Ergenekon'un Arkasındaki Mutabakatlar
Behiç Gürcihan.,
Tespiti Baştan yapalım, ayrıntısına sonra girelim…
“Ergenekon” bir kadro operasyonudur.
“Ergenekon” bir “Yeni Devlet” operasyonudur.
“Ergenekon” bir darbe üzerinden Türkiye’yi federalleştirecek esas darbe sürecini kolaylaştırma ve gizleme operasyonudur.
Burada, “ Operasyon ” ile yargı sürecini değil, bu yargı süreci ile şekillendirilen kamusal siyasi alanı kastettiğimi de ayrıca vurgulamalıyım.
Hiç kimse işin sadece bir AKP operasyonu olduğunu zannetmesin. Devleti belediye zannedenlerin çapını fazlasıyla aşan bir konu bu..Bakmayın siz Tayyip Erdoğan’ın “MİT ve Emniyet bana bağlı” demesine. Bu cümleyi biraz da tersten okuyun, MİT’in kendisine her şeyi söylediğini varsayan bir başbakanın naifliğini görün o cümlede. O kadar tavize rağmen, AB tarafından her tersyüz edilişinde “ahde vefa” gibi bir kavrama sığınan bir Başbakan’dan söz ediyoruz.Uluslararası politika ve diplomaside hiç de ciddiye alınmayacak bir kavramdan medet uman Tayyip Erdoğan’ın bırakın Devlet’i, danışmanlarını bile doğru okuyabildiğini varsaymak hatadır.
O yüzden Erdoğan, “Ergenekon” operasyonunun ancak çeperinde yer alan bir isimdir.
Son günlerin moda tabirleri-merkez ve çeper-üzerinden tezimizi derinleştirelim.
“Ergenekon” operasyonu iki katmanlı bir operasyondur. Merkez ve çeper dinamiklerden oluşmaktadır.
Merkez ve çeperin bu operasyondan anladıkları da; hedefleri de, metodolojileri de farklıdır ama birbirlerini dengeleyecek ve eninde sonunda çeperin feda edileceği bir rota izlenmektedir.
Merkez, “Yeni Devlet’in kontrolünde; çeper ise “Yeni siyaset”in kontrolündedir.
“Yeni Devlet” kilit tepe noktadaki askerî, güvenlik, istihbari ve ekonomi bürokrasisinin dış müttefikleri ile kesiştiği noktada kristalize olan bir oluşum.
Telafer’de Türkmenler katledilirken seyredip Afganistan’a Taliban’la mücadele için özel kuvvet yollayan Genelkurmay da,Öcalan’dan bir akademisyen ve vizyoner çıkarmaya çalışan MİT; Alman istihbaratının 2000’lerdeki benzer operasyonunun ismini aynen benimseyerek, çeteci-darbeci-tetikçi-meczup tiplemelerle vatanseverleri aynı “Ergenekon” çuvalına dolduran Emniyet, hep aynı devletin unsurları.
Merkez; müttefikleri ile ortak hedefi çerçevesinde içeri aldırdığı isimlerle, müttefiklerinin kendi devlet içi çatışmalarına da destek atıyor. O yüzden ABD devleti içindeki çatışmalarla, Türk Devleti’nin içindeki çatışma ve ayrışmalar aynı paralellikte seyrediyor. O yüzden, CİA’den referans alacak kadar rengini belli eden Gülen’in gazetesi, siyonist neo-con Rubin’i hedef tahtasına koyuyor.
Merkez; içeri aldırdığı tetikçinin, istihbaratçının, öğretim görevlisinin-bu içeri alınanların bir çoğu farkında olmasa da-bir katman ötelerinde hangi yabancı servisin hangi kanadının yer aldığını çok iyi biliyor.Ama bunları alenen beyan etmek, “alemin raconuna” ve kurmak istedikleri yeni dengelere aykırı olduğu için, çeper’in perdeleme ve sansasyonlaştırma yeteneğini kullanıyor.
Çeper, haliyle ve rolü itibarıyla olayın “cadı avı” boyutunu aşabilmiş değil.
Önüne atılan karikatürize bir “derin devlet” öcüsü üzerinde tepinip duruyor. Kahramanmaraş’tan Susurluk’a geçmişin bütün sicili bu karikatürize derin devlete yıkılıyor.
Bir tür “liberal ve dinci” mezesi olarak servis edilen bu “Derin devlet masalları”, hem gerçek derin devleti kamufle ediyor, hem de “Yeni Devlete” toplumu müttefikleri ile üzerinde uzlaştıkları küresel plan üzerinden yeniden dizayn etme şansı tanıyor.
Merkez, çeperin siyasi hedeflerine saygı göstermiyor değil. O yüzden AKP’nin muhalifleri de, Genelkurmay’ın muhalifleri de bu operasyonda tetikçiler/darbeciler/ meczuplarla birlikte paketlenenler arasında.
Bu ‘muhalif kotası’ AKP’ye ve Genelkurmay’a, hem alt kadrolarda, hem de toplumda bilinci ve dolayısıyla iç direnci yükselten isimleri pasifize etme şansı tanırken, operasyonun çekirdeğini de bir sansasyon bulutu arkasına gizliyor.
“Darbe günlükleri” darken, darbe günlüğü tutmayacak kadar zeki, sinsi ve ketum olanları; Mustafa Balbay darken, Pentagon lahikalarında adı geçenleri göz ardı ediyoruz.
Açıkçası: 2009’la birlikte derinleşecek küresel ve ulusal kaostan Türkiye’ “yapıcı bir krizle”, yeni bir siyasi paradigma ve dönüşmüş olarak isteyenlerin “esas darbesi” mevcut darbe goygoyculuğu ile perdeleniyor.
Kendini Atatürk veya lider zanneden kıt akılların yanına 2004’ten, 2005’ten beri yerleştirdikleri meczup ve tetikçilerle tarlayı ekenler, şimdi hasadı topluyor.
Peki çeperdekiler olayın ne kadar farkında?
Geçici bir dinlenme sonucu, “küllerinden yeniden doğacak bir Anka kuşu” olarak kurgulanan Erdoğan’ın bilmesi gerektiği kadar farkında…
Bu operasyon öncesinde karşısındaki caddeye “Gladyo” isimli bir dükkan açılsa, bunu İtalyan ayakkabı markası zannedecek olanlar ise hiç farkında değil.
Süreç ilerledikçe, çekirdeği korumakla yükümlü her çeper gibi (meyve) işlevlerinin sona ereceğini ve kamuoyu tanrılarına kurban edileceklerini biliyorlar ama çok da umurlarında değilmiş gibi bir havaları var.
Mesleklerinin ilkelerini, hukukunu, etiğini bu kadar fütursuzca ayaklar altına alanların ya akıllarından şüpheleri vardır, ya da geleceklerinden emindirler. Bekleyip göreceğiz.
Merkez-çeper ilişkisisn daha netleştirmek için sorularımızı çoğaltalım.
Merkez, çeperi nasıl kontrol ediyor?
Sakka operasyonu sırasında kurulan ilişkilerin devamından söz etmiyorum.
Merkezin çeperle yüz göz olmadan, kendini çeperden bile sakınarak yaptığı müdahaleler söz konusu.
Mesela Medya…
Bariz olan kısmı, “RTE Ajans Haberleri” olarak kodlanan bölümü kastetmiyoruz.
Önemli olan, görünürde bu operasyona karşı gibi görünenler üzerinden çekilen ince ayarlar.
Mesela Hürriyet ve Cumhuriyet.
Hürriyet, “Şerefsiz Ödlek” başlığıyla 3-5 bin kişinin okuduğu bir sitedeki yazar kavgasını manşetine taşıdığında tarih 30 Haziran 2007’ydi…
Ben, bu Manşetten 3 gün once gözaltına alındım.
Savcı bana Hürriyet’in manşetini gösterip, “Seni gözaltına aldırma gerekçelerinden biri de bu; burada bir tehdit gördük” dediğinde ise, tarih 30 Haziran’dı, yani manşetle aynı gün…
Hürriyet’in 3 gün sonra atacağı manşet yüzünden gözaltına alınmıştık!
Aynı Hürriyet, hani şu Ergenekon’daki usulsüzlüklere tavır alan Hürriyet, geçenlerde yine bir haber yaptı.
İkinci gözaltına alınışımızda, bilgisayarımızdan “yeni darbe günlükleri” çıktığını, “darbeci olduğumuzu, hem de darbeyi MSN üzerinden ve emekli paşalarla konuşacak kadar salak olduğumuzu yine Hürriyet’ten öğrendik. Hürriyet’in bir yandan Ergenekon mağduru yaratıp, bir yandan Ergenekon mağdurlarına ağıt yakması anlamlıydı.
Cumhuriyet’e gelince…
Atılan el bombaları ile bizzat bu operasyonun nesnelerinden biri olmasına rağmen, İlhan Selçuk alınana kadar Ergenekon mağdurlarını Cumhuriyet sayfalarında ara ki bulasınız…
Selçuk alınınca “Susmayacağız” diye manşet atan Cumhuriyet’in yine o nitelikli sessizliğine dönmesi için 4-5 gün yetti.
Balbay’la birlikte yine aynı yaygara koptu. Cumhuriyet yine nitelikli bir sessizliğe bürünecek mi? Kurbanın ahlâkını değil, mağduriyetini benimseyip Brüksel sendromu sergilemeye başlayacak mı? Bekleyip göreceğiz.
Merkez’in çeperi, sınırları aştığı noktada medya ile terbiye ettiğinin örneğini hep birlikte tecrübe edeceğiz.
Merkez-çeper dinamiğini deşmeye devam…
Ergenekon operasyonunun merkez dinamikleri ile çeper dinamiklerini bir arada tutan iki temel mutabakat var.
Bu mutabakatlardan birasi, Türkiye’de “Yeni Siyaseti” şekillendiren AKP-Genelkurmay mutabakatı.
İkincisi ise, “Yeni Devleti” kurgulayan; “Devlet” ile “müttefiklerini”, hem kendi içlerindeki rakiplerini/ direnç noktalarını ortaklaşa bertaraf eden, hem de yeni küresel plan konusunda uzlaştıran mutabakat.
AKP-Genelkurmay mutabakatı, bunların içinde en berrak olanı.
İki yıl once, “Hilmi Özkök şiir gibiydi, Yaşar Büyükanıt ninni gibi olacak” diye yazdığımızda bize kızanlar, şimdi resmi daha net görüyorlar.
Topluma karşı yürütülen ve AKP’ye oy kazandırmaktan başka hiç bir işe yaramayan e-muhtıralarla renklendirilen bu kayıkçı kavgasına analitik ve tarafsız gözle bakan herkes görebilir bu mutabakatı.
2002 yılında kaleme aldığımız, “Hac yolunda değil, Haç yolunda” başlıklı rapordan beri bu tezi açıkça savunuyoruz. Bir ABD-NATO projesi olan “ılımlı İslamın” siyasi taşıyıcısı olan AKP ile, darbe yaptıktan sonra bile ilk işi NATO’ya sadakat bildirmek olan bir yapının, temelde çatışmayacağını, sorun çıkaran kadroların tasfiye edileceğini ve bu arada, “tepeyi” hâlâ kendinden bilen “tabanın” gazını almak için göstermelik sahneler kurulacağını söylüyoruz.
Bütün bunlar, “Genelkurmay AKP’ye hizmet ediyor” veya “Erdoğan askerle anlaştı” görüntüsü altında yapılamayacağı için, kabaca “ayranın köpüğünü kabart, sonra köpüğü temizle” operasyonu olarak nitelendirebileceğimiz “Ergenekon”, 2004-2005’ten beri kurgulanıyor.
Ordu içinde ve dışında yapılan yemleme operasyonları ile belli başlı tuzaklar etrafında toplanan darbe/cunta/terör heveslileri ve kendini Atatürk zanneden bazıları; ülkelerinin sömürgeleştirilmesine karşı hem AKP’ye, hem Genelkurmay’a,hem AB’ye, hem de ABD’ye karşı fikirleriyle siyaseten örgütlenmekten başka bir “suçu” olmayanlarla aynı Ergenekon çuvalı içine dolduruluyor.
Generaller orduevlerinden toplanırken, “dostlar alışverite görsün” kabilinde bir açıklama yapan Genelkurmay’ın; yargıya ve hukuka bu kadar saygılıysa, bu cuntacı eğilimleri neden daha once tespit edip, kendi askeri yargı sistemi içinde yargılayıp Türk generalinin ulusal ve uluslararası kamuoyunun gözü önünde koluna girilip götürülmesine izin verdiği, cevaplaması gereken önemli bir sorudur.
Başörtüsü bir siyasi simgedir de, “koluna girilen paşa” siyasi simge değil midir?
Acaba TSK’nın manevi şahsiyetinin alenen aşağılanmasına zemin hazırlamak da suç mudur?
AKP-Genelkurmay mutabakatını sadece bir Erdoğan-Büyükanıt veya Erdoğan-Başbuğ görüşmesine indirgemek de yanlıştır.
Neticede bütün bu buluşmalar, “önce psikolojik olarak borçlandır, sonra tavizi kopar” stratejisinin meyve toplama seanslarıdır. Kadro hareketinin ayrıntılarından, Selimiye’yi otel yapma projesine kadar pek çok meyve konulabilir o sepete…
Büyükanıt Şemdinli ile; Başbuğ “ağlama duvarıyla” borçlandırılıp sonra babalarından kızları istenmiştir “niyetimiz ciddi” taahütleri altında…
AKP-Genelkurmay mutabakatının ayrıntısını merak edenler, bu konuda kaleme aldığımız onlarca yazıya bakabilirler.
Ama şu asla unutulmamalıdır:
AKP-Genelkurmay mutabakatı, daha küresel/makro bir uzlaşma olan ve “Yeni Devleti” şekillendirecek olan “Devlet ve müttefikleri” mutabakatının sadece bir alt kümesidir.
Nedir bu makro mutabakatın özü?
“Devleté ile müttefikleri arasındaki çok ayaklı; bazen kendi içinde çekişmeli ama nihayetinde en milliyetçi geçinenlerin bile “ehven-i şer/parçalanmaktan iyidir” mantığıyla yanaştığı bir limandan söz ediyoruz…
“Devlete Mektup, Yüzde 40 Artı 7- Teslimiyet-Temsiliyet Dengesi” başlıklı yazımızda Devletimize bu mutabakatla bir hata yaptığını sesimiz çıktığınca duyurmuştuk.
Duyurmaya devam edelim….
Haritalarında farklılıklar gözlense de (Ortadoğu eksenli-Kafkasya eksenli); üniterizm/federalism kavramı henüz netleşmese de, demokrasi/otoriterizm dengesi tama olarak oturmasa da, sonuçta “Neo-Osmanlı” olarak kodlayacağımız bir formül bu.
Bu formüle biat ettiğinizi, ofisinizdeki bir tuğra ile rahatça kanıtlayabilirsiniz; aynen bir öncekinin biat sembolü Atatürk resmi olduğu gibi…
Cumhuriyeti’nin 80. yılında daha Anadolu’nun altındaki kaynakları ve üstündeki insanlarını adam gibi sayamayan, kontrol edemeyen bir devlete, “Cihan İmparatorluğu” hayalleri kurdurtan bir LSD hapı bu.
Hatırlarsanız, İstanbul’daki NATO zirvesi sırasında, Topkapı Sarayı’nda dünya liderlerine bir konser verilmişti. O konserde İngiltere Başbakanı Tony Blair “şaka yollu” Erdoğan’a “Ofisinizi buraya taşısanıza” demişti. İşte bu şakayla başlayan, Erdoğan’ın ofisini Dolmabahçe’ye taşımasıyla sembolleşen, Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması planlarıyla eko-politik bir boyut kazanan ve Boğazı da İngiliz savaş gemisinde kraliçenin yemek davetine icabet edecek kadar makro siyasetten bîhaber bir Cumhurbaşkanı ile boynumuza dolanan bir zincir bu.
Bu sahnede karizmasını kiralayan lider olarak rol alan devletin adamı, (Devlet Adamı ile aynı şey değildir. Bu konudaki tezi “Batı Bey’in Can Polat’I Erdoğan” başlıklı yazımızda bulabilirsiniz.)
Erdoğan’ın hakkını yememek adına, aşağıdaki tespiti de yapmak zorundayız.
İstanbul’a taşınma furyasını ilk kim başlattı?
Atatürk’ün kurduğu ve CHP’nin hisse sahibi olduğu İş Bankası…
Dolayısıyla, “ Neo-Osmanlı Treni ”, kâh Tanrı Dağı mavisi, kâh Hıra Dağı yeşili tonlarla, gidecekleri yer konusunda olmsa da, artık terketmeleri gereken yer konusunda mutabakatlara varmışların treni olarak çok önceden yola koyuldu.
Bu trenin raylarını döşeyenlerin; Türk Devleti’ne bu “Neo-Osmanlı” rüyasını gördürme karşılığında istedikleri bir bedel var elbette…
Nedir bu bedel?
Bedeli görmek istiyorsanız, ABD ile imzalanan nükler işbirliği anlaşmasına bakın…
Bedeli görmek istiyorsanız, Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelir gelmez imzaladığı ve Türkiye’yikorumak zorunluğu olduğu kilometrekare toprak başına en fazla tanker uçağına sahipülke konumuna getiren tanker uçağı anlaşmasına bakın…
Bedeli görmek istiyorsanız, Telekom’dan madenlere artık takip etmekten yorulduğunuz ihanetlere bakın.
Maddi bedellerden değil, geleceğimizin kontrolünü vermekten söz ediyorum.
“Büyümene izin veririm, sana kapıları açarım ama karşılığında bu geminin kaptan köşkünde kalıcı bir yer ve bu geminin kaptanlarının bu gemiyi özgür denizlere sürmeyecek uyumlu kadrolardan oluşacağının garantisini isterim”
şartını kastediyorum…
İşte bu şart şimdi,bir yandan “temizleme”, diğer yandan “yetiştirme” operasyonlarıyla yerine getiriliyor.
F tipi ve M tipi cemaatler o yüzden AB-D’nin “kariyer-net”i gibi çalışıyor.
O yüzden, Fethullah Gülen’in en parlak çocuklarını kapsayan “Altın nesil” projesi, Pentagon’unkiyle aynı adı taşıyor.
O yüzden, “liderlik”, “kariyer planlama”, “NLP gibi cafcaflı kavramlar üzerinden nesil istihbaratı yapılıyor; nesil filitreleri oluşturuluyor.
O yüzden Genelkurmay, “çağa ayak uydurma” adı altında, “İnsan Kaynakları Yönetimi Sistemleri” uygulamaya başlıyor; “Çavuş bile general olabilecek” manşetlerinin atıldığı dönemin hemen ertesinde generaller, çavuşlar tarafından kelepçelenip Metris’e götürülüyor.
“Görevini en iyi yapan, vatana en iyi hizmet edendir” sloganını hatırlıyor musunuz?
“Bu görevi bana kim, niçin Verdi” sorusunu sormayacak ebleh profesyoneller isteniyor.
Mevcutların ne olacağı sorusunun cevabı ise “Ergenekon” operasyonunda yatıyor. “Facebook Kriminolojisi ve 2020’lerin General Kadrosu” başlıklı yazıyı tekrar okuyun.
“Ergenekon”la içeri alınan her isimle sırf kahve içti, bayram tebriği attı, aynı toplantıda görüldü, telefonda görüştü diye kaç kişinin siciline not düşüleceğini gözardı etmeyin…
Ya da şu soruyu cevaplayın:
Sizce ABD’nin sadece birini belirleme şansı olsa, 2020 yılında TSK’nın mı, yoksa siyasetin mi üst kadrolarını belirleme şansına sahip olmak isterdi?
Birilerinin Türk Devleti’ni üzerlerine geçirilen Yeniçeri üniformasının aynı zamanda devşirilmişliğin sembolü olduğunu göremeyecek kadar kör kadroların eline teslim etme ihtiyacı daha başka sorularla da netleştirilebilir.
Sorular ne kadar çoğalırsa çoğalsın, cevabın özü değişmeyecektir.
Ergenekon operasyonu, bu büyük dönüşüm projesinde “Yeni Devlet’in” müttefikleriyle birlikte kurguladığı kilit operasyonlardan biridir; bir “temizlik” yani kadro operasyonudur.
Operasyonun çekirdek-merkez dinamiğine hakim olan Devlet, o yüzden makro hedeflerine hizmet edecek şekilde kurunun yanında yaşları da yakmakta bir mahzur görmemektedir.
Ellerinde, işleri bittikten sonra kamuoyu tanrılarının önüne atılacak savcılar, bolca komiser ve medya bulunmakta nasılsa.
Toz bulutları dağıldığında, “Yeni Devlet’in müttefikleriyle ortak oyuncağı olan “Gladio-Ergenekon”kendini daha iyi perdelemiş, ayakbağlarından kurtulmuş ve kamuoyunda “Derin devlet/çeteler/ gladio artık pasifize edildi” şeklinde sahte bir güvenlik hissi yaratmış olarak yoluna devam edecektir.
2009-2012 arasında gerçekleşecek “esas darbe” ve beraberinde gelecek siyasi paradigma değişimi, kontrol dışı unsurlar temizlendiği için çok daha kontrollü gerçekleşecektir.
Bu yanıyla Ergenekon, bir bakıma “9 Mart’tan önce yapılan bir 12 Mart “operasyonudur.
İtalya’daki “ Gladio”yu araştıran savcının P2 Mason locasından Başbakan’a, NATO’dan milletvekillerine kadar onlarca gerçek iktidar odağını hedef aldığını unutturanlar, Ergenekon savcısını “ Ergenekon canavarına karşı tek başına savaşan savcı” olarak kamuoyuna pazarlamaktadır. Bu savcı Türkiye’de Ergenekon/Gladio’yu araştırırken neden hiç bir siyasiye, F tipi ve M tipi cemaatlere, NATO’ya, yabancı istihbarat servislerine dokunmadı sorusu ise asla sorulmayacaktır.
Bırakın NATO’yu; bu savcı neden Özden Örnek’e dokunmadı sorusunu bile soramamaktadır bu yazar kasalar…
Darbe yapmak suçtur da, darbeye yeltenmek sevap mıdır?
Yoksa Özden Örnek, Yeni Devlet’in yeni Mahir Kaynak’ı mıdır?
Aslında burada büyük resme bakıldığında nispeten küçük kalan bir mutabakat daha var.
Çalık Holding=Berat Albayrak=Burak Örnek=Tolga Örnek=Ferit Şahenk=vs.vs.
Gördüğünüz gibi, Sinan Aygün’ü her hafta ATO’da Cuma namazını Cemil Çiçek’le beraber kılmak kurtaramamıştır ama Özden Örnek ve oğullarının başbakan ve damatlarıyla aynı kıbleden sebeplenmesi nin işe yaradığı görülmektedir.
İddianamelerin boylarının değil işlevlerinin önemli olduğunun anlaşıldığı ve iddianameler cüceleşirken aklın, vicdanın ve hukukun devleştiği bir ülkeyi görmek dileğiyle.
F tipi hücremden sevgi ve saygılarımla…
B.G
Kaynak: Behiç Gürcihan
Açık İstihbarat
http://siyah.co/konu/beh%c4%b0%c3%87-g%c3%9crc%c4%b0handan-mektup-var-bir-me%c3%a7h%c3%bbl%c3%bcn-elinde-tutsa%c4%9f%c4%b1m.270765/
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder