. Kürt siyasal hareketinin DTK, Milletvekilleri, seçilmiş yerel yöneticileri olmasına rağmen en kritik an ve alanlar için İmralı’nın tutumunu bekliyor duruma düşüşü siyasi sefaletin boyutunu gözler önüne seriyor. Bunun ötesinde, seçimler döneminde adayların belirlenmesinde yaşanan lobi çalışmaları, arkadaşlık/dostluk ilişkileri üzerinden aday belirlemeleri bununla birlikte ele alındığında siyasetin toplumun hizmetinde olması gerektiği ilkesinden ne kadar uzaklaşıldığını gösteren başka bir örnek olabilir mi? 2011 Yılına dönecek olursak, Başbakan Erdoğan ile ABD Başkanı Obama arasında PKK konusunda sayısız görüşme ve açıklamalar yapılmıştır. Bizzat Obama, “PKK ile mücadelede Türkiye’ye yardım etmeye devam edeceğiz, Terörle(PKK) mücadeleyi birlikte yapacağız.” Denilmiştir. ECHELON Sistemi(Avusturalya, Kanada, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık ve ABD’den oluşan bu sistemle dünya izleniyor, gemiler okyanuslarda seyir halinde, tüm iletişim araçları dünya çapında dinlenilmekte, kaydedilmektedir.) verileri Türkiye’nin hizmetine sokulmuştur. Buna PKK’nin Irak ve Avrupa’daki lider kadrolarına yönelik yapılacak suikast planları da dahildir.[1] AKP’nin Ortadoğu’daki politikasıyla ABD ile ters düşmüş olması ile Cemaat/AKP kavgası arasında doğrudan bir ilişki vardır. PKK’ye karşısında başarılı sonuç alınmayışında devletin yargısını elinde tutanlar bundan hukuki giderek siyasi sorumlu arayışına girerek bir iç hesaplaşma yoluna gittiler. Onlara göre, başarısızlığın kaynağında PKK-MİT görüşmeleri vardı. Onlara göre başarısızlığın nedeni MİT’ti. Kavganın MİT çerçevesi üzerinden yapılıyor olması bunun en önemli göstergesidir. Cemaat’in MİT’le kavgalı olması, buna rağmen MİT üzerinden Öcalan’la görüşmelerin devam ediyor olması MİT’in Kürtler için iyi, Cemaat’in Kürtler için kötü olduğu anlamına gelmez. Bu kavgada herhangi bir şekilde taraf tutmanın Kürtler için elle tutulur bir yanı yoktur. Geçmişte elbirliği etmiş bu iki yapı, Kürtleri kendi tarafına almak için çaba harcıyorlarsa bu kendi aralarındaki dengeyi bozmak içindir. Taraflardan birinin lehine oluşabilecek bir avantaj diğer tarafı kendisine katıp daha da güçleneceği unutulmamalıdır. Kendisine yönelik yolsuzluk operasyonu yapan savcı ve polis müdürlerini görevden alan hükümetin Yüksekova'da üç Kürdü öldürenler hakkında hiç bir işlem yapmayışı çifte standardı ortaya koyuyor. AKP'nin çabası "paralel" olarak nitelediği devlet görevlilerini tasfiye etmekten çok kendi kontrolüne koymasıdır. Bunu yaptıktan sonra daha da otoriterleşecektir. Bunun belirtileri Roboski köylülerinin demokratik eylemine sert müdahale eden jandarmaya hiç bir işlem yapmayışıdır. Aynı şekilde Gezi benzeri demokratik eylemlere müdahale ve yasaklamalar devam ediyor. Burada ilginç olan 17 Aralıktaki yolsuzluk operasyonuna dair sol ve sosyalistlerin yaptıkları demokratik eylemlere cemaatin uzak durmuş olmasıdır. Çünkü cemaat de iktidarı Türkiye'yi demokratikleştirme ve dönüştürmeden çok devletin içine girmek şeklinde ele alıyor. Kürtlerin büyük fırsatlar yakaladığı bu dönemde, Kürtlere bu fırsatların sonuçlarından yararlandırmamak için elinden geleni yapacakların eksik olmayacağının bilincinde olmaları gerekir. Cemaat’in siyasi iktidara başkaldırışı da başlı başına bir olay değildir. Muhakkak, AKP içinde önemli mevkilerde bulunanlarla bağlantısı vardır. Ortaya çıkmak için şartların olgunlaşmasını bekliyorlar. Belki birileri hükmü verdi de infaz için uygun anı bekliyorlar. [1] Prof.Dr.Mehmet Özcan, Terörün Matruşkası, s.20 vd., Hayat Yayınları İstanbul 2012 ***

17 ARALIK OPERASYONU VE İMRALI SÜRECİNİN GELECEĞİ

17 ARALIK OPERASYONU VE İMRALI SÜRECİNİN GELECEĞİ


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 12.01.2014 Öcalan'ın 11 Ocak tarihli açıklamasından anlaşıldığı kadarıyla daha önceden talep edilen "Barış sürecinin amacına uygun format"ta geçilmediğini gösteriyor. Bunda 17 Aralık'ta başlayan "yolsuzluk operasyonunun" etkisi olabilir. 7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'la yönelik operasyonun "Barış Sürecine" yönelik olduğu da dikkate alındığında 17 Aralık operasyonunun gerekçesi yolsuzluk olsa bile nihai amacının "barış süreci" olduğu söylenebilir. Öteden beri İmralı görüşmelerinin yeni bir formatla sürdürüleceği konusundaki söylemler gerçekleşme yolunda giderken bu sürecin önünün alınması çabası burada da etkisini göstermiş olabilir. Öcalan'ın hükümete yönelik bu operasyonu "darbe" olarak adlandırması bununla bağlantılı olabilir.
Sürecin devamı ve sonuç alıcı olabilmesi için yasal/hukuksal düzenlemelerin ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkmıştır. Sürecin yasal düzenleme olmadan yürüyebileceğini söyleyenlerin yasalara dolanmaya başlamış olmaları önümüzdeki günler için olabilecek tehlikelerin farkındalar mı? Öcalan'ın açıklamasındaki cennet/cehennem/araf benzetmeleri sürecin kırılganlığına dikkat çekmek içindir. Başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin AKP ile yaşadıkları sorun ve çelişkiler hükümetin elini daha da zayıflatmış olabilir. Bu da varsa bile Barış Sürecinin yeni bir formatta devamını zora sokacak en önemli faktörlerden biridir. Bu aşamadan sonra hükümet daha radikal kararlar almak zorundadır. Öcalan için düşünülen, gazeteciler veya milletvekilleri dışında görüşebilmesi şeklindeki çabanın da artık soruna çözüm getirmeyeceği de görülmelidir. Çünkü yaklaşık iki yıldır güç kaybeden, hedeflerinden sürekli sapan bir hükümet gerçeğinin varlık/yokluk mücadelesi içine itilmiş olması barış sürecini de yürütemeyeceğinin işaretlerinden biridir. Güçlü olduğu bir dönemde bu gücünü barış süreci için kullanmayan bir iktidarın bundan sonraki süreçte çözüm gücü olabileceğini sanmak saflık olur. İyimserliğin bundan sonrası için Kürtlere kazandıracağı bir şey kalmamıştır. "Tarihi bir sonuç almanın" koşulları bir kez daha ertelenmiştir. Bu ertelemenin siyasi sonuçları hükümet için görülmeye başlamıştır. Hükümetin muhatabı olduğunu söyleyenlerin siyasi sonuçlarından etkilenmemesi mümkün değildir.

Burada önemli olan B planı olanların daha az zarar göreceğidir. Karşınızdaki bu kadar zarar görmüşken, barış sürecinin tek taraflı olarak yürümesi de mümkün olmayacağından dolayı tek taraflı kararlılık da bir yere kadardır. Barış Süreci tahkim edilebilir mi? 12 Haziran 2011'den bu güne bakıldığında AKP Hükümetinin giderek otoriterleştiği, muhafazakarlaştığı tartışmasızdır. Ustalık dönemi olarak adlandırılan bu dönemde hızlandırılmış ideolojik yönelimler, özel yaşamı tehdit eder duruma gelmiştir. Haziran 2013 Gezi olaylarındaki hükümetin sert tutumu bunun en önemli örneği aynı zamanda hükümete karşı direncin de işaretiydi.

Bu açıdan bakıldığında sürecin de tahkim edilmesi, tam demokratik bir ülke inşa edilmenin koşulları kalmamıştır.
Yaklaşık iki yıl görev yapan Anayasa Komisyonunun uzlaşmaya varmadan dağılması bunun en önemli belirtisiydi. Yolsuzluk operasyonunun Anayasa Uzlaşma Komisyonunun dağılmasından sonra başlamış olması tesadüf değildir. AKP, özgürlükçü/demokratik Anayasa yapmamasının vebalini bu soruşturmalarla çekecektir. Bunun sonucunda da daha otoriter yönetimler dahi gelebilir. Öcalan'ın "darbe ateşinden" söz etmiş olması bu tehlike ile ilgili olabilir. AKP bunu önleyecek düzeyde demokrasi inşa etmekten uzaktır. En son Roboski Katliamı dosyasının kapatılması ve "Orduya Kumpas yapıldı" tartışması AKP'nin sıkıştığı anda kiminle ittifak kurabileceğinin işaretlerini veriyor. "Ateşe Benzin Taşımayacağız." Söylemi, "Darbe Ateşi" söylemi ile birlikte ele alındığında Öcalan, 17 Aralık'ta yapılan yolsuzluk operasyonunu hükümete yönelik bir darbe olarak görüyor. "Ateşe benzin taşımayacağız" diyerek Erdoğan karşıtı cephe içinde yer almayacaklarını söylemektedir. Bunun karşılığındaki isteği de demokratik barışı gerçekleştirmesidir. Peki AKP demokratik barışı gerçekleştirebilir mi?
Çok zor ve çok geç belki de imkansız! ***

T.C DEVLETİNİN KÜRDİSTAN’DAKİ HUKUKİLİĞİNİN/MEŞRUİYETİNİN DAYANAĞI VAR MIDIR? 1

T.C DEVLETİNİN KÜRDİSTAN’DAKİ HUKUKİLİĞİNİN/MEŞRUİYETİNİN DAYANAĞI VAR MIDIR? 1


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 12.01.2014 Bir ülkede rejimin demokratik/anti demokratik, otoriter/özgürlükçü oluşu tartışması ile uygulanan hukukun meşruluğu sorunu birbirinden ayırmak gerekir. Örneğin Türkiye Cumhuriyetinin ilanı o dönem ki, meclisin kararı ile olsa bile bu meclisin oluşumundaki Kürt temsilinin olmayışı başından beri kurulan devletin Türkler açısından meşruiyet kaynağına sahip olduğu söylenebilse de Kürtler açısından ise bir meşruiyeti yoktur. Daha sonraki aşamalarda baskı ve zora dayalı hukukun Kürtlere dayatılıp onlarca yıl uygulama alanı bulmuş olması bu hukuku hiçbir zaman meşru hale getirmez. Meşru olmamanın en önemli göstergesi bu bölgeye atanan yöneticilerin köken olarak Kürtlükten uzak oluşlarıdır. Özellikle, Vali, Kaymakam, Jandarma Komutanı, Emniyet Amirleri, Yargıç veya Savcıların atanmasında buna özellikle dikkat edilmiştir. Bunların, yerel yönetimler üzerindeki vesayet yetkisi de dikkate alındığında yerel yönetimlere yerel halkın temsilcileri seçilse de işlevsel olarak temsiliyeti gerçekleştirmediği görülmektedir. 2000’li yıllarında Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) yerel yönetimlerde başarı göstermesinden sonra baskının yeni yöntemi bunlar üzerinde devam etmiştir. KCK, adı altında KSH’ne yönelik gözaltı ve tutuklamalar bu baskının en bariz örnekleridir. Devletin, Kürdistan’daki varlığı kaynağını o bölgenin temsiliyetinden almamaktadır. Bu husus başlı başına devletin meşruluğunu ortadan kaldırıyor. Kaynağını temsiliyetten alan bir devlet olmuş olsaydı Roboski’de katliamın kararını verenler hakkında takipsizlik kararı verilmezdi. Irak’ta işgalci durumda olmasına rağmen Irak halkına kötü muamele ve işkence yapan ABD kendi askerlerini yargılarken Türkiye yargısının bu katliamın kararını verenler hakkında takipsizlik kararı vermiş olması dikkat çekicidir. Üstüne üstlük bu bir ilk de değildir. Aralık 2013’te Yüksekova’da iki Kürdü uzun namlulu silahla öldürülmesinde de öldürenler hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Durum böyle iken, meşruluktan söz etmek mümkün müdür? Meşruiyet konusu, yasal/hukuksal konumla sınırlı değildir. Devletin bölgede ekonomik ve sosyal meşruiyeti de yoktur. Bunun en önemli göstergesi değişik parçalarda yaşamak zorunda kalan Kürtler arası sınır ticaretinin kaçakçılık sayılmasıdır. Eğer, onca ölüm ve cezalara rağmen Kürtler arası sınır ticareti devam ediyorsa bu da Kürtlerin direnişinin siyasal alana hapsedilmediğini gösteriyor. Devletin Kürdistan üzerine uyguladığı hukukun en önemli göstergelerinden biri de seçimlerde uygulanan %10 seçim barajıdır. On yıllarca uygulanan bu barajla Kürtlerin kendi kurdukları partilerden temsilinin yolu kapatılmıştır. Kapatılma ve yasa dışı ilan etmeler de eklendiğinde baskının barajla sınırlı olmadığını da görmek gerekiyor. Bağımsız aday yoluyla meclise girme çabası olsa da bunun da hak ettiği milletvekili sayısı sağlamadığı bir gerçektir.
Örneğin 2011 seçimlerinde Diyarbakır’da BDP’nin desteklediği bağımsız adaylar oyların %70’ine yakın aldığı halde 11 milletvekilinden beşini, AKP %30 oyla altısını kazanmıştır. Baraj sistemi olmamış olsaydı, BDP 8, AKP 3 milletvekili kazanacaktı. Görüldüğü gibi seçim kanunlarıyla oyun oynanarak Kürtlerin temsiliyetinin önü kapatılmıştır. Bu meşru değildir. Ülkenin bir yerinde meşru olmayan bir devletin ülkenin başka bölgelerindeki meşruiyeti de tartışmalı hale gelir. ***