OBAMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
OBAMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2020 Cumartesi

ABD Seçim Sonuçlarına., Rusya’dan Bakmak

ABD Seçim Sonuçlarına., Rusya’dan Bakmak


ABD Seçim Sonuçları, Rusyadan Bakmak,
Habibe Özdal
USAK - AVAM
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl:6 Sayı:21 2013 / 1 




    ABD’de başkanlık seçimi kampanyaları yaklaşık olarak bir yıl sürdüğünden uluslararası aktörlerin uzun süredir takip ettiği seçimler, ABD Başkanı Obama’nın 
bir kez daha seçilmesi ile son buldu. Aslına bakarsanız seçilecek olan kişi ABD Başkanı olunca, konunun ülke sınırlarını aştığı, Ortadoğu’dan Rusya’ya ve 
hatta Asya-Pasifik’e ilişkin bir hal aldığı açık. Rusya’dan bakınca ise seçimlerden sonra tartışmaların odağında doğal olarak “Rusya-ABD” ilişkilerinin olduğu görülüyor. Her ne kadar “reset sonrası dönemde” ikili ilişkileri zor sınavlar beklese de, Moskova’da uzmanlar ilişkilerde önemli bir kırılma öngörmüyor.
     Seçime bir gün kala Rusya’da yayınlanan ve ABD seçimlerine giden süreçte ülkedeki seçim ortamına ilişkin değerlendirmeler sunan bir çalışmaya değinmek gerekiyor. Rusya Merkez Seçim Komitesi’nin görevlendirdiği bazı sivil toplum kuruluşlarının ABD’deki seçim ortamına ilişkin yaptığı çalışmada, ABD’de yapılan seçimlerin ne özgür ne de adil olmayacağı açıklandı. Seçim kampanyaları süresince Obama ve Romney dışındaki adayların medyada yeterince yer almaması ve oy verme hakkına sahip vatandaşların seçim listelerinde bulunmaması gibi nedenlere dayanan söz konusu açıklamaların bulunduğu Rapor[1], 

Kremlin tarafından Rus siyasal sisteminin işleyişine ilişkin ağır eleştirilerde bulunan Beyaz Saray’a bir “karşılık” olarak hazırlanmış gibi görünüyor. 

     Diğer taraftan söz konusu çalışmanın gerek Rusya’da gerekse de uluslararası alanda pek de yankı uyandırmadığı söylenebilir.
Obama’nın yeni Rusya politikası esasında sadece iki ülke arasındaki ilişkileri belirlemeyecek. Zira Rusya ile ilişkiler ABD’nin uluslararası alandaki temel tavrını ve Beyaz Saray’ın Avrasya coğrafyasına ilişkin tercihsel tutumunu belirlerken
Asya-Pasifik bölgesinde Obama’nın ilk döneminde başlatılan inisiyatiflerin devam edip etmeyeceğini ve Ortadoğu bölgesindeki dengeleri de yakından ilgilendiriyor.

    Obama göreve geldiğinde yakın dönem Rus-Amerikan ilişkileri belki de en düşük düzeyde idi. Bush-Putin döneminde oldukça gerilen  ve bu nedenle gerileyen ilişkiler, konjonktürel gelişmelerin zorlaması ve Obama’nın ABD’nin imajını düzeltme çabalarının da etkisiyle “resetlendi”. Esasında seçim süreci boyunca Cumhuriyetçi aday Romney’in en büyük dış politika başarısızlığı olarak sunduğu bu inisiyatif, Rusya ile ABD arasında stratejik silahların sınırlandırılmasını öngören START 2 Anlaşması’nın imzalanmasını, İran’a dördüncü yaptırım kararının BM Güvenlik Konseyi’nden geçmesini, Rusya’nın DTÖ üyelik sürecinin uzun yıllar sonrasında tamamlanmasını ve Afganistan’a giden ve öldürücü olmayan teçhizatların Rusya ve Orta Asya ülkeleri üzerinden gönderilmesini mümkün kılmıştı.

    Yeni dönemde ikili ilişkiler bağlamında neler beklenmeli?

Esasında iki ülke arasındaki ilişkilerin kısa vadede dikkate değer bir değişiklik göstermesi beklenmiyor. Rusya Bilimler Akademisi ABD ve Kanada 
Çalışmaları Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Viktor Kremenyuk’a göre de “Başkanlık seçimleri sonrasında önemli bir değişiklik olmayacak.

Yeni bir Soğuk Savaş beklentisi içinde olunmamalı”. Uluslararası alanda “reset sonrası dönemde” ilişkileri şekillendirecek örnekler vermek mümkün.
   İran’ın nükleer faaliyetleri konusundaki hassasiyeti devam eden Obama yönetiminin, İran’a yaptırımlar başta olmak üzere Tahran yönetiminin hareket alanını daraltması ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmeye hazırlandığı dönemde Rusya ve diğer Orta Asya ülkelerinden sağlanan lojistik desteğin devamının mümkün olması açısından ‘reset’ politikasının sürmesi gerekiyor. Diğer taraftan yeni dönem, ikili ilişkilerin seyrinin inişliçıkışlı olmasına neden olacak değişiklikler de içeriyor.

<  ABD Başkanlık seçimlerine giden yolda “arkada n yönetme” (leading from behind) anlayışı ile öne çıkmamayı tercih eden Oba ma’nın yeni dönem Suriye politikası oldukça önemli olacak. >

İkili ilişkilerdeki en büyük değişim, Obama’nın ilk dönemde muhatabı olan ve Rusya’nın yumuşak yüzünü temsil eden Medvedev’in yerine Rusya’da devlet başkanlığı koltuğunu yine yeni yeniden Putin’in alması oldu. Her ne kadar Putin ve Medvedev büyük bir “uyum” içinde hareket ettiyse de Putin’in tercih ettiği dil ve yöntemler, güçlü lider imajının bir parçası olarak Medvedev’den oldukça farklı. Rus siyasetinde 1992’den bu yana belirleyici nitelikte olan liderin etkisi, yeni dönem Rus-Amerikan ilişkilerinde kendisini zaman zaman söylem düzeyinde gösterecek tir. Ancak Putin’in devlet başkanlığı seçimlerinden önce yayınladığı ve dış politikaya ilişkin yeni vizyonunu açıkladığı makalesinde ABD’ye yönelik politikasında Rusya’ya yabancı yatırımların çekilmesi amacı ve ekonomide ortak projelere imza atılması öne çıkarılmıştı. Bu noktadan hareketle iki ülke arasında gerektiğinde “seçici alanlarda işbirliği” anlayışının devamını görmek de sürpriz olmayacaktır.

     Diğer taraftan Bush-Putin döneminde ikili ilişkileri oldukça zorlayan ve Obama’nın ilk döneminde NATO’ya devredilen füze kalkanı sistemi projesi ve
geçen 20 aylık süreçte bölgesel bir sorun değil, uluslararası sistemin yapısına ilişkin büyük güçlerin bir mücadelesi olduğu açık bir şekilde anlaşılan Suriye krizi gibi uluslararası meseleler önümüzdeki dönemde iki ülke ilişkilerinin önemli sınavları olacak. ABD Başkanlık seçimlerine giden yolda “Arkadan Yönetme” (leading from behind) anlayışı ile öne çıkmamayı tercih eden Obama’nın yeni dönem Suriye politikası oldukça önemli olacak.

     Pek çok bölgesel ve uluslararası gelişmeyi yakından ilgilendiren Rus-Amerikan ilişkilerinde reset sonrası dönemde temel belirleyici ise Obama’nın Rusya’yı -Kremlin’in uzun yıllardır uğraş verdiği şekilde uluslararası alanda “eşit bir aktör” olarak değerlendirip değerlendirmeyeceği nide saklı. Rusya iç siyasetinde Batılı ülkelerin beklediği “dönüşüm” bekleye dursun Rusya’da dış yardım alan STK’ların “yabancı ajan” olarak kayıt yaptırması  zorunluluğu ile Putin, Rus iç siyasetini dış etkilerden olabildiğince korumaya çalışıyor. Söz konusu tabloda Obama’nın yeni Rusya politikası ve  ikili ilişkilerin seyri ayrı bir merak da uyandırıyor.

[1] Rapor tam metni için bknz: 6 Ekim 2012,

      http://www.roiip.ru/news/738.htm.
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl:6 Sayı:21 2013 / 1 


***

ABD'nin Silahlandırmak ve Eğitmek İstediği Suriyeli İsyancılar Kimler?

ABD'nin Silahlandırmak ve Eğitmek İstediği Suriyeli İsyancılar Kimler?


20 Eylül 2014, 18:59 EEST    

Güncellendi  19 Eylül 2014, 20:51 EEST

Kongre sözde ılımlı Suriyeli isyancıların eğitilmesi ve silahlandırılması için yetki verdiğine göre, ABD, IŞİD'in acımasız militanlarına karşı mücadeleye liderlik etmek için az bilinen bazı kişilere yönelecek.

ABD'li yetkililer, savaşçıları inceleme sözü verdiler, ancak süreç hakkında çok az ayrıntı verdiler. Bu hafta Meclis ve Senato'dan geçen yasa, savaşçıların Suriye ve İran'daki rejimler, El Kaide üyeleri ve Hizbullah ile bağlantıları açısından incelenmesini öneriyor.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Marie Harf MSNBC'ye “Bu karmaşık bir süreç” dedi. "Verdiğimiz yardımın yanlış ellere düşmediğinden emin olmak istiyoruz."

OBAMA VİDEO KONFERANS

KONGRE OBAMANIN İŞİD E KARŞI MİSYONUNU ONAYLADI.,

19 EYLÜL 2014
https://www.today.com/video/today/56077296
blob:https://www.nbcnews.com/ba315a0b-2f5e-41be-9ef4-73226e4dde3a
https://www.dailymotion.com/video/x265q39

Suriye muhalefeti genellikle Özgür Suriye Ordusu olarak anılıyor, ancak Carter Center'ın bu hafta bir raporda belirttiği gibi, ÖSO tek bir tutarlı güç olarak 
mevcut değil . Binlerce silahlı gruptan oluşan sürekli değişen bir ağ.
Bu ağdan Amerikalılar, bir yıl içinde 5.000 Suriyeli asi savaşçıyı eğitmeyi ve donatmayı umuyor. İşte o savaş gücünün lideri olabilecek bazı insanlar:
- Ticaretle inşaat işçisi olan Jamal Maarouf , Suriye'nin kuzeyinde güçlü olan Suriye Devrimciler Cephesi adlı isyancı ittifakın lideri. 

Bir hafta önce savaşçılara hitaben yaptığı konuşmada IŞİD'e ve Suriye rejimine karşı açık savaş ilan etti.

İttifak ABD ile ilişkisini gizlemedi ve üyelerinin Türkiye'de Amerikalılar tarafından eğitildiğini söyledi - yaygın olarak bildirilen gizli bir program.
Washington Yakın Doğu Politika Enstitüsü'nde kıdemli bir üye ve Suriye konusunda bir otorite olan Andrew Tabler, bu grup içinde Maarouf'un “aşırılık 
yanlısı olmayan gruplar arasında en fazla krediye sahip olduğunu” söyledi.



_ Brik. Özgür Suriye Ordusu'nun yeni askeri şefi General Abdul-Ilah al-Bashir, 2013'te Ürdün'de. 

Batı destekli Özgür Suriye Ordusu yeni bir askeri şef atadı, muhalefet grupları Pazartesi günü bir isyancı hareketi yeniden yapılandırmaya çalıştıklarını 
açıkladı. Devlet Başkanı Beşar Esad'ı devirmek için verdiği mücadeleye verilen uluslararası desteği azalan iç çatışmalarla ve azalan uluslararası destekle 
karşı karşıya kaldıkça kargaşa içine düştü.Quneitra ve Golan Devrimci Komuta Konseyi Medya Ofisi AP üzerinden, dosya

- Orgeneral Abd al-Ilah al-Bashir , 2012'de Özgür Suriye Ordusu tarafından kurulan askeri komuta yapısı olan Yüksek Askeri Konsey'in başkanıdır. 
Savaş geçmişi vardır ve ılımlı bir İslamcı olarak kabul edilir. Bir ordu subayı ve asi bir taktikçi olarak ünü ve kabile bağlantıları, onu muhtemelen bir figürden daha fazlası haline getiriyor.

Carnegie Endowment for International Peace blogunun editörü Aron Lund, NBC News'e verdiği demeçte, Beşir'in sahada askerleri yönetmesi pek olası 
değil ancak resmi bir liderlik rolüne sahip olabilir.



Halep'teki isyancıların Askeri Konseyi komutanı Albay Abdul-Jabbar al-Aqidi, 21 Haziran 2013'te Halep'in Al-Sakhour semtindeki Ghurabaa al-Sham tugayının 
üyeleri arasında görülüyor.

Muzaffer Salman / REUTERS dosyası

- Albay Abdul Jabber el-Oqaidi , Batıyı kendisini yeterince desteklememekle suçladıktan sonra geçen yıl Halep'teki askeri konsey başkanlığından istifa etti, 
ancak geri dönüş için aday olabilirdi.

Seküler ve saldırgan Oqaidi, Suriye ordusunda 2012'de kaçan eski bir albay. Piyade tecrübesi var, isyancılar arasında nadir çünkü Suriye lideri Beşar Esad bu işleri Alevilere ayırma eğiliminde.

Lund, "Oqaidi şu anda resmi olarak döngünün dışında, ancak çok iyi bağlantıları olan bir adam ve bir şey için seçilebilir" dedi.

Image: Özgür Suriye Ordusu Başkomutanı Tuğgeneral Selim İdriss
Özgür Suriye Ordusu Başkomutanı Tuğgeneral Selim Idriss, 6 Mart'ta Brüksel'deki AB Parlamentosu'nda Liberaller ve Avrupa için Demokratlar İttifakı (ALDE) 
grup lideri ve Belçika üyesi Guy Verhofstadt (görülmeyen) ile bir basın toplantısı sırasında konuştu. , 2013.JOHN THYS / AFP - Getty Images dosyası

- Brig. Orgeneral Salim Idriss , Aralık ayında darbe dediği olayda Yüksek Askeri Şura başkanı olarak görevden alındı. Yumuşak huylu ve kibar İdris çok 
seviliyordu ama askeri komutan veya koalisyon kurucu olarak hiçbir tecrübesi yoktu.

Esad'ın ordusunda görev yaptı ve en yüksek komutan oldu, ancak kendisi ve ekibinin savaş deneyimi yoktu. Özgür Suriye Ordusu'nun başkanı olarak 
zamanının iki ana başarısı, ABD yardımını güvence altına almak ve Suriye-Türkiye sınırına yakın bir model eğitim kampı kurmaktı.

Şu anda Birleşik Arap Emirlikleri'nde yaşayan Idriss, Amerikan ajanslarının iş yapmakta rahat göründüğü türden bir subay olduğu için yeniden ortaya çıkabilir. 
Lund, onun da birlikleri sahada yönetme olasılığının düşük olduğunu söyledi.
NBC News'ten James Novogrod bu rapora katkıda bulundu.


***

ABD’nin Suriyeli ‘Ilımlı Muhalifleri’ “ Eğit ve Teçhiz Et ” Programı Hakkında Değerlendirme BÖLÜM 6

 ABD’nin Suriyeli ‘Ilımlı Muhalifleri’ “ Eğit ve Teçhiz Et ”  Programı Hakkında  Değerlendirme BÖLÜM 6



ABD, Suriyeli Ilımlı Muhalifleri, Eğit ve Teçhiz Et, Program Hakkında  Değerlendirme,Oktay BİNGÖL,Ali Bilgin VARLIK,OBAMA,KONGRE,



a. Hukuki Sakıncalar 

 (1) Ayrıntıları yukarıda (md. 4) sunulduğu üzere, uluslararası hukuki 
dayanaktan yoksun bir şekilde, uluslararası sistemde halen egemen bir devlet olan Suriye’ye karşı rejim karşıtlarının Türkiye’de açıkça eğitilmesi ve silahlandırılması, "saldırı suçuna" varan bir “karışma” oluşturmaktadır. 
 (2) Eğitilen militanların ve verilen silahların Suriye içinde katliamlarda ve 
insanlığa karşı suçlarda kullanılması olasılık dışı değildir. Bu durumda -vicdani ve ahlaki olarak suça ortak olmanın yanında- insanlığa karşı işlenen suçlara destek sağlamak suçlamasıyla karşılaşılması tehlikesi doğabilecektir. Bu kapsamdaki suçlar, siyasi düzeyde karar vericilerden en küçük seviyede uygulayıcılara kadar geniş bir yelpazedeki personeli kapsamaktadır. 

b. Siyasa ve Askerî Strateji Bakımından Sakıncalar 

 (1) Programın siyasi ve askerî hedefleri ile kullanılan vasıtalar arasında 
bulanıklık ve tutarsızlık mevcuttur. IŞİD terörizmine karşı Suriye muhalefeti vasıtasıyla mücadeleyi ön gören planın diğer hedefi Esad Rejimidir. Eğitilecek kuvvetin büyüklüğü ve öngörülen etkinliği her iki maksadı tahakkuk ettirmekten uzaktır. 

 (2) Bu sakınca ile ilgili olarak, eğitilecek kuvvetin mevcudu, verilecek eğitimin 
yeterliliği ve eğitim için gereken süre değerlendirildiğinde, söz konusu kuvvetin Suriye'de devam eden silahlı mücadelede dengeleri kısa sürede değiştirme imkân ve kabiliyetinin olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumun, Türkiye'yi uluslararası -hukukun meşru saymadığı- uzun süreli bir çatışmaya karışan taraf olma konumuna sürükleme ihtimali yüksektir. 

 (3) Çatışma durumunun uzamasına neden olacak olan bu askerî zafiyet, -
yukarıda da değinildiği üzere- ABD'nin bölgeye daha uzunca bir süre müdahil olmasının yolunu açarken, Türkiye'nin barışçı niteliğini ve Orta Doğu halkları gözündeki lider ülke imajını kemirecektir. 

 (4) IŞİD terör örgütünün Irak ve Suriye'de destek bulmasını sağlayan 
sosyolojik olgu, her iki ülkede de dışlanan Sünnî kitlelerdir. Bu kitle Irak'ın % 40'ını, Suriye'nin % 75'ini oluşturmaktadır. Ayrıca, Esad Rejimi, Suriye'nin asgari % 15'inin desteğini muhafaza etmektedir. Türkiye'nin -BMGK’nın bu kapsamda bir kararı yokken- IŞİD'e ve Esad Yönetimine karşı, -herkesin herkesle çatıştığı- Suriye'deki savaşa taraf olması, "kaybet-kaybet" eksenli sonuçlar yaratmaya gebedir. 

 (5) Söz konusu projenin hayata geçirilmesi halinde durumdan en fazla 
yararlanacak olanların Suriye'de çatışan Kürt gruplar olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. 

PKK'nın Suriye kanadını oluşturan PYD'nin bu kapsamdaki kazanımlarının PKK'nın "çözüm süreci"ndeki taleplerini artırmasına neden olacağı gibi, hali hazırda Kürt devletinin kurulmanın önündeki en büyük engel olan psikolojik sınırın da aşılmasına yardımcı olacaktır. Nitekim, PKK terör örgütünün Kobani'yi gerekçe göstererek Türkiye'de başlattığı kalkışma bu tezi doğrulamaktadır. 

 (6) Uluslararası hukuki dayanaktan yoksun olan bu programın arkasında 
ABD'den başka fiili bir uluslararası bir destek de bulunmamaktadır. NATO gibi, küresel ölçekte faaliyet gösteren güvenlik örgütünün Türkiye dışındaki hiçbir üyesi sembolik dahi olsa bu programa katkı sağlamamıştır. Orta Doğu'daki diğer uluslararası kuruluşların bu programa destek vermedikleri görülmektedir. Türkiye'nin uluslararası mekanizmaları harekete geçirmekte karşılaştığı güçlüğün bu örnekte de devam ettiği görülmektedir. Bu durumun yaratmış olduğu sakıncalar geçmişte yaşanmıştır. 

c. Dış Siyaset Bakımından Sakıncalar 

 (1) Hükûmetimiz tarafından ahlaki nedenlerle rasyonelleştirilmiş olsa da, Esad 
Rejiminin devrilmesini temel şart sayan Suriye politikası, devletin manevra sahasını kısıtlamıştır. 
Bu kapsamdaki gelişmelerin, Türkiye ve Suriye aleyhine, ABD, Fransa, Almanya, Rusya, İran ve İsrail'in lehine seyrettiği değerlendirilmektedir. Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin Suriye iç savaşının başında Türkiye'yi yalnız ve zor durumda bırakan manevralarını yineleme ihtimali göz ardı edilmemelidir. Gerçekten de program başarı 
sağlamadığı ve risklerinin fazla olduğu görüldüğünde ABD programı sonlandırıp 
ayrılacaktır. Ancak Türkiye bu durumun yaratacağı olumsuz sonuçlarını yaşamaya mecbur kalacaktır. 

 (2) Gelinen aşamada, Türkiye'nin Esad Rejimini devirmek için yeterli 
olmayacak bu projeye dâhil olmakla kazanacaklarından fazlasını kaybetme tehlikesinin kuvvetle muhtemel olduğu, buna karşın Suriye Yönetimi ile ilişkileri orta vadede düzeltme imkanlarını halen muhafaza ettiği değerlendirilmektedir. 

 (3) Suriye krizinde hâlâ Esad Rejiminin yanında duran Rusya ve İran’ın bu 
programdan ciddi rahatsızlık duymaları beklenmektedir. Bu ülkelerin elinde Türkiye’ye karşı misilleme olarak kullanabilecekleri doğal gaz ve petrolden terör örgütlerine yardıma kadar uzanan kapsamlı seçenekler mevcuttur. Bu bağlamda PKK’nın desteklenmesi, çözüm sürecinin tamamen bitirilmesi ve çatışmaların tekrar başlaması seçenek dışı değildir. 

ç. İç Politika ve İç Güvenlik Bakımından Sakıncalar 

 (1) Riskler açısından dikkate değer bir nokta da Türkiye’nin ABD’nin programına iştirakinin; Türkiye kamuoyunda hükümetin Suriye’ye yönelik politikası hakkında birbiriyle çelişen algı paketlerini kuvvetlendirmeye, toplum içinde ve toplumun 
bir kısmıyla hükümet ve devlet kurumları arasındaki güveni kötüleştirmeye sebebiyet verebileceği gerçeğidir. 

 (2) Türkiye'nin IŞİD ile mücadelesi, PKK'ya güç kazandıracaktır. 
Bu durum, Esad Rejiminin müttefikine yardım etmek anlamına geleceği gibi yukarıda [md. 5, b, (5)] sunulduğu üzere, terör örgütünün "çözüm süreci"ndeki pazarlık gücünü de artıracaktır. 
 
(3) ABD tarafından, bu tür programlarda rejim karşıtlarına verilen silahlar 
sonunda kendisine dönmüştür. Sovyet işgaline karşı mücahitlere verilen Stingerler sonunda Taliban’ın eline geçmiş, -elektronik sistemleri havadan devre dışı bırakılıncaya kadar geçen süreçte- ABD uçaklarını vurmuştur. Stinger benzeri silahlar radikal örgütlerin eline geçtiğinde provokasyon ve/veya misilleme amaçlı Türk uçak ve helikopterlerine karşı kullanılması dikkate alınması gerekli diğer bir risktir. Bu tür silahların diğer örgütlerin eline geçmesi (PKK ve IŞİD dâhil), eğitilenlerin taraf değiştirmesi hatta rejim saflarına katılması şaşırtıcı olmamalıdır.30 

 (4) Eğitim merkezinin kendisinin ve merkezde görev alan yabancı ve Türk 
personelin; IŞİD ve benzeri örgütler, Esad Rejimi bağlantılı örgütler ve rejime destek veren ülkelerin istihbarat birimlerinin yönlendirmesinde misilleme amaçlı eylemlere maruz kalması göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir risktir. 

 (5) Türkiye’de açılacak eğitim merkezine ABD’den CIA personeli, asker 
eğiticiler ve Blackwater, Dyncorps ve MPRI gibi özel şirketlerin elemanlarının gelmesi olasıdır. Bunların kamuoyuna izahı zor olduğu gibi bu personelin hedef teşkil etmesi de Türkiye için bir risktir.31 

Yukarıdaki risklerin bir kısmı Türkiye ABD’nin programına ev sahipliği yapmasa da 
mevcuttur. Ancak bu program küresel ve bölgesel gerginliğin arttığı bir ortamda riskleri artırmaktadır. 

7. Sonuç ve Değerlendirme 

ABD’nin, "Suriye'deki ılımlı muhalif gruplara 'Eğit ve Teçhiz Et' programı söylemi, 
açıkça bir algı operasyonudur. Hukukun ve askerî bakımdan ise program; “Teşkilatlandır, Eğit, Teçhiz Et, Silahlandır ve Savaştır” olarak anlaşılmalıdır. 

Bu program yeni değildir. 1980’lerde Nikaragua ve Afganistan başta olmak üzere onlarca ülkede uygulanmıştır. 
Programların sonuçları ABD açısından bazen başarılı olmuştur. Ancak bölge ülkeleri her zaman kaybetmiştir. 
Türkiye bu programa iştirak ettiğinde uluslararası hukuki dayanaktan yoksun bir 
adım atmış olacağı gibi önemli politik ve askerî risklerle karşı karşıya kalacaktır. 

Özetle: 

_ Programın bu şartlarda uygulanması, uluslararası ve iç hukukumuza aykırıdır. 
_ Eğitilenlerin insanlığa karşı işleyeceği suçlardan ötürü Türk yöneticilerin 
yargılanması tehlikesini taşımaktadır. 
_Programın, ön görülen siyasi ve askerî hedeflere ulaşma imkanı ciddi ölçüde 
kısıtlıdır. 
_ Türkiye'yi uzun süreli bir çatışmaya karışan taraf olma konumuna sürükleyecek 
olan bu durum, devletimizin barışçı niteliğini ve Orta Doğu halkları gözündeki lider ülke imajını kemirecektir. 
_Uluslararası meşruiyetten yoksun olarak hem IŞİD hem de Suriye Rejimine karşı 
taraf olmak Türkiye'yi her koşulda kaybetmeye mahkûm bırakabilecektir. 
_ Uluslararası kuruluşların desteği ve Türkiye'den önce Batılı devletlerin bu 
programa katılması önerilmelidir. 
_ Programdan en fazla yararlanacak kesim PKK terör örgütü olacaktır. 
_ Türkiye'nin programa destek sağlaması, Rusya ve İran'ın açık ve örtülü 
yaptırımlarına sebebiyet verebilecektir. 
_ Suriye ile olan ilişkilerin onarılması ihtimali büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. 
_ Türkiye'nin programa ev sahipliği yapması, iç güvenlik risklerini de beraberinde 
getirebilecektir. 

Diğer taraftan ABD’nin program için tek seçeneği Türkiye değildir. Türkiye, IŞİD'e 
finansal destek sağladığı için açık yakalanan Körfez Ülkeleri ile siyasal ikbalini ABD'li yöneticilere bağlayan Ürdün'den çok daha farklı bir konumdadır. Bu nedenle Türkiye, bu programa iştirake ve ev sahipliğine zorunlu değildir. 


DİPNOTLAR:

30 ABD’nin Afganistan’da eğittiği asker ve polislerde yıllık firar oranları hala yüksektir. Firarilerin bir böümü Taliban saflarına katılmıştır. “Defections hit Afghan forces: Police and soldiers join Taliban, blaming "anti-Muslim 
behaviour" of foreign troops”, Al Jazeera, 15 October 2008, 
http://www.aljazeera.com/news/asia/2008/10/200810152158993793.html 
31 2009 yılında Afganistan’da Chapman Harekât Üssünde bir intihar bombacısının eyleminde 7 CIA mensubu ile bir Ürdün ve bir Afgan olmak üzere 9 kişi hayatını kaybetmiştir. “Suicide bomber attacks CIA base in Afghanistan, killing at least 8 Americans”, The Washington Post, 31 December 2009. 
http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2009/12/30/AR2009123000201.html 


***

27 Kasım 2019 Çarşamba

5 Soru: Akdeniz’de Enerji Oyunu.,

5 Soru: Akdeniz’de Enerji Oyunu.,


Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney, 
BAU CEMES- Akdeniz Güvenliği Merkezi Başkanı, BAU Kıbrıs İİSBF Dekanı,
25 Temmuz 2019



1 Akdeniz’deki son gelişmeler ' Enerji Oyunu' Çerçevesinde değerlendirilebilir mi? 
2 Türkiye’yi Dışlayarak enerji kaynaklarının pazarlanması mümkün mü? 
3 Doğu Akdeniz’de bulunan gazın East-Med Boru Hattı ile Avrupa’ya taşınma ihtimali nedir? 
4 AB’nin Doğu Akdeniz’deki jeopolitik oyunda tutumu nedir? 
5 AB/Avrupalılar Doğu Akdeniz’de nasıl bir tutum takınmalı?


1 Akdeniz’deki son gelişmeler “Enerji Oyunu” çerçevesinde değerlendirilebilir mi?
Öncelikle 2009’da Doğu Akdeniz’de doğal gaz rezervlerinin ilk keşfi yapıldığında bölgedeki enerji kaynaklarının bölge ülkeleri arasındaki siyasi sorunları çözmek konusunda özendirici bir mahiyet taşıyacağı düşünüldü. Özellikle, Obama yönetimi bu düşünce ile hareket etmekte ve Kıbrıs meselesinin çözümünde de Akdeniz’de bulunan gaz rezervlerinin kolaylaştırıcı bir etken olacağına inanmaktaydı. O gün için basit bir mantığı vardı işin: gaz çıkaran ülkeler iç-tüketim fazlasını doğal olarak satmak istiyorlardı. Avrupa pazarı da hem coğrafi yakınlığı hem de enerji çeşitlendirme ihtiyacı nedeniyle bu iş için mantıklı görünüyordu. Avrupa pazarına ticaret barışını savunan Türkiye üzerinden ulaşmak mümkündü ve ABD’de Obama yönetimi Avrupa’nın Rusya’ya bağımlılığını azaltmak için tüm bu paketi destekliyordu. Hatta yine o günlerde Kıbrıs adası çevresindeki bloklarda var olan gaz rezervlerinin Kıbrıs sorununun siyasi çözümünde taraflar arası kolaylaştırıcı olacağı fikri ortaya atıldı.

Ancak, 2009’da bir ekonomik enerji oyunu paketinde sunulan Doğu Akdeniz gaz rezervleri meselesinin zaman içerisinde ekonomik oyun hattından kaydığını gözlemliyoruz. Zaten o günden bugüne farklı gaz anlaşmaları imzalansa ve farklı jeopolitik gaz koalisyonları kurulsa da 2009’dan beri gazını satmak için kapı kapı dolaşan İsrail bile henüz somut bir ekonomik kazanç sağlayabilmiş değil. İsrail, Doğu Akdeniz’de özellikle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) sağladığı çerçeve üzerinden ekonomik kazançtan ziyade donanma kabiliyetlerini geliştirmeye çalışıyor izlenimi veriyor. İsrail’in bu genel tutumu Akdeniz’deki jeoekonomik oyunun jeopolitik oyuna paralel olarak değiştiği savımızla uyumlu.

Akdeniz’deki jeopolitik oyun bölgeye Rusya Federasyonu’nun 2015 tarihinden itibaren gelişiyle tamamen değişti. Moskova’nın anılan tarihten sonra Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’de belirli bir alanı askeri kapasitesiyle (A2/AD) rakiplerinin erişimine kapatması üzerine, Trump yönetimi, ABD’nin jeopolitik açıdan Akdeniz’e geri dönüşünün bir zorunluluk olduğu sonucuna vardı. Haziran 2019’da, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Akdeniz’i Washington için yeni bir stratejik cephe olarak ilan etmesi de bu bağlamda bir tesadüf değildi. Trump yönetimi, Akdeniz’e geri dönüşü iki aşamalı olarak somutlaştırmaya karar verdi.

İlk aşamada, ABD Akdeniz’de var olan donanmasının gücünü artırmak suretiyle deniz sahasındaki askeri varlığını ve dolayısıyla görünürlüğünü ciddi şekilde artırdı. İkinci olarak, GKRY, Yunanistan, İsrail ve Mısır’dan oluşan yeni bir dörtlü ittifakı doğal gaz alanında oluşturdu. İlk aşamanın göze batmaması (Rusya ile askeri sınırlı çatışma riskinin kontrolü) için ikinci aşamadaki enerji oyunu faydalı bir kılıf işlevi de görmekteydi.

GKRY ve Yunanistan için ise bu bir fırsatı ifade ediyordu. Böylece GKRY, 2003 senesinden itibaren sürdürdüğü adanın doğal kaynaklarının paylaşımından KKTC’yi dışlayarak Kıbrıs Türk toplumu üzerindeki ekonomik ve siyasi baskıyı artırma politikasını bir adım daha ileri götürme fırsatı yakaladığını düşünebilecekti. Bilindiği üzere Kıbrıs adası etrafında bulunan doğal kaynaklar üzerinde eşit hakka sahip KKTC’nin meşru haklarından mahrum edilmesi tam olarak 2003 senesinde GKRY’nin tek taraflı MEB ilan etmesi ve buraya uluslararası firmaları çağırmasıyla başlamıştı. Uluslararası hukuka göre son derece sorunlu bu adımlara farklı jeopolitik nedenlerle İsrail, Mısır ve ABD’den, nihayetinde de AB’den destek bulmak elbette GKRY için  cesaretlendirici bir etki yaratıyor.

Aslında Türkiye ve KKTC’nin açıkça, Rusya’nın örtülü olarak dışlandığı bu enerji projeleri (örneğin East-Med) a)- ekonomik ve siyasi maliyeti çok yüksek, b)- jeopolitik riskler nedeniyle geleceği belirsiz ve c)- Türkiye ve KKTC’nin haklarını yok saydığı için gayri-hukukidir. Tüm bu nedenlerle de Doğu Akdeniz’deki oyun saf bir ekonomik enerji oyunu olsaydı kâr-zarar/ fırsat-risk hesaplarındaki zarar-risk hanesinin ağırlığı nedeniyle yapılabilir bulunamazdı. Üstelik Türkiye ve KKTC’nin haklarının göz ardı edilmesi üzerine odaklı bu projeler bölgesel ticaretin olmazsa olmazlarından biri olan istikrara katkı sağlamak bir yana kaynak çıkarımı ve ticaretini bölgede istikrarsızlık üretmenin bir aracı haline getiriyorlar. Kimi odaklarca zikredilen olası rezervlerle ilgili rakamlar çok büyük olsa da henüz kanıtlanmış rezerv miktarları ve ticaret hacmi bu tür bir sıfır toplamlı oyun dayatmaktan çok uzak. Tüm bu gerçekler bize, enerji oyunu kisvesi altında rakibi kıymetli alanlardan dışlamaya yönelik bir jeopolitik oyunun ABD tarafından (kimileri için de Rusya tarafından) bölgeye dayatıldığını ve başta GKRY ve İsrail olmak üzere çeşitli aktörlerce bir fırsat olarak çıkarcı bir biçimde satın alındığını düşündürtüyor.

Türkiye’yi dışlayarak enerji kaynaklarının pazarlanması mümkün mü?

Oyun, enerji oyunu ise yukarıda zikrettiğimiz nedenlerle cevap çok açık bir “hayır”. Ancak oyun jeoekonomik görünümlü bir jeopolitik oyun. 

Jeopolitik oyun 

a)- Rusya’nın bölgedeki 2015 kazançlarından geri püskürtülmesi çok zor olduğu için bu kazançların dengelenmesi ve sınırlanması, 

b)- Rusya’nın sınırlanması üzerinden İran’ın sıkıştırılması, 

c)- Türkiye’nin sınırlandırılması üzerinden Ankara’nın Doğu Akdeniz mücadelesinde kendi adına iki rakip arasında ve kendine yönelik tehlikeler karşısında “dengenin dengeleyicisi” rolünü oynamasının engellenmesi gibi farklı amaçlar taşıyor. 

Bu nedenle Doğu Akdeniz’deki enerji oyunu bahane edilerek Ankara, 

a)- enerji oyununa dahil edilmemiş; yalnızmış, izole edilmiş gibi gösteriliyor ki Ankara, kendi karasularında ve KKTC’den aldığı yetki ile Kıbrıs çevresinde arama ve sondaj faaliyetleri yapma yeteneğine ve gücüne sahip olduğu müddetçe izole edilmiş, dışlanmış değil oyunun tam ortasındadır. 

b)- Ankara ve KKTC sanki meşru haklarını savunmuyorlarmış gibi gayri hukuki bir algı oluşturuluyor (Fatih gemisi personeli ile ilgili GKRY’nin izlediği politika buna örnek olarak verilebilir). Böylece bu fırsatçı aktörler, East-Med projesi ya da Sevilla Haritası gibi akla ve günün siyasal gerçekliğine uygun olmayan revizyonist projelerin (hem Türkiye’yi hem KKTC’yi hem de Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik haklarını yok sayan) gayri hukukiliğini de çıkarılan bu gürültü esnasında unutturmaya çalışıyorlar.

Bu noktada Türkiye alan-kapatma kabiliyetlerini geliştirerek son derece yerinde bir politika izliyor ve bu nedenle de karşı aktörlerde endişe yaratıyor. 

Bu çerçevede S-400 gibi alan-kapatma sistemlerinin ve geliştirilen donanma ve hava kabiliyetlerinin çok önemli olduğunu ifade etmek gerekir. Benzeri milli sistemler de geliştirilmeli, geliştirilecektir. Türkiye’nin sismik araştırma ve derin sondaj kabiliyetine sahip sayılı ülkeler arasında olmasının ve bölgede mütecaviz ve saldırgan hareketleri caydırabilecek deniz ve hava kabiliyetlerine sahip bulunmasının aslında yukarıda zikredilen jeopolitik oyunun Türkiye ayağını akamete uğrattığı da bir gerçektir. Çünkü bu kabiliyetler artıkça ve kullanıldıkça Türkiye ve KKTC’nin haklarını yok sayan hiçbir projenin ekonomik ve siyasi olarak yapılabilir olması mümkün olmayacaktır. Zaten Ankara, Türkiye ve KKTC’nin uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanarak Akdeniz’de bir oldu bittiye müsaade etmeyeceğini de her fırsatta göstermektedir.

Türkiye, halihazırda Akdeniz’de 2004 senesinden itibaren BM‘ye kaydettirdiği kıta sahanlığının dış sınır limitleri dahilinde hukuki haklarını kullanıyor. Ayrıca, TPAO’ya KKTC 2009 ve 2012 senelerinde off-shore lisans garantisi verdi. Nitekim, Kıbrıs Rum yönetiminin 2004 senesinde tek taraflı olarak ilan ettiği sözde MEB’e karşı Ankara da 2011 yılında KKTC ile ruhsat anlaşması yaptı ve Türkiye’yi ada çevresinde kendi deniz yetki alanlarında hidro-karbon kaynak araştırması yapmakla yetkilendirdi. Bu çerçevede, Fatih gemisinin sondajı, KKTC tarafından Türkiye’ye verilen ruhsat anlaşması kapsamında devam ediyor. Temmuz ayı başında Yavuz da sondaj faaliyetine başladı. Türk yetkililer, Türkiye ve KKTC’nin belirli alanlardan dışlanamaz olduğunu gösterecek şekilde kabiliyetlerin kullanılmaya devam edeceğini her fırsatta belirtiyorlar.

Doğu Akdeniz’de bulunan gazın East-Med Boru Hattı ile Avrupa’ya taşınma ihtimali nedir?

2009 yılında Israil’in Tamar ve Leviathan bölgeleriyle GKRY’nin Afrodit alanında gaz bulmasıyla birlikte AB üyesi devletler Rus gazına bir alternatif bulabilecekleri konusunda heveslendiler. Bu bağlamda, Avrupa’ya nakledilecek gaz için en kısa ve ekonomik güzergah Kıbrıs üzerinden denize döşenecek bir boru hattı ile gazın Türkiye üzerinden sevk edilmesiydi. Ancak, daha sonra jeopolitik unsurların devreye girmesiyle East-Med boru hattı projesi, KKTC ve Türkiye’yi dışlayan bir opsiyona dönüştürülüp, İsrail ve GKRY’nin çabalarıyla pişirilip masaya getirildi. Halihazırda, AB’nin de desteklediği bu projenin bazı ciddi sorunları var. Bir defa, East-Med’in hayata geçmesi için 3000 km. uzunluğunda boru hattı döşenmesi gerekiyor. Üstelik bu hattın döşenmesi planlanan Girit ile Yunanistan arasındaki deniz tabanında ciddi jeolojik zorluklar mevcut. Ayrıca, East-Med Boru Hattı projesinin tamamlanması halinde maliyetinin yaklaşık 10 milyar euroyu bulması bekleniyor. Sonuçta, bu projenin hem teknik açıdan ciddi zorlukları içinde barındırması hem de iktisadi açıdan oldukça maliyetli olması yakın gelecekte East-Med’in hayata geçirilmesi önünde ciddi bir engel olarak duruyor. Mevcut şartlar altında, East-Med projesinin tıpkı Nabucco boru hattı projesi gibi rafta kalması da pekala mümkün. Elbette proje, bazı aktörler tarafından her şeye rağmen finanse edilebilir. Bu durumda beklenti ekonomik bir kazanç olmayacaktır. Siyasal olarak aktörlerin ne kazanacağı da Türkiye’nin kendi ve KKTC’nin haklarını korumak konusundaki kararlılığı nedeniyle belirsiz. Dolayısıyla proje daha çok hedefi belirsiz bir siyasi manipülasyon aracına dönüşmüş durumda.

AB’nin Doğu Akdeniz’deki jeopolitik oyunda tutumu nedir?

AB genel olarak, Avrupalı ülkeler özelde Doğu Akdeniz’deki soğuk savaşa hazırlıksız yakalandılar. Aslında Avrupa kendi içinde kendi sorunlarıyla boğulmuş durumda. Brexit sonrası belirsizlikler cevaplardan çok soru getiriyor ve Avrupalı liderler hala sol ya da sağ yükselen popülizmle mücadeleden korkuyor. Ayrıca Trump LNG ve NATO politikaları üzerinden Avrupalıları bölerken sıkıştırmayı başarmış görünüyor. Elbette AB, PESCO gibi bir B planı için hazırlıklar yapıyor ama pek çok ciddi uzmana göre, PESCO kabiliyetler, planlama ve bütçe gerçeklikleri açısından henüz ciddi bir alternatif değil.

Bu sınırlılıklar nedeniyle AB ve Avrupalı liderler Doğu Akdeniz’deki jeopolitik oyunu dönüştürücü bir proje öneremiyor, üyeleri olması hasebiyle kabiliyetleri Doğu Akdeniz’i dönüştürmek konusunda çok çok sınırlı olan ve şimdilik ABD destekli projelere angaje GKRY’nin peşine takılan bir tutum takınıyorlar. Kısaca, Avrupalılar ABD-Rusya-Türkiye arasındaki pazarlıkların uzağına düşmüş, ABD’nin temelde Rusya karşıtı kurguladığı politikanın bir aracı haline dönüşmüş durumdalar, ancak bu sürecin doğru akıllıca bir jeopolitik tercihi ifade edip etmediğinden de emin değiller. Avrupalılar, Doğu Akdeniz’deki soğuk savaşın aktörü olmaktan uzaklaşırken, Doğu Akdeniz’deki, şimdilik ABD’nin desteklediği, Rusya’nın seyrettiği ve Türkiye ile KKTC’yi dışlamaya odaklanan oyunun parçası oluyorlar. Bu yüzden maalesef Avrupa’nın Annan planı referandumu sonrası barış ve istikrar üretmekte başarısız, aldatmacaya dayalı Kıbrıs politikasının da giderek güçlendiğini gözlemliyoruz. Bu tür bir Türkiye karşıtı maske takmak, Rusya karşıtı bir bloğun desteklenmesi gerçeğinden daha güvenli bir seçenek olarak görülüyor. Oysa bu seçeneğin güvenli ve AB’nin stratejik duruşunu/var oluşunu güçlendirici bir tercih olduğunu söylemek çok zor çünkü bu seçenekle AB/Avrupalılar sadece jeopolitik riskleri ve tırmandırma stratejilerini besliyorlar.

AB/Avrupalılar Doğu Akdeniz’de nasıl bir tutum takınmalı?

AB’nin kurumsal olarak yaşadığı ve kimi uzmanlarca AB krizi olarak nitelendirilen süreç küçük aktör çıkarcılığına ya da büyük aktörlerin küçük aktörler tarafından çatışmaya sürüklendiği (chainganging) irrasyonel davranış biçimlerine de fırsat veriyor. Nitekim GKRY’nin uzun bir süredir AB nezdinde sürdürdüğü Türkiye ve KKTC karşıtı kara propaganda Brüksel’in Ankara aleyhine bazı sınırlı yaptırım kararları almasına neden oldu. Aslında bu tür tırmandırmanın caydırıcılık fonksiyonu hemen hemen hiç yok çünkü Ankara hem Akdeniz’deki kendi deniz yetki alanları içinde hem de KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsat yetkilendirme alanlarında Fatih ve Yavuz derin sondaj gemileriyle çoktan faaliyetlerine başladı. Dolayısıyla caydırmadan ziyade Türkiye’ye yönelik bir cezalandırma eylemi söz konusu ki bu hem bugüne kadar Kıbrıs sorunu dahil Akdeniz’deki çözülmemiş sorunların kaderi düşünüldüğünde son derece faydasız bir eylem hem de tırmandırma riskinin bulunduğu bir ortamda son derece risk üreten bir stratejidir.

Ayrıca cezalandırma eyleminin Türkiye açısından bir etkisi olduğunu söylemek de zor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ifade ettiği üzere Brüksel’in bu yaptırımları ciddiye alınmayacak kadar önemsiz, zira Brüksel zaten AB Katılım Öncesi Yardım Aracı (IPA) kesintilerini çok önceden devreye sokmuştu. Kısaca, AB’nin etkisiz, bölgedeki istikrar adına negatif sonuçlar üreten, bölgenin çok önemli bir gücünü ve Kıbrıs Türk toplumunu ötekileştiren bu sağduyudan uzak akılsız politikaları, caydırıcılık işlevi olmayan dolayısıyla aslında güçsüzlüğe işaret eden cezalandırma stratejilerini bir kenara bırakarak bir an önce “fabrika ayarlarına” dönmesi ve Avrupa için çok önemli olan bu bölgede Türkiye ile akılcı diyalog mekanizmalarını ve güven artırıcı tedbirleri devreye sokması gerekiyor.

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney, BAU CEMES- Akdeniz Güvenliği Merkezi Başkanı, BAU Kıbrıs İİSBF Dekanı

https://www.setav.org/5-soru-akdenizde-enerji-oyunu/


***

23 Kasım 2018 Cuma

ABD ve AB Suriye’ye Demokrasi Getiriyor?!

ABD ve AB Suriye’ye Demokrasi Getiriyor?!


Prof. Dr. Ümit Özdağ  
19 Ağustos 2011


ABD Başkanı Obama, 18 Ağustos 2011'de - Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Baki Moon'u arayarak Suriye Ordusu'nun muhaliflere yönelik operasyonlarını sona erdirmesinden bir gün sonra- Esad'ın istifa etmesi çağrısında bulundu. Obama'nın çağrısını Avrupa Birliği Dış Politika Şefi Catherine Ashton'ın, Esad'ın meşruluğunu tamamen yitirdiğini ve geri çekilmesi gerektiğini açıklaması izledi. Ashton'un açıklamasını Fransa Cumhurbaşkanı N. Sarkozy, Almanya Başbakanı A. Merkel ve İngiltere Başbakanı D. Cameron'un Esad'a yaptıkları görevden çekilme çağrıları izledi.[1]
Bütün bunlar olurken BM İnsan Hakları Komiseri Navi Pillay, Cenevre'de Suriye yönetimini ağır bir şekilde suçlayan 22 sayfalık bir raporu açıkladı.[2] Raporda sivil halka yönelik sistematik ve yaygın saldırılarla yapılan insan hakları ihlallerinden bahsedildi. Suriye yönetiminden 50 yetkilinin değişik seviyelerde karıştığı söylenilen suçlarla ilgili olarak Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesine atıfta bulunuldu.[3]
Esad'a karşı yapılan açıklamalar bir süreden bu yana ABD ve AB'nin devirmek istedikleri yönetimlerin "egemenlik haklarını" menfaatlerine göre kısıtlamaları üzerine kurulu bir politikanın sürdüğünü gösteriyor. Bahreyn'de ülkenin Şii kökenli çoğunluğunu oluşturan sivil göstericiler Sünni kökenli sultana karşı ayaklanınca, kadınların araba bile kullanmasının yasak olduğu Suudi Arabistan Ordusu'nun Bahreyn'e girerek gösterileri bastırması karşısında en küçük bir tepki vermeyen ABD-AB-BM üçlüsü Libya'da ve Suriye'de bir başka yola başvuruyor.
1648'de imzalanan Westphalia anlaşması ile ülkelerin egemenlik haklarının birbirleri tarafından kabul edilmesi modern dünya sisteminin kurulmasının da temelini oluşturmuştur. Ülkelerin birbirlerinin egemenliklerini değişik iddialar çerçevesinde ihlal etmesi uluslararası sistemin orman kanuna dayanmasına neden olacaktır. Çünkü iddiaların hukuken doğruluğuna bağımsız olarak karar verebilecek ve herkes tarafından kabul edilen bir makam yoktur.
Devletlerin egemenlik hakları 1648'den bu yana tabii ki önemli bir evrim geçirmiştir. Bunun neticesinde teoride uluslararası insan hakları hukuku, devletlerin kendi ülkelerinde temel insan haklarını kısıtlamalarını engellemektedir.[4]Devletler kendi ülkelerinde başka ülkelere saldıran çeteleri barındıramazlar. Kendi ülkelerinden kaynaklanan ancak sonuçları komşu ülkeleri de etkileyen örneğin, çevre kirlenmesi gibi konulardan, sorumludurlar.[5]
Bu çerçevede örneğin PKK'nın Kuzey Irak'tan sürekli Türkiye'ye saldırması ve Türk vatandaşlarını öldürmesi de devletler hukukun veya ABD'nin küresel ısınmayı durdurmayı hedefleyen Kyoto Sözleşmesini kabul etmemesi de uluslararası hukukun ihlalidir. Ancak uluslararası hukuk, hukuk sisteminin en zayıf koludur. Çünkü arkasında güç olmadığı için ihlalinin bir bedeli de yoktur. Örneğin ABD'de çıkacak bir ayaklanmada sivillerin öldürülmesi durumunda ABD'ye müdahale edecek bir güç mevcut değildir. Öte yandan İsrail'in Gazze'de sivillere yönelik yasak silahlar kullanması herhangi bir uluslararası hukuk yaptırımı ile karşı karşıya kalmamaktadır.
Söz konusu Suriye olunca uluslararası insan hakları kuralları hatırlanmaktadır. Üstelik Suriye'de gerçekleşenler televizyonların gösterdiği yorumlardan mı ibarettir? Çünkü televizyonların kitleleri nasıl yanıtlığı son yıllarda birçok kez görünmüştür. Suriye'de de güvenlik güçlerinin ne kadar "sivil halk" ile ne kadar "silahlı direnişçi" ile çatıştığı tartışmalı bir husustur. Suriye Ordusu'nun kullandığı şiddetin ölçüsü de tartışmalıdır. Örneğin televizyonlara göre Hama ordu tarafından topçu ateşi altına alınmıştır. Ancak Suriye'deki Türk Büyükelçisi Hama'da ziyareti sırasında topçu ateşinin izlerini kentin hiçbir yerinde görmediğini açıklamıştır.
Özetle, Suriye'de gerçekte neler olduğu konusunda Ankara kendi dosyasını oluşturmalıdır.Türkiye, Ortadoğu komşularının demokratikleşmesini istemeli ve desteklemeli ancak bunu Batı'nın "demokrasi ihracı" yöntemleri ile değil, kendi özgün ve yeni geliştirilecek yöntemleri ile yapmak için çalışmalıdır. Batının "demokratikleştirme yöntemleri" insani ve ahlaki her türlü değerden yoksundur. Esasen Batılıların Ortadoğu ülkelerine bakışı özü itibarı ile Haçlı Seferlerini düzenleyen zihniyetten çok farklı değildir. Bundan dolayı Bush, Amerikan Ordularını Irak ve Afganistan'a yollarken "haçlı seferi" diyebilmiştir.
Sonuç
Her iki savaş öncesinde ve sırasında Washington, Irak ve Afganistan'ın demokratikleştirileceğini ileri sürmüştür. Ancak Amerikan Brown Üniversitesi'nin yapmış olduğu araştırmalara göre bu demokratikleştirme girişimi sırasında Irak ve Afganistan'da 225 bin insan ölmüştür. ABD bu iki savaşta 3,2–4 trilyon Dolar harcamıştır.[6] Aynı konuda araştırma yapan BM'nin yayınladığı raporda ise 137 bin sivilin 31 bin askerin öldüğü açıklanmıştır. Amerikan Ordusu'nun bu iki ülkeyi işgali sonucunda 7 milyon 800 bin insan mülteci durumuna düşmüştür.[7] Şimdi AB ve ABD, NATO aracılığı ile Libya'yı "demokratikleştirmek" için savaşmaktadır. Şimdi Suriye'ye yapılacak bir askeri müdahale yine yüz binlerin ölümüne yol açabilir. Türkiye bunu engellemek için elinden gelen her şeyi yapmalıdır.

[1] Hürriyet, 19 Ağustos 2011, "Avrupa'dan destek"
[2] Hürriyet, 19 Ağustos 2011, "BM "Çocuk katili' Batı "Bırak" dedi"
[3] Taraf, 19 Ağustos 2011, "Ona da Lahey Yolu Göründü"
[4] Yücel Acer ve İbrahim Kaya, "Uluslar arası hukuk-Temel Ders Kitabı", Ankara 2010, s. 104
[5] Age, s.104
[6] Turquie diplomatique, 15 Temmuz-15 Ağustos 2011, Sayı 30, "ABD'nin 'terörle savaşında' 225 bin kişi öldü"
[7] Agk.

3 Nisan 2018 Salı

Obama'nın avucunda ne var?

Obama'nın avucunda ne var?

Yılmaz Karakoyunlu

ykarakoyunlu@htgazete.com.tr 
04.04.2009 - 15:38  
Güncelleme:
Obama’nın gelişinde acaba çok özel bir sebep var mı?
Gazetelerde bu soruyla ilgili aydınlatıcı bilgiler yok. Televizyonda yapılan yorumlarda önemli ve özel bir gerekçe de anlatılmıyor. Ama uluslararası gümbürtüsü büyük bir seyahatten söz ediyoruz. 


Peki, bu seyahatten nasıl kazançlı çıkacağız?

Genelde Dışişleri Bakanlığı kurumsal etkinliğini hissettirmek için bu türlü “önemli adam” ziyaretlerinin arkasında neler olduğunu bir vesileyle kamuoyuna duyururdu.


Siyasi partilerin yönetiminde her dönem itibarlı ve etkili bir iki emekli büyükelçi bulunur. Dışişleri bu kadro aracılığı ile muhalefeti besler. Hatta tartışmaları yönlendirir.


Bugün de muhalefetin Meclis guruplarında emekli ve değerli büyük elçiler var. CHP’de Onur Öymen, MHP’de Deniz Bölükbaşı iki seçkin örnek...
Ama muhalefet Obama hakkında bir beklenti tartışmasını henüz açmadı.
Obama’nın gelişinde Türkiye’yi can damarında zora sokan bir husus görünmüyor. Aksine Türkiye, Obama’ya ilişkin bütün tartışma başlıklarında rahat bir konumda içinde.


Eskiden Nisan geldiğinde Hariciye bir engelleme telaşı yaşardı. Ermeni soykırım tasarısının Amerikan parlamentosundan geçirileceği korkusuyla kıvranırdık.
TBMM’de, milletvekillerinden oluşan “temas heyetleri” oluşturur Amerika’ya gönderirdik.


Bir de vazgeçilmez destek arayışımız vardı: Yahudi cemaatini en sağlam müttefikimiz olarak değerlendirirdik. 


Ermeni lobisinin Amerikan senatosundaki girişimleri gözümüzü fazla korkutmuyor. Anlaşılan Davos’a rağmen Yahudi cemaatinin desteğinde bir gevşeklik yok. Galiba telaşımız yok, endişemiz yok...
Hükümet, AB içeriğindeki Batılılaşma hedefini sanki askıya almış gibi görünüyor; ama Amerikan birlikteliğindeki tercihini ve kararlılığını pekiştirmekte ısrarlı davranıyor...
Seçimlerde önemli bir siyasi darbe yemiş olmasına rağmen AKP, iktidar etkinliğini ve bekleyişini sürdürmekte... Sıkıntılı bir noktamız yok gibi...
Ekonomik krizin teğet geçmediğini hükümet de anladı. Belirgin önlemler girişimi görünmüyor ama beklenti ciddiyeti devam ediyor...
Peki. Obama gelirken ne getiriyor?
Siyasetteki kıdemli büyükelçilerin Hariciye’den bir şeyler sızdıramamış olmaları ihtimal dahilindedir; ama oranı çok düşüktür. Bu durumda Obama’nın çantasında önemli bir teklif bulunabileceği söyleyebilir mi?
Türkiye, Afganistan ve Pakistan’daki Amerikan sıkıntılarının çözümünde yer alacaktır. Bunun değiştirilebilir yönü ve rotası kalmamıştır. Obama seyahatinin bu noktada önem taşıyan özelliği yoktur.
Bu seyahatten Türkiye’nin karlı çıkması gereken başlık bellidir: PKK...
Eğer Amerika bu bölgedeki kendi askeri varlığını Türkiye’nin etkinliği kullanarak çözmek istiyorsa, Türkiye’ye karşı yüklenmesi gereken bir siyasi sorumluluğu olmalıdır. Bu sorumluluk, PKK’yı bitirmektir... En küçük hücresine kadar bitirmek...
Eğer Tayyip Bey, Amerika’yı bu noktada ikna eder ve istenen sonucu sağlarsa, yedi yıllık iktidarının en mükemmel hedefini gerçekleştirmiş olur. Bu noktada sonuna kadar destek görmeye hem hakkı olur, ham de layık olduğu görülür...

Baht kapısı-Taht kapısı
Masal bu ya, zor ülkenin kralı ülkeyi yönetecek veziri seçmek için güçlü ve akıllı paşaları sınamak istemiş. Adayları o güne kadar görmedikleri büyük bir kapının önüne getirmiş: “Akıllı insanlarsınız. Bu kapıyı açmanızı istiyorum. Kapıyı açanı vezir yapacağım” demiş...
Adaylar, kapının büyüklüğü karşısında ürkmüşler. Denemeye bile gerek görmeden fikirlerini söylemişler. Bu büyüklükte bir demir kapıyı Zaloğlu Rüstem bile açamaz deyip kıvırmışlar...
Yeni paşa olmuş genç birisi kapıya yanaşmış. Her tarafını gözden geçirmiş. Açılması imkansız denilen kapının bakılmadık yerini bırakmamış. Sonra sert bir omuz darbesiyle kapıyı ardına kadar açmış...
Meğer kapı ustaca kapalı gibi gösterilmiş; ama aslında aralık duruyormuş. Meğer işin ne olduğunu inceleyecek akıl ve olup biteni değerlendirecek izan gerekiyormuş...


*
Burdur’un Ağlasun ilçesinde belediye başkanlığına seçilen MHP’li Aydın Kaplan, belediyedeki makam odasının kapısını söktürmüş. Yetmemiş sekreterinin kapı-sını da söktürmüş: “Halk ile belediye arasında engel kalmadı. Vatandaş bundan sonra başkanına direkt ulaşacak” demiş.


Muhtemeldir ki belediye binasının ana kapısını da söktürebilir... Biraz daha ileri gidip makam aracının kapısını da söktürür...


İddia olmak elbette ki çok önemli ve ayırıcı özelliktir. Takdir görür. İltifat görür. Kendisini izleyenler de çıkabilir. Hatta yeni belediyecilikte bir moda da yaratabilir.


Önemli olan engeli kafa yerine kapı sanan anlayışı değiştirmek...


http://www.haberturk.com/yazarlar/yilmaz-karakoyunlu/217759-obamanin-avucunda-ne-var

***

3 Şubat 2018 Cumartesi

Hoşyar Zebari’nin Türkiye Ziyareti ve Beklentiler,

Hoşyar Zebari’nin Türkiye Ziyareti ve Beklentiler,


22.01.2009,



Türkiye ile Irak arasından gelişen iyi ilişkiler yeni bir ziyarete daha sahne olmaktadır. 2008 yılı içerisinde her iki ülkenin üst düzey yetkilileri ve karar alıcı mekanizmaları tarafından yapılan karşılıklı ziyaretler, Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin, çeşitli temaslarda bulunmak üzere resmi ziyaret için Ankara'ya gelmesiyle devam etmektedir.

Zebari’nin Ankara’da Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la bir araya gelmesi beklenmektedir. Görüşmelerde ikili ilişkilerin yanı sıra, Türkiye ile Irak arasında Erdoğan’ın Bağdat ziyaretinde imzalanan yüksek düzeyli stratejik işbirliği anlaşmasının gözden geçirilmesi ve bu anlaşma neticesinde kurulması planlanan mekanizmaların görüşüleceği, ayrıca ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrasında bölgedeki güvenlik durumu ve Irak’ın kuzeyindeki PKK’nın varlığı ile Obama sonrası Türkiye-Irak ilişkileri gibi konuların ele alınacağı tahmin edilmektedir. 

Öte yandan Irak’ta 31 Ocak’ta yapılacak yerel seçimler, Kerkük, ekonomik ilişkiler ve bu bağlamda Irak doğalgazının Türkiye üzerinden diğer ülkelere sevk edilmesi, Irak’ın yeniden yapılandırma çalışmalarında Türk şirketlerinin yer alması, Irak’taki petrol sahaları için açılacak ihalelere Türk şirketlerinin katılımı, Ortadoğu’ya ilişkin konuların da konuşulması öngörülmektedir. Öte yandan Abdullah Gül’ün ertelenen Irak ziyaretinin gündeme gelmesi muhtemeldir.   Türkiye için en önemli konuların terör örgütü PKK’nın Irak’taki varlığı ve Kerkük meselesi olduğu düşünülmektedir. Görüşmeler sırasında, terör örgütü PKK’nın Irak’taki varlığına son verilmesi için aktif çaba gösterilmesi konusunda ısrar edilmelidir. Gerek merkezi hükümet gerekse Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim yetkililerinin verdikleri taahhütleri eksiksiz yerine getirmeleri konusu mutlaka gündeme getirilmelidir. Bu durumda geçmişten bu yana özellikle ABD işgali sonrası dönemde Türkiye’nin, Irak halkının arkasında olduğuna ve her koşul ve zamanda Türkiye’nin Irak halkından yardımlarını esirgemediğine vurgu yapılmalı, Türkiye’ye verilen taahhütlerin gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin yardımlarının süreceği ve artacağı belirtilmelidir. Kerkük konusunda ise, Irak parlamentosunda tarafından alınan Kerkük’te eşit yönetim paylaşımına dayanan karara ve kentteki dengenin korunmasına vurgu yapılmalı, Kerkük’e yönelik tek taraflı müdahalelerin Irak’ı etkileyeceği gibi, Ortadoğu’daki dengeleri sarsabileceği anlatılmalıdır. Kerkük’te oluşturulan sürecin işlemesi konusunda temennide bulunulmalı ve Kerkük’ün sürüncemede bırakılarak, Kürt grupların kentteki baskısını pekiştirmelerinde rahatsızlık duyulduğu ve bunun bölgedeki gerginliği arttırdığına dikkat çekilmelidir. Kerkük’ün Türkiye için bir beka sorunu olduğu üzerinde durularak, Irak’ta yaşayan Türkmenleri haklarının çiğnenmemesinin Türkiye için önemli olduğu sıkça vurgulanmalıdır. 

Bu konuda özellikle Irak’taki yerel seçimlerde Türkmenlerin yaşadığı bölgelerde geçmiş seçimlerde yapılan hile ve usulsüzlüklere dikkat çekilmeli, bu konuda tedbir alınması konusunda istekte bulunulmalıdır.   
Öte yandan Zebari’nin de Türkiye’den Irak’ın yeniden yapılandırılması konusunda destek isteyeceği, Irak’ta demokrasinin yerleşmesi için Türkiye’nin tecrübesini Irak’a yansıtmasını talep edebileceği ve Zebari’nin Kürt asıllı olması sebebiyle, özel olarak Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimle işbirliğini geliştirmesi çağrısında bulunabileceği değerlendirilmektedir. 
Bu noktada Zebari Ankara’da temaslarda bulunurken İran Dışişleri Bakanı sözcüsü Hasan Kaşkavi’nin Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimi ziyaret etmesi dikkat çekicidir.  


http://orsam.org.tr/orsam/DPAnaliz/12061?dil=tr

***

15 Kasım 2017 Çarşamba

AMERİKAN PERSPEKTİFİNDEN, ABD TÜRKİYE ORTAKLIĞI .., BİR ADIM İLERİ

AMERİKAN  PERSPEKTİFİNDEN, ABD TÜRKİYE ORTAKLIĞI .., BİR ADIM İLERİ


ABD TÜRKİYE ORTAKLIĞI.., BİR ADIM İLERİ..., ÜÇ ADIM GERİ
Michael Werz & Max HOFFMAN

12 Mart 2015
Mehtap Çolak Yılmaz


Meşhur Kemalist Söyleme göre

 “ Türkiye’nin Üç tarafı Denizle, Dört tarafı Düşmanla Çevrilidir ”. 

   Yıllarca öğrencilere öğretilen ve politikacıları yönlendiren bu algı, Türk politik vizyonuna Soğuk Savaş döneminin getirdiği kısıtlamaları yansıtıyor. 

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun güney kanadı olan Türkiye, Batı ittifakında hiçbir ülkenin olmadığı kadar, çift kutuplu dünyanın uzak bir jeopolitik köşesine hapsedildi. Türkiye, Varşova Paktı üyesi, Baasçı veya İslamcı eğilimleri olan baskıcı rejimlerle yönetilen ülkeler ve İran ve Yunanistan gibi derin tarihsel düşmanlıkları olan ülkelerle çeviriliydi.Bu kuşatma anlayışı 1990’larda yumuşamaya başladı ve 2002’de AKP hükümetinin seçim zaferiyle daha köklü bir değişime uğradı. 

   Başbakan Erdoğan Eylül 2008’de, Cumhurbaşkanı Gül’ün uzun süre yabancılaştırılmış olan Ermenistan’a tarihî gezisi sonunda, “Türk kompleksi arkamızda kaldı” şeklinde bir açıklama yaptı. Pratikte ve retorikte karşımıza çıkan bu değişimler Türkiye genelinde hâkim olan yabancı ülkelerin ülkeyi sınırlamaya çalıştığı yanılgısını yenmek için önemli bir çabaydı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “ Komşularla Sıfır Sorun ” Politikası, bu ana tema üzerine kurulu ve eski düşmanlıkları ittifaka çevirme amacına yönelikti. Bu yaklaşım determinist olup Türkiye’nin coğrafi konumuna dayansa da önemli bir ileri adımdı. Bu yeni görünümün, her bölgesel dinamiğin arkasında Batı emperyalizmini gören Türk komplo teorilerini eskiteceğini uman Türkiye’nin dostları ve Batılı gözlemciler  büyük bir iyimserliğe kapıldı. Bu yeni görüş, muhafazakâr bir perspektifle belirlenmişti ama aynı zamanda evrensel maddeler içeriyordu ve Ortadoğu ile iyi ilişkiler ve Avrupa Birliği üyeliğine yönelik modern ve rasyonel bir pozisyon barındırıyordu. 

2009’daki “ Kürt Açılımı ” bu dış politikanın yerel karşılığıydı. Açılım, Türk siyasetini ve toplumunu askerî etkiden arındırmak ve çoğunluğu Türk vatandaşı olan  binlerce Kürdün ölümüne yol açan, son otuz yıldır süren çatışmayı sonlandırmak için yapılan samimi ve politik açıdan cesur bir çabaydı. Açılımın çevresindeki hizmetler ve söylemsel değişim dolaylı olarak Türkiye Anayasası’nın “Hiçbir faaliyetin Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin karşısında korunamayacağını” dile getiren başlangıç maddesinin ne kadar eskidiğini ve belirsiz olduğunu gösterdi. Örneğin, devletin resmî televizyon kanallarında ve radyo istasyonlarında Kürtçe program yayınlanmaya başladı -ki bu geçmiş yıllarda düşünülemez bir gelişmeydi. Açılım, ülkenin etnik çeşitliğinin kabullenildiğini ve vatandaşlığın anlamın dan uzaklaşıldığını teyit etti. Bu gelişmelere bağlı olarak Başkan Obama, Bush döneminin ardından ABD’nin İslam dünyasıyla ilişkilerini yeniden oluşturma çabalarının bir parçası olarak 2009’da ilk yurtdışı seyahatini Ankara’ya gerçekleştirdi; bu, başkanlık tarihinde bir ilkti. TBMM’de yaptığı konuşmada Obama “Türkiye’nin demokrasisinin ülkenin kendi başarısı olduğunu ve hiçbir dış güç tarafından Türkiye’ye hükmedilmediği  ni” vurguladı ve ABD ile Türkiye arasındaki dayanışmanın önemini dile getirdi.


 _ Son bir buçuk  yıla damga  vuran dönüm noktalarından öğrenilecek önemli derslerden biri, Türkiye’nin Coğrafi Konumunun hem önemli bir değer hem de yükümlülük olduğudur.

 AMERİKA

   Ankara konuşması Obama hükümeti tarafından, Başbakan (şimdiki Cumhurbaşkanı) Erdoğan’ın ABD’yi sık sık kendi yerel popülist politikasında kum torbası olarak kullanma eğilimiyle birlikte Türk tarafından gittikçe artan çelişkili sinyallere karşın Türkiye’de beş yıl daha devam edecek ciddi bir politik sermaye yatırımı  başlattı. 

ABD, Türkiye ile ilişkilerini iki hükümet arasındaki sayısız günlük işlemin ötesinde, Türkiye’nin demok ratik reformlarla içeride meşruluğunu arttıran, Ortadoğu’da ekonomik ve  politik angajmanlarla bölgesel istikrara katkı sağlayan ve giderek karmaşıklaşan bölgesel dönüşümleri demokratik ve çoğulcu bir biçimde şekillendiren, kalıcı bir ortaklık hâline getirmeyi hedefliyordu.Ama geçtiğimiz yılki gelişmeler acı  bir şekilde bu beklentilerin gerçekçi olmadığını ortaya koydu. Belki de benzersiz bir bölgesel karışıklığın kurbanı olan Türk-Amerikan ortaklığı önemli  bir dönüm noktasından geçti. Ötesine geçmek bir tarafa, günlük işlemler bile artık zorlu birer pazarlık konusu hâline geldi. Siyasi yatırım politikası Türkiye’de veya en azından Türkiye’deki mevcut hükümet üzerinde işe yaramadı. 

Ömer Taşpınar’ın teşhis ettiği gibi, ABD “ Kendi hâline bırakma” politikasını deniyor ve Ankara hükümetini karşılık verip vermeme konusunda kararını vermesi için kendi hâline bırakmış durumda.Üç dönüm noktası Türkiye hükümetinin yetenek ve etkilerinin sınırlarını ortaya koyuyor. 

Bu üç nokta üç sıkıntılı ülkede, 
Üç meşhur yerle ilişkili: 

(i) İstanbul’da Gezi Parkı, 
(ii) Irak’ta Musul ve 
(iii) Suriye’de Kobani.

Gezi Parkı Mayıs 2013’te İstanbul’da bir şehir parkını kurtarmak için gerçeklesen küçük  bir protesto hareketi kısa bir süre içinde Türk toplumunda dönüşümün göstergesi 
ve muhtelif kentsel orta sınıfın,  bugün İslamcı olan geçmişte dışlanmış işçi sınıfının politik ve kültürel baskılarına karşı hareketlenmesinin sembolü
Son bir buçuk yıla damga  vuran dönüm noktalarından öğrenilecek önemli derslerden biri, Türkiye’nin coğrafi konumunun hem önemli bir değer hem de yükümlülük 
olduğudur.


https://www.amerikaninsesi.com/a/turk-amerikan-ortakligi-bir-adim-ileri-us-adim-geri/2677633.html


***


ABD'li düşünce kuruluşu: Bırakalım da AKP 'değerli yalnızlığı'n tadını çıkarsın.,

Obama yönetimi üzerinde etkili olduğu bilinen düşünce kuruluşu Center for American Progress, 9 sayfalık Türkiye raporu yazdı

13 Mart 2015 07:39



Ankara-Washington hattında yaşanan güvenlik, dış politika ve ticaret alanlarındaki sorunlar etkili düşünce kuruluşu ‘Center for American Progress’in (CAP-Amerikan Terakki Merkezi) Türkiye raporuna yansıdı. Demokrat Parti’ye yakın CAP, dün yayımladığı 9 sayfalık değerlendirmede “Bırakalım da AKP hükümeti, taraftarlarının dillendirdiği ‘değerli yalnızlığı’n tadını çıkarsın” diyerek Obama yönetimini bölgede Türkiye’yi önceleyen yaklaşımını değiştirmeye çağırdı.

Zaman'dan Beraat Gökkuş'un haberine göre, Michael Werz ve Max Hoffman imzası taşıyan raporda, ABD Başkanı Barack Obama’nın AKP yönetimindeki Türkiye’ye “güçlü, canlı ve seküler” demokrasisine güvenerek önemli siyasi yatırımlar yaptığı belirtildi. Ankara’nın ise Obama yönetimi için çok önemli olan “Irak’ın istikrarı, İran’ın nükleer alandaki hevesine karşı uygulanan ambargo rejiminin sağlamlığı ve terörle mücadele” konularında Washington’un beklediği katkıyı vermediği ifade edildi. “ABD-Türkiye Ortaklığı: Bir adım ileri üç adım geri” başlıklı incelemede bugün çok az sayıda uzmanın Türkiye’yi “canlı bir demokrasi olarak değerlendirebileceği, Avrupa Birliği üyeliği için gösterilen çabanın durduğu ve Ankara’nın güvenilir bir NATO üyesi olup olmadığının sorgulandığı” tespitlerinde bulunuldu. CAP, AKP yönetimindeki Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşmasının pek çok nedeni olduğunu; Ankara’nın “Batı’ya ve Batılı değerlere” koyduğu mesafenin ise bu durumun temel sebebi gösterilebileceğini ifade etti. Washington’un bölgesel politikaları için Ankara’ya yaptığı siyasi yatırımın işe yaramadığını kaydetti. Werz ve Hoffman bu analizlerine AKP’nin Rusya ve Çin’le yaptığı enerji ihalelerini, IŞİD’e karşı mücadelede müttefikler arasında “tartışma götürmez temel konularda bile” Beyaz Saray’la girilen pazarlıkları, Türkiye’de Amerikan düşmanlığını körükleyen ve hükümet tarafından tekrar tekrar kullanılan ABD, AB ve İsrail karşıtı söylemi gerekçe gösterdi.

IŞİD’in 2014’te Musul’u işgal etmesi ve Ahmet Davutoğlu’nun ‘her şey yolunda’ açıklamasından bir gün sonra diplomatik personelinin rehin alınmasını örnek göstererek AKP yönetiminin kabiliyetleri sınırlı, stratejik öngörüden uzak bir müttefik olduğunu dile getirdi. CAP, bölgede ABD-Türkiye ortaklığının en önemli kırılma noktası olarak IŞİD’in kuşattığı Kobani’de Washington önderliğinde yürütülen müttefik güçlerin mücadelesine Anka-ra’nın gereken desteği vermemesini gösterdi.


http://t24.com.tr/haber/abdli-dusunce-kurulusu-birakalim-da-akp-degerli-yalnizligin-tadini-cikarsin,290295


***