Yeşil Kuşak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeşil Kuşak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2018 Cumartesi

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, BÖLÜM 4


ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, 
BÖLÜM 4




Yeşil Kuşak ve BOP’tan sonra ABD’nin yeni İslam Politikası. 

Açık Oturum (117): Yeşil Kuşak ve BOP’tan sonra ABD’nin yeni İslam politikası,

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu
İhsan Eliaçık, Aydın Selcen, Halil İbrahim Yenigün, İrfan Bozan,


VİDEO;

https://youtu.be/LjCnbQ2syZM


RADYO DİNLE;

https://soundcloud.com/medyascopetv/acik-oturum-117-yesil-kusak-ve-boptan-sonra-abdnin-yeni-islam-politikasi


İrfan Bozan: İyi Akşamlar. 117. Açık Oturum’a hoş geldiniz. Sedat Pişirici’nin seyahati nedeniyle bu akşam programı ben sunacağım. Bu akşam konuşacağımız konu: “Yeşil Kuşak ve Büyük Ortadoğu Projesi’nden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni İslam Politikası”. Aslında şu anda da çok sıcak bir gündem var. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, ABD’nin Kudüs’ü başkent tanıması üzerine, diğer ülkelerin tanımaması yolunda bir tasarı oylaması sert tartışmalarla devam ediyor. Tam da konumuza denk gelen bir konu. Bu konuyu kimlerle konuşacağız? Sağ tarafımda, eski diplomat Aydın Selcen var. Kendisi Gazete Duvar’da yazılar yazıyor, Artı Tv’de de program yapıyor. Sol tarafımda, ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık var. Kendisini Anti-Kapitalist Müslüman olarak tanımlıyor; 26 kitabı var ve İslam düşüncesi üzerine üretmeye devam ediyor.

Diğer konuğumuz da uzaklardan, Amerika’dan. Amerika Birleşik Devletleri’nde Stanford Üniversitesi İslam Araştırmaları Merkezi’nde akademisyenlik yapan Halil İbrahim Yenigün. Halil İbrahim Yenigün aslında Türk üniversitelerinde üretim yapıyordu. Ancak Barış Bildirisi’ni imzaladığı gerekçesiyle Kanun Hükmünde Kararname ile görevinden uzaklaştırıldı. O da bilimsel üretimini artık yaban ellerde sürdürüyor. Hepiniz Hoş geldiniz.

Aydın Selcen: Hoşbulduk.

İhsan Eliaçık: Hoşbulduk

Halil İbrahim Yenigün: Hoşbulduk.

Söylediğim, gibi gündem çok sıcak aslında. Şu anda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD ve İsrail’in hararetle savunduğu, geçmemesini arzuladığı bir tasarı var. Öbür tarafta da neredeyse bütün bir Müslüman dünyası.

Çok uzun bir giriş yapmak istemiyorum; ancak 2009 yılında o dönem başkan seçilen Barack Obama’nın, Mısır’da, Kahire Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayı tekrar okudum. İçindeki mesajlara bakarsak: “İslam bir hoşgörü dinidir.” “İslam ABD tarihinin bir parçasıdır.” İsrail’i eleştirmişti. Filistin’in meşru bir devlet olmasını ve tanınmasını, İsrail’in yerleşimler kurmasını eleştirmişti. O günden bugüne geldiğimizde ise, Başkan Trump ve onun Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster aracılığıyla, İslam, radikal İslam, siyasal İslam ve Müslüman dünyasına verdiği mesajlar ve ardından da Kudüs’ün başkent olarak tanınması. Dokuz yılda değişen ABD politikası neden böyle oldu? Değişen sadece Obama’nın gidip Trump’ın gelmesi miydi? Dış politika bazı ülkeler için transatlantik gibi değerlendirilir, yavaş manevralarla olur. Bu akşam bütün bunları konuşacağız. Ben önceliği Amerika’ya vermek istiyorum. Halil İbrahim, merhaba tekrar.

Halil İbrahim Yenigün: Merhabalar.

Siz Stanford Üniversitesi’nin İslam Araştırmaları Merkezi’ndesiniz. Şunu sorayım size: Bütün bu olan biten, McMaster’ın “Radikal İslam’la siyasal İslam arasında bir köprü vardır” diyerek, aslında Müslümanların hiç hoşuna gitmeyecek, ortalama bir Müslüman’ı dahi rencide edecek uygulamalar, İslam dünyasına yönelik –bir savaş demeyelim ama– eski politikalardan son derece uzaklaşan bir ABD politikası var. Bu, orada, oranın entelijenyasında, diğer politika yapıcılarında, düşünce kuruluşlarında hâkim olan bir görüş müdür?

H.İ.Y.: Ben Kaliforniya’dayım, ABD’nin en batısında. Malum, sizin Washington’dan devamlı katılan konuklarınız var. Haliyle, onların Washington’daki havayı daha iyi soluduğunu söylemek mümkün. Onun esintisi bize biraz daha az geliyor. Yalnız ben şunu söyleyeceğim: Genel itibariyle ABD’de, Müslümanların dostu veya İslam dostu olan her kesimde Trump’a karşı çok ciddi bir rahatsızlık var. Trump’tan dolayı Müslümanlarla çok daha fazla dayanışma ihtiyacı hissediliyor. Böyle bir durum var.

McMaster konusuna gelince; aslında McMaster’ın gelişi, Türkiye ve Rusya ajanı olarak bilinen Michael Flynn’in gidişi ile alâkalı olan bir durum. Onun sonrasında gelen birisi ve Flynn’in aksine, o kadar da tartışmalı bir isim değil. Flynn, özellikle bu casusluk üzerinden adı Gülen’i kaçırma iddialarına bulaştığı için, ama daha çok Rusya ile ilişkisi dolayısıyla çok tartışmalı bir isim oldu ve şu an başı kanunla belada. Bu herkesin malumu zaten.

Ancak McMaster’da böyle bir durum yok. Körfez Savaşı’ndan beri hem sahada çok başarılı bir general olarak bilinen ve aynı zamanda da bir düşünür olarak bilinen birisi. Şu anda Trump’ın takımı içerisinde Kissinger’ın ve Brzezinski’nin de daha önce işgal ettiği bir pozisyonda bulunuyor. Normalde, Trump’ın takımındaki hemen herkes çok fazla tartışmalı, çok fazla muhalefete yol açan insanlar. Ama McMaster’da o kadar çok ciddi bir tartışma yok. Öncelikle bunu ortaya koyalım.

Bununla birlikte, Trump’ın ABD’si ile Obama’nın ABD’si arasında çok ciddi farklar var. Bunun bir tarafında Trump’ın seçmene verdiği vaatler de var ve bu vaatlerden geri duracağa da benzemiyor. Ve şu an gayet net bir şekilde yaptığı birçok şey için, ‘’Zaten ben bu vaatlerde bulundum, bunu yerine getiriyorum’’ demekte. Buna Kudüs kararı da dahil. Türkiye Cumhuriyeti de aynı şekilde Trump’ı desteklerken ve zamanında onun seçilmesini bir nevi kutlarken, aslında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını ve ona göre muamele edeceğini söylemiş bir Trump’la muhataptı. Bunu bile bile Trump’a desteğini verdi. Tabii işler Türkiye için çok yolunda gitmedi. O da Flynn’in ABD için bir skandal haline gelmesi ile alâkalı bir durum. Ama Flynn’den sonra Trump hakikaten kendisine karşı olan birçok kesimi McMaster’la biraz daha fazla yatıştırmışa benziyor. O yüzden McMaster’in yayınladığı ve açıkladığı beyanlardan sonra, ABD cephesinde normalde Trump’a olan tepki kadar bir tepkiyi çok da görmüyoruz.

Sizin o söylediğiniz cümlelere gelince; evet, Obama 2009 yılında Mısır’a geldiği zaman, orada önemli bir konuşma yapmıştı ve çok daha farklı bir ABD sinyali vermişti. Biliyorsunuz, bütün dünyada ABD hakkındaki genel kanı şudur: ABD Ortadoğu’ya gelince bütün demokrasi iddialarından vazgeçip, ne kadar diktatör varsa onları sever. Musaddık’ın devrilmesinden bu yana, CIA, tıpkı Latin Amerika’da olduğu gibi Ortadoğu’da da her türlü kirli işe bulaşarak halkın seçtiği insanlara karşı sadece çıkarlarını temin eden, çıkarlarını sürdüren, son derece kirli, otoriter, diktatör rejimleri desteklemiştir. Bu genel bir kanaat. Tabii ki bu kanaat ufak detaylar dışında çok büyük ölçüde doğru. ABD, bunun aksine olan bir siyaset değişikliğini Obama zamanında gösterecek gibi oldu. Sizin de söylediğiniz gibi her şey başkandan başkana ansızın değişmiyor Amerika’da. Obama’dan önce Bush yönetimi zamanında da bu konuda birtakım yaklaşımlar görmüştük. Türkiye’de bu, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla popüler oldu. BOP olsun, Yeşil Kuşak olsun, bu konular daha çok komplo teorilerinin malzemesi oluyor. Bu da, bizim açımızdan, bu konuya serinkanlı bakmak isteyen insanlar açısından sıkıntı teşkil ediyor. Biz bu konuları komplo teorileri dışında nasıl analiz edebiliriz bunun derdine düşüyoruz. Çünkü komplo teorilerinde birçok doğru veri var; fakat kurulan anlatı farklı bir anlatı oluyor.

Ben bunu Türkiye’de derslerimde de çok söyledim “BOP üzerinden bir bakın” diye. İngilizce’de Great Middle East Project. Karşımıza yine %90 komplo teorileri çıkıyor veya Türkçe yazılan kaynaklar çıkıyor. Böyle de bir durum var.

Tanıtımda BOP’u şu niyetle kullanmıştık aslında. Biraz işin içine baktığınızda, BOP Projesi’nde, Amerika’nın, yanına bazı Batılı ülkeleri de alarak Müslüman ülkelerdeki demokrasi kapasitesini artırmak; oradaki İslamî duyarlılığa sahip sivil toplum kuruluşları ile diyaloga girmek; kadın, gençler ve benzeri konularda proje üretmek gibi, bir diyalog arayışı gibi, orada bir kapasite artırma diyalogu gibi… Artık bundan dahi vazgeçme hali. Komplo teorileri dışında teknik olarak aslında bu anlama geliyor. Ne dersiniz?

H.İ.Y.: Tabii, tabii. Zaten bunu söylemeye çalışıyorum. Ben ‘’BOP’’ adlandırmasına mesafeli duran bir insanım. ABD’nin bununla ilgili kendi koyduğu “Muslim World Outreach Program” diye bir isim var. O söylediğiniz bütün programlar bu şekilde fonlandı. Veya Clinton zamanında, Türkiye de dahil olmak üzere birtakım gençlik kuruluşlarının fonlanması. Sosyal medya kullanıcılarının da içinde olduğu, Arap Baharı’na bir nevi yatkın bir ortam yaratılması. Türkiye’de Gezi sürecinde “OTPOR” başlığı altında çok fazla popülarize edildi; ama bundan çok daha önce, ABD, AKP dostu olan gençlik kuruluşlarını fonluyordu. Böyle bir durum da vardı.

Peki hemen şunu sorsam: Bugün McMaster ya da Trump’ın önüne böyle fonlama projesi gitse tepkileri ne olur sizce?

H.İ.Y.: Ondan çok daha büyük, çok daha farklı bir noktadayız biz. Aslında şu an Ortadoğu bir numaralı sorun değil. Esas o dokümanın ortaya koyduğu şey, Çin ile Rusya’nın çok daha fazla ön plana çıkması — ki bu herkes için çok şaşırtıcı olan bir şey. Çünkü Trump tam da o konularda aksi şeyler söyleyerek başa geldi. Burada bizim açımızdan bu dokümanla ilgili şöyle bir soru var — ki ABD’li akademisyenlerin de, politika merkezlerinin de başını ağrıtan bir durum bu: Trump bu dokümana ne kadar sahip çıkacak? Çünkü dokümanın arkasında, Türkiye hakkında o sözleri sarf etmiş olan kişi, yani McMaster var. McMaster açık bir şekilde Türkiye ve Katar’ı hedef aldı. Dokümana baktığımız zaman Türkiye ve Katar’ın oradan çıkmış olduğunu görüyoruz. Yani konuşmanın aksine, dokümanda yok, dokümanda yer almıyor. Ama o konuşmada esas hedefe konulan Çin ve Rusya dokümanda var. Konuşmada hedef aldığı dokümanda da var. Sanırım, o dokümanda Türkiye ve Katar ismen geçmiyor olsa da, orada tabii ki Türkiye ve Katar’ın ima edildiğini düşündüğümüz ifadeler var.

Ama ben şuna dikkat çekeceğim: Flynn’den sonra McMaster geldiği zaman, aslında onun tartışma yaratan politikaları şu oldu — ki Mc Master hedefe kondu. McMaster’ı hedefe koyan da, Trump’ın tabanı olan sağcı, aşırı milliyetçi, faşist kesimler. Dugin gibi, McMaster’ı destekleyen yurtdışındaki çevreler de hedefe koydu onu. Mesela Dugin aleyhinde konuştu. Hâlbuki Flynn zamanında durum böyle değildi. Oradan bir dönüşüm var. Bence, Trump altındaki dönüşümü sorunsallaştırmak gerekiyor aslında. Trump’ın başlangıçtaki politikaları ile, McMaster sonrasındaki durumu arasında bir değişim var. Ve bu değişim, sözgelimi, Trump başından beri “Radical Islamic Terrorism-Radikal İslamî Terörizm” derdi; ama Mayıs ayında Suudi Arabistan’a gittiği zaman bu ifadeyi duymadık. Bunun yerine “Radical Islamist Ideology-Radikal İslamcı İdeoloji” ifadesini kullandı. Bunun da arkasındaki ismin McMaster olduğu söyleniyor.

Fakat şaşırtıcı bir şekilde McMaster ısrarla “Radikal İslamî Terörizm” demeyip, “Radikal İslamcı İdeoloji” ifadesini kullansa da, geçen günkü konuşmasında, bu doküman ilanındaki konuşmasında, Trump yine “Radical Islamic Terrorism-Radikal İslamî Terörizm” ifadesini kullandı. Bu, şunu gösteriyor: Bir taraftan, onu biraz daha makul bir çizgiye çekmeye çalışan bir Milli Güvenlik ekibi var ve Mc Master bunun başında. McMaster düşünür olarak da bilinen bir insan. Trump’tan yeni bir Reagan dizimi yaratmaya çalışıyor aslında. Yani, “Trump’tan bir Reagan çıkar mı?” şeklinde bir arayış var. Bir kısım insan buna inanıyor ve ABD’nin bununla tekrar atağa geçtiğini düşünüyor, buna inanmak istiyor. Böyle olmasına çalışıyor. Bu dokümanın, McMaster’ın arkasında Trump’çılardan fazlası da var. Sadece Trump’çı yeni ekip değil, eski ABD müesses nizamının bazı güçleri de var arkasında. Daha da geniş bir tabanı var ve McMaster dolayısıyla böyle bir durum var.

Buna mukabil, söylediğim gibi “Acaba Trump bu dökümana ne kadar sahip çıkacak?” kaygısı da var. McMaster ısrarla “O ifadeyi kullanmayın” dediği halde ve Trump Suudi Arabistan’da buna uyduğu halde, konuşmada yine o ifadeyi kullandı. Trump, pekâlâ yine kendi bildiğini okuyabilir. Ama böyle yapmayıp o dokümandaki temel öncelikleri de uygulayabilir. Bunu göreceğiz. Henüz bir şey söylemek için erken. Fakat şurası kesin, işler Türkiye için yolunda gitmiyor.

Dilerseniz onu ikinci bölümde, Türkiye özeline girdiğimizde konuşalım. Çok teşekkür ederiz, söylediğiniz nüanslar ilginçti. Biz o gözle de takip etmeye çalışacağız.

Aydın Bey, size dönmek istiyorum, hocam size biraz sonra geleceğim. Şunu merak ediyorum: Trump bu söylemiyle, McMaster’ın patronluğuyla hazırlanan Ulusal Güvenlik stratejisiyle, İslam coğrafyasında Müslüman ülkelerle olan ilişkisini eskisi gibi devam ettirebilir mi? Genel, toptancı bir bakış yoksa kendine ayrıca müttefikler bulabilir mi?

Aydın Selcen: Yenigün Hoca’nın söylediği çok doğru. Ben de iki yıl Washington’da görev yaptım. Washington’un tamamını bırakın, çevreyolu, Beltway’in içindeki Washington’dur o her şeyin döndüğü yer. Hatta genel olarak kamuoyunun da tiksindiği bir ortamdır. Bakanlıklar, partiler ve düşünce kuruluşlarının içinde bulunduğu, sürekli siyaset konuşulan, kendi içinde rekabetler yaşanan… Zaten oradaki sistemde –aslında kötü bir sistem de değil–, iktidar değiştikçe, oradan ayrılan üst düzey bürokratlar düşünce kuruluşlarına, şirketlere gider. Yine değiştiğinde, farklı noktalardan başlamak kaydıyla onlar tekrar gelir. Böyle bir düzen var ve bunun, o koskoca, Avrupa kıtasından büyük ABD’den kopuk olduğu söylenir. Aslında Trump kendisi de New Yorklu bir iş adamı olmasına rağmen, iktidara gelirken “Bu bataklığı kurutmaya geliyorum” söylemiyle geldi.

Diğer taraftan, bu Ulusal Güvenlik belgesi 70 sayfa. Trump, hakkında yapılan yorumları –kuvvetle muhtemel– okumamıştır deniyor. Hayatında 70 sayfalık bir belgeyi, hele de böyle teknik bir şeyi okuyacak biri değil. Biliyorsunuz, günde 4-8 saat televizyon seyrettiğine dair ikna edici haberler de yapıldı. Dolayısıyla, aslında bunun bir tehlikeyi işaret ettiği, yani Başkan’ın ağzından çıkanla, belge arasında –belki İhsan Hoca’nın alanına giriyorum ama– bunu tefsir etmek zor. Çünkü Trump’ın söylediğiyle, belgede yazanı yan yana koyup “Başkan’ın ağzından bu çıktı ama burada ne diyor?” diye karşılaştırmalı gitmek lazım. Ama hangisini temel alacağımız belli değil. Örneğin, geçen günlerde Rusya bir resmî açıklama yaparak, “Biz Başkan Trump’ın yazdığı tweet’leri resmî açıklama kabul ediyoruz” dedi. Bunu bir tehdit gibi söylemedi, bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti. “Başkan tweet atıyor, biz de bunları takip ediyoruz, buna göre bir siyaset oluşturuyoruz” dedi.

Diğer taraftan, sizin işaret ettiğiniz Obama’nın Kahire ziyareti, 4 Haziran 2009’da –siz söyleyince tekrar tazelemek için ben de ona baktım şimdi– onun hemen öncesinde olduğunu biliyorum, onun da tarihi 6-7 Nisan, Ankara’ya gelmişti. Yani Obama ilk ikili ziyaretini Ankara’ya yapmıştı. 2009 Türkiye’sinde bir umut vardı ABD açısından. Bu onlar için ayrıntı, ABD gözüyle. Biz biliyoruz, Anayasamız laik. Onun için konuşurken “Biz, nüfusun çoğunluğu Müslüman ama laik bir ülkeyiz” deriz. ABD gözünden: “Bu da Müslüman bir ülke. Farklı bir deneyim yaşanıyor burada. Buraya destek olursak bir model olur mu?” Hatırlayın o günlerdeki tartışmayı. Ben o zamanlar Dışişleri’ndeydim, hatta Irak’ta görev yapıyordum. Bizim de Ortadoğu’da konuştuğumuz buydu. “Biz size model dayatmıyoruz, ama esinlenmek isterseniz veya bize bir şey sormak isterseniz, hay hay, buyrun, memnuniyetle” diyorduk. Ama tabii sahada yaptığımız işler de bu söylediğimizi tutmuyordu. Zaten bu, bugünün konusu değil.

Öte yandan, Irak bağlamında şunu söyleyeyim: O yukarıdaki üç general, “Chief of staff”,  bizde Özel Kalem müdürü, ama orada bütün bürokrasinin başı. Belki eskinin Başbakanlık sisteminin geçerli olduğu dönemde, Başbakanlık Müsteşarı gibi demek lazım buna. Başkan’ın yanındaki John Kelly, o da general, o da Irak’ta savaşmış. Savunma Bakanı, Özel Kuvvetler’in tepesine kadar yükselen, Merkez Kuvvetler Komutanlığı yapmış James Mattis de orada savaşmış. Yenigün Hoca’nın dediği gibi, filozof bir general. Her yere kütüphanesiyle seyahat eden biri. McMaster da öyle. Bunlar kitap yazmış generaller. O da Irak’ta Telafer’i idare eden kişiydi. Daha önceki savaşta Tank Birliği’ne komuta etmişti. Bunların üçü de Irak’ta, Ortadoğu’da savaşmış ve hep karşılarında İran’ı bulmuş kişiler. Dolayısıyla bu bölge hakkındaki bilgileri Amerika’da oturup kitaptan öğrenilmiş, afakî bilgiler değil. Kendi kişisel deneyimlerine de yaslanıyor. Bunu bir tarafa koyalım.

Bir tarafa da, daha geriye giderek 11 Eylül saldırılarını koyalım. 11 Eylül saldırısı da, öyle veya değil, Müslüman ve Arap algısını kökten sarsmıştır. Aslında Obama biraz bunu değiştirebilmek için de böyle bir açılım yapmıştı. Büyük Ortadoğu Projesi konusunda İlhan Uzgel çok güzel yazılar yazdı Gazete Duvar’da, buna girmiyorum. Bizde çok yanlış anlaşılıyor, sanki böyle bir şeytanî plan vardı masanın altında gibi. Öyle bir şey değil.

Diğer taraftan, Arap Baharı da yine bizde tam anlaşılmıyor. Evet, benziyor. Hatta bazı ABD’li uzmanlar Gezi’yi de bununla birlikte değerlendirirler. Ama Arap Baharı denilen süreç –adına ‘’Bahar’’ denilmemesi gerektiğini söyleyenler de var, ama hangi toplumsal olaydan bahsettiğimiz ortada– tamamlanmış bir süreç değil. Bu, özellikle bütün Arap toplumları için devrimsel bir alt üst oluş. Bunu daha izlememiz gerekiyor.

Diğer taraftan da, Suudi Arabistan’da yeni veliaht olan 32 yaşındaki Muhammed bin Selman –MBS diye kısaltılıyor– ABD desteği ile yaptı bu temizliği ve Saray darbesini. Yine güçlü bir şekilde ABD destekçisi olan önceki veliahtı, babası Kral Salman oradan oynattı. Fakat şimdi önümüzdeki 50 yıl –normal koşullarda tabii– burayı idare edecek olan kişi bu. Dolayısıyla, ABD asıl hamleyi orada yaptı. “Evet, bizim operasyonel ortağımız ama, Suudi Arabistan bütün bu Vahhabi, Selefi akımları destekliyor” diye düşünerek, temeli, pivotu oraya koydu. Öte yandan, Ortadoğu’ya bağımlılık azaldı. Petrolün önemi arttı. Hatırlayın, geçenlerde Suudi Arabistan’ın eski Petrol Bakanı Yamani’nin bir açıklaması vardı: “Taş Devri, dünyada taş kalmayınca bitmedi.” Petrol devri de öyle bitmeyecek. Yakında, önümüzdeki on yıllarda bitmek üzere. Bu ara stratejik önemi de az Ortadoğu’nun. Her ülke kendini dünyanın merkezinde görür. Biz de okula gittiğimiz zaman Türkiye’yi dünyanın merkezinde görürüz. Örneğin Çin –belki haklı da olarak, 1,5 milyar insan yaşıyor– Orta Dünya’dır onlar için. Dünyanın merkezi Çin’dir. Bu bölgenin önemi azalıyor aslında, artmıyor. Bunun azalması bizim için iyi haber midir, kötü haber midir, bu uzun zaman tartışılacak bir konu.

Kudüs konusunda bir şey söyleyecektim ama isterseniz sonraki bölümde konuşalım.

Sadece şunu merak ediyorum: Çok kaba bir bakışla bakıldığı zaman, ABD’nin Ortadoğu’da ve Körfez’de müttefiki olarak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn dışında pek de…

A.S.: Ama Suudi Arabistan diğerlerini ezdi. Birleşik Arap Emirlikleri ile dahi arası çok iyi değil. Suudi Arabistan çok enerjik bir şekilde ‘’Benim dediğim olur’’ diyor. Aslında bir yerde de doğru. O gözle baktığım zaman hak vermemezlik edemiyorum. Çünkü ne yaptı Suudi Arabistan? Mısır’da Suudi Arabistan desteğiyle duran Sisi’ye “Senin sponsorun benim” diyor.

Ürdün, biliyorsunuz hiçbir kaynağı yok. Örneğin, Kral Abdullah’ın İstanbul’daki İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’ne katılmasına içerlediği söyleniyor. Çünkü Suudi Arabistan o zirveye bakan düzeyine katıldı. Hemen arkasından, Ürdünlü, Filistinli –Suudi Arabistan vatandaşlığı da olan– en önemli iş adamı Riyad’da gözaltına alındı. Birkaç gün tutuldu, bırakıldı; ama Riyad’dan ayrılmasına izin verilmiyor.

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı çağırdı. Ona da, hiç kabul edilmeyecek bir planı önüne koyup –ki bunu Filistin tarafı sızdırdı– “Ya bunu imzalarsın, ya da 2 ayda istifa edersin” deyip gönderdi.

Sopa ve Parayla bir Yönetme hali.

A.S.: Tabii. Bir taraftan sopa var. Bir taraftan da para musluğu Suudilerin elinde. Aslında burada, Ortadoğu’da, tiyatrodaki oyuncuların makyajları aktı. Herkesin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Bu yönüyle, bir bakıma sağlıklı. Ama bir başka yönüyle –biz Türkiye’den bakıyoruz neticede, Körfez ülkelerinde yaşamıyoruz– bizim açımızdan, gerilimlerin arttığı, çatışma olasılığının had safhaya çıktığı… Çünkü Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail’in dış tehdit algısı üst üste birleşti. Zaten damat Jared Kushner’in itelediği –benim deyimimle Filistinlilerin gırtlağından aşağıya bastırmaya çalıştığı– planda böyle yorumlanıyor. Yani, dışarıdan içeriye. Bu üç ülkenin tehdit algısı birleşti: “Ya kabul edersiniz, ya da… Siz paramparça olmuş bir bölgede yaşıyorsunuz. Bu gidişat devam eder. Elinizde, avucunuzda bir şey kalmaz. Para muslukları da kesilir.”

Diğer taraftan, İsrail ne zaman adım atıyor? Ne zaman ki ABD bir maliyet koyuyor, İsrail, Oslo Barış Anlaşması’nda olduğu gibi, arada küçük adımlar atarak imzalıyor. Şu anda İsrail açısından bakarsanız, Filistin’le yapacağı barışın maliyeti, mevcudu sürdürmekten daha fazla. Yapması için hiçbir sebep yok. Onun için, İslam İşbirliği Teşkilatı kararını diplomatik olarak zaten pek geçerli görmüyorum. Ama doğru, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylama sonucu, Filistin açısından çok güçlü bir moral desteği olacaktır. Neticede, ABD’nin yanında İsrail dışında birkaç aday ülke kalıyor. Belki, Çeklerle, Macarların da o tarafa yaslanabileceği söyleniyor. Çekimser kalacaklar henüz belli değil. Fakat Filistin’in bundan sonra çok güçlü bir moral desteğiyle devam edeceği ortada. Ama moral destek sizi nereye götürür? Size bir ülke kurdurur mu? Bu konuda benim şüphelerim var. Ama önemlidir, küçümsemeyelim.

Peki. İkinci bölümde, moda deyimle daha “yerli ve milli” bir konu olan Türkiye’yi konuşacağız. Hocam size hemen şunu sorayım: Dünya Müslümanları Trump’tan korkmalı mı? Yeni bir sıkıntılı döneme mi girilecek?

İhsan Eliaçık: Trump’ın, özellikle İslam karşıtı bir politika izlediği kanaatinde değilim. O kendi ülkesinde iktidarını pekiştirmek için yollar arıyor. İktidara geldiğinden bu yana, doğru dürüst bir ekip kuramadı. Yaptığı işler mahkemeye veriliyor. Hatta hukuken başkanlığı bile tartışmalı noktaya gelecek konular tartışılıyor. En son Kudüs’ün başkent ilan edilmesinin bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yahudi lobisini veya kendisini destekleyen ülkenin en güçlü para kaynaklarını arkasına alarak, şu anda başkanlığını adeta garantilemiş oluyor. Çünkü Kudüs’ü başkent ilan ettiğiniz zaman, onun arkasında duran Yahudi iş adamları var. Mesela, Sheldon Adelson, hem Netanyahu’nun, hem Trump’ın arkasında duruyor. Onun desteğini aldı. Hatta Sheldon, “Seçim vaatlerini yerine getir” diye sürekli olarak teşvik edip duruyordu. Trump Kudüs’ü başkent olarak ilan edince, en güçlü lobi arkasına geçmiş oldu. Dolayısıyla, orayı garanti altına aldı. Hukuken başkanlığı tartışılsa bile, bu garanti ile yoluna devam edeceğini düşünüyor bence. O nedenle bu işin içine girdiğini düşünüyorum. Çünkü Amerikan politikasının İsrail’e yönelik ilişkilerine baktığımız zaman, zaten başından beri bunun böyle olacağı aşağı yukarı belli. İsrail diyor ki: “Kudüs bizim başşehrimiz”. Bunu yıllardır söylüyorlar.

Geçtiğimiz Çarşamba günü İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı ülkeleri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, sanki bir tavır koyuyorlarmış gibi bir şey yapmaya çalıştılar. Onu da hükümet medyası “Biz de Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan ettik. Bu çıkış da en azından Trump’ın çıkışı kadar önemli bir çıkıştır” dediler; ama bunun çıkışla filan alâkası yok. Çünkü zaten Doğu Kudüs 1988’den beri ilan edilmiş. Yayınlanan bildiride de “Kudüs’ü başkent ilan ettik” diye bir şey de söylenmiyor. “Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğuna dair önceden alınmış kararı teyit eder” diyor. Yani, “Bunun altını çizeriz” diyor.  Zaten öyle bir şey var. Dolayısıyla, buradan bir karşı çıkış filan çıkmaz. Hemen sonrasında da Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın, toplantıda alınan Doğu Kudüs kararının, Amerika’nın yaptığına karşı bir misilleme olarak anlaşılmaması gerektiğini söyledi. Yani, Mehter takımının yürüyüşü gibi, bir adım ileri, iki adım geri atarak eskisinden daha geri bir pozisyona düşmüş oldu. Burada bir politika falan izledikleri yok.

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, BÖLÜM 3


ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI,  BÖLÜM 3



ABD’nin İslam Dünyası için yeni tuzağı!

Soner Polat
Aydınlık Gazetesi, 4.9.2017


Müslüman dünyasında çok ilginç ve dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. ABD, İngiltere ve İsrail, İslam dünyasını istediği kıvama getirmek için yeni bir oyunu sahneye koyuyor. Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ikilisi Yemen’de askeri olarak rezil oldu. Coğrafi avantajlara ve bariz askeri üstünlüğe rağmen istedikleri sonucu alamadılar. Üstelik Batı dünyası ve Mısır gibi önemli Arap ülkeleri de arkalarında durdu. Irak ve Suriye’de de gelişmeler hem bu ikilinin hem de Batı ve İsrail’in aleyhine seyrediyor. Şimdi bu gelişmeleri tersine çevirmek için Batı’nın hazırladığı “İrtibat ve Yumuşama Stratejisi” devreye sokuluyor. Bu strateji ilk meyvelerini toplamaya başladı. Irak’a çengel atıldı. Yemen’de ittifak halinde olan İran’ın desteklediği Husi-Salih ittifakında çatlaklar yaratıldı.

SUUDİ ARABİSTAN HÂLÂ ANLAŞILMADIYSA

Suudi Arabistan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında önceliği iç siyasi istikrara verdi. Ancak 1962’den sonra Arap dünyasında şahlanan milliyetçilik rüzgârları monarşileri devirmeye başlayınca, alarm zilleri çalmaya başladı. Suudi Krallığı bu maksatla Vahhabi inancını İslam dünyasına yaymayı ve bu şekilde milliyetçiliği frenlemeyi hedefledi. Bu amaca hizmet etmek üzere karargâhı Mekke’de olan hükümet dışı kuruluşlardan oluşan “Dünya İslam Ligini (Muslim World Leage)” kurdu. Milyarlarca doları gözden çıkardı.

1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Suudiler, Cemal Abdül Nasır’ın (1918-1970) antiemperyalist duruşunun karşısına, yeni bir jargonla “Müslüman Dayanışması ve Cihat” söylemi ile çıktı. 1969 yılında Filistin davasını desteklemek örtüsü ile İslam İşbirliği Konferansı’nın (Bugünkü 57 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı) kuruluşuna öncülük etti. Asıl amaç Suudi hanedanının varlığını devam ettirebileceği bir ortam yaratmaktı. Vahhabiliği ihraç etme politikası 1972’den sonra hızlandı. Bütün dünyada cami inşa etmek ve İslam Kültür Merkezleri (Vahhabi-Selefi merkezler olarak anlaşılmalı!) açmak için para muslukları sonuna kadar açıldı.

Öte yandan uzun süreç içinde Suudilerin samimiyeti konusunda Müslüman âleminde ciddi şüpheler oluşmaya başladı. Suudiler güvenlik meselelerini bütünüyle Batı’ya devretmişti. Her attıkları adım ABD ve İsrail ile uyum içindeydi. Batı’nın kucağında İslam savunuculuğu yapmak fazla inandırıcı gelmiyordu. ABD derin devleti Obama’ya rağmen, ikiz kulelerin vurulmasından Suudi Arabistan’ı sorumlu tutunca, hanedan yaşamak için ABD’ye iyice yapıştı. Yeni Başkan Trump, haraç almak da dâhil, Suudilerin ipini eline aldı. Bölgeyi ateşe atacak Sünni NATO kurma girişimini, Katar’ı da yanına çekerek Türkiye bozdu. Şimdiki planlar, ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarını boşa çıkarma potansiyeli olan iki ülkeyi hedef alıyor: İran ve Türkiye!

TAKTİK HAMLELER

Batı’nın yazdığı yeni senaryoda başrol oyuncusu Suudi Arabistan! Bu ülke bugünlerde Vahhabilik ihracına, İran’ın Şiiliği yayma çabalarını dengeleme girişimi olarak meşruiyet kazandırmak istiyor. Irak’ta, İran’ın etkisini azaltmak için Nasır’a özenerek “Arap Milliyetçiliği” kozunu kullanıyor. Arap milliyetçiliği ve İran-Irak Şiiliği arasındaki yapısal farklılıklardan faydalanarak Irak-İran arasında husumet çıkarıyor. Dengesiz ve tutarsız bir çizgisi olan Iraklı Şii lider Mukteda El Sadr, beklenmedik şekilde Suudi Arabistan’da ağırlandı. Dönüşünde Suudi Arabistan’ı “Baba” olarak tanımlayan Sadr, taraftarlarına “Suudiler aleyhine slogan atmayı” yasakladı! Irak ile Suudi Arabistan arasındaki 27 yıldır kapalı olan Arar sınır kapısı açıldı. Suudi-BAE ikilisi Irak’ın yeniden imarı için para musluklarını açmayı taahhüt ediyor.

Bu yeni planın öncelikli hedefi İran ve Türkiye, dolaylı hedefi Rusya ve Çin’dir. Dünyada Arap milliyetçiliğine en uzak ülke Suudi Arabistan’dır. Antiemperyalist kökleri olan Arap milliyetçiliği Batı ve İsrail’in kâbusudur. Tuzağa düşülürse, Irak ve Suriye bu şer cephesinin denetimine girer. Türkiye ve İran için hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Türkiye, bu girişimin İran’ı hedef aldığı rehavetine kapılırsa fena halde yanılır. Asıl hedef kendisidir. Şimdiden bu sinsi hamleyi boşa çıkaracak devlet girişimleri başlatılmalıdır.

https://www.aydinlik.com.tr/abd-nin-islam-dunyasi-icin-yeni-tuzagi-soner-polat-kose-yazilari-eylul-2017


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, BÖLÜM 2

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI,  BÖLÜM 2


Bir ABD Projesi Olarak AKP ve Ilımlı İslam,

Merdan Yanardağ,
İstanbul - BİA Haber Merkezi
08 Mayıs 2004, Cumartesi

Türkiye laikliği önemli ölçüde içselleştirmiş bir ülkedir. Bu nedenle, şiddetli bir iç politik çatışma yaşamadan bu projeyi gerçekleştirmek zordur. Soft İslam projesinin uygulanabilmesi için, Cumhuriyetin kurucu ilkelerinin değiştirilmesi ...

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Washington tarafından geliştirilen ve merkezinde "ılımlı İslam" siyasetinin bulunduğu Büyük Ortadoğu Projesi'nin stratejik bir ürünüdür.
Tasarlanmış, planlanmış ve sınırları çizilmiş bir projedir. Doğunun kalbine sokulmuş bir Turuva Atı'dır. AKP, Amerika Birleşik Devletleri'ni (ABD) yöneten yeni muhafazakarların (Neo-cons) geliştirdiği "imparatorluk" siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsurudur.

Durum o kadar açıktır ki, daha AKP kurulmadan Amerikalı strateji uzmanlarının ve siyaset kurucularının yazdıkları, insana, "bu kadar da olmaz" dedirtecek türdendir. Üstelik, AKP'de bunu saklamamakta, kabul etmekte, dahası söz konusu durumdan sakınmasız bir fırsatçılıkla yararlanmaya çalışmaktadır.

Türkiye'nin yeri,

Konuyu ve bu "işbirliğini" aşağıda kanıtlarıyla açacağım. Ancak, daha önce, İstanbul'da Sinagoglara ve İngiliz Konsolosluğu'na karşı yapılan bombalı saldırıların (15-20 Kasım 2003) hemen sonrasında, bu sitede yazdığım bir yazıyı hatırlatmakta yarar görüyorum.

Söz konusu yazıda, henüz ülke gündeminde bugünkü ağırlığıyla yer almayan bir konuyu, ABD tarafından geliştirilen "ılımlı İslam" projesini değerlendirmiş ve Türkiye'ye bu proje bağlamında biçilen yeni role işaret etmiştim. Özetle şunları yazdım:

"İstanbul'da patlayan bombalar, başta Washington olmak üzere Batı başkentlerinde 1990'lı yılların ortalarından beri hazırlanan, Türkiye'nin küresel düzen içindeki yerinin yeniden tanımlanması yönündeki tartışmaları da tetiklemiş görünüyor...

Türkiye'ye bir test alanı olarak bakılıyor; ılımlı İslam ile radikal İslam'ın kapışacağı bir alan. Batı basınında, "Sandık bombayı yenecek mi?" diye soruluyor. Sandık ile işaret edilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) oluyor, bomba ise radikal İslam.

Türkiye'ye yeni rol

"Batı, Atlantik ötesi ve berisiyle kendisine yönelik küresel bir tehdit olarak algıladığı radikal İslam'a karşı çözümü, giderek artan oranda, ılımlı İslamı güçlendirmekte arıyor.

Artık, hem ABD hem de Avrupa'daki Amerikancı çevreler, geçmişten farklı olarak Türkiye'ye yeni bir rol biçmeye hazırlanıyor. Doğrusu, diğer Batı Avrupa ülkelerinin de (Almanya-Fransa) bu role pek itiraz ettikleri söylenemez. Dolayısıyla, daha önce, 'modern, laik ve demokratik bir ülke' olarak Müslüman dünya için örnek oluşturduğu belirtilen Türkiye, bundan sonra 'demokratik İslam ülkesi', diğer bir deyimle 'ılımlı Müslüman ülke' olarak bütün Doğuya bir 'model' olarak sunulmak isteniyor.

Bu yönde Batı basınında çıkan yazılarda gözle görülür bir artış var. Türkiye'deki AKP hükümetinin, bu model için 'ideal' bir politik ortam oluşturduğu belirtiliyor."

Dervişin zikriyle fikri

Yazdıklarım özetle böyleydi. İslami yönelimli ve muhafazakar yeni orta sınıflara ve yine aynı yönelime sahip ve fakat orta ölçekli olmak sınırlarını aşan Anadolu burjuvazisine dayanan AKP yönetimi, bu konjonktürden aldığı güçle, ülkede sınırlı bir İslamizasyonu gerçekleştirebileceğini görüyor. Yani, AKP de Batılı merkezlerle aynı şeyi düşünüyor.

Esas olarak ABD'ye dayanarak ülkede iktidar alanını genişletme stratejisi izleyen AKP, bu yolla hem kendi tabanının beklentilerini karşılama olanağını elde ettiğini sanıyor hem de Marmara sermayesi ile uzlaşarak yeni bir iktidar bileşimi oluşmayı hedefliyor. Bugün sistemin pilot kabininde yaşanan şiddetli gerilimin nedenini burada aramak gerekiyor.

Şeriat istiyorlar mı?

Ancak, AKP Türkiye'yi katı bir "şeriat ülkesi" haline getiremeyeceğini görüyor. Dahası, bu amacı terk etmiş görünüyor. Böyle bir amacın, çok şiddetli bir toplumsal ve siyasal çatışma yaşanmadan gerçekleşmeyeceğini 28 Şubat'tan sonra kavradıkları anlaşılıyor. Zaten, geleneksel İslami hareketten de bu nedenle kopuyorlar.

Diğer taraftan, Batı ve küresel sermaye ile entegrasyon arayışında olan muhafazakar yeni burjuvazinin de böyle bir talebinin (şeriat) olmadığını kaydetmek gerekiyor.

Düşük yoğunluklu bir İslamizasyonun hamlesi, bu kesimleri tatmin edecek gibi görünüyor. AKP'nin İmam Hatip Liseleri'nin önünü açmak için yürüttüğü ısrarlı çaba bu çerçevede değerlendirilmeli.

Bir proje olarak AKP

Evet, yukarıda da belirtildiği gibi AKP; ABD tarafından geliştirilen "Büyük Ortadoğu Projesi" ve "ılımlı İslam" siyasetinin bir ürünü, Washington'da tasarlanmış ve Ankara'da yürürlüğe konulmuş politik bir projedir.

Amerikan istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller'in, 1990'lı yılların başından beri "ılımlı İslam" projesi üzerinde çalıştığı bilinir.

Fuller, Ortadoğu'daki anti-amerikan radikal islamcı akımları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine radikal islamcı partileri küresel kapitalist sistem içine çekecek ve özlerini dönüştürecek bir yaklaşımı benimsemek gerektiği tezini yıllardır savuruyor.

Fuller'e göre, Batılıların Doğuda laiklik konusundaki ısrarının hiçbir anlamı yok. Üstelik, Müslümanların günlük yaşamlarında dini nasıl yorumlayıp uyguladıkları ABD'nin stratejik çıkarlarını da hiç ilgilendirmiyor. Önemli olan şey, bu ülkelerin ya da örgütlerin anti-amerikan bir niteliğe sahip olmamasıdır.

O da ancak, ılımlı bir İslami modeli geliştirmekle mümkündür. Bu çerçeveden bakılınca, Fuller'e göre, Fransız ekolünü izleyen laik Türkiye başarısız bir örnektir. İslam dünyasından, onları etkilemeyecek ölçüde uzaklaşmıştır. Ancak, yine de önemli bir laik birikime ve demokratik geleneğe sahiptir. Bu durumda bir "ortalama" alınabilir.

Örneğin; Amerikalı strateji uzmanlarından Dinesh D'Souza daha 1995'te yazdığı bir kitapta şöyle yazıyor: "Biz İslam kökten dinciliğini dönüştürmeli, onları liberalleştirmeli yiz."

Graham Fuller'in falcılığı

Fuller ise 2000 yılında Türkiye hakkında yaptığı "şaşırtıcı" yorumda aynen şunları söylüyor:

"Türkiye, yakın bir gelecekte iki partili bir temsil sistemine gebe... Kökleri geçmişe dayanan ekonomik kriz, iktidardaki koalisyon (B. Ecevit liderliğindeki 57. Hükümetten söz ediyor) partilerinde büyük deprem yaratacak. Fazilet Partisi'nden kopan bir grup ılımlı İslamcı, geniş tabanlı bir siyasi oluşuma gidecek. Bazı etkin siyasetçiler, partilerinden istifa ederek bu yeni oluşuma katılacak. Yeni oluşum kar topu gibi büyüyüp gelişecek. Türkiye'de yakın gelecekte ılımlı İslamcılar iktidara gelecek. Ilımlı İslamcıların yanında İslami söylemlere ters düşmeyen ılımlı sol bir parti de Meclise sokulacak." (Akt. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Yeniçağ gazetesi, 29.4.2004)

Ne demeli? Yukarıdaki satırlar bir "analiz" olmanın çok ötesine geçmiyor mu? Fuller, sizce de tasarlanmış, şartları oluşturulmuş, bağlantıları kurulmuş ve bir ihtiyat payı bile bırakmaya gerek duymayan kesinlikteki bilgilerden (henüz 2000 yılında) hareket etmiyor mu? Eğer Fuller bir falcı değilse, yeryüzünde bu kesinlikte ortaya konulan başka bir siyaset projesi örneği var mı?

AKP'nin Tarihi fırsatı

AKP durumun farkındadır ve bu elverişli konjonktürü kendi siyasal hedefleri bakımından değerlendirmeye çalışmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan'ın yakın çalışma arkadaşlarından -ki AKP tarafından Başbakanlık başdanışmanlığına getirildi- Doç. Dr. Yalçın Erdoğan bu durumu çok açıkça ortaya koymaktadır.

AKP'nin teorisyenliği ile görevlendirilen Akdoğan, Ömer Çelik (Erdoğan'ın siyasi danışmanı, milletvekili) ve Taha Akyol'un katkılarıyla hazırladığı, "Muhafazakar Demokrasi" kitabında (AKP Yayınları, Ankara 2003; Önsöz R. Tayyip Erdoğan), iç ve dış dinamiklerin Türkiye'nin dönüşümü için uygun olduğunu ileri sürmektedir. Yalçın Akdoğan şunları yazıyor:

"Son iki yüzyıl içinde ilk defa iç dinamikler ile dış dinamikler örtüşmektedir. AKP'yi iktidara getiren kitlelerin talepleri ile (iç dinamikler) ABD'nin ve AB'nin talepleri aynı çizgide birleşmişlerdir. (...) Bu defa halkın istekleri ile Batı'nın istekleri birleşmiştir."

İşte durum bu kadar açık. Akdoğan, programatik hedefleri ve izledikleri siyasetin ABD'nin ve AB'nin talepleri ile birleştiğini ilan etmektedir.

Çatışma kaçınılmaz

Gel gelelim, bilinmeli ve beklenmelidir ki, "ılımlı İslam" projesinin Türkiye'de gerçekleştirilmesinin çeşitli güçlükleri bulunmaktadır. Geleneksel Türkiye eliti ağırlıklı bir kesimiyle bu projeye, en hafif deyimiyle sıcak bakmıyor. AKP de işte bu nedenle iktidar bloğu içindeki güç dengelerini değiştirmeye çalışıyor.

Ayrıca, bütün sorunlarına karşın, Türkiye laikliği önemli ölçüde içselleştirmiş ve bu yönde gelenek oluşturmuş bir ülkedir. Bu nedenle, şiddetli bir iç politik çatışma yaşamadan bu projeyi gerçekleştirmek zordur. "Soft İslam" projesinin uygulanabilmesi için, Cumhuriyetin kurucu ilkelerinin değiştirilmesi ya da en azından yumuşatılması kaçınılmazdır.

O nedenle, Cengiz Çandar ve kimi liberaller, büyük bir aymazlık içinde Türkiye'de "bağnaz bir laiklik" olduğunu ve bunun yumuşatılması gerektiğini yazıyorlar.

AKP, arkasına aldığı ABD ve AB ile şimdilik inisiyatifi ele geçirmiş görünüyor. Ancak, 2004 Aralık ayında toplanacak AB zirvesinde Türkiye'ye tam üyelik için "müzakere tarihi" verilmediği taktirde "dananın kuyruğu" kopacaktır. Bu durumda AKP'nin iktidarda kalması zordur. Bu nedenle, hükümet Batının desteğinin sürmesi için başta Kıbrıs olmak üzere bütün dış politika alanlarında "risk alarak" taviz vermektedir.

Sonuç olarak; önümüzdeki dönemde düşük yoğunluklu bir İslamizasyon girişimine tanık olacağımızı söylemek -ki somut örnekleri yaşanıyor- en azından AKP'nin bunu zorlayacağını tahmin etmek, Graham Fuller'in yaptığı kadar parlak bir "analiz" olmasa da güç değildir. (MY/BA)


https://m.bianet.org/biamag/siyaset/33856-bir-abd-projesi-olarak-akp-ve-ilimli-islam


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, BÖLÜM 1

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI,
 BÖLÜM 1




Ali ÖZGÜR,

ABD'nin İslam Politikası,
HAK-BATIL MÜCADELE EKSENİNDE ABD'NİN İSLAM POLİTİKASI

Bilindiği üzere Allah-u Teala'nın ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'den, son Peygamber Hz. Muhammed (as)'e kadar insanların refah ve mutluluğu için gönderdiği emir ve yasaklar, ilahi buyruklar birbirlerinin devamı olup hepsi de aynı gaye ve hedefi gözetmiş, birbirlerinin tamamlayıcısı olmuşlardır. Hiçbir Peygamberin getirdiği ilahi buyruklar, önceki Peygamberlerin getirdiklerine alternatif teşkil etmemiş, bilakis; kendilerinden öncekini tasdik edici durumda olmuştur.

Her gelen Peygamber insanların şirkten, tuğyandan, her türlü pislik ve çirkeften uzak durması için çalışıp çabalamış; Allah'a dönmeleri, rab ve ilah olarak sadece Allah'ı kabul edip, fıtratlarının sesine kulak vermeleri için olmadık eziyetlere, zorluklara katlanmışlardır. Bunun yanında hakkın temsilcileri olan Peygamberlere karşı, batılın temsilcileri sürekli boy göstermiş, hakk'ın yayılmasına engel teşkil edip karşı mücadeleye girişmişlerdir. Kısacası 'hak-batıl mücadelesi' diye tabir ettiğimiz bu mücadele, yeryüzünde ilk olarak Habil-Kabil olayında somut olarak kendini göstermiştir. Bu, öyle bir mücadeledir ki; zaman, mekân ve şartlarla sınırlı olmayıp yeryüzünde insanoğlunun varlığı devam ettikçe varlığını sürdürecektir.

İlk günkü gibi zeminini, tazeliğini, berraklığını, sadeliğini koruyan HAK; kurallar ve prensipler bütünü olarak her zaman belli ilkeler gözetmiş, belli bir mücadele stratejisi çizip benimsemiş, belli ahlaki-insani kurallarla mücadelesini sürdürmüştür.

Hak; mücadele yolunda hiçbir zaman oportünist yaklaşımlar içerisine girmemiş, nabza göre şerbet vermemiş, yardakçılık yapmamış, çeşitli odaklara şirin görünme derdine düşmemiş, insanların zihinlerini bulandırmamış, mücadelesine kirlilik bulaştırmamıştır.

Hak; kin gütmemiş, geçici menfaatler peşinde koşmamış, insanları ezmemiş, insanların servetlerine göz dikmemiş, servetlerini yağmalamamış, katliamlar yapmamış, akan mazlum kanları üzerinden siyaset yapmamış, ekmeğine mazlumların kan ve gözyaşlarını katık yapmamış, çaresizlerin namusunu kirletme yoluna da gitmemiştir.

Hak; Kendini net bir şekilde ortaya koymuş, gayesini gizlememiş, süslü-püslü şeytani kavramların arkasına sığınmamış, insanların beynini bulandırmadan en sade şekliyle muhatabının karşısına çıkmıştır.

Hak; korkmamış, kınayıcıların kınamasından çekinmemiş, kendini zillete duçar etmemiş, bilinçsizce de davranmamıştır.

Batıla Gelince;

Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis:) Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.

Allah: Öyle ise, "İn oradan!" Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu.

İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi.

Allah: Haydi, sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu.

İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.

Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın! dedi.

Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım! (A'raf:12-18)

İşte görüldüğü üzere hakk'a karşı ilk çıkışını sergileyen batıl, çıkış kaynağı itibariyle ilkesel değil, tepkisel bir hareket olup bunun ötesine gidememiştir. Hakkın sözkonusu olduğu yerde tepki olarak karşısına çıkmaktadır. Temel hedefi hakkın önüne barikat kurmaktır. Fikir babası ise

İblis'tir. Dayanamaz hakk'ın varlığına; çıldırır, huylanır, , kininden salyalar akıtır. Ateşe razı olur bu uğurda. Gurur, kibir, hased, inat, ırkçılık, hile, ahlaksızlık, aç gözlülük yol azığıdır onun. İnadına yapmaktadır bu işi. Sonunun uçurum olduğunu bile bile. Artık yüklendiği yeni misyon yaşam tarzıdır, hayat felsefesidir onun için. Hakk'ın önüne geçmek, hak ehlinin aklını çelmek, kendisini dinleyenleri yanlış yöne sevk etmek, dipsiz kuyulara yönlendirmek, onları oyuncak haline getirip onlarla oynamak ve onları kullara kul edip hazırlanan ateş çukurlarına yuvarlamak... Evet tüm bunlar onun varlık sebebidir.

Tarihi süreç içerisinde değişik entrikalarla tezahür edip, ortaya çıktığı ilk günkü gibi kofluğunu, karmaşıklığını, bulanıklığını, fırsatçılığını, kompleksini ve kaypaklığını günümüze kadar taşıyan batıl; kuralsızlık yumağı ve eşkıyalığın, modern haydutluğun ideolojisi olma halini sürdüregelmiştir.

Kimi zaman Kabil olup Habilleri katletmekten çekinmeyen batıl; kimi zaman Firavun olup soykırıma yeltenmiş, kimi zaman Samirileşip hayvanları kutsamış, kimi zaman Bel'amlaşıp hakkı maddi menfaat karşılığı satmaktan çekinmemiştir.

Batıl; kimi zaman İngilizleşip insanlığın servetine göz dikmiş, kimi zaman Sovyetleşip ülkeleri harab etmiş, kimi zaman Amerikanlaşıp “Büyük Şeytan” mertebesine ulaşmış, kimi zaman da, Yahudileşip Filistin'de kol-kanat kırmıştır.

Batıl; kimi zaman uşak olarak tezahür edip, toplumunun değerlerini alt üst etmiş, korku cenderesi oluşturup insanların en temel haklarını dahi ellerinden almıştır.

Ve Hak-Batıl mücadelesi; gerek taşıdığı karakter itibariyle, gerekse de mücadele süreciyle böyle gelmiş, böyle de sürüp gidecektir.

Şüphesiz ki Hakk-batıl mücadelesi her çağda değişik tezahürlerle ortaya çıkmaktadır. Batılın ya da temsilcilerinin, çeşitli zamanlarda şekli, rengi, kapsamı, alanı ve aktörleri değişse de özü, hiçbir zaman değişmemiştir. Batıl, günümüzde olduğu gibi, mücadele etkenlerinin bazılarına makyaj çekmiş olsa da, amaç sadece zihinleri bulandırmak, toplu uyanış ve başkaldırıların önüne geçmek, 'böl-parçala-yut' formülünün kolayca uygulanmasını sağlamaya yöneliktir. Kısacası değişken olanlar araçlardır, amaçlar değildir.

Tarih boyunca çeşitli kılıklara bürünüp şartlara göre değişik zeminlerde ortaya çıkan batıl, günümüzde askeri gücüyle, emperyal politikalarıyla, sosyal ve kültürel alanlarındaki dejenerasyon planlarıyla, dezenformasyona odaklanmış her türlü propaganda vasıtalarıyla, günü birlik kılıklara bürünme becerisi gösterebilen uşaklarıyla, göz kamaştıran servetiyle, tam organize olmuş durumdadır, yeryüzü sahnesinde. Üstelik ilk günkü heyecanından hiçbir şey kaybetmemiş haçlı ruhuyla.

AMERİKA

Kuşkusuz günümüzde batıl cephesinin önderi, küfür ve zulüm istikbarının başı, “Büyük Şeytan” Amerika'dır. Dünyanın stratejik bölgelerini ve zenginlik kaynaklarını bünyesinde barındıran İslam coğrafyasını, şu ya da bu şekilde avucunun içine alan Amerika, bununla da yetinmeyip Müslümanların aklına, duygu, düşünce ve kalplerine nüfuz edip, onları her bakımdan esir alma çabası içine girmiştir. Geçmiş yıllarda tüm bunları yaparken ustaca bir siyaset politikası güden ve bunda da başarı sağlayan Amerika, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra yüzündeki maskeyi çıkarıp en acımasız şekilde Müslümanlara yönelmiştir. Girdiği yerlerde en savunmasız insanlara karşı dahi hiç bir kötü muameleden geri durmamış, tepelerine gece gündüz tonlarca bomba yağdırmaktan zevk almak suretiyle şeytani yüzünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Her zaman görmeye alıştığımız, ilginç plan ve programlarla, üstelik şirin görünerek sinsi amaçlarını gerçekleştirme çabasında olan Amerika, bu sefer dobra dobra, kendinden emin, yakarım-yıkarım mantığı içerisinde, “ya bizdensiniz, ya da düşmansınız” ilkesiyle, Ebrehe timsali tanzim ettiği ordularıyla işgal, sindirme ve yok etme yöntemine başvurmuştur. Oluşturduğu imha politikası için ilk uygulama alanı ve sıçrama tahtası olarak Afganistanı, akabinde de Irak'ı seçmiştir.

Ama gelin görün ki, Amerika, alkış ve çiçeklerle karşılanmayı hayal ederek girdiği yerlerde iş bitti bitecek derken tökezlemeye, eşkiya ya da terörist diye nitelediği Müslümanlara karşı dünya kamuoyu nezdinde rezil olmaya başlamıştı.

Bir varil petrol elde etme uğruna yardakçılığa yeltenen ve çoğu üçüncü dünya ülkelerinden müteşekkil yeni yetme sömürgeci adayı devletlerden oluşan sözde müttefikleri ise, yavaş yavaş kendisini terk etmeye başlamış, kendi inlerine dönme telaşına kapılmışlardı.

Afganistan'da zaten umduğunu bulamayan Amerika, sert direniş karşısında, göz diktiği Irak petrollerini avucunun içine alamamış, harcamalarını bile karşılayamamıştı. Üstelik Ortadoğu'da güvenliğini pekiştirmek için uğraştığı fikir babası İsrail'in güvenliği, Müslümanlar arasında oluşan aşırı kin ve tepki neticesinde daha fazla risk altına girmişti.

Oysaki Yahudi lobisinin etkisiyle ne hayallerle yola çıkmıştı Amerika: Irak hemen işgal edilecek, ardından uslanma emareleri pek göstermeyen ve asıl hedef olan İran, ardından da Suriye'nin işi bitirilmiş olacaktı. Geriye kalanlar ise zaten kendiliğinden teslim olacaklardı. Böylece Ortadoğu petrolleri Amerika'ya daha sorunsuz akacak, dünya hakimiyeti perçinlenecek, İsrail tümüyle serbest kalacak, Siyonizm hayalleri gerçeğe dönüşecekti.

Ama olmadı; evdeki hesap çarşıya uymamıştı ya da yanlış hesap, bu sefer Bağdat'tan geri dönmüştü. BOP diye tabir edilen “Büyük Ortadoğu Projesi” gerçekte ise Amerika ve İsrail'in, mazlum insanların acı, kan ve gözyaşlarıyla örülü dünya hakimiyet projesinin vahşi versiyonu direkten dönmüştü bu kez. Artık Amerika'nın yapacak tek şeyi kalmıştı: Prestijini kurtarma çabası içerisine girmek. Oysa Irak'ta yaptığı ve halen devam ettiği katliamlar, insan hakları ihlalleri, tecavüzler, şehirleri ve kasabaları yakıp yıkmalar, mezhep ve etnik çatışmaları körükleme çabaları, skandallar, işkenceler, yağmalamalar vs. kolay kolay hafızalardan silinecek gibi değildi.

Tüm bunların ardından genelde tüm insanlar  özelde  de  Müslüman  halklar  arasında Amerika'ya karşı oluşan düşmanlık, kin ve nefret duyguları, hele hele İslami uyanış ve oluşan direniş ruhu, Amerika'nın hiç hesaba katmadığı şeylerdi. Bu sefer de kendileri aleyhine oluşan bu doğal tepkiyle ilgilendiler. Kendilerinde kabahat yokmuşçasına aleyhtarlığın yükseldiği ülkelere gözdağı verme çabası içerisine girdiler.

Ama büyük şeytandır bu. Her zaman aynı yönden yaklaşmaz insanlara. Önlerinden, olmazsa arkalarından, sağ ya da sol taraflarından, bunlar da mı olmadı? Asıl İblisin belki de düşünemediği için zikretmediği, mesela tepelerinden. Ve işte İslam Dünyasına yeni yaklaşım tarzı; ılımlı(!) İslam projesi...

Allah'ın izniyle gelecek yazımızda kaldığımız yerden devam ederiz. Allah'tan dileğimiz o ki bizlere hakkı hak gösterip bizi ona yaklaştırsın ve batılı da batıl gösterip bizi ondan uzaklaştırsın. Allah'a emanet olunuz.

(Ali ÖZGÜR)

https://inzardergisi.com/Arsiv/inzarCD/InzarYIL_01/SAYI_09/25_Hak_Batil.htm

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

31 Ocak 2017 Salı

Baykal’ın Anlayamadığı, Sarıgül’ün “ Aklı ” ABD’nin CHP’ye Bitmeyen ilgisi




Baykal’ın Anlayamadığı, Sarıgül’ün “ Aklı ” ABD’nin CHP’ye Bitmeyen ilgisi




CHP’yle ilgili bir önceki yazımda ABD-CHP arasındaki paradoksal tarihsel sürece dikkat çekmek istemiştim.
Bu yazım, bir yerde, onun devamı olarak düşünülebilir. Çünkü, 1970’lerdeki Sıkıyönetim ve MC dönemlerinde, daha sonra 12 Eylül Yönetimi döneminde CHP’nin yaşadıklarını göz önüne getirirsek, işin içinden hiç eksik olmayan ABD’yi kulağından tutup yakalamak çok kolaydır.

Yani, Sayın Baykal’ın yaşadığı ABD mahreçli kumpaslarla Gazi’nin ve İnönü’nün yaşadıkları; Ecevit’in yaşadıkları hep CHP’yle ilgilidir. CHP’nin temsil ettiği değerlerle, onun kökleri ve hedefleriyle ilgilidir.

ABD, 27 Mayıs’tan sonra ulusal tahkimatın ileriye gitmesinden korkup mevzilerini korumak adına Türkiye’ye verdiği önemi birkaç kat arttırdı.. ‘Yardım’ kalemlerini çoğalttı.. ‘Hibe’ yoluna da gitmeye başladı. Öyle ki, ulusal istihbarat örgütümüzün maaşları bile bu yardım kalemlerinden ödenir oldu. Tabii, o zaman istihbaratımızın ne kadar ‘ulusal’ niteliği kaldı, tartışılır..
Bütün bunların CHP ile ilgisi var. 

Bal Gibi var.

Devlet kurumlarına o kadar sızan ABD, o devlet kurumları aracılığıyla CHP’nin tasfiyesini istemiştir.

12 Mart ve 12 Eylül’lerdeki “ Sıkıyönetim” uygulamaları ortadadır. MC dönemleri ( İkisi Açık, Biri Örtülü; AP, MHP, MSP’nin temelini oluşturduğu ve ABD’nin yönelişine çanak tutan hükümet ler) ortadadır.

***
12 Mart’ta Amerika’nın, CIA’nın olduğunu hem de Demirel’li hükümetlerin dışişleri bakanlarından Çağlayangil altını çizerek anlatmıştı. Silahlı Kuvvetler ve ‘Silahsız Kuvvetler’ içinde ne kadar yurtsever, Kemalist, devrimci varsa haklayan ve sindiren bir cuntanın arkasındaki kuvvet CHP’ye de bir iyilik düşünecekti!
CHP’nin kapatılması için düğmeye basıldı, ancak İsmet İnönü engeli, bu tarihsel şahsiyetin Parti’nin başında olması düşündürücüydü. Kamuoyu’nun tepkisinden korkuldu. Bu kez, oklar CHP’nin ufukta gözüken liderine, Ecevit’e yöneldi. Genel sekreterlikten ayrılmış, Kurultayda genel başkan olmanın hesaplarına girişmişti.
12 Mart’ın ‘tertip’lerine uygun olarak açılan düzmece davalarda delil olarak kullanılmak üzere, bir zamanlar MİT’in sorguevlerinde, Ziverbey’lerde Ecevit’in aleyhinde işkence yöntemiyle sindirilen zanlılardan ifadeler alındı. Bu ifadelere dayanılarak CHP kapatılacaktı. Amaç buydu. Öyle ileri gidildi ki, düzmece davalarla ilgili yasadışı olarak ifadelerde, zanlıların sabotaj için Ecevit’ten para aldıkları bile söyletildi!..

Sıkıyönetimler, ilginçtir, sivil dönemlere göre ABD’nin ülkemize daha çok ‘sızabildiği’ dönemler olmuştur. 12 Mart’ta da 12 Eylül’de de... Sıkıyönetimlerde hukuk- mukuk yoktur, istediğinizin ağzından istediğiniz şeyi alabilir, istediğinizi suçlayıp bunları kanıtlayabiliesiniz de... Bu işler için kullanacak çizmeciler, takkeciler bulunur nasılsa. Onlar gibi olmayan yargıçların, savcıların kurullarını da Lağv edersiniz, olur biter. 12 Mart’ta Remzi Şirin’e yapıldığı gibi.

***
1970’lerde Ecevit, Başbakan olarak iki kez hükümet kurdu. Biri, MSP ile kurduğu koalisyon hükümeti. Diğeri de AP’den ‘tezgah’ mı, yanılgı mı olduğu tam anlaşılamayan ünlü Güneş Motel operasyonuyla koparılan “onbirler”le kurulan ve Feyzioğlu ile Sükan’ı da içeren CHP-CGP-DP-Bağımsızlar koalisyonu. Bunların 2,5 yıl kadar süren yönetimi dışında, ülkede üç kez kurulan Demirel başkanlığındaki, fakat destabilize amaçlı Amerikan sızmalı MHP’nin sokak aksiyonuyla başrollerde olduğu MC’ler (12 Eylül’e örtülü MC döneminde girildi; AP azınlık hükümetine çok deşifre oldukları için MHP ve böylelikle MSP de dışarıdan destek veriyordu, bu nedenle bu MC’nin “örtülü” sıfatı konulmuştu) işbaşında kaldı. Bu dönemlerde Ecevit’e iki ciddi suikast yapıldı. Ecevit, bunlardan yara almadan kurtuldu. Birinde, aynı zamanda İstanbul Belediye Başkanı’nın kardeşi de olan Ecevit’in koruma müdürü Mehmet İsvan bacağından suikast mermisi ile vuruldu. Ayıca, Başbakan Demirel, 5 Haziran 1977 seçimlerinden kısa bir süre önce Ecevit’e Taksim Mitingi sırasında uzun namlulu bir suikast silahı ile suikast düzenleneceğini, bu nedenle mitingi iptal etmesini gizli ve özel bir mektupla bildirdi. Ecevit, buna karşın mektubu deşifre etti ve mitingi gerçekleştirdi. Kim, niçin suikast düzenleyecekti? Bu soruların yanıtı hâlâ aydınlanabilmiş değildir.
Öte yandan, ülkücü militanlar MC dönemlerinde CHP binalarına saldırıyorlar, mitingleri sabote ediyorlar, partilileri öldürüyorlar; bütün bunlara polisler ve savcılar seyirci kalıyordu. Çünkü, hükümet öyle istiyordu. Hükümet, bu işler için acaba nereye bakıyor, nereden işaret alıyordu? Washington desek ayıp mı etmiş oluruz?..

MHP lideri Türkeş, 12 Eylül’de yargılanırken mahkemelerde ne demişti; “İçimizde ajanlar var, çok sayıda, kontrol edemiyoruz..” Onca silah memlekete gümrük kapılarından vızır vızır girerken, bu bakanlık da o partideydi. İlginç bunlar, çok ilginç. O silahlar, işin daha da ilginç tarafı memleketteki farklı kesimlere, vuruşmaları için dağıtılıyordu..

***

12 Eylül’de “ Yeşil Kuşak ” gereği Türk-İslam sentezi atıldı ortaya; Türklük bertaraf edilsin, Kemalist değerler, yani Cumhuriyet değerleri bertaraf edilsin. Ortalık Amerika’nın değerlerine kalsın; ABD ülkede ve Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya’da istediği gibi at oynatabilsin; Sovyetler’i kuşatabilsin.
ABD’nin Türkiye’deki ulusal yapıyı aşındırdığı en iyi ortamlar sıkıyönetimler demiştik. İşte bir sıkıyönetim daha; 12 Mart’ın da savcısı olan Süleyman Takkeci, 12 Eylül’den birkaç yıl sonra Nokta’ya konuşuyor. Diyor ki, “bütün CHP milletvekillerini tutuklayacaktım, Saltık Paşa ile Soyer durdurdu.”
İş öyle değil, CHP’ye karşı daha ince, ‘akıllı” bir politika izleme gereği duydular sadece, o yüzden o kendini göstermek isteyen zatın uygulamasını durdurdular yukarıdan. Yani Konsey, “durun, bekleyin” dedi. Sordu, danıştı. karar verdi. Bütün partilerle birlikte CHP’yi kapatmanın daha mantıklı olduğunu düşündüler, böylelikle operasyon göze batmazdı. ‘Atatürkçülük’ diye diye CHP’yi, TDK’yı, TTK’yı; hepsini, Kemalist mirasın önemli kurumlarını alaşağı ettiler. Hürriyet ve Anayasa Bayramını alaşağı ettikleri gibi. Diğerleri yeniden açılır başka isimle önemli değil. Ama, Cumhuriyeti kuran, Atatürk’ün partisi? Yeniden açılsa da kaos olur, dağılır, küçülür, budanır. İşte bugünkü tablo! 12 Eylül’ün değil de neyin ürünü dersiniz? 12 Eylül olmasaydı, Ecevit istifa mı edecekti CHP’den?
12 Eylül’ün arkasında kim vardı? Kim Türkiye’yi hem stabilize etmek, hem ‘kucağa oturtmak’ ve hem de yararlanmak istiyordu? Bu soruların içinden bütün uzuvlarıyla ABD çıkacaktır; CIA çıkacaktır, NSA çıkacaktır. Onların uzantısı olan siyasi partiler, vakıflar, yayın organları çıkacaktır.

12 Eylül’de CHP’yi , TDK’yı, TTK’yı kapatanlar da bu güçten bağımsız olabilir mi?
Ne demişti Amerikalıların bir sorusuna karşılık (12 Eylül darbesi henüz start almışken, konu Türkiye’de daha daha duyulmamışken) bir Amerikalı; “merak etmeyin, bizimkiler”.

***
İşte böyle Sayın Baykal; bütün bunları hesaba katmadan Türkiye’de politika yapamazsınız. Hele CHP’de hiç yapamazsınız. Sizin en büyük açığınız ne biliyor musunuz? CHP’ye bayrak açan ve iktidardan indiren Menderes’in yakasına yapışmak ya da öyle lanse edilmeniz yıllar yılı. Bir de, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’yken “millileştirme” mi yapmıştınız? ABD, bunları unutmaz, ısıtıp ısıtıp medya yoluyla karşınıza çıkarır. 

Affetmez.

Bakın, sizin yerinize ‘oynayan’ Mustafa Sarıgül ne güzel yapıyor. 

Eh ne de olsa ‘ Akıllı Çocuk ’. Üstelik ‘daha da akıllı’. Çünkü ‘dostlarından’ da ‘akıl’ alıyor. 

Gidiyor, ABD’den icazet havası yayıyor Türkiye’ye. 

Bunu ilk kez CHP’ye talip olduğunu söyleyen birisi yapıyor. İlginç...