SYKES-PICOT GİZLİ ANTLAŞMASI, BOP VE YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU. BÖLÜM 4
Şayan ULUSAN*
* Yrd.Doç.Dr., Celal Bayar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
(sayanulusan@gmail.com).
Özet
Şark kelimesi Doğu’yu ifade etmekle birlikte “Şark Meselesi” kavramı doğrudan Batılılar nezdinde Osmanlı Devleti’ni ifade etmektedir. 1815 yılı itibariyle ortaya çıkan Şark Meselesi, Osmanlı Devleti’nin tamamen ortadan kalkmasını hedeflemiştir. I.Dünya Savaşı sonunda Büyük Devletler Sevr Antlaşması ile bu amaçlarına ulaşmak istemiştir. Çünkü Sevr Antlaşması Anadolu ve Avrupa topraklarında ki Türk varlığını tamamen ortadan kaldırmaktaydı.
Ancak Milli Mücadele sayesinde bu amaçlarına ulaşamamış olan Batı, bu kez Türkiye Cumhuriyeti üzerinden emellerine ulaşmak için uğraş vermektedir. Türkiye üzerinde oynanan oyunların hepsi Sevr’i anımsatmaktadır. Şark Meselesi ve onun gerçekleştirme planı olan Sevr, günümüz itibariyle sona ermiş gözükmemektedir.
1. Şark Meselesi (Doğu Sorunu)
1.a. Ortaya Çıkışı
Batı, bütün konuları Avrupa merkezli kabul ettiği için Çin, Japonya vb. ülkeleri Uzakdoğu, Avrupa sınırının bittiği coğrafya için Yakındoğu kavramlarını
kullanmıştır. Türkler için ise Doğu veya Şark tanımını yapmışlardır.1.
Avrupalılara göre Şark Meselesi’nin başlangıcı Kavimler Göçü’nün sonucunda önce Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılması sonrada Doğu Roma
İmparatorluğu’nun siyasi varlığına son verilmesine kadar götürülebilir. Çünkü Hun Türkleri kilisenin etkin olduğu Roma İmparatorluğu’nun dengelerini alt üst
etmiştir. Bu sebepledir ki Avrupalılar kendilerine yabancı olan ve bütün işlerini bozan Türklerden nefret etmişlerdir ve Türkleri Avrupa kıtasına ayak bastıkları
günden itibaren geldikleri yere geri göndermek çabasına düşmüşlerdir. Bunun doğrultusunda Şark Meselesi bir İslam-Hıristiyan çatışması olmaktan öte bir Türk-Avrupa mücadelesi olmuştur.2.
Fransız tarihçi Sinyobos, Şark Meselesi’nin en açık başlangıcını XVIII. yüzyıl olarak göstermekte, meseleye ad konulmasının ise XIX. yüzyılda olduğunu
söylemektedir. Albert Sorel ise, Türklerin Avrupa’ya ayak bastığı andan itibaren bir Şark Meselesi’nin ortaya çıktığından ve Rusya’nın da bir Avrupa devleti
olmasından sonra bu meseleyi kendi çıkarları doğrultusunda halletmek yoluna girdiğinden bahsetmektedir. Borjva’ya göre de, Şark Meselesi’nin tarihi ve coğrafi sınırı daha da genişlemektedir. Borjva, Şark Meselesi’ni Ortaçağ’ın başlangıcından itibaren Hıristiyan olan ve olmayan kavimlerin çarpışması olarak tanımlamaktadır. Edward Deriyo’ya göre de, Şark Meselesi Müslümanlarla Müslüman olmayanların kavgasıdır. Soloviyef ise meselenin düşünülemeyecek kadar eski zamanlardan itibaren Avrupa ile Asya’nın çarpışması olduğunu vurgulamaktadır.3. Hemen hemen bütün kaynakların ortak noktası Şark Meselesi’nin Türklerin Asya’dan Avrupa’ya geçmesiyle başladığı görüşünde birleşmektedir. Ayrıca Türklerin buralardan imhasının ayni zamanda İslamiyet’in de Doğu Avrupa’dan ve Batı Asya’dan atılması demek olacaktır.4.
Şark Meselesi;
1- Hıristiyan Avrupalıların Müslüman doğu milletlerini ekonomik ve siyasi nüfuz ve hükmü altına almak amacından oluşan tarihi meselelerin hepsidir,
2- Avrupalıların Osmanlı Devleti’ni bahaneler ortaya koyarak parçalamak, zapt etmek, Osmanlı idaresi altında bulunan farklı milletlerin bağımsızlıklarını sağlamak istemelerinden meydana gelen tarihi meselelerin hepsidir.
Dolayısıyla Şark Meselesi hakkında verilen yukarıdaki iki tanımdan ikincisi, bugün, yarın için eskimiş ve tasfiye edilmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti yıkılmıştır. Ancak birinci tanım içine giren Şark Meselesi yaşanan olaylardan ve tarihin seyrinden daha az etkilenmiştir.5. Yani günümüz itibariyle devam etmektedir.
Bazı görüşlere göre ise Şark Meselesi, Yunanlıların Perslere karşı savaşmalarıyla ortaya çıkmış, Arapların Bizans’a karşı koymalarıyla devam etmiştir.
Oysaki XX. yüzyıla kadar gelen Şark Meselesi Haçlı Seferleri’nin Müslümanlara özellikle de Türklere karşı olmasıyla devam etmiştir. Bu da Türklerin Anadolu’ya
gelmeleriyle başlamıştır.6.
Rusya için ise Şark meselesi; “İstanbul ve Çanakkale Boğazları hangi hüküm ve nüfuza tabi bulunuyorlar? Bunların tasarruf edeni kimdir?” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca, Divan-ı Hümayun Tercümanı Aleksandr Mavrocordato, Karadeniz’in Osmanlılar için “ bikr-i pâk-dâmen (eteğine el değmemiş kızlık)” adıyla anıldığından bahsetmektedir.
Karadeniz Rusya içinde bikr-i pâk-dâmen’dir.7. Dolayısıyla Rusya için şark meselesi Karadeniz ve Boğazlar üzerinde hâkimiyet kurmak olmuştur. Bunun
için de Hıristiyanları kullanmak yolunu seçmiştir. Rusya’nın siyasi, ekonomik ve stratejik planları hep Boğazlar yani Osmanlı Devleti üzerinde olmuştur.8. Osmanlı Devleti üzerinden sıcak denizlere inmek her zaman Rusya’nın geleneksel politikası olmuştur.
Yani Rusya için Şark Meselesi, Boğazlar= Osmanlı Devleti’dir.
Bu doğrultuda Rusya I.Dünya Savaşı’nda bu isteğine ulaşmak üzereydi. Çünkü 29 Ekim tarihinde Goeben, Breslau ve diğer Türk zırhlılarının Karadeniz’e
açılarak Rus limanlarını bombardıman etmesiyle Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. Böylece artık Osmanlı Devleti’nin durumu açıklığa kavuşmuş
olmaktaydı. İngiltere Kralı V.George Rus Büyükelçisi Benckendorff ile görüşürken “İstanbul artık sizin olmalı” demekteydi. İngiliz Hariciyesi’nin Petrograd’a
gönderdiği notada ise; “Osmanlı Hükümetinin hareketiyle Orta-Doğu sorunu tamamen çözümlenmiş olacaktır. Türk Boğazları ve İstanbul Rusların da kabul ettiği bir şekilde sonuçlandırılacaktır” demektedir9. Almanya’da Goeben, Breslau gemilerinin bu hareketiyle kendi açısından zafer kazanmış idi10.
İstanbul 1453 tarihinde Türkler tarafından feth edilince Rus Ortodoks Kilisesi Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak bağımsız olmuş ve Rus Çarı da kilisenin başına
geçmiştir. Bu durum hem Rus Çarı’nı güçlendirmiş hem de İstanbul’u Türklerden kurtarma politikasını da benimsetmiştir ve Rusya’nın gelecekte ortaya çıkacak
güneye doğru gelişme politikasının da başlangıç noktası olmuştur. II. Katerina’nın
Kırım’ı 1774’de Türklerden alması bu politikanın ilk kademesi olmuştur. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya, Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoksların hamiliğini
resmen üstlenmiştir. Ardından Kafkasların ilhakı tamamlanmış ve Balkanların hürriyetlerine kavuşması önemli bir politika olarak ortaya çıkmıştır.11.
1815 yılında Viyana Kongresi’nde Şark Meselesi/Doğu Sorunu ilk defa olarak gündeme getirilmiştir. Kongre aslında Napolyon Bonapart’ın altüst ettiği Avrupa
siyasi haritasını düzenlemek için toplanmıştır. Ancak konu dönüp dolaşıp Osmanlı Devleti üzerinde yoğunlaşmış ve Şark Meselesi resmen ortaya çıkmıştır. Şark Meselesi XIX. yüzyıl boyunca devam etmiş, Osmanlı Devleti’nin tarihe gömülmesiyle de ortadan kalkmıştır12(?). Düvel-i Muazzama denilen Rusya, Avusturya, İngiltere, Fransa ve Prusya Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşabilmek için yapay bir Şark Meselesi oluşturmuşlardır. Bu devletlere daha sonra 1871’den itibaren Almanya’da katılmıştır13. Özellikle İngiltere ve Rusya Şark Meselesi’nde öncü ve etkili iki devlet olmuştur14. İtalya ise siyasi birliğini tamamladıktan sonra ancak 1911 Trablusgarp Savaşı ile Osmanlı Devleti üzerindeki paylaşımlara katılabilmiştir. Hatta İtalya Genelkurmay Başkanı General Alberto Pollio Şark Meselesi’nin yüzyıllar boyu sürdüğünü ifade etmektedir15. İtalyan Generalin söylediği gibi uzun süren Şark Meselesi’ne son dönemlerinde İtalya’da katılmıştır.
Viyana’daki İngiliz baş temsilcisi Lord Castlereagh, 1815 yılı başında kongre sonunda ortaya çıkan ve Avrupa’daki statüyü garanti altına alan genel antlaşma
içerisinde Osmanlı Devleti’ne de yer verilmesini önermiştir16. Nitekim Rus diplomat Gorchakov için Şark Meselesi, Avrupa siyasetinin ayrılmaz bir parçası ve uluslararası tartışmalar, konferanslarda ele alınması ve belirlenmesi gereken önemli bir konuydu17. 1876 yılının aralık ayında İstanbul’un koşullarının tespit etmek için İstanbul’a gönderilen Albay Home, İngiltere’nin yıkılmakta olan Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak için uğraşmamasını, Devleti parçalayıp İngiltere’nin kendi payına düşeni almasının vaktinin geldiğini yazmaktadır18.
Nitekim İngiltere Kıbrıs’ı aldıktan sonra Mısır’ı da işgal etmiştir. Mısır’dan Hindistan’a kadar olan bölgeleri, Suriye’nin bir kısmını, Arabistan ile Irak’ı nüfuzu altına almaya çalışmıştır. Özellikle de Irak’ta gözü olduğu apaçık ortada idi. Fransa ise Cezayir’den sonra Tunus’a el koymuştur ve Suriye üzerinde de hak iddia etmeye başlamıştır. Avusturya’da Bosna-Hersek’i işgal etmiştir. Almanya ise başlangıçta Osmanlı mülküne dokunmamıştır. Bismark’a göre Türkler ‘Şarkın yegâne temsilcileri’ idi ve İmparator Wilhelm’de bütün Müslümanlar içinde Türklere dost görünmüştür. Almanlar başlangıçta Osmanlı ülkesinde ekonomik üstünlüğü yeterli görmüşlerdir.
Bunda bu dönemlerde II. Abdülhamid’in uyguladığı politika da etkili olmuştur19.
Nitekim 1913-1916 yılları arasında Amerika’nın İstanbul Büyükelçisi olan Henry Morgenthau, bu dönem içerisinde Almanya’nın Türkiye üzerinde çok etkili
olduğunu söylemektedir. Özellikle de Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi olan Baron Von Wangenheim’in bunda çok etkili olduğunu da gözlemlediğini ifade etmektedir.
Morgenthau, Wangenheim’in, dünyada sadece üç büyük ülkenin olduğunu, bunların da Almanya, İngiltere ve ABD olduğunu, hatta bu üç devletin birlikte
hareket ettikleri takdirde dünyada çok önemli rol oynayacaklarını tekrar tekrar kendisine söylediğini ifade etmektedir.
Amerikan Büyükelçisi, Alman Büyükelçisi’nin Türkiye’de İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı büyük bir Alman propagandasını başlattığından bahsetmektedir. Böylece Alman sempatizanlığını arttırmak istemektedir. Bunun için de özellikle Türk basınının hızlı bir şekilde Alman kontrolü altına girdiğini vurgulamakta dır.20.
Henry Morgenthau, bu dönemlerde Almanya’nın Türkler üzerindeki etkisinden oldukça ayrıntılı olarak bahsetmekte ve bundan duyduğu rahatsızlığı da hissettirmektedir.
Morgenthau, ABD’nin Osmanlı Devleti üzerindeki niyet ve görüşlerini de resmi bir ağızdan ortaya koymaktadır. Buna göre ABD, Almanya’nın Türkiye
ile olan yakın ilişkisinden rahatsızdır. Ayrıca Ermeniler konusunda da Türkleri suçlamaktadır. Şark Meselesi’nin bir uzantısı olan Ermeni Meselesi bilindiği üzere 1878 Berlin Antlaşması ile resmi bir nitelik kazanmıştır. ABD, 1915 tarihi ile birlikte Ermenilerin tam bir hamiliğini üstlenmiş görünmektedir. Dolayısıyla ABD, Türkiye aleyhine Ermenileri savunması ile Şark Meselesi’ni bu dönemde gerçekleştirmeye destek vermiş olmaktadır.
1878 tarihli Berlin Antlaşması’nın 63. maddesi Ermeniler ile ilgilidir ve bu madde Ermenilere ayrıcalıkların resmen verilmesi yolunda atılan adım olmuştur.21.
Bu konu ile ilgili olarak Feroz Ahmad, II. Abdülhamid’in eğer Şark Meselesi’nde Almanya ile olan ilişkilerde bu dönemde daha etkili olabilseydi Berlin’de Osmanlı
Devleti’ni daha iyi savunabileceğini ve koruyabileceğini düşünmektedir.22.
Nitekim ABD Büyükelçisi Morgenthau, “The Murder of a Nation” diyerek 1915 tehcir hadisesini tam anlamıyla çok abartılı ve taraflı olarak anlatmaktadır.
Doğu Anadolu’yu Ermenistan olarak göstermektedir.23.
Almanya’nın bu konudaki tavrını ise Büyükelçi Wangenheim’in açıklamalarından vermektedir. Morgenthau’ya göre Wangenheim’in Ermenilere karşı antipatisi vardır. Ayrıca Ermeniler bu savaşta Türklere karşı olan düşmanlıklarını göstermişlerdir ve şöyle demektedir; “I will help the Zionists, but I shall do nothing whatever for he Armenians” . Yine Türk askeri yetkilileri ile Alman Elçiliği arasındaki iletişimi sağlayan Humann’ın da tehcir olayları ile ilgili olarak
Türkleri suçlu görmemektedir. Yine Morgenthau oğlunun, Liman von Sanders’i ziyareti sırasında generalin oğluna, babasının büyük bir yanlış yaptığını, Türklerin Ermenilere yaptığı şey hakkında gerçekleri bilmediğini söylediğini ifade etmektedir.24. Dolayısıyla ABD sonradan dahil olduğu I.Dünya Savaşı ile birlikte Ermeniler aracılığıyla ortaya çıkmasında etkisi olmamakla birlikte Şark Meselesi’ne bu dönemler itibarıyla katılmış bulunmaktadır. Şark Meselesi’ne daha sonraları dahil olan Almanya ise, bu dönemde Osmanlı Devleti ile ilişkilerini yakın tutmak istemiş ve tehcir konusunda Türklerin yanında bir tavır göstermiştir. Almanya daha sonraları “sözde soykırım” olarak Türkiye’nin karşısına çıkarılan bu hadiseye ise ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra dahil olmaya başlamıştır.
Şark Meselesi’nin birinci döneminde (1071-1683) Avrupa savunmada Türkler taarruzdadır. Bu dönem içerisinde Avrupa Türkleri Anadolu’ya sokmamak
için Haçlı seferlerini başlatmış ancak başarılı olamamıştır. İkinci dönemde ise Avrupa bu kez Türklerin Rumeli’ye yani Avrupa’ya girişini engellemek istemiş
ancak bunda da başarılı olamamıştır. 1683 Viyana bozgunundan sonra ise Türkler savunmada Avrupa taarruzda dır. Bu dönemde Avrupa, Balkanlardaki Hıristiyan nüfusun ya bağımsızlıklarını kazanması ya da haklar elde etmesi için uğraşmıştır. Bunda da başarılı olmuştur. Bu dönemde Avrupa Türkleri Avrupa’dan atmak ve İstanbul’u geri almak amacında olmuştur. Şark Meselesi’nin son safhası da Türkleri geldikleri topraklara geri göndermek yani Anadolu’dan çıkarmak olmuştur.25. Bu amaçlarını da Sevr ile gerçekleştirmek istemişlerdir. Sevr’in hayata geçirilmesi demek “bir kelime ile Türklerin mahvı demekti” 26.
Milli Mücadele dönemi Alman basınında Türkiye hakkında yazılan bütün konular ‘Doğu Sorunu’ meselesi olarak ele alınmıştır. Bu yazılardan İngiltere ve
Fransa başta olmak üzere diğer devletlerin Türkiye üzerindeki bütün konuları bu çerçevede değerlendirdiği kanaati oluşmaktadır.27.
1808-1858 yılları arasında çeşitli aralıklarla Osmanlı Devleti’nde İngiltere’nin Büyükelçisi olarak görev yapan Stratford de Redcliffe bu zaman zarfında Times’a mektuplar, makaleler göndermiştir. Bunlardan 1874 tarihli olanında Şark Meselesi’ni, daha çok acil nedenlerle belki de tehlikeli olarak ağırlaştırılmış, kesinlikle çok maliyetli ve güçlü bir ön hazırlığı yapılmadan sunulan bir muhtıra olarak tanımlamaktadır. 1875 tarihli mektubunda ise, Şark Meselesi’ni volkana benzetmektedir. O’nun da bir volkan gibi dinlenme aralıkları vardır. Zaman zaman patlar, zaman zaman dinlenir. Ancak bu aralarda salgınlarla karşılaşır. Bunlarda yıkıcı ve belirsizdir. 1880 tarihli mektubunda da Şark Meselesi’nin herkes tarafından bir sorun olarak kabul edildiğinden bahsetmektedir. Özellikle de son dört-beş yıl esnasında Avrupa’da bu mesele oldukça büyük sorun olmuştur. 18 Temmuz 1877 tarihli bir makalesinde ise Şark Meselesi’ni çok zorlu, tehlikeli ayni zamanda çok önemli etkilere sahip ve şiddetli tutkular yüzünden de oldukça heyecan verici ancak bir o kadar da yıkıcı faaliyetleri olan bir süreç olarak nitelemektedir.28. İngiliz diplomat Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasını Şark Meselesi’nin bir parçası olarak görmektedir.
Yine Times’a yazdığı mektuplarında ve makalelerinde Şark Meselesi’nde başı çekenlerin İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya olduğundan bahsetmektedir.
Bu dönemde Redcliffe’in kaleminden Almanya ve İtalya isimleri geçmemektedir. Buradan da bu meseleye bu iki devletin sonradan dahil olduğu anlaşılmaktadır.
Yine gerek ABD Büyükelçisi Morgenthau gerekse İngiliz Büyükelçisi Stratford de Redcliffe’in Osmanlı Devleti için daha çok Türkiye, Türk İmparatorluğu gibi
ifadeler kullandıkları görülmektedir.
1.b. Misyonerlik Faaliyetleri
Türklerin İslamiyet’e girmesinden önce Rumeli ve Anadolu’da Hıristiyanlığı kabul etmiş pek çok Türk bulunmaktaydı. Hatta bu Türkler Müslüman Türklere
karşı bazen Hıristiyan ordularında savaşmaktaydı lar. Bu sebepledir ki Papa II. Pi, Doğu Roma’yı feth eden Fatih Sultan Mehmed’i bir mektupla Hıristiyanlığa
davet etme fikrini ortaya atmıştır. Çünkü Hıristiyan olan Türkler ile Hıristiyanlık çok büyük güç kazanacak ve Türklerin de Avrupa’ya gelip Hıristiyanlığı kabul
eden kavimlerden farkı kalmayacaktır. İslamiyet’in bu cesur muhafızları ortadan kalkınca Hıristiyanlık Türkler sayesinde büyük başarı kazanacak ve bütün Asya’ya yayılabilecektir.29.
“Şark Meselesi’nin” mülki, siyasi ve ekonomik cepheleri arasında en göze çarpanı Avrupalıların manastır, hastane, okul gibi kurdukları müesseseler
aracılığıyla yaptıkları propagandalardır. Özellikle de Müslümanlar Hıristiyanlığı kabul ettirmenin zorluğunu anladıktan sonra kurdukları okullar aracılığıyla bu
amaçlarını Müslüman çocuklarına Fransız, İngiliz, Amerikan, Alman muhipliği aşılayarak ulaşmak için çalışmışlardır. Bu çocuklar Hıristiyan olmasalar bile bu kültürde yetişmeleri Batı için çok büyük bir gelişme idi. Batı Türk çocukları üzerinde bu çalışmaları yaparken azınlıklardan da en çok önem verdikleri Ermeniler olmuştur.
Ermenileri kendi taraflarına çekmek için İngiltere, Amerika, Fransa, Avusturya ve Rusya arasında müthiş bir rekabet yaşanmıştır 30.
Emperyalist devletler Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hıristiyan azınlıklardan birer ‘millet’ oluşturmak istediklerinden bu amaçları için açtıkları okullarda özellikle
Ermeni ağırlıklı olan bir öğrenci yapısı oluşturmuşlardır. Bu okullar başta ABD olmak üzere Fransa, İngiltere, İtalya ve Avusturya öncülüğünde açılmıştır.
Bu okulların ortak amacı olarak Merzifon Anadolu Koleji’nin direktörü Amerikalı George W. White’ın açıklamaları güzel bir örnektir;
“ Hıristiyanlığın en büyük rakibi Müslümanlıktır, Müslümanlarında en kuvvetlisi Türkiye’dir. Bu hükümeti ve memleketi devirmek için Ermeni ve Rum dostlarımız tarafından o kadar kan feda edildi ki, bunlardan birçoğu İslamlara karşı mücadelede şehit oldular. Unutmayalım ki, kutsal hizmetimizin, sonuna kadar daha pek çok böyle şehit kanı akıtılacaktır. Bizim görevimiz bu fırsatı kaçırmamak ve gereğine uygun hareket etmektir” 31.
Günümüz itibarıyla ise bu konu Papa II. John Paul’un 1999 yılında yaptığı bir açıklamada gizlidir;
“Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika, üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım. Asya’yı Hıristiyanlaştırmanın
yolu Türkiye’den geçmektedir”.32.
1.c. Batı’nın Osmanlı Devleti’ni Ehlileştirme ve Medenileştirme Siyaseti (BOP)
XIX. yüzyılda Batılı devletlerin nazarında şark, istesin ya da istemesin temdin edilmesi gereken yani medenileştirilmesi, ehlileştirilmesi gereken bir saha olmuştur. Batı bu siyaseti daima sömürge ile beraber paralel götürmüştür33. XX. yüzyılda devam eden bu siyaset Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar sürmüştür. XXI. Yüzyılda ise bu siyaset kendisini Büyük Ortadoğu Projesi olarak göstermektedir.
Burada Sevr Antlaşması, BOP’nin de temeli olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Sevr ile Türkiye askeri açıdan tamamen yetersiz bir duruma sokulmak
istenmiştir. Diğer taraftan ise Sevr, Anadolu toprakları küçük topraklar üzerinde kurulmuş birden fazla devleti öngörmüştür34. BOP kapsamında öngörülen siyasetin sonunda da Ortadoğu olarak adlandırılan bölgenin küçük ve zayıf devletçiklere bölünmesi amaçlanmaktadır. Dolayısıyla Sevr’in BOP’a fikir verdiği çok açık olarak karşımıza çıkmaktadır.
2. Sevr’i Hazırlayan Sebepler
2.a. Paris Barış Konferansı ve Osmanlı Devleti
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ni Osmanlı Devleti ile imzalayan müttefikler Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Macaristan ile de çeşitli antlaşmalar
imzalayarak I.Dünya Savaşı’na son vermişlerdir.35.
ABD Başkanı Woodrow Wilson, I.Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Konferansı’nda Türkiye hakkında ‘savaş sonunda Türkiye’nin haritadan silineceğini’ iddia etmiştir. Clemenceau, ‘Türklerin uygarlık dışı bir toplum olduğunu’, Lord Curzon, ‘Türklerin bir veba çıbanı olduğunu’, ABD Dış İlişkiler Bakanı Cabot Lodge ise, ‘Türkiye’nin uygarlığın başına bela olduğunu’ iddia etmektedirler. Müttefikler bu doğrultuda ‘Türkiye Avrupa’dan çıkarılmalı, Ermenistan kurulmalı, Araplar Osmanlı’dan kurtarılmalıdır’ ortak düşüncesinde buluşuyorlardı. Ancak parçalanacak olan toprakların paylaşımı konusunda karar vermekte zorlanıyorlardı.36.
İlk olarak Sevr’in temeli 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’nda atılmıştır. Paris şehri bu tarihte dünyanın her yerinden gelen delegelerle doluydu.
Bunların içinde en çok faaliyet gösteren Yunanlılar, Ermeniler, Suriyeliler ve Zionistler olmuştur. Konferans ilk olarak Almanya meselesi ile uğraşmış, daha sonra da Wilson’un isteği üzerine bir aylık çalışma süresini de Milletler Cemiyeti’nin kurulması için ayırmıştır. 28 Haziran 1919 tarihinde Alman meselesi çözülünce müttefikler Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ile de savaşı bitiren antlaşmaları da imzalamış ve artık ‘doğu meselesi’ yani Türkiye ile ilgilenmeye başlamıştır. Bu ilginin gecikmesinin ilk sebebi Almanya, ikincisi Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının zorluğu, üçüncüsü de ‘Hasta Adam’ın mal varlığının paylaşılmasında ortaya çıkacak olan anlaşmazlıklar idi. Bu sebeplerden dolayıdır ki müttefikler Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasını geciktirmişlerdir.37.
Bu paylaşma meselesi sadece Anadolu, Boğazlar ve Trakya olarak değil, Osmanlı Devleti’nin savaştan önceki topraklarını da kapsamaktaydı. Bu sebeple
Irak’ı İngiltere, Suriye’yi Fransa idaresi altına sokan 1916 Sykes-Picot Antlaşması.38, 1915 Londra Antlaşması’yla Antalya’yı ve 1917 St. Jean de Maurienne Antlaşması’yla İzmir’e kadar Güney Batı Anadolu’yu İtalyan yönetimine bırakan antlaşmaların uygulanması konusunda sıkıntılar ortaya çıkmaktaydı.
Bunların yanında 1915 tarihli İstanbul Antlaşması ile Boğazları Çarlık Rusya’sına bırakan uygulamanın Rusya’nın savaştan çekilmesi sonucunda nasıl bir değişikliğe uğrayacağı da zorlu konular arasında yer almaktaydı.39.
Ateşli bir Siyonist olan Mark Sykes’ın.40 imza koyduğu Sykes-Picot Antlaşması, Sevr için başlangıç kabul edilmektedir. Çünkü Sykes, Çanakkale deniz
savaşı yenilgisinden sonra 1 Nisan 1915 tarihinde İngiltere meclis üyesi ve Osmanlı sempatizanı Herbert’e gönderdiği mektupta şunları yazmaktadır;
“Türkiye diye bir şey artık var olmamalı. İzmir Yunanlıları olacaktır. Adana İtalyan, Güney Toroslar ve Kuzey Suriye Fransız, Filistin ve Mezopotamya (Irak) İngiliz, geri kalan İstanbul’da dahil Ruslara verilecektir. Ayasofya’da ve Ömer Camii’nde Latin ilahileri okuyacağım. Bunu bütün kahraman uluslar şerefine Galce, Lehçe, Keltçe ve Ermenice okuyacağız” demektedir. Sykes’in bu düşünceleri İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında I.Dünya Savaşı sırasında yapılan Sykes-Picot Antlaşması ile gerçekleşmiştir.
Sevr görüşmelerinde bu antlaşma temel olarak alınmıştır.41.
Osmanlı Devleti sorununu yani Şark Meselesi’ni çözmek üzere Lloyd George ve Clemencau 11 Aralık 1919’da bir araya gelmişlerdir. Fransız Dışişleri bakanlık genel sekreteri Berthelot 25 maddelik bir taslak hazırlamıştır. Bu taslak 433 maddelik Sevr Antlaşması’nın ilk müsveddesini oluşturacaktır. Adı geçen taslağı görüşmek üzere Lord Curzon ile Berthelot 21 Aralık’ta bir araya gelmişlerdir. Bu görüşmede Berthelot’un İngiltere’den öğrenmek istediği konu, İngiltere’nin Babıâli’yi İstanbul’dan çıkartmakta kararlı olup olmadığı olmuştur. Curzon’un Berthelot’a verdiği cevap pek tatminkâr olmamıştır. Üstelik Türkiye’nin yeni başkenti hakkında bile aralarında anlaşamamaktaydılar.
Berthelot Konya’yı salık verirken, Curzon ise Bursa üzerinde durmuştur 42.
23 Aralık toplantısının konusu ise sözde Kürdistan olmuştur. Berthelot’un teklifi Kürdistan diye adlandırdıkları bu bölgenin İngiltere ve Fransa arasında
paylaşılması olmuştur. Yani bir kısmı Irak’ta İngiliz mandası altına girecek, diğer kısmı da Fransız-İngiliz gözetiminde aşiret federasyonlarından oluşacaktı.
İngiltere’nin Musul civarına Fransa’nın yaklaşmasına asla razı olmayacağı için Curzon Fransız temsilcisinin bu teklifine karşı çıkmıştır.
Berthelot ise bu bölgede birbirinden bağımsız hareket eden aşiretlerin başka bir şekilde örgütlenemeyeceği görüşünde ısrar ederek, bölge de başka bir çözümüm mümkün olmadığını ifade etmiştir. Buna karşılık Curzon ise, güney hariç (Irak bölgesi) kuzeyde hiçbir şekilde İngiliz-Fransız mandasının düşünülemeyeceğini, Kürt bölgelerinde sembolik bile olsa Türk egemenliğine asla müsaade edilmeyeceğini, Kürdistan meselesinin de Ermenistan meselesi çözümlenmeden halledilemeyeceğini, ayrıca da Kürtlere tek bir devlet mi yoksa küçük devletler mi istediklerinin sorulması gerektiği şeklinde görüşlerini belirtmiştir. Bu toplantı da Fransızların İngiliz koşullarını değerlendireceklerini söylemeleri
üzerine sözde Kürdistan konusu şimdilik kapanmıştır.43.
Ele alınan diğer önemli konulardan biri de İzmir’in Yunanlılara verilmesi olmuştur. İstanbul’un Türklerden alınması düşüncesinden vazgeçilince İzmir’in
Yunalılara verilmesi daha kolay olacaktı. Nitekim 24 Şubat kararları olarak İzmir hakkında varılan sonuca göre, İzmir’de Türk varlığı sembolik olacaktı, yönetim
Yunanistan’a ait olacaktı, Yunan garnizonları bölgede kurulacaktı, Rumlardan ve Türklerden oluşan bölgesel bir parlamento kurulacaktı ve bu parlamento iki yıl sonra enosis için Milletler Cemiyeti’ne başvuracaktı. Hatta gerekli görülürse, bölgede bir plebisit yapılacaktı. Bu 24 Şubat kararları daha sonra Sevr Antlaşması’nın maddeleri olarak da kaleme alınmıştır.44.
Bütün bu görüşmeler devam ederken müttefiklerin Türkleri özellikle de Mustafa Kemal Paşa’yı göz ardı etmemeleri gerekiyordu. İstanbul’un işgalinden
ve son Osmanlı Meclisi’nin dağılmasından önce İngilizler ve Sultan, Milli Müdafaa Teşkilatı’nı ve Mustafa Kemal Paşa’yı İstanbul Hükümeti’ne bağlamak istemişlerdir. Bu hareketin amacı, İtilaf devletlerinin milli hareketin İstanbul’a bağlanmasını sağlamak, daha sonra Sultan ile bir anlaşma yaparak bu anlaşmayı mecliste onaylattırmak ve milli hareketi de bu anlaşmaya uymaya mecbur bırakmak idi. Bu amaçla Ali Rıza Paşa kabinesi Salih Paşa’yı Paris’e gönderilecek temsilcilerin seçimi için Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeye göndermiştir. Bu dönemde henüz İstanbul ile ilişkilerini tam olarak kesmek istemeyen Mustafa Kemal Paşa, Salih Paşa’ya Paris’e temsilci gönderilmemesini teklif etmiştir. Salih Paşa’nın da bu öneriyi kabul etmesi üzerine İngilizler bu gelişmeden memnun olmamışlar ve hemen kendi çıkarlarına hizmet edecek olan Damat Ferit Paşa’yı sadarete getirmişlerdir. Bunun üzerine İtilaf devletleri Osmanlı Devleti’ni Paris’teki sulh konferansına 22 Nisan 1920’de davet etmişlerdir45.
Bir gün sonra ise TBMM. açılacaktır. Mayıs ayında ise Ferit Paşa kabinesi Mustafa Kemal Paşa’nın idam hükmünü vererek, ayni zamanda Aznavur gibi çeteleri
destekleyerek Hilafet Orduları adını verdiği bir kuvvet kurmaya da çalışmıştır.
Konferansa katılan sadrazam Damad Ferit Paşa, Osmanlı Devleti’nin savaşa girme sorumluluğunu İttihad ve Terakki’ye yükleyerek Osmanlı Devleti’nin suçsuz olduğunu ifade ederek devletin sınırlarının savaştan önceki haliyle muhafaza edilmesini istemesi tabiî ki müttefiklerde hiçbir etki yapmamıştır. Üstelik müttefik liderleri Almanya meselesi çözümlenmeden Türkiye ile uğraşamayacaklarının bildiklerinden Türk heyetinden bir an önce kurtulmak istiyorlardı. Bunun yanında Türk heyeti Paris’te iken diğer Müslüman ülke gözlemcileri ile işbirliği içine bile girebilirlerdi. Sonuçta Versailles Antlaşması imzalanırken Damad Ferit Paşa’ya Osmanlı Devleti’nin tümüyle korunması hakkındaki isteklerinin kabul edilmediği ve konferansın bu sırada Türkiye sorununa eğilemeyeceği bildirilmişti. Ayrıca bu ortam içinde Türk heyetinin yurda dönmesinin daha iyi olacağı özellikle belirtilmiştir.46.
2.b. Londra, San Remo Konferansları ve Osmanlı Devleti
Osmanlı Devleti üzerinde yapılan planlar Paris’ten sonra Londra ve San Remo’da toplanan konferanslarda da devam etmiştir.
12 Şubat 1920 tarihinde Fransız-İngiliz görüşmeleri II. Londra Konferansı adıyla yeniden başlamıştır. Londra Konferansı, İstanbul, Boğazlar, kapitülasyonlar
ve mali denetim konularında çalışmalarını tamamlayarak bir karara varmıştır47.
Londra Konferansı’nda İngiliz Başbakanı Lloyd George düşüncelerini şöyle açıklamaktadır;
“Türkler bir insanlık kanseri, yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır. Bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa’dan def etmek gibi büyük bir fırsatı şu anda gerçekten de kaçırıyor olabiliriz” demekte ve asla taviz verilmemesi düşüncesinde olmuştur.48.
San Remo’da ise sözde Kürdistan ve Ermenistan üzerinde durulmuştur. 18 Nisan 1920 tarihinde toplanan bu konferans.49 çalışmalarına hemen 19 Nisan’da Kürt
meselesini incelemekle başlamıştır.
Netice de bu konferansta İngiltere ve Fransa’nın sözde Kürdistan taslağına göre; ‘sınırları Ermenistan’ın güneyinden Fırat’ın doğusundan geçecek özerk bir Kürdistan kurulacaktır, Babıâli barış anlaşması yürürlüğe girdikten en geç altı ay sonra oluşacak bu ülkenin statüsünü öncelikle kabul edecektir; antlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten bir yıl geçtikten sonra saptanacak bu bölge içindeki Kürtler, Milletler Cemiyeti’ne başvurup Osmanlı yönetiminden çıkmak isteğinde bulunurlar ve onların bağımsız olma yeteneğine kavuştukları kanaatine varılırsa, Babıâli bu karara kayıtsız şartsız uyacaktır’.
Curzon, böylece kurulması düşünülen Kürdistan’ı geçici olarak Türk yönetimine bırakmıştır.
Ancak müttefiklere göre Ermenistan kurulmadan Kürdistan’ın da kurulması imkânsızdı.50. Ermenistan konusunda ise ABD’yi öne sürmüşlerdir. Bu konuda ABD’nin resmi kararı beklenmiştir. Böylece Kürdistan meselesi de uygulama açısından askıya alınmıştır.
San Remo Konferansı, Irak ve Suriye meselelerinin belli olması açısından önem taşımaktadır. Ayrıca Londra, Paris ve Roma arasında 1919’dan itibaren süren
anlaşmazlığı da ortadan kaldırmıştır.51.
2.c. Mustafa Kemal Paşa Faktörü
22 Nisan 1920 tarihinde müttefiklerin Osmanlı Devleti’ni Paris’e davet ettiklerinden bir gün sonra 23 Nisan 1920’de TBMM.açılmıştır.52. Bu davetten sekiz gün sonra ise Mustafa Kemal Paşa bir tamim ile TBMM Hükümeti’nin kurulduğunu Avrupa devletleri dışişleri bakanlıklarına bildirmiştir53.
Artık “Mustafa Kemal” ismi müttefikleri tedbir almaya sevk etmeye başlamıştır. İstanbul’un işgalinden önceki günlerde de Mustafa Kemal Paşa’nın
bağımsız bir güç olduğu kabul edilmektedir. Lloyd George, 5 Mart 1920 tarihindeki toplantıda, Mustafa Kemal Paşa’nın komutası altında güçlü, düzenli ve iyi idare edilen bir ordunun bulunduğunu, Mustafa Kemal’in bir haydut ya da soyguncu başı değil, Türk Hükümeti’nce atanmış ve bu hükümet tarafından çok sevilen bir kişi olduğunu belirterek, bu sebeple ilk olarak Mustafa Kemal’in işine son verilip sonrada İstanbul’un bir müttefik kuvvetiyle işgal edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Lord Curzon ise, Mustafa Kemal’in işten uzaklaştırılmasını istemekle bir şey elde edilemeyeceğini, zira onun bugün Sivas’ta yarın Erzurum’da ele geçirilmesinin imkânsız olduğunu dile getirmektedir. İtalyan temsilcisi B.Scialoja ise, milliyetçilerin şu sıralarda Türkiye’de en önemli topluluk olduklarını, tekliflerini hiçbir zaman kabul etmeyeceklerini ifade ediyor ve Osmanlı hükümetinin Mustafa Kemal’i Erzurum Valiliğinden atmasını sağlayabileceklerini, ancak uygulamada bunun bir etkisi olmayacağını eklemektedir. Üstelik tam tersine barış koşullarına karşı çıkan pek çok ılımlı kişinin de Mustafa Kemal’e katılacağını belirterek, en gerçekçi
değerlendirmeyi de yapmaktadır. Bunlardan kesin olarak ortaya 1920 yılı başından itibaren istemeseler de Batılılar için Türkiye konusunda en önemli öğenin Mustafa Kemal Paşa olduğudur.54.
Nitekim İngiliz emperyalizmi Sevr ile Anadolu’nun parçalanmış haritasına dayanarak ‘Anadolu Federasyonu’ oluşturarak, uzun vadede de bunu bir
Konfederasyon’a dönüştürmek istemekteydi. Buna ayrıca ayni modele uygun olarak Kafkasya, Balkan ve Ortadoğu Federasyonlarını da eklemeyi planlamaktay dılar.
Ankara’daki milli yönetim ise eyalet sistemine kesinlikle karşı çıkmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları her eyaletin bir emperyalist devlet tarafından korumaya alınacağını, sömürgeleşeceğini vurgulayarak önlem alıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tek millet, tek devlet, tek vatan ilkesi çerçevesinden milletin, devletin ve vatanın bütünlüğü için kanlarının son damlasına kadar mücadele edeceklerini tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Bu kararlılık “ ya istiklâl, ya ölüm” sloganıyla simgelenmiştir55. Dolayısıyla müttefikler Mustafa Kemal Paşa etkisini göz ardı etmenin mümkün olamayacağını öğrenmektedirler.
2.d. Türk Heyeti’nin Paris’e Gitmesi ve Sonuçları
Müttefiklerin Osmanlı Devleti’ni Paris’e davet etmeleri üzerine eski sadrazamlardan Tevfik Paşa, Nâfıa Nazırı Cemil Paşa, Dâhiliye Nazırı Reşit ve Maarif Nazırı Fahreddin beylerin delege olarak Paris’e gönderilmeleri kararlaştırılmış ve İrade-i Seniyye çıkarılmıştır.56.
Bu heyet 30 Nisan 1920 tarihinde Fransa’ya hareket etmiştir57. Lütfi Simavi, Tevfik Paşa ile Paris dönüşünde yaptığı görüşmede, Tevfik Paşa kendisine,
Paris’te Ferit Paşa’nın çok acemice davrandığını, konferans riyasetine kendilerine danışmadan birinci ve ikinci notaları verdiğini ifade etmiştir. Oysa Tevfik Paşa beraberinde Paris’e götürdüğü bazı vesikalar ile birlikte iki aylık çalışmalarının mahsulü olan ve 13 Şubatta muhasım devletlere gönderdikleri istatistiklere dayanarak görüşmeler yapılmasını ve nota verilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Simavi, dinlenmek üzere sulh konferansına davet edilmemizin muhasım devletlerin hakkımızda pek şiddetli karar olmadığına kuvvetli bir delil olarak
görmektedir. Ayrıca heyetin başında yaptığını idrak edebilen bir şahsiyet bulunup devletin haklarını savunsaydı nispeten zararsız bir barışa belki o zaman sahip olabileceğimizi de eklemektedir.58.
Antlaşma taslağının Türk heyetine bildirilmesinden sonra buna karşı bazı faaliyetler ortaya çıkmıştır.
Mesela, Doğu Trakyalılar memleketlerinin Yunanistan’a verildiği söylentilerinin yayılması üzerine 8 Mayıs 1920 tarihinde ‘Edirne Kongresi’ni düzenlemişlerdir. Bu kongrede Trakya’nın silahla savunulup savunulmaması, İstanbul Hükümeti’nin emirlerine itaat edilip edilmemesi, yayınlanan fetvalara uyulup uyulmaması, padişahla irtibatın kesilip kesilmemesi üzerinde tartışılmış ve sonuçta Trakya’yı savunma kararı alınmıştır.59.
11 Mayıs 1920’de Sevr Antlaşması’nın ana hatları düşüncelerine başvurulmak üzere devlet adamlarına ve askeri personele dağıtılmıştır. Amiral Sydney Fremantle taslağı okuduktan sonra barış koşullarının çok ağır olduğunu, Türklerin bu barışı imzalamayacaklarını, eğer imzalayacak bir Türk hükümeti çıkarsa bunun halkın güvenini kazanmamış zayıf bir hükümet olacağını ve bu koşulların uygulanmasının da çok zor olacağını ifade etmiştir. Fremantle’ye göre, bu koşulların yerine getirilmesi isteniyorsa derhal tedbirler alınmalıydı ve hatta Türklerle yeni bir savaşa bile girmek gerekebilirdi.60.
11 Mayıs 1920 tarihinde Sevr Muahedesi Babıâli temsilcilerine tebliğ edildikten sonra çok az bir değişiklik ile Batılı devletler ve İstanbul’daki Osmanlı
Hükümeti’nin temsilcileriyle Fransa’nın Sevres şehrinde 10 Ağustos’ta imza edilmiştir. Bu iki tarih arasında 22 Haziran 1920’de İngiliz askerlerinin yardımıyla bir Yunan taarruzu meydana gelmiştir. Balıkesir, Bursa, Uşak elimizden çıkmıştır. Bu taarruzun sebebini Yusuf Hikmet Bayur, 1.12.1922 tarihli ‘Le Matin’ de çıkan bir vesikadan anladıklarını ifade etmektedir. Bu yazıdan Türkiye aleyhindeki antlaşma maddelerini biraz hafifletmek isteyen Fransız ve İtalyan girişimlerini Venizelos’un önlemek istediği anlaşılmaktadır.61. Ayrıca İtilaf Devletleri Sevr’in Osmanlı Devleti tarafından kabule zorlanması ve milli direnişi engelleyebilmek için iç isyanları ve işgal hareketlerini başlatmışlardır.62.
Nitekim bunun için de antlaşma öncesinde anlaşma metnini kendi lehlerinde hazırlanması çabasının sonucu olarak bir Yunan işgali 22 Haziran 1920’de
başlamıştır. Yunanlılar bu işgallere devam ederek Afyon ve Eskişehir’e doğru ilerlemeye başlamışlardır. Bunun üzerine hükümet merkezinin Sivas’a nakli
düşünülmeye başlanmış, ancak Türk milletinin mücadeledeki azmi ve kararı bu düşünceden vazgeçilmesine sebep olmuştur.63.
Antlaşma metni Paris, Londra ve San Remo konferanslarından sonra artık iyice oluşmuştur. Nitekim 433 maddelik metin 31 Mayıs’ta İstanbul’a ulaşmış ve
Türklere cevap süresi 26 Haziran’a kadar verilmiştir. Metni incelemeye başlayan kabine, kabul edilemez şartları gören ve antlaşmanın sorumluluğunu üzerine almak istemeyenlerin tepkileriyle karşılaşmıştır. Hatta üç bakan bunu imzalamaktansa görevlerinden ayrılmayı tercih edeceklerini ifade etmişlerdir.64.
Antlaşmanın sorumluluğunu üzerine almak istemeyen sadrazam, İçişleri Bakanı Reşid Bey’i Paris’te bırakarak İstanbul’a geri dönmüştür. Paris’te kalan Reşid
Bey’in ise İstanbul’a gönderdiği telgraf büyük bir gerilime sebep olmuştur. Telgrafa göre, müttefikler antlaşma taslağının Türkler tarafından kabul edilmemesi halinde İstanbul’a Yunan birliklerinin çıkarılacağı ve idarenin de Yunanlılara verileceği bildirilmiştir. Aslında müttefikler böyle bir karar almamışlardı, bu tamamen bir blöf idi ve Reşid Bey’in kulağına ulaştırılmıştı. Bu durum Meclis-i Mebusan’ın kararını hızlandırmıştır. Damad Ferit 22 Temmuz akşamı İngiliz Yüksek Komiseri De Robeck’e antlaşmayı imzalamak üzere ayandan Hadi Paşa ve Rıza Tevfik ile Bern Elçisi Reşad Halis Bey’in görevlendirildiklerini bildirmiştir. Neticede Versailles’in Sevr Porselen Fabrikası Konferans Salonu’nda 10 Ağustos 1920 tarihinde antlaşma imzalanmış ve yüzyıllardan beri paylaşılamayan Osmanlı Devleti kâğıt üzerinde de olsa paylaşılmıştır.65.
Antlaşmayı imzalayanlardan Rıza Tevfik, Sevr’in imzalanmasının zaten Babıâli tarafından kabul edildiğini, antlaşmanın maddelerini hükümetin bildiğini,
kendilerine ise sadece imzalamak kaldığını belirtmektedir.66.
2.e. ...Ve Sevr. 67
Ekim 19918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra müttefikler Ağustos 1920 tarihinde de Osmanlı temsilcilerini Sevr Barış Antlaşması’nı imzalamaya zorlamışlardır. Barış Antlaşması’nın Ateşkes’ten bu kadar uzun bir zaman sonra imzalanmasının başlıca sebepleri şunlardır; 1919 yılında müttefikler her şeyden önce Almanya ile yapılacak olan barış şartlarını düzenlemekle meşguldüler. Versailles Antlaşması imzalandıktan sonra da antlaşmanın uygulamaya konulması müttefiklerin epeyce zamanını almıştır. Ancak en önemli gecikme sebebi ise ABD’nin ve yeni kurulan Milletler Cemiyeti’nin, herkesin kurulması gerektiği konusunda anlaştığı Ermenistan’ı ve İstanbul-Boğazlar bölgesini mandası altına almayı kabul edebileceğine dair olan boş umutlardır. Dolayısıyla Sevr Antlaşması imzalatılmadan yaklaşık iki sene önce Osmanlı delegelerine sunulmuştur. Gecikmeden şu unsurlar sorumlu idi; Anadolu ve Boğazlar bölgesindeki sorunların çok karmaşık olması, müttefikler arasındaki çıkar ve rekabet, Türklerin kendilerine dayatılan bütün şartları kabul edeceklerine ve dolayısıyla aceleye gerek olmadığına dair olan yaygın inanç.68.
Yani, “Sevr, emperyalist bir bölüşümdü. Ancak emperyalistler o kadar aç gözlüydüler ve kimin neyi alacağı üzerine o kadar uzun süre birbirleriyle kavga etmişlerdi ki, aldıkları kararları uygulamaya güçleri kalmamıştı”.69.
Dolayısıyla İtilaf Devletleri açısından Sevr Antlaşması’nın imzalanması Türkiye üzerindeki planlarının amacına ulaşması olarak değerlendirilmiştir.70 ve
10 Ağustos 1920 tarihinde öğleden sonra saat 16.00’da Sèvres Porselen Fabrikası Konferans Salonu’nda protestolar altında imzalanmıştır. Babıâli imzayı bir bildiri ile birlikte “yirmi iki aydan beri mütareke namı altında devam eden tezebzüb ve bikaraiye (karışıklık ve kararsızlık) son verilmiştir” diyerek bir çeşit ferahlama duygusu vermek istemiştir71. Sevr Antlaşması 433 maddelik ve 150 büyük sayfalık bir vesikadır. Ekler, haritalar ve diğer belgeler bunun dışındadır.72.
Sevr’e göre artık Türk vatanının hiçbir köşesinde Türk hâkimiyeti kalmıyor, Türk kuvvetleri yabancıların kumandasına giriyordu. 128. madde her Osmanlı
tebaasının müttefiklerden birisinin tabiiyetine girebilmesini, 261. madde de bu devletler tebaasının kapitülasyonlardan tamamen yararlanabileceklerini getiriyordu.
Bunlar Osmanlı Devleti’ni kısa bir zamanda hemen hemen tebaasız bırakıyordu. 206 ve 236.maddeler ise barıştan sonra müttefiklerin Osmanlı Devleti’ne ait yerlerde işgal kuvvetleri bulundurabileceklerini, istedikleri yerleri işgal edebileceklerini, telsiz, telgraf ve kabloları kontrol edeceklerini ve bunların bütün masraflarını Osmanlı bütçesinin karşılayacağını ifade etmekle gerçekte barışın hiçbir zaman olmayacağını ve müttefiklerin Türklüğü yok edinceye kadar uğraşacaklarını göstermekteydi.
Antlaşma ekonomik maddeleri ile de Osmanlı Devleti’nde hükümet ve milli meclisin yetkilerini büyük ölçüde elinden almaktaydı.73.
Daha önce 24 Şubat kararları ile İzmir’in ne olacağı belli olmuştu. İstenen yeni ve büyük bir Yunan Devleti’nin kurulmasıydı. Burada önemli olan Türkiye’nin
İzmir’in bir ‘dış kalesi’ üzerinde dalgalanmasına izin verilecek bir bayrakla oyalanması idi.74.
Sözde Kürdistan meselesinde ise, Sevr uygulamaya konulduktan bir sene sonra eğer doğudaki Kürtler ayrı bir devlet kurmak isterlerse Türkiye buna razı
olacaktır. Musul Vilayeti’nin Kürt kısımları da buraya katılacaktır (madde 64). Musul, İngiliz mandasında olduğuna göre, kurulacak olan Kürdistan’ın da İngiliz himayesine gireceği bu kayıttan çıkarılabilir.75.
Türklerin idam yaftası olan Sevr ile Türk toprakları tam anlamıyla paylaşılıyor, Ermenistan, Kürdistan gibi sözde devletler oluşturuluyordu. Sevr siyaseti
hakkımızdaki ezeli kararların uygulanmasından başka bir şey değildi.76.
Bu doğrultuda Sevr’i TBMM. ne kabul ettirmek ve Türk Milli Mücadelesi’ni çökertmek amacıyla, bir taraftan Yunan taarruzu diğer taraftan iç isyanlar yurdun doğu bölgesinde desteklenmiştir. Batıdan ve doğudan iki ateş arasında kalacak olan Ankara Hükümeti’nin böylece anlaşmayı kabul etmek zorunda kalacağı düşünülüyordu. 1920 yılında ortaya çıkan ve 1921 yılında da iyice artan Koçgiri İsyanı bu amacın bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Bu isyanla ilgili olan 26 Ocak 1922 tarihli bir rapor bu amacı açıkça ortaya koymaktadır;
“ Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa, Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir biçimde tehdit edebilir, ancak Batı’daki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler ellerindeki yarım düzine yetenekli liderlerden biriyle Kürt sorunlarına son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler, gene de Kürt durumuyla meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmekte dirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar” 77.
Bunların yanında Türkiye, Wilson’un belirlediği Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis şehirleriyle kurulması düşünülen sözde Ermenistan’ı bağımsız bir ülke olarak
tanımayı kabul etmektedir78. Netice olarak Sevr ile Türklük Anadolu coğrafyasından tamamen çıkarılmaktaydı.
Bunun doğrultusunda Sevr hakkında yabancılar tarafından bile, “Modern tarihte en ağır cezalar getiren barış anlaşmalarından ve savaş ganimetlerinin en cüretkâr ve en kasti paylaşımlarından biri” ve “Avrupa devletleri ile yapılan barış antlaşmalarında kilerden çok daha ağırdı, bu maddelerle Türkler büyük toprak kaybına uğramakla kalmıyor, ayrıca savaş öncesine bile kıyasla çok daha büyük bir yabancı kontrolü altına sokuluyorlardı”79 gibi değerlendirmeler yapılmıştır.
Amerikalı tarihçi P.C.Helmreich, “Eşi az görülen, göz kamaştırıcı bir çalışma ve akıl almaz bir araştırmacılık ürünü olan Sevr 19.yüzyıl sömürgeciliğini izleyen mükemmel bir çözümdü… Toprakları elinden alınmış ve düşmanları tarafından kuşatılmış bir Türkiye… İşgal edilmiş bir başkent; İstanbul… Kamp ateşinin çevresinde aç gözlerle fırsat kollayan kurtlar gibi büyük devletler… Çünkü kaynakları zengin bir Türkiye ve obur bir emperyalizm… Barbar bir ulus olan Türkleri Avrupa’dan kovma fırsatı kaçırılmamalıdır…
Bütün Azınlıklar için birer Ülke planlanmıştır…
Mustafa Kemal ise onlar için sadece bir baş ağrısıydı… Paylaşımı bir an önce bitiremezsek karşımızda bir Türk Hükümeti (İstanbul) bulamayacağız… Daha da beteri baş edemeyeceğimiz bir Türk Hükümeti (Ankara) bulacağız…”80 demektedir.
Damat Ferit 9 Haziran günü De Robeck’e yaptığı veda ziyareti sırasında,”Osmanlı barış koşullarının hafifletilmesini sağlasa bile içte öyle alabildiğine zayıf (so utterly weak) ve dışta düşman komşularla o denli kuşatılmış olacaktı ki güçlü bir destek olmadan uzun süre ayakta kalamazdı. Acaba İngiltere böyle bir desteği sağlar mıydı?” diyerek Sevr’in amacının farkında olduğunu ortaya koymaktadır.
Yine Sevr’i imzalayanlardan Hadi Paşa’da yaptığı bir açıklamada antlaşmayı bir ağacın budanmasına benzetmektedir. Hadi Paşa’ya göre Osmanlı Devleti’nin
kökleri sağlam olduğu için bu budamayla yeniden güçlenecekti. Cemil Bilsel’e göre ise Sevr dalları budamakla kalmıyor, kökleri söküyor ve kabuklarını da soyuyordu.
Sina Akşin’e göre de Sevr çok az geciktirilmiş bir ölümdü. Sadece askeri ve mali hükümlere bakmak bu gerçeği anlamak için yetmektedir. Sevr ile amaç fazla
gürültü patırdı çıkarmadan, Türklerin direnişine yol açmadan gerçekleştirmektir.
5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder