Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
01.06.2014
Kürt Siyasal Hareketi(KSH) 2012'nin sonlarına doğru, yeni bir siyasi yönelime girdi. Ondan öncesinde KSH, "demokratik halk savaşı" ile "demokratik siyaset" arasında gidip geliyordu. KSH'nin 2012 yılının ortalarında Rojava'da gösterdiği başarının bir benzerini Türkiye Kürdistan'ında da yapabileceğine inanılıyordu. Özellikle bu dönemde, Şemdinli'de "sürekliliği olan alan kontrolü" denemesi yapıldıysa bunun Rojava'daki gibi kolay olmayacağı ortaya çıktı. Böylece, demokratik halk savaşının o kadar kolay olmayacağı ortaya çıkmıştı. Zaten Öcalan'da avukatlarıyla en son yaptığı (27 Temmuz 2011) görüşmede, "halkı tutamıyoruz" diyen BDP'ye,"gerillayı tutamıyoruz" diyen KCK'ye "savaşabiliyorsanız savaşın" dedi. Aslında Öcalan böyle söylemekle "demokratik halk savaşından artık sonuç alınamayacağını" söylemiş oluyordu. Devlete de "bitirebiliyorsanız bitirin" diyordu. Devlet bitirebileceğini, KCK savaşabileceğini, BDP de halkı sokağa indirebileceğine inanıyordu. Bu şekilde Öcalan, süreçten çekilmiş/süreç dışına itilmiş oluyordu. Daha sonraki süreçte, Devletin operasyonlarında, HPG eylemliliğinde ve BDP'nin sokağa çıkma çabası olduysa da beklenen başarı sağlanamadı. Dağ'a karşı askeri operasyonlar, şehirlerde KCK operasyonları hız kesmeden devam ediyordu. Eskiden yaşanan filmin tekrarı kısır döngü halini almıştı. Tam bu sırada gerçekleştirilen Roboski Katliamı, bir dönüm noktası oldu. Başlangıçta, bu katliam karşısında Türkiye'nin batısında tepki gelişmediyse de sonraki süreçte yavaş tepkiler gelmeye başladı. CHP bile tepkisini üst düzeyde dile getirmeye başladı.
AKP ile KSH arasında çözüm süreci adı altında görüşmelerin olmuş olması, Türkiye'nin Batısından gerekli desteği alamadı. Kuşkusuz bunun sorumlusu hükümetten başkası değildir. Özellikle, toplumun özel yaşam alanlarına müdahaleler, içki yasağı, Taksim'in yayalaştırılması adı altında AVM / Otelleştirilmesi, eğitimin özelleştirilmesi, dini ağırlıklı eğitim konusundaki yasal düzenlemeler, kürtaj ve kadınları çalışma hayatının dışına atma çabaları ile birlikte değerlendirildiğinde başkaca bir sonucun çıkması mümkün değildi. AKP'nin daha önceden başarılı olarak sürdürdüğü "muhalif" iktidar oyunu bundan sonra oyun olmaktan çıkarak "hegemon" iktidar halini almıştı. AKP'nin "hegemon iktidar" haline gelişi, Kürtlerde, AKP'nin "Kürt sorununu" çözeceğine dair inancını artırıyordu. Çünkü, AKP, iktidar olduğu halde hegemon(vesayetçi) güçlerin önünü kestiğine inanılıyordu. Daha sonraki dönemlerde bu vesayetçi gücün yerini "cemaatin" aldığı söylenmeye başladı.
KCK Davalarındaki anadilde savunma krizi ve Öcalan'a uygulanan tecride karşı Eylül 2012'de cezaevlerindeki Kürt siyasi tutsaklar açlık grevine başladılar. Kısa sürede bunun etkidi Kürt sokağına yansıdı. Sokaklar hareketlenirken, açlık grevindekiler ölüm sınırına doğru gidiyorlardı. Daha önceden Leyla Zana'nın Erdoğan'a çağrısı, sonrasında Erdoğan'la baş başa görüşmesi, en sonunda da Öcalan'ın mektubuyla hızlanan trafik böylece daha önce sürecin durduğu noktadan itibaren yeniden devamı için işaretler veriyordu. Nitekim, Öcalan, kardeşi üzerinden gönderdiği mesajla 68.gününde açlık grevlerini bitirdi. Hükümet bir yandan MİT üzerinden Öcalan'la görüşmelere başlarken, Anadilde savunmanın önünü açmak için yasal düzenleme yapmak yoluna gitti.
2013'e doğru giderken, birileri de boş durmuyordu. 17 Aralık 2012'de birileri Avrupa'daki PKK'lileri öldürmek için hazırlık yapıyordu. Yılın son günlerinde tıpkı bir yıl öncesinde Roboski'ye benzer bir katliam da Diyarbakır'da yaşandı. Uçak ve helikopterlerden atılan bombalarla 11 gerilla yok edilmişti. Sonrasında BDP'lilerle Öcalan'ın görüşmesi ve Paris Katliamı... Sakine Cansız ve iki devrimci kadın katledildiler. Bu soru işaretlerinin gölgesinde herkes Newroz'da Öcalan'ın okunacak mektubunu merakla bekliyordu. 21 Mart 2013 gelmişti. Diyarbekir Newroz Meydanında toplanmış bir milyon üzerindeki insan seli ve televizyonların başında on milyonlarca kişi bu anı bekliyordu. Silahlı siyaseti döneminin bittiği, demokratik siyaset döneminin başladığının müjdesi veriliyordu. Sonrasında ilan edilen ateşkes ve gerillanın geri çekilmeye başlaması. Sürecin nasıl yürütüleceği tartışılırken, başbakan her şeyin kendi inisiyatifinde olmasını istiyordu. Akil insanlar heyeti ve mecliste oluşan çözüm süreci komisyonuna CHP ve MHP üye vermeleri bir yana karşı duruşları bir anda sürecin Batı'da yaşayanlar için toplumsal desteğin zayıf olacağının işaretleriydi.
Henüz Gezi'den izler yokken, toplum ikiye ayrılmış durumdaydı. Bir koldan Akil insanlar, 7 bölgeye doğru giderken, Karadeniz'e doğru yola çıkan HDK heyeti saldırıya uğruyordu. Karadeniz'de, Güney'de, Ege'de "sanki AKP İle BDP,anlaşmış, her şeyi bitirmişlerdi" bu hava sadece İP,CHP ve MHP'yle sınırlı değildi. Sol, sosyalistlerde de vardı. Özellikle Öcalan'ın İslam Birliği ile ilgili sözleri konusunda oluşturulan spekülasyonlar Aleviler üzerinde de etkisini göstermişti. Bir yandan da Suriye'den gelen kötü haberler Türkiye'yi giderek kamplaştırmaya doğru gidiyordu. KSH, ilk kez karşısında konuya ciddi yaklaşım gösteren bir hükümet bulmuştu. Sürecin devamı için ona yardımcı olmaları gerektiğine inanıyordu. Mayıs ayının hemen başlarında gerilla da sınır dışına çıkmaya başlamış, Suriye'de Esad'ın devrilişinin kolay olmayacağının işaretleri ortaya çıkmaya başlamış, Mısır'da Müslüman Kardeşlerin iktidarının sallantıda olduğunun belirtileri kendisini göstermeye başlamıştı. Tüm bunlar, AKP'nin "Stratejik Derinliğinin" kaybolmaya başladığını gösteriyordu. Gerillalar, geri çekilme konusunda yasal düzenleme yapılmamasına rağmen sınır dışına çıkmaya başlamıştı. Ancak süreç sıkıntılarla doluydu. Akil insanlar, dolaşmaya devam ediyor, raporlarını yazıp başbakana teslim etmek için sabırsızlanıyorlardı. İşte bu sırada Reyhanlı'da patlayan bombalar, başbakan ve hükümetin yalanlarını ortaya serdi. Başbakan, olayın sorumlusunun CHP olduğunu söyleyecek düzeyde yalana sarıldı. Başbakanın sürecin devamı konusundaki kararlı olup olmadığı, geri dönüşler için yasal düzenleme yapılmayışı ve sonrasında Reyhanlı patlamasıyla ortaya çıkmasına rağmen BDP'nin hükümeti destekler mahiyetindeki açıklamaları da AKP dışındakilerin gözünde BDP ile AKP'nin birlikte hareket ettikleri konusundaki görüşleri pekiştirdi. İşte tüm bu koşullar altında Gezi'ye doğru gelindi. Gezi Parkındaki ağaçların sökülmesine karşı siyasi anlamda en önemli karşı çıkışın BDP'li Sırrı Süreyya Önder'den gelmiş olması dahi KSH ile AKP arasında ilişkinin iyi olduğu algısını yıkmaya yetmedi. Sonraki süreçte Önder'in dayak yemesi dahi bu algıyı değiştiremedi. Kürt Siyasi Hareketi iki taraflı bir açmazla karşı karşıyaydı. Bir yandan çözüm sürecini sürdürmek istiyor diğer yandan da Türkiye'nin demokratik siyaseti için önemli bir aşama olan Gezi parkı direnişine destek vermeye çalışıyordu. Bunun karşısında KSH'inden istenilen ise AKP'yle çözüm sürecini bitirmesi konusundaki taleplerdi. Kürtlerin, Gezi direnişine katılıp katılmamaları onlar için önemli değildi. Her ne kadar "Kürtler nerede" sesleri yükselirken, bununla Kürtler AKP ile çözüm sürecini devam ettirmesin demek istiyorlardı. KSH, İmralı, BDP ve Qandil'iyle hep birlikte bu sürecin sonuca ulaşmasına büyük bir umut bağlamıştı. Bunu da heba etmek istemiyorlardı. Gezi'ye hazırlıksız yakalanmışlardı.
Gezi'nin ne olduğu konusunda kafalar karışıktı. 12 Eylül darbesinin getirdiği neoliberal düzen toplumu iyice sindirmişti. Toplumun direnç noktaları körelmiş, düzene eklemlenerek teslim olmak normal bir anlayış haline gelmişti. Geçmişte, Batı'nın tüm dünya üzerinde yaygınlaştırmak için karşısında itiraz edebilen İslam'ın da AKP gibi partilerin eliyle içinin boşaltılmasıyla bu hizmete koşulmasıyla birlikte ona karşı direnç daha da zorlaşmıştı. Geçmişte laiklik/demokrasi döngüsü çerçevesinde Batı'nın kendisini heba edemeyeceğini düşünen dünün iktidar sahipleri bile küresel muhafazakarlığın Türkiye'deki ittifaklarının bu düzeyde aleyhlerine döndüğünü anlamakta zorlanıyorlardı. 12 Eylülün oluşturduğu hukuka sarılmanın onları kurtarmaya yetmeyeceğini anladıklarında 12 Eylül hukukunun kendilerine karşı bir araca dönüşmeye başladığını fark ettiklerinde iş işten geçmişti.
Sistem de her yönüyle kendisini kabul ettiriyordu.
Küresel muhafazakarlık ile yerel muhafazakarlık arasındaki bağlantı artık ortaya çıkmıştı. Bu açıdan, Gezi direnişinde yer alanlar bu direnişleriyle küresel muhafazakarlığa karşı çıktıklarının bilincinde olan insanlardan oluşuyordu. Her ne kadar işçi sınıfı üstü kesimlerin ağırlığı olsa da gelişen kapitalizm karşısında onların da güvenceden yoksun kalabileceklerinin sayısız örnekleri vardır. Gezi'de yer alan yeni kişiliğin en önemli özelliği Dünya'da küreselleşmenin oluşturmak istediği düzene karşı, etnik veya dinsel özelliklerin ön plana alınmamış olmasıydı. Çünkü dinsel ve etnik temelli karşı koymada eninde sonunda harekete yön verebilecek otoriter liderlikler ve keskin bir ideolojiyi gerekli kılabilir. Aynı şekilde farklı inanç ve etnik temelli yapıların bir arada bulunmaları zorlaşabileceği gibi, birbiriyle çatışabilirler. Gezi için, geçmişte mücadele edip de iyice eriyen, etkisi bir kabuk gibi kalan dar ideolojik grupçuklar da bu etkiyi körükleyebilecek nitelikleri içinde barındırıyorlardı. Onlarda da otoriter eğilimler vardı. Gezi'nin başından sonuna kadar en büyük korkusu, bir otoriterliğe karşı mücadele ederken, başka bir otoriterliğin tuzağına düşmek kaygısıydı. 12 Eylül öncesinde olanların, 12 Eylül gibi bir darbeye yol açtığı gibi. Gerilere gitmeye gerek yoktu. Arap baharı ve Mısır'ın durumu ortadaydı. Gezi'yi darlaştıran açmaz da bunun içinde gizliydi. Çünkü, siyasi taleplerle ortaya çıkan hareketlerin, karşısında mücadeleye giriştikleri disiplinli/otoriter güce karşı, bir program ve örgütlülük gereklidir.
Aksi durumda, program ve örgütlü güce sahip olan grupların inisiyatif elde etmeleri kolaylaşır. Bu da Gezi içinde yer alanların, otoriterlik kaygısı nedeniyle geri çekilmesine yol açar. Hükümet de yaptığı propaganda ile bu grupları ön plana çıkardıkça uzaklaşmanın kapsamı artar. Hükümetin, Gezi'ye karşı ajitasyonda sarıldığı iki argüman "dış güçler" ve "terör örgütleri"ydi. Gezi'de en az olanları ön plana çıkarıp, dinamiklerinden koparmaya çalışmıştır. Bunun iki açıdan sonucu olmuştur: birincisi, Gezi'nin dinamikleri arasında kopukluk yaratılarak sönümlemesi, ikincisi hükümetin dayandığı yoksul/ezilen kesimlerin desteğinin engellenmesi bir yana hükümetle daha fazla kenetlenmesi olmuştur.
O nedenle 31 Mayıs 2013'e benzer bir hareketin bir daha tekrarlanması kolay değildir. 1 Mayıs 2014 ve 31 Mayıs 2014'teki çıkarmaların başarısız görülmesi bunun en canlı örneğidir. 31 Mayıs 2013'te barikat ve gaza aldırmayarak Gezi Parkını işgal edip, kısa süreliğine olsa da "Gezi Komününü" oluşturanların kendi dünyalarına çekilmesi üzerinde de özellikle durulmalıdır. 1 Mayıslar ve 31 Mayıslar artık otoriter muhafazakar gücün, güç gösterme, dayak atma, işkence etme, yasaklama günleri haline geldi. Hükümet ve başbakan sert bir hükümet olduklarını gizlemek gereği bile duymuyor. A'dan Z'ye diyerek "öldürme" dahil her türlü ehliyeti verdiği polisini kimliğini, yüzünü gizleyerek insanların üzerine sürüyor.
KSH'nin Gezi konusundaki yaklaşımı, Gezi'yi oluşturan farklı kesimlerin yaklaşımından farklıdır. Bu farklılık, 21 Mart 2013 tarihli Newroz bildirisiyle Kürt hareketinin inisiyatifinde oluşabilecek demokratik eylem potansiyelinin Kürt Siyasal hareketinin dışında da olabileceğinin görülmüş olmasıdır. KSH'nin Gezi karşısındaki şaşkınlığı ve kararsızlığı bundan ileri gelmektedir. Demokratikleşme partneri olarak toplum arayışından çok iktidarın görülmüş olması da bu ileriyi görmemede etkili olmuştur. KSH'nin çözüm sürecini, kendi kitlesinden soyutlayıp, devletle çözebileceği anlayışının hakim olması da KSH'nin Gezi'yi anlamasını zorlaştırmıştır. Buna rağmen Gezi'ye Kürt toplumunun büyük bir sempatisi ve ilgisi vardır. Örgütlü yapının kararı olmadan Gezi'ye destek veren sayısız Kürt vardır. Buna rağmen Gezi karşısında örgütlü KSH, İmralı'dan Qandil'e ve BDP'nin tutumu ne doğrudan destekleme ne de doğrudan karşı çıkmak şeklinde olmuştur. Bu da KSH'ni tarafsızlık safında göstermiş ise de çözüm sürecinin devamı uğruna AKP'nin işine yaramıştır. Kuşkusuz KSH'nin bu tavrı tek taraflı da olmamıştır. Gezi'nin önemli bileşenleri olan ulusalcıların KSH'ne yönelik dışlayıcı tavırlarının da etkisi vardır.
1984'ten beri Türkiye'deki siyasi-hukuki yapılanmada en etkili güç Kürt Siyasi Hareketi olmuştur. Olağanüstü hal, DGM'ler, Köy Koruculuğu, seçim barajı, demokratikleşme hep bu çerçevede gerçekleşmiştir. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi Kürtlükle özdeşleşmişti. Gezi'yle birlikte bu rol, Gezi bileşenlerine geçmiştir. KSH'nin Gezi karşısındaki asıl şaşkınlığı bundan ileri gelmiştir.
KSH, ilk kez, yüksek sesle dillendirilen demokrasi ve özgürlük söyleminin dışında kalmakla kalmamış, tarafsız bir görüntü vermesine rağmen iktidarın yanında kalmakla suçlanmıştır. Bu duruş ve suçlama karşısında KSH çeşitli etkinliklere başvurmuştur. Lice'de Kalekol yapımına karşı gösterilen tepki bunun ilk görünür haliyse KCK'nin örgütsel yapısında değişiklik yapılarak Cemil Bayık'ın eş genel başkanlığa gelmesi de bunun sonuçlarından biridir. Cemil Bayık'ın KCK eş başkanlığına geldikten sonra ilk demecinin Gezi ile ilgili oluşu, Gezi ile ilgili olarak öz eleştirel yaklaşımı Gezi'nin KCK üzerindeki etkisini göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
Gezi'nin Kürt hareketine, Kürt hareketinin ise Gezi'ye katkı sunması için mutlak olarak birlikte hareket etmelerine gerek yoktur. Her biri kendi mecrasında yürüse bile hedeflerinin ortak noktaları "otoriterlik" karşılığı olduğu için doğal müttefik gibidirler. Gezi'nin en önemli eksikliği, oluşturulan bilinç ve eylemliliği sürdürebilecek, süreklilik sağlayabilecek örgütsel yapılarının olmayışı veya zayıf oluşu nedeniyle geleneksel hazır örgütsel güçlerin bu bilinçliliği ve eylemselliği sahiplenip kendi içinde eritecekleri konusundaki korkudur. Geçmişinde siyasal taleplerle ortaya çıkmamış, siyasi iktidarın şiddetini fiziki olarak yaşamamış bu geniş kitlenin kırılgan noktası da burasıdır. Bu kitlenin siyasi iktidarın şiddeti karşısında normal hukuk düzeninin kendilerini korumaması durumunda ne yapabilecekleri konusundaki belirsizlikler ya onları mevcut yapılara doğru savurmakta ya da pasifizme doğru savurmaktadır. Nitekim 1 Mayıs ve 31Mayıs 2014'te olan bundan başka bir şey değildir. Sokağa çıkmak bile cesaretin bir göstergesi haline geldikçe sokağa çıkanların sayısı azalıyor. Evinden çıkmayanların sayısı artıyordu. Bu da sokağa çıkma cesaretini gösterenlerin daha fazla dayak yemesinden başka bir işe yaramıyordu.
KSH'nin, BDP'den HDP'ye dönüşümü de bunun sonuçlarından biri olarak görülse de KSH'nin kendisini Gezi'nin bir parçası olarak görmesi o kadar kolay da değildir. Çünkü Kürt hareketinin belirleyiciliği konusunda Öcalan'ın rolü baskın olmaya devam ediyor. AKP ile ilişkilerin Öcalan üzerinden devamlılığı oldukça, bunu kesmeden dönüşüm yaşaması mümkün değildir.