ABD ve AB Suriye’ye Demokrasi Getiriyor?!
Prof. Dr. Ümit Özdağ
19 Ağustos 2011
ABD Başkanı Obama, 18 Ağustos 2011'de - Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Baki Moon'u arayarak Suriye Ordusu'nun muhaliflere yönelik operasyonlarını sona erdirmesinden bir gün sonra- Esad'ın istifa etmesi çağrısında bulundu. Obama'nın çağrısını Avrupa Birliği Dış Politika Şefi Catherine Ashton'ın, Esad'ın meşruluğunu tamamen yitirdiğini ve geri çekilmesi gerektiğini açıklaması izledi. Ashton'un açıklamasını Fransa Cumhurbaşkanı N. Sarkozy, Almanya Başbakanı A. Merkel ve İngiltere Başbakanı D. Cameron'un Esad'a yaptıkları görevden çekilme çağrıları izledi.[1]
Bütün bunlar olurken BM İnsan Hakları Komiseri Navi Pillay, Cenevre'de Suriye yönetimini ağır bir şekilde suçlayan 22 sayfalık bir raporu açıkladı.[2] Raporda sivil halka yönelik sistematik ve yaygın saldırılarla yapılan insan hakları ihlallerinden bahsedildi. Suriye yönetiminden 50 yetkilinin değişik seviyelerde karıştığı söylenilen suçlarla ilgili olarak Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesine atıfta bulunuldu.[3]
Esad'a karşı yapılan açıklamalar bir süreden bu yana ABD ve AB'nin devirmek istedikleri yönetimlerin "egemenlik haklarını" menfaatlerine göre kısıtlamaları üzerine kurulu bir politikanın sürdüğünü gösteriyor. Bahreyn'de ülkenin Şii kökenli çoğunluğunu oluşturan sivil göstericiler Sünni kökenli sultana karşı ayaklanınca, kadınların araba bile kullanmasının yasak olduğu Suudi Arabistan Ordusu'nun Bahreyn'e girerek gösterileri bastırması karşısında en küçük bir tepki vermeyen ABD-AB-BM üçlüsü Libya'da ve Suriye'de bir başka yola başvuruyor.
1648'de imzalanan Westphalia anlaşması ile ülkelerin egemenlik haklarının birbirleri tarafından kabul edilmesi modern dünya sisteminin kurulmasının da temelini oluşturmuştur. Ülkelerin birbirlerinin egemenliklerini değişik iddialar çerçevesinde ihlal etmesi uluslararası sistemin orman kanuna dayanmasına neden olacaktır. Çünkü iddiaların hukuken doğruluğuna bağımsız olarak karar verebilecek ve herkes tarafından kabul edilen bir makam yoktur.
Devletlerin egemenlik hakları 1648'den bu yana tabii ki önemli bir evrim geçirmiştir. Bunun neticesinde teoride uluslararası insan hakları hukuku, devletlerin kendi ülkelerinde temel insan haklarını kısıtlamalarını engellemektedir.[4]Devletler kendi ülkelerinde başka ülkelere saldıran çeteleri barındıramazlar. Kendi ülkelerinden kaynaklanan ancak sonuçları komşu ülkeleri de etkileyen örneğin, çevre kirlenmesi gibi konulardan, sorumludurlar.[5]
Bu çerçevede örneğin PKK'nın Kuzey Irak'tan sürekli Türkiye'ye saldırması ve Türk vatandaşlarını öldürmesi de devletler hukukun veya ABD'nin küresel ısınmayı durdurmayı hedefleyen Kyoto Sözleşmesini kabul etmemesi de uluslararası hukukun ihlalidir. Ancak uluslararası hukuk, hukuk sisteminin en zayıf koludur. Çünkü arkasında güç olmadığı için ihlalinin bir bedeli de yoktur. Örneğin ABD'de çıkacak bir ayaklanmada sivillerin öldürülmesi durumunda ABD'ye müdahale edecek bir güç mevcut değildir. Öte yandan İsrail'in Gazze'de sivillere yönelik yasak silahlar kullanması herhangi bir uluslararası hukuk yaptırımı ile karşı karşıya kalmamaktadır.
Söz konusu Suriye olunca uluslararası insan hakları kuralları hatırlanmaktadır. Üstelik Suriye'de gerçekleşenler televizyonların gösterdiği yorumlardan mı ibarettir? Çünkü televizyonların kitleleri nasıl yanıtlığı son yıllarda birçok kez görünmüştür. Suriye'de de güvenlik güçlerinin ne kadar "sivil halk" ile ne kadar "silahlı direnişçi" ile çatıştığı tartışmalı bir husustur. Suriye Ordusu'nun kullandığı şiddetin ölçüsü de tartışmalıdır. Örneğin televizyonlara göre Hama ordu tarafından topçu ateşi altına alınmıştır. Ancak Suriye'deki Türk Büyükelçisi Hama'da ziyareti sırasında topçu ateşinin izlerini kentin hiçbir yerinde görmediğini açıklamıştır.
Özetle, Suriye'de gerçekte neler olduğu konusunda Ankara kendi dosyasını oluşturmalıdır.Türkiye, Ortadoğu komşularının demokratikleşmesini istemeli ve desteklemeli ancak bunu Batı'nın "demokrasi ihracı" yöntemleri ile değil, kendi özgün ve yeni geliştirilecek yöntemleri ile yapmak için çalışmalıdır. Batının "demokratikleştirme yöntemleri" insani ve ahlaki her türlü değerden yoksundur. Esasen Batılıların Ortadoğu ülkelerine bakışı özü itibarı ile Haçlı Seferlerini düzenleyen zihniyetten çok farklı değildir. Bundan dolayı Bush, Amerikan Ordularını Irak ve Afganistan'a yollarken "haçlı seferi" diyebilmiştir.
Sonuç
Her iki savaş öncesinde ve sırasında Washington, Irak ve Afganistan'ın demokratikleştirileceğini ileri sürmüştür. Ancak Amerikan Brown Üniversitesi'nin yapmış olduğu araştırmalara göre bu demokratikleştirme girişimi sırasında Irak ve Afganistan'da 225 bin insan ölmüştür. ABD bu iki savaşta 3,2–4 trilyon Dolar harcamıştır.[6] Aynı konuda araştırma yapan BM'nin yayınladığı raporda ise 137 bin sivilin 31 bin askerin öldüğü açıklanmıştır. Amerikan Ordusu'nun bu iki ülkeyi işgali sonucunda 7 milyon 800 bin insan mülteci durumuna düşmüştür.[7] Şimdi AB ve ABD, NATO aracılığı ile Libya'yı "demokratikleştirmek" için savaşmaktadır. Şimdi Suriye'ye yapılacak bir askeri müdahale yine yüz binlerin ölümüne yol açabilir. Türkiye bunu engellemek için elinden gelen her şeyi yapmalıdır.
[1] Hürriyet, 19 Ağustos 2011, "Avrupa'dan destek"
[2] Hürriyet, 19 Ağustos 2011, "BM "Çocuk katili' Batı "Bırak" dedi"
[3] Taraf, 19 Ağustos 2011, "Ona da Lahey Yolu Göründü"
[4] Yücel Acer ve İbrahim Kaya, "Uluslar arası hukuk-Temel Ders Kitabı", Ankara 2010, s. 104
[5] Age, s.104
[6] Turquie diplomatique, 15 Temmuz-15 Ağustos 2011, Sayı 30, "ABD'nin 'terörle savaşında' 225 bin kişi öldü"
[7] Agk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder