29 Ocak 2017 Pazar

Türk Bayrağı Desenli 500 Tişört ele Geçirildi



Türk Bayrağı Desenli 500 Tişört ele Geçirildi 


Ali Serdar Bolat 

Recep Bey, Sümela'da ayin yapılmasına karşı çıkanları şöyle eleştirdi:
“Bunu başarmamız lazım. Bugün Sümela'da geldiler Hristiyanlar kendilerine göre ayinlerini yaptılar. Bir iki grup, malum, kimler olduğunu benim anlatmama gerek yok, 'İşte bak yeniden Pontus'u hortlattılar...' Yahu arkadaş ne oldu, geldiler ayinlerini yaptılar, gittiler. Kaç kişi, bin 500-2 bin kişi. Ne kaybettik? Biz kazanıyoruz aslında. Ne kazanıyoruz söyleyeyim size; inancına güvenen, inanç hürriyetinden korkmaz. Fikrine, düşüncesine güvenen fikir ve düşünce hürriyetinden korkmaz. Bunlar 'Milliyetçiyiz' diyorlar. Aç Osmanlı tarihini bir oku. Bak Osmanlı bunlardan korkmuş muydu? Osmanlı açmış ve Osmanlı bunlarla da hiçbir zaman en ufak bir sıkıntıya düşmeden tam aksine bunları uluslararası camiada da kendisinin otoritesi için en iyi şekilde kullanmış. Şimdi nedir yahu... Aman yarabbi! Ülkeyi kurcalamak, karıştırmak için bir korku havası... Üstad Necip Fazıl şöyle derdi: 'Başarı korkuyu korkutmaktadır' derdi. Korkuyu korkutmak, bu çok önemli. İşte bizim bunu başarmamız lazım. Eğer korkuyu korkutamıyorsan zaten adam gibi ortada dolaşma, çekil kenara. Ortada nasıl yaşayacaksan yaşa. Sana ancak münzevi bir hayat yakışır. Dolaşacaksak, yiğitçe dolaşalım ve inandığımızı inandığımız gibi anlatalım.”

Neresini düzeltelim?

Turgut Özal da ilk PKK saldırısından sonra " Birkaç Eşkiya " diye olayı küçük göstermeye çalışmıştı.
Recep Bey de " 2000 kişi, ne olacak? " diyor.
İlk PKK saldırısı nasıl " Bağımsız Kürdistan " için terörün başlangıç fişeği idiyse, bu ayin de "Bağımsız Pontus" için işaret fişeği oldu. 


Türk bayraklı tişörtler giymiş olan gençler tören alanına yaklaştırılmazken, Törene katılan Ortodoks gençler Pontus Devleti haritalı tişörtler giyiyorlardı.

Haritanın Altında Yunanca "Pontus, vatanımız" yazılı...

Vatanımızdan kopartmak istedikleri toprakların sınırını çizmişler, haritasını yapmışlar, alenen gösteriyorlar.
Recep Bey ise hala "Ayin yapmışlar da ne olmuş" diye pisliği örtmeye çabalıyor.

İşte tişörtün Fotoğrafı ekte.













Trabzon Emniyeti, ayin karşıtı Ergenekoncu teröristlere karşı yaptığı bir operasyonda Türk bayrağı desenli 500 tişört ele geçirdi.
Haberturk (Türk değil Turk) 16 Ağustos 2010'da aynen şöyle yazdı:
"Türk bayrağı desenli 500 adet tişört ele geçirildi.
Trabzon Emniyeti Terörle Mücadele ekiplerinin ayin öncesi yaptıkları operasyonda 12 kişi de gözaltına alındı".
Kendi ülkemizde kendi bayrağımız kendi polisimizce ele geçiriliyor, ama Pontus haritaları serbestçe dolaştırılıyor.
Türk bayrağı taşımak teröristlik, Pontus haritası taşımak demokrasi oluyor devr-i AKP'de...
Trabzon Emniyeti, Pontus Devleti haritalı tişört giyenleri yakalayıp: "Bu nedir? diye sormuyor.

İşte AKP açılımı.

Binlerce genç bu bölgeden "okutacağız" diye Yunanistan'a götürülüyor, Yunanca ve Pontusça öğrenimi görüyorlar.
Orada kendilerinin aslında Pontus Rumu olduğunu, faşist Türk devleti tarafından Türkleştirildiklerini öğrenip geri dönüyorlar.
Yeni bir PKK'nın militanları işte böyle yetiştiriliyor.
Başta Yunanistan olmak üzere taa uzak Avustralya'da bile toplam 500'ün üzerinde Pontus derneği onyıllardır çalışmalar yapıyorlar.
Pontus devletinin sınırlarını belirlemişler, haritalarını yapmışlar. Tişörtlere basmışlar.
İnternet sitelerinde ilan ediyorlar: "Bu topraklarda Pontus Devleti kuracağız"
Recep Bey Müslümanları kandırmak için: "Biz de Atina'da cami açacağız" diyor.
Bu iki şey denk midir?
Türkiye, Atina ve çevresinin Türklere ait olduğunu mu iddia etmektedirler?
"Atina ve çevresini Yunanlılardan kurtarıp orada bir Türk devleti kurma" projesi var mıdır?
Fakat aksine, Yunanlıların "Doğu Karadeniz bölgesinde bir Rum Pontus Devleti kurma" projesi vardır.
Bunu da giydikleri tişörtlerle yurdumuzda ilan etme noktasına gelmişlerdir.
Pontus Devleti çalışmalarında bir adım ileri gitmişlerdir.
Bunu basit bir "Ayin yapmışlar da ne olmuş" demagojisiyle geçiştirmek mümkün değildir.

Kanuna aykırı

Recep Bey, Osmanlı'yı örnek veriyor.
Osmanlı zamanında "Bağımsız Pontus Devleti kurma" çalışmaları var mıydı?
Ayrıca, şu anda Osmanlı Devletinde değil, Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyoruz.
Ve, T.C. kanunlarına göre Sümela müze statüsüne geçirilmiş, resmi kamusal alan olmuştur.
Müzelerde dinsel ayin yapmak T.C. kanunları ile yasaklanmıştır.
Recep Bey bu ayine izin vermek suretiyle kanunları kabaca çiğnemiştir.
Yarın gelip Ayasofya'da ayin yapmak isterlerse izin verecek misiniz Recep Bey???
Terörist Veli Küçük ayine izin vermemişti 

1997'de Rahmi Koç'un düzenlemesiyle Bartolomeos ve diğer konuklar "Venizelos" adlı gemi ile Trabzon limanına geldiler.
Atatürk'ün mağlup ettiği Yunan Komutanı Venizelos'un adını taşıyan gemi ile gelmeleri bir mesaj idi.
Mesut Yılmaz'ın Başbakan olduğu AnaYol Hükümeti, amacı sözde "Çevre kirliliği ile mücadele" olan bu geziyi destekliyordu.
Ama Jandarma Karadeniz Bölge Komutanı Veli Küçük, geminin "çevre" için değil, Pontus propagandası için geldiğini biliyordu.
Trabzon İl Jandarma Komutanlığı'na bir talimat gönderdi.
Gemidekilerin kıyıya çıkmaları halinde gözaltına alınmalarını istedi.
Trabzon Valiliği Veli Küçük'ün talimatını hükümete iletince kıyamet koptu.
Ancak Albay Veli Küçük direndi, talimatı geri çekmedi.
Trabzon halkının da tepkisini göstermesi sonunu gemidekiler karaya çıkamadılar.
Şimdi Veli Küçük, "terörist" suçlaması ile 944 gündür hapiste.
Atatürk'ün "Fesat ve hıyanet ocağı" dediği Patrikhane ise eller üstünde.
Onın için şimdi kıyıya çıkıp ayin yapabildiler.

Bartolomeos "Evrensel Dinsel Otorite" (Ekümen) haline getiriliyor. 

AKP, kanunları paspas gibi çiğnemeye devam ediyor.
Ayin yapılması yasak olan müzede ayin yapılıyor.
Görevi kanunlarca sadece "İstanbul'daki Rumların dini ihtiyaçlarını gidermek" olarak belirlenen Rum Papazı Bartolomeos, kanunları çiğneyerek, görev yeri olan İstanbul dışında ayin yönetip Ekümenlik yolunda bir adım daha ilerliyor.
AKP yönetiminde Türk kanunları, Türk hukuku değil, Amerikan kanunları, Amerikan hukuku uygulanmaktadır.

***

HAYIR



HAYIR



12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylaması yaklaştıkça başbakan, hırçınlaşmaya, tehditler savurmaya, çatacak yer aramaya, söylediği sözlerin ağırlığı altında ezilmeye başladı. Halk oylamasında tarafsız kalacaklarını açıklayan TÜSİAD da başbakanın azarlarından gerekli payı aldı. “Taraf olmayan, bertaraf olur” diyerek, iş adamlarını hizaya getirmek istedi. Halk oylamasında hayır oyu verenlerin, hükümetten yardım için kendilerine gelmemelerini öneren başbakanın, demokratik yönetimi bütün açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.

Başbakan 31 Temmuz 2010 tarihinde Hatay’da yaptığı konuşmada şunları söylemişti; “CHP, MHP, BDP, bir kısım medya, YARSAV, terör örgütü hepsi bir araya toplanmışlar. Kime karşı, milletin anayasasına evet diyenlere karşı”. PKK terör örgütünün Kandil’deki sesi Murat Karayılan, terör örgütüyle yakın işbirliği olan Fırat Haber Ajansı’na verdiği demeçte; ”AKP ile Öcalan’ın anlaştığını ve ateşkes kararını bunun için aldıklarını” söyledi. Siyasi iktidar, evet oyu için her yolu denemekte sakınca görmemektedir. Bu durumda terör örgütüyle bir araya toplananlar da deşifre olmuştur.
Başbakan miting alanlarında “boya bakma, soya bak soya” açıklamasında bulunarak, soya soya ülkeyi yönettiklerini anlatmak istemiştir. Başbakan İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ilişkin TBMM Başkanlığı’na ulaşan ve dokunulmazlık zırhının kaldırılması istenen fezlekelerde “görevi ihmal, zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrakta ve kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlamalarının hesabının sorulmayacağı günlerin özlemiyle halk oylamasında evet oyu çıkması için çalışmaktadır. 1994 yılında İstanbul Anakent Belediye Başkanı olmasından, milletvekili seçildiği 2003 yılına kadar geçen sekiz yılda kayıtlara alınan 84 suçlamadan yalnızca birinden beraat eden, hakkındaki 20 suçlamadan “Rahşan Ecevit’in affı” ile kurtulan ve diğer 63 suçlamadan ise dokunulmazlık sayesinde şimdilik kurtulan başbakan, bu suçlardan Yüce Divan’a gitmemek için halk oylamasında evet oyu çıkması için çalışmaktadır.

Başbakanın “boya bakma, soya bak soya” özlü sözünden sonra sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun annesinin Ermeni kökenli olduğu üzerine açıklamalar yapılmıştır. Anne tarafı Batum göçmeni Gürcü Yahudi’si ve baba tarafı cumhuriyet öncesi Potamya olarak bilinen Güneysu ilçesinden Rum kökenli olan başbakanın soyu, bu ülkede yaşayan hiç kimse için önemli değildir. CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman, “Abdullah Gül’ün annesi Ermeni kökenlidir” dediğinde kıyameti koparanların bugünkü tutumunu nasıl yorumlamak gerekir? Çıkarlarına uygun olduğu zaman “hepimiz Ermeniyiz” sloganı atanlar, oy avcılığı yaparken “bunun annesi Ermeni” demektedirler.

Kişinin kimden olduğu ya da kimden doğduğu, kökenleri önemli değildir; önemli olan kişinin ne olduğudur. Soy denilince, kişinin soyu değil, soylu davranışı esas alınmalıdır.

1911 yılında Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesi Terzili Köyü’nde doğan Kirkor bey, Anadolu’daki büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını kaybetmiştir. Yoksullukla geçen günlerin ardından 25 yaşındayken, Yozgat’ın İğdere Köyü’nden Mahruki hanımla evlenmiş ve 1938 yılında İstanbul’a yerleşmişlerdir. Bir yıl sonra doğan ilk çocukları Agop, yoksul bir aile oldukları için ilkokuldan mezun olduğu yıl gümüş atölyesinde işe başlamıştır. Bir gün sol elinin tamamını prese kaptırmış, ameliyat olarak, sol kolu kesilmiş ve uzun sürede komada kalmıştır. Bir yıl ara verdiği eğitimine devam ederek 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden birincilikle mezun olmuştur. 1964 yılında aynı üniversitenin Dermatoloji Kürsüsüne asistan olarak işe başlayan Agop Kotağyan, başarılı iş yaşamını yurt içi ve yurt dışındaki üniversitelerde ders vererek, araştırmalarda bulunarak geçirmiş ve 21 Kasım 2004 tarihinde Profesör olarak üniversitedeki görevinden emekli olmuştur. Uluslararası tıp dergilerinde üç yüzden fazla makalesi yayınlanmış ve cilt hastalıkları üzerine iki kitap yazmıştır.

Başta ABD, Almanya, Fransa, Kanada olmak üzere birçok ülkenin üniversitelerinden teklifler almış; ”Burada kal, kürsünün başına geç” önerilerini elinin tersiyle geri çevirmiştir. “Ermeni olduğun için dedeni, yoksul olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var” diyenlere gülüp geçmiştir. Ve şu yanıtı vermiştir: “Evet doğrudur: ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur. Dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi.


Yurt sevgisi üzerine soylu davranış gösteren Prof. Dr. Agop Kotağyan’ın (bilinen adıyla, Cildiyeci Kolsuz Agop) verdiği yanıt, Atatürk ulusçuluğunu anlatmaktadır. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk: “Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türkiye halkıdır” diyerek, ulusu belirli bir coğrafya üzerinde oturan halkın bütünü olarak kucaklamaktadır.
Ülkemizin soylu yöneticiler tarafından yönetilmesi gerekmektedir. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasından çıkacak “hayır” oyları, ülkemizin yıllardır hakettiği soylu yönetimi ve yöneticileri bulup çıkarması açısından başlangıç olacaktır. Bu bilinçle tüm yurttaşlarımızın sandık başına giderek oy vermesi en kutsal görevdir. Eğer başbakanı ve iktidarını desteklemiyorsanız, yaptıklarını övmüyorsanız, her istediğine evet demiyorsanız, demokratlığınız, aklınız ve vatan sevginiz tartışılmaya değer niteliktedir.

Böyle mantığı olan insanların hazırladığı anayasa değişikliği, demokrasi ve özgürlük getireceğiz kandırmacası ile, dikta rejimi getirmektedir. Bu anayasa değişikliği basit bir değişiklik değil, rejimin değiştirilmek istendiği gizli bir revizyondur, cumhuriyet hukukunun ve cumhuriyet düzeninin yaşayıp yaşamaması çıkacak sonuca bağlıdır.
Bugün hep birlikte seferberlik içinde cumhuriyetimizi koruma ve kollama görevi bizlere düşmektedir. Dönüştürülmek istenen rejimimize ve cumhuriyetimize sahip çıkmak için 12 Eylül 2010 tarihinde hep birlikte sandık başına giderek, vereceğimiz “hayır” oyları, ülkemizin göreceği aydınlık ve güzel günler adına çok büyük bir anlam taşımaktadır. Siyasi iktidarın sivil darbesinden kurtulmak için, “hayır” oylarımıza ve sandıklarımıza sahip çıkmalıyız..
Pontus Devleti için mücadele topraklarımıza sıçradı


***



12 Eylül 2010 – 12 Eylül 2110?




12 Eylül 2010


12 Eylül 2110?

Faruk LOĞOĞLU, 
Emekli Büyükelçi

Referandum olumlu sonuçlandığı takdirde, AKP tekrar iktidara gelmek için istediği zemini hazırlayacak ve uzun dönemli hamlelerle ülkede arzuladığı düzeni, denetime tabi olmaksızın, kurmaya devam edecektir. Bu nedenle, referandum 2010 yılında yapılacak ama belki Türkiye’nin 2110 yılındaki yapısını etkileyecek sonuçları olacaktır.

Türkiye, Cumhuriyet döneminin en önemli yol ayrımına 12 Eylül 2010 sabahı varıyor. Halk oylaması, şeklen, anayasa değişiklikleriyle ilgilidir. Ancak, 12 Eylül’de yapılacak oylama Türkiye’nin hayat tarzı, toplumsal değerleri, siyaset anlayışı, dış ilişkileri, diğer bir deyişle ülkemizin geleceğini yeni baştan belirleyecek bir sonraki dönemin oylaması olacaktır. Diğer bir deyişle referandumda oylanacak olan Türkiye’nin gelecekteki yapısı, kaderi ve uygarlık iddiasıdır.
Anayasa değişiklik paketinin içine başka unsurlarla süslenerek konulmuş olan ve iktidar partisinin asıl hedeflediği bir nokta vardır ki açık hedefi itibarıyla referandumun can alıcı noktasını oluşturmaktadır. İktidar, paketin içine yerleştirdiği malum maddelerle hukukun üstünlüğü yerine siyasi iradenin hâkimiyetini kurmayı amaçlamaktadır. Yargı, özellikle Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek yargı organları, bugün iktidar partisi tarafından icraatları önünde birer engel olarak görülmektedir. Yargıyı da siyasi vesayet altına alarak iktidar bilinen dünya görüşünü hayata geçirmek için mutlak (denetime tabi olmamak anlamında) bir güce sahip olmayı amaçlamaktadır. Demokrasimizin bekası bakımından bu yaklaşım yeterince tehlikelidir.

İktidara Güvenoyu Meselesi

Ancak iktidar partisi referandumla daha da stratejik bir iddia gütmektedir. Referandum tekrar iktidara gelmek için tasarlanmış bir ara basamaktır. Paket bilinçli olarak birbiriyle ilgisiz maddelerden oluşturularak vatandaş topluca “evet” ya da“hayır” oyu kullanmaya mahkûm edilmiştir. Bunun demokratik seçim hakkıyla ilgisi yoktur. “Ya benimlesin, ya benden değilsin” dayatmasıdır. 42 milyondan fazla seçmenin belki sadece birkaç on bininin, o da yaklaşık olarak anlayabildiği bir paket oylanacaktır.
Dolayısıyla, konu anayasa değil, iktidara güvenoyu meselesidir. Eğer maksat daha iyi bir anayasa olsaydı, sadece birkaç yıl önce, “Türkiye’nin ihtiyacı yeni bir sivil demokratik anayasadır!” söylemiyle ortaya çıkan, hatta bir de taslak hazırlattıran bugünkü iktidarın bu savına uygun hareket eder, “genel seçimlerden sonra yeni bir anayasa” demesi gerekirdi. Oysa tamamen iktidarda tutunabilmek saikiyle bir referandum tasarlanmıştır. Referandum sürecini Türk mahkemeleri önünde süregelen çeşitli davalar ve Yüksek Askeri Şûra toplantılarına paralel bir takvim içinde götürerek de kamuoyu Türk demokrasisinin hem sözde “yargı vesayeti”, hem “askeri vesayet”ten kurtarılmakta olduğuna inandırılmaya çalışılmaktadır. İktidar partisi “askeri etkiden arındırılmış sivil demokrasi” ve “üstünlerin hukuku yerine hukukun üstünlüğü” gibi kulağa hoş gelen, ancak Adalet ve Kalkınma Partisi liderlerinin emelleri bakımından bambaşka anlamlar taşıyan bu savlarla demokrasi ve özgürlük adına hareket ettiklerini iddia etmektedir.

AKP’nin hedefi

Ne var ki, bu iddia AKP liderlerinin gerçek hedefini örtememektedir. Artık gizlisi saklısı da pek kalmamış olan bu hedef, “laik     değerlere”     değil, “inançlara” dayalı yeni bir toplumsal düzen yaratmak ve bu farklı Türkiye için küresel planda yeni bir adres belirlemektedir. Bu, “ikinci Cumhuriyet”, “neo-Osmanlıcılık” gibi söylemleri çok aşan, laik olmayan esaslara dayalı bir toplumsal yaşam, din ile devlet işleri arasındaki çizginin kaldırılmış olduğu, “hukuk”un üstünlüğü yerine“inanç” üstünlüğünün hâkim kılınacağı ve buna uygun bir dış politikanın izleneceği bir düzenin özlemidir.
Demokratik özgürlükler üzerindeki kısıtlamalar sözde kaldırılarak özel alan konusu olan inanç uygulamaları kamu alanına taşınacaktır. Türbanın üzerindeki bilinçli olarak gündemde tutulan siyasi tartışma bu tasarımın kırılma noktalarından sadece birisidir. Bu sürecin anlamı, Cumhuriyetimizin temelinde yatan ve laikliğin en kesin ifadesi olan, egemenliğin bu dünyaya, insana ait bir kavram olduğunu ifade eden “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinin anlamını yitirmesidir. Sürecin önü kesilmediği takdirde üreteceği sonuç ise laik bireylerin hür iradesine dayalı bir ulus-toplum yerine, cemaatlerden oluşan bir ümmet, laik ve eşitlikçi kuralların değil, herkesin sorgulamadan kendini tabi saydığı dini esas ve normların egemen olacağı bir toplum düzenidir. AKP sekiz yıl önce iktidara geldiği güne göre bugün daha cesurdur ve daha fazla özgüvene sahiptir. İlk dönemde AB trenine binerek çıktığı siyasi yolculuğun önemli bir merhalesini, Avrupa ve Amerika’da kendisine uzun süre devam edecek destek de sağlayarak tamamlamış, gerek kalmayınca da AB’ye katılma hedefi “Avrupalılar bizi istemiyor” bahanesiyle bir kenara itilerek trenden inilmiştir.

Çelişkiler yumağı

Bugün Türkiye bir çelişkiler yumağı, gerilim ve sevgisizlikle dolu bir ülke haline gelmiştir. İç ve dış açılımlarla Türkiye içerde kutuplaşmalara dışarıda ise belirsizliklere mahkûm edilmiştir. Ülke ekonomisi zenginleşirken halkı yoksullaşmış, üniversite mezunu gençlerin sayısı artarken iş bulamayanlarının sayısı büyümüş, kadın hakları kâğıt üzerinde sözde düzeltilirken kadınlar eve, tesettüre, çocuk yapma, töre ve kuma gibi çemberlerin içine sıkıştırılmışlardır. Çocuklar ve gençler çağımızın ihtiyaçlarının çok gerisinde kalan yetersiz bir eğitim sisteminin yükü altında ezilmektedirler. Etnik köken, izlenen yanlış politika ve gelişigüzel açılımlarla, birleştirici, zenginleştirici bir unsur olmaktan çıkmış, bugün toplumsal gerginliklerin ana kaynağına dönüşmüştür. Çözüm üretmesi gereken siyasetçiler ise ülke enerjisini kısır kavgalarıyla tüketmekte, toplum psikolojisini tehlikeli bir biçimde bozmaktadırlar.
Dış ilişkilerimizde de iç dönüşüme bağlı olarak, AB ve Avrupa-Atlantik camiasından bilinçli bir uzaklaşma, buna mukabil ağırlıklı olarak Müslüman ülkelerle kararlı bir yakınlaşma politikası izlenmekte, dine dayalı bir bakış açısıyla uyumlu bir dış politika ekseni oluşturulmaktadır.
Sonuç:
Referandum olumlu sonuçlandığı takdirde, AKP tekrar iktidara gelmek için istediği zemini hazırlayacak ve uzun dönemli hamlelerle ülkede arzuladığı düzeni, denetime tabi olmaksızın, kurmaya devam edecektir. Bu nedenle, referandum 2010 yılında yapılacak ama belki Türkiye’nin 2110 yılındaki yapısını etkileyecek sonuçları olacaktır.
Türkiye, laik demokratik siyasi bir yapı, güçlü bir ekonomi ve toplumsal barışla ve bu doğrultuda hazırlanıp hayata geçirilecek yepyeni bir anayasayla 21. yüzyılın yükselen yıldızlarından biri olmalıdır, olabilir. Bunu sağlayacak güç vardır. Bu güç vatandaşımızın sağduyusudur. 12 Eylül günü yapılacak olan halkoylaması, ülkemizin geleceğine sahip çıkmak için hayati bir fırsat, bu fırsatı doğru değerlendirmek ise her birimizin tarihi sorumluluğudur.

****


HERKESİN KENDİ YERİ KADAR KAYIPTAYIZ!…




HERKESIN KENDI YERI KADAR KAYIPTAYIZ!…


PROF. DR. TÜLAY ÖZÜERMAN


CHP’nin bir genelge ile partiye kayıtlı olan herkesi alana çağırması gerekirken, İzmir il örgütünde gençlik kolları ve kadın kollarının görevlerine son verilmiş olması hiçbir mantıklı gerekçe ile açıklanamaz. Gençlik Kolları Başkanlığı’nın genç bir kızımız tarafından temsil ediliyor olması siyasette kadınları özendirici önemli bir adımdı. CHP İzmir İl Kadın kollarının çalışmaları il sınırlarını aşmıştı. Kadınlarımız yalnız metropol içinde değil, ilçe, belde ve köylerde çalışmalarını yürütüyorlardı.
Gençlik ve kadın kollarının CHP’nin önceki Genel Başkanı Deniz Baykal’ın İzmir ziyaretine katılmış olmalarından rahatsızlık duyanlar olduğu söylentileri yaygın.  Asıl rahatsız olmamız gereken bu rahatsızlık söylentileri. Bu süreçte Sayın Deniz Baykal’ın her yerde olması ve partililerle birlikte çalışması için tüm örgütün çaba göstermesi gerekirken, yanında olanlar cezalandırılıyorlarsa hepimizin büyük kaygılar taşımamız gerekir…
Bazılarının referanduma var güçleri ile asılmak yerine, referandum sonrası süreçte kendilerine yer edinme telaşının öne çıkmış olması sürecin yaşamsallığının anlaşılamamış olduğunun bir göstergesi. Hala farkına varamadıkları gerçek şu ki; herkesin kendi yerlerinin toplamı kadar kayıptayız
Örgüt içi mücadele, örgütlü mücadelenin önüne geçmemelidir. Mücadelenin örgüt içinde yürütüldüğü yerde kişiler ve beklentileri öne çıkmış demektir. Örgütlü mücadele, katkı koyabilecek herkesi kucaklayan, sen, ben, biz, o,… gibi ayrımların olmadığı, “hepimiz” anlayışı ile yapılan mücadeledir.
Türkiye çok önemli bir virajda. Yandaş medya ile gerçeğin üzeri örtülerek pazarlama yapılıyor olmasına karşın, toplumun çok önemli bir kısmı “hayır” cephesinde yer alırken, gerçek tüm çıplaklığı ile anlatılabilse, AKP’li üyeler dahi “hayır” diyeceklerdir. “Hayır” dedirtmesi gerekenlerin kendi içlerinden birilerine “hayır” deme lüksleri var mı?
Mezheplerin, kimliklerin, soy sop söylemleri ile siyasetin konusu edilip, ortalığa saçıldığı ayrıştırmacı zeminin kaypaklığında kayıp gitmemek için birleştirici söylemleri sahiplenenlerin kendi aralarında bu birlikteliği tutkallamayı başarmaları gerekiyor.
Örgüt bütünlüğü zedelenerek CHP’nin tüm ülkeyi kucaklayıcı söylemlerinin yaşama geçirilmesi mümkün müdür?
Medyada sürekli olarak “Baykalcılar tasfiye ediliyor” başlıklı yazıların yer alması parti için olumlu bir gelişme değildir. Parti içinde bazıları değil, herkesin önceki başkanın emeklerini sahiplenmesi gerekirken, bunu yapanların cesur kabul edilmesi düşündürücüdür. Parti içi mücadele ülke adına verilen mücadelenin önüne geçmemelidir.
Sandıkta geleceğimizi oylayacağız. Kanun yapmak hukuk yapmak anlamına gelmez. Kanunu kimin koyduğu, kanunun kendisinden daha önemlidir. Bugün evet baskısını her ortamda hissettiren bir anlayışın, anayasa değişiklikleri ile ülkeye demokrasi getireceğine kim inanır?
Bugün soluduğumuz baskı, yarın sandıktan evet çıkınca hukukun hesap alanı dışına çıkarak rahatlayan siyasal iktidarın daha hangi bahanelerle özgürlüklerimizin önüne bariyerler kuracaklarını düşünmek bile istemiyorum. Şu an bu satırları yazıp, yayınlayabildiğimiz göreceli özgürlükleri arayacağımız kesin.
“Ya bendensin, ya da değil” anlayışının her yeri kaplamasını istemiyorsak, CHP kendi içindeki anlamsız tasfiyeyi sonlandırmalı, ülkede Atatürkçü, Cumhuriyetçi, ulusalcı aydınlara yapılan tasfiyeyi durdurmak için destek verecek herkesi kucaklamalıdır. “Hayır”cı cephe, kendi içindeki bazı ayrıntıları bu süreçte görmezden gelerek; var gücü ile “hayır” diyenler üzerinde kurulan psikolojik baskıyı bertaraf edecek enerjiyi oluşturmaları gerekiyor.
Toplumun çok önemli bir kısmı farkında değil; yalnızca Cumhuriyet’in değil; demokrasi ve onun kurumları, başta hukuk olmak üzere tasfiye ediliyor. Türkiye şu an tekçi bir rejimle yönetiliyor. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek elde toplandığı günümüz sürecinde yargı içinde bu tekçi yapıya karşı çıkanlar, anayasa değişiklikleri sonrası yapılanmada daha kolay tasfiye edilecekler. Demokrasi ve hukukun son kalıntılarının yok edilmesine herkesin “hayır” diyerek karşı çıkması gerekiyor.
Bugün bizlerin özlediği bir demokrasi ortamının olmadığını TÜSİAD ve YARSAV’a yöneltilen ağır eleştirilerden anlayabiliyoruz. Biri görüşünü açıklamadığı, diğeri de “Hayır” dediği için topun ucundalar.
Demokrasi ne zamandan bu yana  iktidarı ele geçirenlerin kendi hazırladıkları yasalara “evet” demeyenlerin üzerinde kurulan baskının adı oldu? Hangi bilimsel kitapta böyle bir tanım var? Okuyup, öğrendiğimiz her şeyi buharlaştırdıkları gibi, bu yazdıklarımızı da adeta buzun üzerine yazıyor olmamak adına, “hayır” diyen herkesin güç birliği halkasını genişletmesi gerekiyor.
Farkında mısınız? Çok uzun süredir artık hiç kimse özgürlüklerden söz etmiyor. 2000 öncesinde dilimizden düşmeyen sözcüktü. Bugün özgürlük hepimiz için sadece baskı altında olmama anlamına geliyor. Ne mi diyorum?!.. Aklımızı başımıza toplayalım diyorum… Sen, ben, o çekişmesinin zamanı çoktan geçti; çok geç olmadan “hepimiz” için toplaşmalıyız. Gelecek nesillere başka bir 12 Eylül faciası yaşatmamak gibi bir sorumluluğumuz var.

***


Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu‘ ndan Gençliğe



Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu‘ ndan Gençliğe


Dünyaca ünlü bilim insanlarımızdan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu 26 yaşında atom ve moleküllerin çok elektronlu kuramı ile doçent, 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırıp Profesör unvanını aldı. Moleküler biyoloji dalının ilk birkaç profesöründen birisi. Bilimsel hizmetlerini dünyanın ve ülkemizin çeşitli üniversitelerinde hâlâ sürdürmekte ve bilim insanları yetiştirmekte. Türklüğüyle gurur duyan bilim insanlarından birisi. Gençler için öylesi güzel bir yazı hazırlamış ki bunu sizlerle, gençlerle paylaşmak istedim.
“Gençler, Türkiye’de adet haline gelmiş göstermelik işlerden kaçının, sırf üniversite bitirdi desinler diye, ananız babanız Amerika’da mastır yaptı diye öğünebilsin diyerek yüksek öğrenime gitmeyin.

Sonunda ancak kendinizi kandırırsınız. Temel gayeleriniz kendinizin ufak çıkarları ötesinde, kendiniz dışında, bu ülke, bu ulus, Türk Dünyası, Avrasya, insanlık için olsun, yüksek hedefleriniz için çalışın. O zaman kendi durumunuz da kendiliğinden düzelecektir. Maddiyat ve maneviyatı dengeleyin.
Formülünüz bilim ” + “ gönüldür. Bu iki kanadın biri eksik olursa ne kendinize ne de insanlığa hayrınız dokunur. Gündelik siyaset, çıkar grupları, dışarıdan güdümlü gizli veya açık cemiyetlerden uzak durun.

Atatürk’ün dediklerini bol bol okuyun. Onları işte bu günler için demiş, yazmış. Türkiye’nin şerefli, refahlı, itibarlı ve bağımsız geleceği için Atatürk yolumuzu çizmiştir.

Dış ülkelerden ve onların yerli kuyruklarından medet ummayın. Gayeleri bize yardımcı olmak değil, Türkün adını tarihten silmektir. Dünyanın neresinde olursanız olun kimliğinizi, Türk dilini, Türk tarih ve kültür bilincini binlerce yıllık geleneğini kaybetmeyin. Dış ülkelerde ne kadar kimliğinizi korursanız yabancılar da size o kadar itibar edecektir.

Başkasını taklit etmeyin. Kendi yolunuzu çizip azimle yürüyün. O zaman herkes sonradan sizi taklit edecektir. Eğitimde önce bir meslek,  gerçek bir beceri, bir altın bilezik sahibi olmaya bakın. Ne yaparsanız yapın en iyisini yapın. Siyasetçinin, bilimcinin en kötüsü olacağınıza tamircinin parmakla gösterilen en iyisi olmak yeğdir. Bulabilirseniz Türk okuluna, eğitimin Türkçe verildiği okullara gidin. Konulara merak sarın, not için çalışmayın. O meslekte yararlı olacak bir yabancı dil öğrenin. Bülbül gibi konuşup yabancıdan ayırt edilemez hale getirmek hiç şart değil.

Unutmayın ki Türk olmak bir kafa, gönül işidir. Türk kültürüyle, diliyle, ata sevgisiyle Türk’tür. Soy sop meselesi karıştırarak o her şeyimizi borçlu olduğumuz şerefli atalarımızı karalamaya çalışan iç düşmanların kitaplarına, yaygaralarına kulak asmayın. Kültür genleri, ırk genlerinden daha önemlidir. Vatanı, milleti için her türlü fedakarlığa hazır bir taban gerekiyor. Bu taban son elli yılda hayli eritilmiş, kafası, gönlü karıştırılmış, birbirine düşen kesimler, dışa bağımlı sahte aydınlar içinde vatanın geleceğini düşünmeyen daha da acısı vurdumduymazlaşmış kalabalıklar oluşturulmuştur. Bu durumda gerçek bir önder çıkabilse bile başarılı olma şansı pek azdır. Şimdi yapılacak iş hızla bu toplumun yeniden kaynaşmasına, bilinçlenmesine vatanını, milletini kendisinden önce düşünen insanların çoğalmasına ön ayak olmaktır. Türkiye’yi tekrar Kuvay-i Milliye ruhu, Atatürk ruhu kurtaracaktır.”

Türk’ün Türk’ten başka dostu yok der eskiler. Ne doğru sözdür. Biz bizi anlamalı gençliğimizi de aynı azim ve irade ile yetiştirmeliyiz. Bilimi ve kültürü koruyan genç bilim ve sanat insanlarının yoluna ışık tutmalıyız.

Ne Mutlu Türküm diyebilenlere...


***

Fethullah’ın Copları BÖLÜM 2



Fethullah’ın Copları BÖLÜM 2


Hafta İzinlerinde Nurculuk Dersi
"Medrese, zaviye gibi işleyen 'Şarj Evleri'... Bu evler meçhul evlerdir. Bu evler sizin bildiğiniz gibi evler, minaresi olan, ezan okunduğu zaman herkesin içine girdiği malum evler değildir. Meçhul ev. Kelime karakteristik olarak seçilmişi ir. Belirsiz evlerdir. Bunlar belli olmazlar, çünkü o evlere girip,çıkan insanlar yakın takiptedirler. Elden geldiğince evler kamufle edilmelidir."      Fethullah Gülen
1979 yılı Polis Koleji için her açıdan Önemli bir yıldı. Polis Koleji dört yıllık Öğretim süresi uygulamasını o yıl, ilk kez başlattı. Koleje ilk hazırlık sınıfı öğrencileri geldi. Hazırlık sınıfında sadece yabancı dil eğitimi verilecekti. Haftada 50 saate yakın dil eğitimi veriliyordu. Bunun için okul kadrosuna İngilizce ve Almanca dili üzerine uzman çok deneyimli öğretmenler alındı. Dil laboratuvarları kuruldu. Yeni öğrenciler için. yeni bir sınıf katı oluşturuldu. Bu sınıflat" onarımdan geçirildi. Duvar boyaları yenilendi. Yeni sıralar getirtildi. Soft adında, o yıllarda Hacettepe Üniversitesi filoloji bölümü öğrencilerinin öğreniminde kullanılan Özel kitaplar alındı. Hazırlık sınıfı öğrencileri için hazırlanan dershaneler, eksiksiz ve tertemizdi.
Ancak bu arada, bu öğrenciler için okul dışında da yeni 'dershaneler' oluşturulmuştu. Bu dershaneler, "hayır sahiplerinin” ve vakıfların desteğiyle Ankara'nın çeşitli semtlerinde kiralanan evlerdi. Gülen'in 'Işık Evleri', 'dershaneleri' için potansiyel öğrenciler Polis Koleji'ne gelmişti ama henüz 'dershaneye' götürülecek kıvamda değillerdi. Polis Koleji'nde ders yılının başladığı ilk günlerde, 'kıvama getirme' çalışmaları başladı. Önceki yıllarda bu dershanelere giden, bu dershanelerin mevcudunun arttırılması için birilerince, "adam kazanmakla*' görevlendirilen üst sınıf ağabeyler, hazırlık sınıfı Öğrencileri arasında 'adam kapma' ya da 'şarja uygun olanları seçme' işine giriştiler. Okulun zemin katında, kalorifer dairesinin hemen üstünde ve mutfağın karşısında bulunan mescidi kendi renklerinde olan öğrencileri saptamak, kıvama getirmek için kullandılar.
Sonralar! 'imam' sıfatıyla karşımıza çıkacak bu kişiler, bir başka ve daha doğru deyişle 'Işıkçılar' gizli, sessiz ama bir o kadar da sistemli bir uğraşı içindeydi. Gürültü çıkartmıyorlar, güçlerini sergilemekten kaçınıyorlar, sürekli olarak mağrur, hoşgörülü, kaderci bir görüntüde ama sıkı bir biçimde çalışıyorlardı. Gösteriş onların işi değildi. Onlar 'ilahi bir inanışın' verdiği psikoloji içinde ve 'imamlarından aldıkları talimatlar' doğrultusunda her gün yeni bir genci saflarına katmaya çalışıyorlardı.
Bunun için mescide gelen hazırlık sınıfı öğrencileri ile derhal temasa geçiidi. Bu kişiler yakın izlemeye alındı. Bu öğrenciler aracılığıyla, mescide gelmeyen ancak, ideolojik eğilimi kendilerine yakın, ailesi dindar olan öğrencileri belirlemeye çalıştılar. İlk hafta sonu iznine çıkmadan önce eve götürülecek hazırlık ve 1. sınıf öğrencileri saptandı. Üzerinde günler, haftalar boyu çalışılmış çocukları, ürkütmemek için, "Polis Enstitü-sü'nden -yeni adıyla Poiis Akademisi- hemşehrin de gelecek. Sizi tanıştırırız. Enstitülü ağabeylerin evi var. Oraya gidip, yemek yiyeceğiz, sohbet edeceğiz" aldatmacasıyla evlere davet ettiler. Bazıları da. yabancı oldukları Ankara'yı "tanıtma", "rehberlik etme" bahanesiyle kandırılarak, 'Işık Evleırne götürüldü. Mescide gidenler ve rengini açıkça ortaya koyan öğrenciler "din alimi ağabeylerle tanışacağız" denilerek 'Işık Evleri'ne götürülmeye hazır hale getirilirdi. Bir kez götürülen ve 'Işık Evleri'ne uygun olan öğrencilere, yeni öğrenciler bulması ve üst sınıftaki deneyimli imam ağabeyleriyle tanıştırması görevi verildi.
Çoğu yoksul olan bu çocuklara, gidecekleri evde yemek yenileceğinin söylenmesi, gidilecek yerin çekiciliğini arttırıyordu. Üstelik üst sınıflarla iletişim kuruluyor, korunmaya almıyorlardı. Bu psikoloji bile genç öğrencilerin, istemeseler de evlere götürülmelerine karşı çıkmamaları için yeterliydi. Bu öğrenciler, tarikatın eğitim sorumlusu olan üst sınıftan bir 'ağabey' gözetiminde topluca okuldan çıkartılırdı. Otobüs ya da dolmuş paralan, görevli ağabeyce karşılanarak, gidilecek semte götürülürdü. Gidilen evler, kenar semtlerde, gözden uzak sokaklardaydı. Evlerin bulunduğu sokak başlarında gözcüler, eve baskın yapılması olasılığına karşılık sürekli olarak nöbet tutarlardı.
1979 yılı ve izleyen yıllarda 'Işık Evleri'ne öğrenci götürme sistemli bir hale geldi. 1979 yılında hazırlık sınıfına başlayan öğrencilere yönelik "adam kazanma' yöntemi, henüz birkaç yıllık, yeni bir uygulama olsa da, başarıyla yürütüldü. O yıldan sonra da bu operasyon hız ve güç kazanarak sürdü.
1979 yılında Gülen'in 'Şarj Evleri'ne, yalanlarla öğrenci götürenler ve bu grubun içinde olanların hemen tümü hala Emniyet Teşkilatı içinde en kritik noktalarda görev yapıyorlar. Müfettiş raporlarında, MİT kayıtlarında. MGK'ya sunulan belgelerde 'Fethullahçı' olarak gösterilen polisin, komiser, amir ve müdürlerinin büyük çoğunluğu bu dönemde ' Işık Evleri 'nde yetiştirilenlerdir. Bu polislerin adları, o dönemdeki çalışmaları ve ilişkileri gün geçtikçe daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu kişilerin, ilişkilerini ve çalışmalarını bugün de sürdürdükleri biliniyor.
80'li yıllarda 'Işık Evleri'ne yeni öğrenci götüren ve ders aldıranlar arasında olanlar; daha sonra Emniyet Teşkilatının ö-nemli kademelerinde görev yaptılar. Kuşkusuz, o dönemde 'Işık Evleri'ne  gidenlerin  hepsi.   Fethullahçı  olmadı.  Ama  büyük çoğunluğunun adı kayıtlara Fethullahçı olarak geçti. Bu kişilerin öğrencilik yıllarında başlayan 'faaliyetleri' kimi zaman komik denilebilecek kadar garip, kimi zaman da acılarla dolu ilginç anılar olarak belleklere yer etti.
Polis Koleji ve Polis Akademisi'nde öğrenim gördükleri dönemde ve sonraki yıllarda "Işık Evleri'ne gidenler, öğrenci götürenler ve daha sonra adları müfettiş raporlarına, yargı dosyalarına geçenler, 'Işık Evleri'ne götürüldükten sonra "tuzağa düştüm" diye şikayette bulunanlar, 'Işık Evlerİ'ni kendi çıkarı için kullananlar ve "Işık Evleri'ne yalnızca dinsel inançları için gidip, cemaatle ilişki kurmayanlarla ilgili bir çok anım var...
5 Puanlık Fethullah Duası
"'Eğer Hoca efendinin duasını okursan, sınavda 5 puanın garanti. Geri kalan 5 puanı da kendin alırsın artık" dedi, son sınıf öğrencisi Nursal Mutlu. "Bak. İsmail'in. Ayhan'ın dersleri kötüydü. Duayı ezberlediler, şimdi her sınavda yüksek not alıyorlar" dişe de duanın gücünü ve inandırıcılığını vurgulamaya çalıştı.
"Peki . Ver o zaman ben de okuyayım" dedim. Nursal, "o kadar kolay değil" der gibi. yüzüme baktı:
-   Olmaz, öyle şey! Sen. hem çok ham. hem de kapkarasın.Önce aklanman gerek. Süt gibi aklanınca duayı veririm. Bizden uzak durmamalısın, mescide gidip namazını kılmalısın, risale ezberlemelisin. Ayrıca, hafta sonlan kız peşinde koşacağına, tiyatro sinema gibi yerlere gidip, günah İşleyeceğine bizimle birlikte eve gelip, ders dinlemen gerek. Ondan sonra bu duayı sana da veririm.
-   Sen ver. Yarınki sınavda deneyeyim, Eğer dediğin gibiyse,bir daha hiçbir namazı, dersi kaçırmam, söz.  Söz verdim ama kandıramadım. "Sınıf geçiren mucize duayı" İsmail ya da Ayhan'dan alabilirdim, belki. Ama Nursal duayı kendisi vermediği gibi; yandaşlarına da duayı bana vermemeleri konusunda öğütte bulundu. "Nursal'dan izinsiz duayı elde etmem olanaksızdı...
Kuşkusuz, o yaşlarda, sınıfımı emeksiz, mucizeye dayanan bir biçimde geçmek düşü çok hoştu. Öteki arkadaşlarım da, bu "mucize duayı" elde edince: neler yapabileceklerinin düşüyle yanıp  tutuşuyorlardı.   Yalnızca  sınıf geçilmezdi   bu   duayla. Sevmediğimiz  kişilerin   başına   bela,   sevdiklerimize   mucize armağanlar sunabilirdik.  Belki, güzel kızları  kendimize aşık eder, kolay para bile kazanabilirdik. Yolculuğa çıkmadan okunursa, kazadan korunur, sigara içerken ya da nöbette uyurken, komiserlere yakalanmazdık. Bütünlemeye kalmayacağımız için güzel, kesintisiz bir yaz tatili geçirirdik.
"Mucize duayı" elde edemedim. Nursal Mutlu, bana yalnızca bu duanın varlığından ve yapabileceklerinden söz etti. Benim için gerisi gelmedi. Çünkü 'Işık Evi'ne gidişime rehberlik eden Nursal Mutlu ile o günden sonra bir daha karşılaşmamaya özen göstermiş, tüm çağrılarını karşılıksız bırakmıştım. Dahası, beni "Işık Evi'ne götürenlerle ilgili okul yönetimine şikayette bile bulunmuştum. Sanıyorum, bu konuşmayı yaparken; kendisiyle ilgili şikayette bulunduğumu bilmiyordu. Aradan geçen bir yıl içinde de bir kez bile kendileri ile konuşmamış, bir daha görüşmemiş, 'Işık Evi'ne ikinci kez gitmemiş biri olarak, şimdi, küçük bir sohbet sonrası, "büyük ödüle" konabilecek kadar şanslı olduğumu düşünmem çok da akilci değildi.
"Öğretmenlerin gözünü bağlayacak duayı" bana vereceğine hiç de inanmadan, istekte bulunmuştum. Böyle bir dua olabileceğine inanmam için onu alıp. denemem, sonucunu görmem gerekiyordu. Duayı ben alamadım ama devre arkadaşlarımdan bir çoğu. derslerinde  bu  dua nedeniyle  başanlı  olduklarına inanmamız için bize yeminler ettiler. Sınav öncesi duayı içlerinden üç kez okuduklarında, birdenbire zihinlerinin açıldığını, kitapta bir kez okuyup geçtikleri konuların gözlerinin Önüne geldiğini ileri sürüyorlardı. Belki de Nursal, gerçekten bir dua verdi bu arkadaşlarımıza. Belki de psikolojik bir etkisi vardır. Bunu bilemem. Polis Koleji öğrencilerinin, "zihin açan bir dua" okuyarak, sınavda başarılı olduklarına inanmaları, inanılmaz gelebilir. Ama bu gerçekti ve bu tür inanışlarla yetişen Polis Koleji Öğrencileri şu anda Emniyet Teşkilatının en kritik noktalarında suçlu avındalar.
Acaba şimdi de dua okuyarak suçluları bulunacaklarına mı inanıyorlardır?
21 Kuru Üzüm
O yıllarda Nursal ve yandaşlarının, " Mucizeler yaratan Dualarının " dışında başka ilginçlikleri de vardı. Örneğin; Nursal ve yandaşlarının öncülük ettiği, sabah kahvaltısından önce 21 adet kuru üzüm yemek moda olmuştu.
Neredeyse her öğrencinin dolabında kuru üzüm bulunur, sabah yataktan çıkınca ilk iş olarak üzüm yenilirdi. Ulus meydanındaki kuruyemişçi, Polis Koleji öğrencilerine kuru üzüm yetiştiremiyordu. Hafta sonlan yüzlerce öğrenci kuru üzüm. paketleri ile okula dönüyordu. Çekirdeksiz kuru üzüm bulanlar şanslıydı. Üzüm paketleri yatakhanelerdeki dolaplarda korunuyordu. Sabahlan, üzümcü öğrenciler yalağından kalkar kalkmaz, dolabını açıyor ve üzüm saymaya başlıyordu. En kötüsü, birbirine yapışan üzümlerin, uykulu gözlerle fark edilmemesiydi.
21 adet kuru üzüm yemek sünnetti. 20 ya da 22 olması sünneti bozardı. Bu nedenle sayım işlemi inanılmaz bir dikkatle yapılırdı. Yatakhane katında her sabah kuru üzüm sayan öğrenciler komik bir görüntü oluşturuyordu. Bu görüntüyü alay konusu yapanlara İse. "Amerikalı bilim adamları araştırmışlar. Sabahları ilk yenen yiyeceğin vitamini doğruca beyne gidiyormuş. Beynin gereksinim duyduğu tüm vitaminler de kuru üzümde varmış. Hafızayı güçlendiriyor, dersleri daha iyi algılamamıza yardımcı oluyor. Hazreti Muhammet her sabah 21 üzüm yerdi. Bu nedenle güçlü bir hafızası vardı. Siz de yapın. Peygamberin yaptığını yapmak, sevaptır. Hem hafızanızı güçlendirir, derslerinizde başarılı olursunuz hem de sevap kazanırsınız " diye savunma getiriyorlardı.
Modanın aşırı bir biçimde yaygınlaştığı bir gün sabah etüdünde Tuncerin, "Bu nasıl sünnet? Peygamberin de her sabah 21 adet kuru üzüm yediğini söylüyorsunuz ama Arabistan çölünde üzüm yetişiyor muydu acaba? Hiç düşündünüz mü?" diye sorması kafaları karıştırdı. Tuncer'in sorusuna yanıt veremeyen devremizin üzümcüleri, etüt arasında üst sınıf ağabeylerinden, büyük bir olasılıkla Nursal Mutlu'dan yanıtı öğrenip, bir sonraki etüt saatine yetiştirdiler:
- Üzüm ve hurma aynı türden meyvelerdir. Peygamberimiz hurma yermiş.  Biz hurma bulamayız.  Üzüm yemek sünnete aykırı değil. Beynin alacağı vitaminde de eksiklik olmaz. Çünkü, hurma da üzüm de aynı vitaminleri içeriyor. Önemli olan niyettir. Üzümü, hurma niyetine yediğinizi düşünmeniz sevap kazanmanız için yeterlidir.
Buyrun...
Tuncer'in bu tür soruları oldukça çoktu. Bir başka gün. Hz. Muhammet'in çok akıllı olduğunu söyledi. Mescitçi arkadaşlarımız, kulak kesildiler:
- Bence, o dönemde Araplar temizliğe dikkat etmiyorlar diye Muhammet, "günde 5 defa abdest alın" diyerek, hijyeni öğretti. Spor yapmıyorlar diye günde 5 defa egzersiz yapmalarını sağladı. Hac ziyaretini ticaretin gelişmesi amacıyla zorunlu saydı.
Tuncer'in bu sözleri üzerine sınıfta büyük bir tartışma hatta küfürleşme yaşanmıştı. Üzümcülerin. Tuncer'e yönelik kızgınlıkları uzun süre dinmedi.
Sanıyorum hala da dinmemiştir...

***