Kaddafi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kaddafi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 17

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 17


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


3.2.1.10. Taksim’e cami projesi ve yaşanan kriz 

    Taksim’e Cami Projesinin geçmişi Adnan Menderes’in iktidarda olduğu 1950 yılına kadar uzanmaktaydı. Sağ kesimin o dönemden günümüze kadar hayalinde 
Taksim’e cami yapma projesi vardı ama her seferinde bu proje muhaliflerin tepkisine neden olmuştur. 
Bu projenin en çok tartışılıp, gündeme taşındığı dönem hiç kuşkusuz Refah-Yol Hükümeti dönemiydi. Bu dönemde cami projesi yine ülkenin gündemine 
oturmuştu (Özer, 2011, s.61). 
Başbakan Necmettin Erbakan’ın ramazan çadırında, Taksim’e cami yapacaklarını söylemesi medyanın harekete geçmesi için yeni bir vesile oluşturmuştur 
(Ilıcak, 2013, s.47). Özellikle, Milliyet, Yeni Yüzyıl ve Radikal gazeteleri başta olmak üzere “cami” konusu gündemde adeta bomba etkisi yaratmıştı. 
RP’nin Taksim’e cami projesi büyük tartışmalara neden olmuştu Anıtlar Yüksek Kurulu’nun isteği doğrultusunda RP’li Kültür Bakanı İsmail Kahraman Taksim’e 
cami projesini onaylamıştır. 
Daha sonra Refah Partili Beyoğlu belediye başkanı cami temelinin yılsonunda bizzat Başbakan Necmettin Erbakan tarafından atılacağını duyurmuştur (Özer, 2011, s.61). Bu konuyla ilgili tartışmalar sürerken Erbakan bu projeye karşı çıkanlara “Sen kimsin yüzde üçsün konuşamasın…” diye gönderme yaptı (Akpınar, 2001, s. 96). O dönem Taksim’e cami bir siyasi yatırım ve politik tartışma olarak algılanıyor ve yorumlanıyordu (Donat, 1999, s.368). 

1997 yılı Ocak ayı, aynı zamanda Taksim’e cami projesi, türban yasağının 
kaldırılması ve karayolu ile Hacca gidiş tartışmalarını kamuoyunun gündeminde yer almış ve uzun süren tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Dönemin Bakanı Necati Çelik’e göre “Türkiye’de çok ciddi bir gerilim ortamı yaşanırken, böyle bir ortamda Sayın Başbakan’ın torunlarına, torunlarının bakıcılarına varıncaya kadar büyük bir kafileyle hacca gitmiş olması başlı başına yapılmış tarihi bir hataydı, hiçbir izahı yoktur” (Çelik, 2004, s. 77) şeklinde ki açıklaması oldukça dikkat çekicidir. 
Taksim’e Cami Projesi aslında 1970’li yılların başlarından beri düşünülmüş ve ilk ciddi çalışma 1977 yılında Süleyman Demirel’in başbakanlığında ki “Milliyetçi  Cephe” hükümeti zamanında yapılmıştır. Dönemin Kültür Bakanlığı, Taksim’e Cami yapım projesi için Anıtlar Yüksek Kurulu’na başvurmuştur. Taksim’e Cami projesi aslında siyasal İslamcı kesime karşı bu bakış açısının göstergesidir. “Taksim’e Cami” projesi olarak zihinlere kodlanan bu projenin geçmişi 1977 yılına dayanmaktadır. Yukarıda da izah edildiği gibi o zaman da bu projeyi yapmaya çalışmakla itham edilen siyasal oluşum 28 Şubat sürecinde Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Süleyman Demirel liderliğindeki Milliyetçi Cephe Hükümeti olmuştur. Bu durum ilginç bir çelişkiyi de ortaya koymakta ve bazı konuların zaman zaman kullanılmak üzere adeta yedekte bekletildiğine işaret etmektedir (Arikan, 2010, s.85). 

Hükümetin inisiyatifiyle, Ziraat Bankası'na ait Sular İdaresi'nin arkasındaki 1624 
metrekarelik arsa, cami yapılmak için Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne devredilmiştir. 
Ancak devir yapılmasına rağmen, arsaya yıllarca cami yapılmamıştır. Bunun üzerine Ziraat Bankası, satış devir sözleşmesinde yer alan ilgili maddeye dayanılarak, 10 yıl içinde devir amacına uygun kullanılmadığı gerekçesiyle arsayı geri istemiştir. İstek yerine getirilmeyince, banka 1990 yılında dava açmıştır (28 Mayıs 1998), Hürriyet. Mahkeme, Ziraat Bankasını haklı bularak arsanın iadesine karar vermesi üzerine Vakıflar Genel Müdürlüğü Yargıtay’a giderek itiraz etmiştir. Yargı sonrasında ise mahkeme Taksim’de ki arsanın Ziraat Bankası’na ait olduğu kararını vermiştir. Banka arsanın kendisine verilmesi kararı ardından yönetim olarak toplanmış ve Taksim’de ki arsanın yeşil alan ilan edilmesi ve “Ziraat Park” adı ile bir park yapılıp İstanbul için sosyal yaşam alanı olarak kullanılması kararı alınmıştır. Ülke gündemi ve siyaset atmosferinin tansiyonu bu kadar yüksek bir ortamda kutuplaşmaların oluşması, laik kesim ve İslami çevrelerin karşı karşıya gelmesi, İslam’ın demokrasi karşıtlığı şeklinde bir zihniyetin ortaya çıkması beraberinde derin ayrılıklar açacak bir kutuplaşmayı beraberinde getirecektir. 

3.2.2. 28 Şubat Süreci ve Dış Politika 

28 Şubat döneminde, başta ABD olmak üzere dış güçler, resmi düzeyde 
Türkiye’de demokrasinin sekteye uğratılmaması koşuluyla, iktidarda bulunan Refah-Yol Hükümeti’nin uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan 
rahatsızlıklarına dair açıklamalar yaparken, bu güçlerin fiili bir darbeye de ışık 
yakmaması, darbe heveslisi kesimlerde hayal kırıklığına yol açmıştır (TBMM, 2012, s.959). Özellikle 28 Şubat sürecinde ABD’nin ve AB’nin, 28 Şubat 1997 MGK 
Kararları sonrasında ciddi bir açıklama yapmadıkları ya da tarihi MGK kararları olarak bilinen 28 Şubat kararları hakkında bir eleştiride bulunmamaları 28 Şubat sürecini açıkça desteklediklerinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Yine bununla beraber siyaset atmosferinin yüksek ve gergin olduğu 28 Şubat sürecinde ABD’nin ve AB’nin bu sürece müdahil olduğunu gösteren herhangi bir açıklaması da mevcut değildir. 
Öte yandan, Avrupa Komisyonu tarafından 1998 yılından itibaren yayımlanan 
İlerleme Raporlarında ve diğer resmi belgelerde, “sivil-asker ilişkileri” başlığı altında, üst düzey askerlerin demeçleri, MGK ve MGK Genel Sekreterliği’nin yapısı ve rolü, MGK Kararlarının siyaset üzerindeki etkisi, YAŞ, Jandarmanın konumu ve diğer hususlarda çeşitli eleştirilerin mevcut olduğu aşikârdır (TBMM, 2012, s.959). 

Refah-Yol Koalisyon Hükümeti’nin Programında, bir yandan “Ankara Antlaşması ve Gümrük Birliği’yle amaçlanan nihaî hedeflere ulaşılabilmesi için, yasal düzenleme  ler dâhil gerekli çalışmaların yapılacağı” belirtilirken; diğer yandan da “Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkeleriyle ekonomik, ticarî, sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi için yürütülen faaliyetlere hız kazandırılacak; bu ülkelerle olan, işgücü, mal, hizmet ve sermaye dolaşımının kolaylaştırılması için gerekli tedbirler alınacaktır” çok boyutlu ve “şahsiyetli” dış politika yürütüleceği” vurgusu yapılmıştır. Hükümet Programında kullanılan “Batı” ve “Doğu” arasındaki bu dengeli dil, hükümetin görevi süresince yumuşak karnı olarak görülecekti (Komisyon, 2012, s.61). 

Necmettin Erbakan, Başbakan olarak ilk resmi gezisini KKTC’ye yapmış, daha 
sonrada İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan başka bir gezi programı planlanmıştır. Gezilere çıkarken yaptığı konuşmada asıl amacının bu ülkelerle ticari ilişkileri geliştirmek olduğunu ifade etmiştir (Arikan, 2010, s.87). 

 3.2.2.1. Başbakan Erbakan’ın islam ülkeleriyle olan temasları 

 Başbakan Necmettin Erbakan, Türkiye’nin kuruluşundan bu yana devam eden 
Yüzünü Batıya Dönme” tavrını bir nebze olsun değiştirmek, İslam ülkeleri arasında alternatif bir işbirliği modeli oluşturulmasına öncelik etmek ve Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek maksadıyla, Ağustos ve Ekim 1996 aylarında, Müslüman ülkeleri ziyaret etmiştir (Komisyon, 2012, s.61). 

İnançlı ve şuurlu kadroların çekirdeğini RP teşkilatının temsil ettiğine işaret 
eden RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan “İslam Birliği Kurulması” yolunda önemli adımlar atmakla beraber şu 5 maddeyi sıralıyordu; 

1. Taklitçilik bırakılacak, Milli Görüşe geçilecek, 
2. Kapitalizm bırakılacak, Adil düzene geçilecek, 
3. Uşaklıktan vazgeçilerek, yeniden büyük Türkiye kurulacak, 
4. Hristiyan birliği değil, İslam birliği kurulacak, 
5. Zulme dayanan bir dünya değil barışı esas alan bir dünya kurulacak (25 Şubat 
1995) Milli Gazete, s.7. 

 3.2.2.3. Libya gezisi ve yaşanan kriz 

 Necmettin Erbakan, Başbakan olarak ilk resmi gezisini KKTC’ye yapmış ve 
daha sonrasında ise Ağustos ayı içersin de Müslüman ülkelere gerçekleştirdiği ikinci yurtdışı gezisini 1996 yılı Ekim ayı içersin de Mısır, Libya ve Nijerya’yı kapsayacak şekilde yapmıştır. 10 gün süren bu gezi programında özellikle Libya gezisinde meydana gelen olaylar basında yoğun olarak eleştirilmiştir (Komisyon,2012, s.61). 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın ilk yurtdışı gezisini İran’a yaparak kaybettiği 
prestiji Libya gezisi ile yeniden kazanmayı hedefliyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.159). 

Bu ziyaret asker tarafından tepki ile karşılansa da ama asıl sorun Başbakan Erbakan’ın Libya lideri Kaddafi ile görüşmesi sırasında ortaya çıkacaktı. Libya, Erbakan’ın Afrika ülkelerine yapacağı gezinin ikinci durağını teşkil etmekteydi. Basın ve yayın kuruluşları gezi programı ile ilgili “Saltanat Gezisi” yorumunda bulunulmuş olmakla beraber Afrika ülkelerine yapılan gezinin ilk durağı olan Mısır’da ki resmi karşılama töreninde bayrağımızın göklere çekilmemesi ile patlak vermiş ve gezinin ikinci durağı olan Libya ile daha da alevlenmiştir. Tansu Çiller bu durum karşısında “Mısır’da hava karardığı için direğe bayrak çekilmemiştir” derken meclisteki muhalefet grupları adeta ateş püskürüyorlardı (Birand, Yıldız, 2012, s.159). Yaşanan bu bayrak krizi, Mısır ile yapılan iki milyar doları aşkın ticaret anlaşmasını da gölgede bırakmıştır. Bu durum siyasetteki tansiyonu yükseltmekle kalmamış gezini ikinci durağı olan Libya’da adeta bir krize dönüşecektir. 

Başbakan Erbakan ilk görüşmesini dönemin Başbakanı Abdulmecid El Gaud ile 
yapmıştır bu görüşmede Türk müteahhitlerinin alacaklarının ödenmesi için girişimlerde bulunulmuştur aynı zamanda bu görüşmelerde iki ülke arasında “iman bağı ve derin muhabbet bulunduğu” belirtilmiştir. Batı tarafından terörist ilan edilen ve dışlanan Libya ile iyi ilişkiler kurmak gerektiğine vurgu yapılmıştır (Akpınar, 2004, s.104). Müteahhitlerin 160 milyon alacağı vardı ve bunların tahsili için girişimlerde bulunuluyordu (Yıldırım, 2010, s.96). 
Libya lideri Kaddafi, başka ülke müteahhitlerine ödeme yaptığı halde, Türk müteahhitlerin parasını ödememektedir (Özgan, 2008, s.64). 

Başbakan Erbakan’ın Kaddafi ile görüşmesinde ki amaç ise, uzun süredir Libya’dan alacaklarını tahsil edemeyen Türk müteahhitlerine yardımcı olmaktı. Ancak Libya liderinin bir başka şov hazırlığı içerisinde olduğu bilinmiyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.160). 

RP’li Devlet Bakanı Abdullah Gül ve DYP’li Devlet Bakanı Namık Kemal 
Zeybek, Başbakan Erbakan'dan önce Libya'ya yaptıkları geziden pek hoş izlenimlerle dönmemişlerdir. Libya adeta herkesin kara listesindedir. Libya'daki Türk Büyükelçisi Ateş Balkan, “uluslararası koşulların ve Libya liderliğinin içinde bulunduğu bu durumun, Türkiye başbakanının ziyaret etmesine uygun olmadığı yolunda” Ankara’ya mesajlar geçmiştir. 
Libya, 1988'de iki ajanının Pan-Am 103 sefer sayılı yolcu uçağının İskoçya, Lockerbie üzerinde patlatılarak düşürülmesinden sorumlu tutulduğu için uluslararası kara listeye alınmıştır (Özgan, 2008, s.64). 
RP'li Devlet Bakanı Abdullah Gül ve DYP'li Devlet Bakanı Namık Kemal 
Zeybek, Türkiye’ye döndükten sonra Başbakan Erbakan’a gördüklerini anlatmış ve Erbakan’ın Libya’ya davet edildiğini kendisine bildirmişlerdir. Başbakan Erbakan böyle bir ziyarete okey vermesi üzerine RP'li Devlet Bakanı Abdullah Gül’e ilk tepki Mehmet Ağar’dan gelmiştir. Ağar Erbakan’ın Libya’ya gitmesine karşıydı nedenini ise şöyle açıkladı; “Kaddafi Türk düşmanıdır. Daha geçen günlerde MED TV’de yaptığı açıklamalar ortadadır. Türklerin Kürtleri kestiğini Güneydoğu’nun Kürdistan olduğunu söylüyor. Kürtlerin bağımsız devlet kurması gerektiğini söylüyor. Böyle bir insanın davetini olumlu karşılamak bize yakışmaz. Sayın Başbakana düşende bu geziye gitmemektir” (Özer, 2011, s.46-47). 
Başbakan Necmettin Erbakan ise; “tartışmayı alevlendirmemek için konuşmayı 
sessiz bir şekilde dinledi ve Mehmet Ağar’a bunu daha sonra konuşuruz” dedi (Aksoy, 2000, s.179). Devreye giren Tansu Çiller, “Bunu daha sonra konuşuruz.” dedi (Tayyar,2009, s.36). İki lider bu konuyu daha sonra tartıştılar ama Başbakan Erbakan programını iptal etmedi ve 5 Ekim’de Libya’ya hareket etti. 
Başbakan Necmettin Erbakan’ın resmi gezi yapmak amacıyla tercih ettiği 
yerlerden en çok ses getireni Libya olmuştur. Libya gezisi öncesinde kararname krizi yaşanmış, hükümetin DYP kanadındaki bakanların gezi kararnamesini imzalamama eğilimleri ağır basmıştır. Her şeye rağmen yapılan gezi esnasında yaşanan olaylar ise halen Necmettin Erbakan’la ilgili bir konu gündeme geldiğinde kullanılmaktadır. Necmettin Erbakan’ın o günün konjonktüründe ABD ve Avrupa ülkeleri ile problemler yaşayan İslam ülkeleri ile ilişki kurmayı amaçlayan bu seyahatleri yaşanan protokol problemleri ve yabancı liderlerin sorunlu üslupları nedeniyle adeta 28 Şubat sürecine yardımcı olmuştur (Arikan, 2010, s.88). 
Star TV Muhabiri Işın Gürel; “Gerek Başbakan Erbakan, gerek gazeteciler 
otelde bekletildik, yani Libya liderinin bizi kabul etmesini bekledik. Sonra son derece elverişsiz bir uçakla çölün ortasına indik; arabalara, otobüslere bindik. Otobüslerin pencereleri kapatıldı. Döndük, döndük, döndük sonunda Kaddafi’nin de çadırının olduğu bir komplekse geldik. Orada indirildik ve o sırada bazılarımız iki üç tane Kaddafi ile burun buruna geldik. Çünkü biliyorsunuz, kendisi güvenlik amacıyla böyle bir yöntem kullanıyor. Daha sonra çadıra alındık ve yerlere oturmak suretiyle notlarımızı almaya başladık” (Birand, Yıldız, 2012, s.160). 
Libya lideri Kaddafi, Necmettin Erbakan'ı başkentte karşılamamıştır. Erbakan’ın 
Kaddafi ile görüşmesi başkent Trablusgarp’ta yapılmamış onun yerine bir uçak tahsis ederek istirahat ettiği 400kilometre uzaklıktaki yerleşim yeri olan Sirte’ye getirtmiştir. 
Libya lideri Kaddafi, Başbakan Erbakan’ı bedevi çadırına davet etmiştir ve burada olay yaratacak açıklamalarını yapmıştır. Tüm bunlara ek olarak Türkiye'ye hakaretler yağdırmıştır. Çünkü Kaddafi’ye göre Türkiye laikliği seçerek İslami geçmişini reddetmiş, Kürtlerin bağımsızlığına engel olmuştur. Kaddafi’ye göre Türkiye NATO'dan ve Batı ittifakından kopmalıdır (Özgan, 2008, s.64). Kaddafi’nin yaptığı konuşmada Türkiye’yi küçümseyici ve terör örgütlerine destek verici ifadeler kullanması Erbakan’ı ve partisini sonraki günlerde çok sıkıntıya sokmuş tur. Erbakan’ın Libya ziyareti dakikalar geçtikçe adeta bir krize dönüşüyordu. Çünkü Kaddafi, diplomatik gelenek ve nezaketi artık hiçe saymaya başlamış, Türkiye’nin Kürtlere soykırım uyguladığına kadar uzatmış ve Türkiye’nin dış politikasından memnun olmadığını vb. söylemleri ile beraber birçok konuda da Türkiye’yi uluslararası alanda zora sokacak beyanatlarda bulunmuştur. 

Libya lideri Kaddafi’nin Türkiye hakkında söylemiş olduğu sözler karşısında, o 
an için hükümet cephesinden herhangi bir açıklama gelmemesi kamuoyunda meselenin daha da büyümesini beraberinde getirmiştir. Başbakan Erbakan’ın Libya liderine gerektiği şekilde bir cevap vermemesi ve geziyi yarıda bırakıp ülkeye dönmemesi olayların daha da büyümesine sebep olmuştur. Yaşanan bu olaylar karşısında muhalefet partilerinin tepkilerinin yanında Refah-Yol koalisyon ortağı DYP’de bu duruma büyük bir tepki göstermiştir. DYP lideri Tansu Çiller, “Bir çöl bedevisinin etmiş olduğu laf karşısında bizim yumruğumuz masaya inerdi! ”(Birand, Yıldız, 2012, s.160) diyordu. 

Yaşanan bu olumsuzluklar, Türkiye'de de, dünyada da tepkilere yol açmıştır. 
CHP bu gezi ile ilgili olarak gensoru vermiştir. MHP'lilerden koalisyon ortağı 
DYP'lilere dek herkes ayaklanmıştır. Bir darbe ihtimalinden ilk kez o günlerde söz 
edilmeye başlanmıştır (Özgan, 2008, s.65). Başbakan Erbakan’ın Kaddafi’yle yaptığı görüşme, iç basında “skandal” olarak değerlendirilmiştir. 16 Ekim 1996 tarihinde TBMM’de yapılan görüşmelerde söz alan Devlet Bakanı Abdullah Gül, Kaddafi’nin “Yanlış, hatalı, tasvip etmeyeceğimiz bir konuşma yaptığını” fakat basında anlatılanın aksine orada kendisine gereken cevabın verildiğini ifade etmiştir. Tepkiler üzerine, Tansu Çiller, Erbakan’a haber vermeksizin, Trablusgarp Büyükelçisi’ni geçici olarak Ankara’ya çağırmıştır. Libya gezisi, sadece muhalefet tarafından değil, ABD tarafından da resmi düzeyde eleştirilmiştir (Komisyon, 2012, s.63). 
Türkiye kamuoyu Libya gezisini, Türkiye için uluslararası alanda küçük 
düşürücü ve onur kırıcı olarak değerlendirmiştir. Ancak Erbakan’ın, ülkeye döndüğünde hava alanında yaptığı konuşmada hiçbir şey olmamış gibi davranması, kendini adeta “savaş kazanmış kumandan gibi görmesi” ve bununla beraber ortada hiçbir sorunun olmadığı ve yapılan Libya gezisinin son derece başarılı geçtiği düşünüyordu. İran gezisinin hemen ardından, Libya gezisinin programa konmuş olması; başlı başına konuşulması gereken bir konudur ve istismara çok açıktır (Çelik, 2004, s.79). 

Ancak dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’e göre “Erbakan’ın Libya gezisinden pişman olduğu konusunda bir bilgi yoktur. Çünkü Erbakan ve ekibinin herhangi bir özeleştiri yaptıkları görülmemiştir” (Çelik, 2004, s.81). 


***

31 Mart 2020 Salı

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak




Ali SEMİN
www.bilgesam.org
Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak


Orta Doğu ve özellikle Arap devletlerinde yaşanan hadiseler küresel güçler için tarihten günümüze kadar genel anlamda büyük öneme sahiptir. Bilhassa bölgede bulunan zengin enerji ve yer altı kaynakları açısından Ora Doğu, küresel güçler (ABD, İngiltere ve Fransa) için çekim merkezi haline gelmiştir. Bu bağlamda, Arap ülkelerindeki değişimi ve halk isyanlarını tetikleyen önemli faktörlerden birinin de, küresel güçlerin bölge üzerinde oynadığı oyunlar ve yaptıkları ince hesapların olduğu aşikârdır. 

Bu güçlerin bölge üzerinde hem yaptıkları işbirliği hem de güç mücadelesi bağlamında, Arap ülkelerinde otoriter yönetimlere karşı gösterilen halkın tepkisine ve hareketlerine ciddi ölçüde payı olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Libya’daki halk direnişinden sonra NATO güçlerinin bölgeye müdahale etmesi, halkın rejimin değişmesi konusundaki tutumunu daha da artırmış ve tetiklemiştir. Başka bir ibareyle, NATO’nun Libya’ya müdahalesinde olduğu gibi küresel güçler tarafından halk hareketinin uzun süreli ayakta kalması için, askeri teçhizat ve çıkara dayalı siyasi destek yapılmasaydı, Arap ülkelerinde meydana gelen olaylarda halkın yönetime karşı bu kadar gösterilere devam etmesi zor olacağı ifade edilebilir. Arap ülkelerindeki yönetimlere yönelik başlayan halk isyanları olarak kabul edilse de, daha sonra bölgesel ve küresel güçlerin yardımına ve hatta vekâlet savaşlarına dönüştüğüne dikkat çekmek gerekir.

Bu bağlamda Arap ülkelerinde baş gösteren halk ayaklanmalarıyla birlikte bölge üzerinde birçok küresel aktörün siyasi, ekonomik ve nüfuz kurma mücadelesine yol açmaktadır. Değişim sürecine giren Arap ülkelerinde ortaya çıkan otoriter boşluğu doldurma ve Orta Doğu’da etkinlik kurmak isteyen tüm aktörler, bölgedeki pastadan aslan payı elde etmeye çalışmaktadır. Özellikle Kaddafi sonrası Libya üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan Fransız ve İngiliz petrol şirketleri, 2011 yılında Trablus direnişçilerin eline geçer geçmez Ulusal Geçiş Konseyi ile anlaşmak için görüşmelere başlamıştı. Ayrıca Fransa ve İngiltere, Libya’daki direnişçilere Kaddafi’ye karşı her türlü desteği sağlamaya çalışmıştır. 1 Eylül 2011 tarihinde Paris’te yapılan Libya konferansı sırasında Rusya’nın, hemen Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi’ni resmen tanıdığını açıklamıştı. 

Aslında Aralık 2010’dan bu yana başta Libya olmak üzere Suriye, Yemen, Sudan, Cezayir ve genel olarak Orta Doğu üzerinde keskin bir güç mücadelesi söz konusudur. Rusya’nın, Kaddafi sonrası Libyalı muhalif grubundan yana bir tavır almasının iki nedeni vardır. İlk nedeni, Kaddafi döneminde, Rusya ile Libya arasında 4 milyar dolarlık bir silah anlaşmasının var olduğudur. Moskova’nın Trablus’taki yönetimi tanımasındaki temel gayenin, Libya’da kurulan yönetimle de söz konusu sözleşmeyi devamlı kılmaktı. Diğer neden ise, Rusya’nın bölgedeki gelişmelerden uzak kalmamak ve bölgedeki etkinliğini devam ettirmek isteğidir. Dolayısıyla Rusya, Arap ülkelerindeki değişimle ve Suriye’deki iç savaşla birlikte Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Doğu bölgesinde kendine yeniden nüfuz alanları açtı. 

Orta Doğu’daki Krizler ve Türkiye’nin Libya Politikası

Arap ülkelerindeki değişimin bölgesel ve bölge dışı aktörlerin de değişmesine sebep olduğu ifade edilebilir. Çünkü otoriter rejimlerin yerine farklı anlayışlara sahip yönetimlerin gelmesi, hem bölge ülkeleri arasındaki ikili ve çok taraflı diplomatik, ekonomik ve ticari ilişkileri tesiri altına almaktadır, hem de küresel aktörlerin yeniden yönetimsel şeklinin oluşması, ister istemez bölgedeki aktör lerin de değişmesine yol açmaktadır. Bu nedenle Arap ülkelerindeki eski yönetimlere yönelik gelişen kontrolsüz gösterilerin sonucunda deyim yerindeyse ABD’ye yakınlığı ile bilinen liderler, Arap halkı tarafından devrilmiştir. Bu açıdan bakıldığında ABD yönetimi, bölgede eski müttefiklerini kaybetmeye başladıktan sonra Suriye’de PKK/YPG terör örgütüyle, diğer ülkelerde ise devlet dışı aktörlerle ilişkilerini güçlendirmeye başlamıştır. 

Bu çerçeveden bakıldığında bundan sonra ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir. Çünkü liderlerini deviren ve isyana devam eden Araplar arasında, söz konusu gösterilerin sonucunda elde edilen başarının ABD ve Avrupa ülkeleri (özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya) tarafından müdahaleye uğraması ve kontrol altına alınması kaygısı hâkim olmuştu.

Öte yandan Orta Doğu’da tek NATO üyesi olan Türkiye’nin Libya’ya karşı sergilediği tutum dikkate alındığında Ankara, Libya’daki gelişmelerin 
başlangıcında Libya’da bulunan Türk işçilerinden dolayı temkinli bir politika izlemiştir. Ardından yaşanan gelişmelerin seyrine göre Türkiye, Libya muhalefetine tam destek 

“ ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: 
Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli 
durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir.”verdiğini duyurmuştu. Türkiye, Libyalı muhalefet grubuyla İstanbul’da çeşitli konferanslar düzenlemiş ve bunun sonucunda Libya Temas Grubunun kurulmasına öncülük etmiştir. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 23 Ağustos 2011 tarihinde Bingazi’yi ziyareti etmiş, Türkiye’nin, Ulusal Geçiş Konseyi’ne sağladığı 
300 milyon dolarlık yardımın 100 milyon dolarını nakit olarak yardım yapmıştır. 

Başka bir ifadeyle Türkiye’nin Fransa’yla Libya üzerinde rekabet içinde olduğu analizleri yapılmıştır. Aslında Libya üzerinde bu kadar rekabet ve güç mücadelesinin Kaddafi sonrası Libya’daki Türkiye’nin konumunu riske altında olduğu da söylenebilir. Kaddafi döneminde Libya’da, Türk müteahhit ve müşavirlik firmaları 2009-2010 yılları arasında 7 milyar 627.2 milyon dolar tutarında proje almıştır. Türk inşaat firmaları ise bu rakamın 23 milyar dolar olduğuna işaret etmektedir. Libya olaylarından sonra yukarıda gösterilen rakamların yarısından fazlası kadar zararın olduğunu da dikkate almak gerekir. Böylece Ankara’nın, Libya krizindeki girişimlerine bakıldığında, bu ülkedeki eski varlığını yakalamasının konjonktürel anlamda zor olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Libyalı muhalif grubu ağırlaması, destek olması ve hatta Kaddafi güçleri tarafından yaralanan Libyalıların Türkiye’de tedavi görmelerini sağlamasına rağmen Trablus düştükten sonra Libya’da “teşekkürler Fransa” 
şeklindeki pankartları öne çıktığı unutulmamalıdır. 

Ankara, Libya’da çok zor bir güç mücadelesine girmiştir. Bu mücadeleyi kazanıp kazanamayacağını zaman gösterse de, aslında Libya’daki yerel, bölgesel ve küresel bağlamındaki çok aktörlü bir sahaya dönüştüğünü ifade etmek mümkündür. 

Orta Doğu’da NATO Müdahalesi Çözüm mü? 

Orta Doğu’da süregelen gelişmelerin ve halk ayaklanmaları gibi olaylara bölgedeki müdahaleci güçlerin genellikle ABD merkezli organize ve koalisyonlara tanıklık edilmiştir. Ancak son dönemlerde bölgede ve özellikle Libya’da baş gösteren halk ayaklanmalarına yönelik ABD yerini dolaylı olarak NATO’ya bırakmak istediği söylenebilir. ABD’nin, Afganistan ve Irak’ı işgalinden sonra bölgede oluşturduğu güvensizlik ortamının ve nispeten de olsa, uğradığı askeri başarısızlık Obama yönetimi döneminde değişim sürecine giren Arap ülkelerine askeri müdahalede bulunma cesaretinin kırıldığı görülmektedir. 

Bilhassa Arap kamuoyunda ABD’ye yönelik oluşan güvensizlik kırılan cesaretin önemli çizgilerden biridir. Washington yönetimi, Orta Doğu halkları arasında oluşturduğu müdahaleci ve işgalci imajını değiştirmek istediği için Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarına sadece söylem ile NATO ve Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin adı altında harekâta geçmeye çalışmıştı. 

Kaddafi güçlerinin, Libya’daki göstericileri bastırmak amacıyla uyguladığı şiddetin sonucunda, başta Fransa ve ABD olmak üzere 19 Mart 2011 tarihinde NATO güçleri Libya’ya müdahalede bulunmuştur. NATO’nun bu tutumu Araplar arasında önemli bir yankı uyandırmıştır. Araplar, Batılıları genellikle sömürgeci olarak görse de NATO’nun Libya’ya müdahalesiyle, özellikle Fransa ve İngiltere’ye karşı duydukları kinin ve nefretin yerini sempatinin aldığı görülmüştür. Arapların bu konudaki genel görüşü NATO’nun desteği olmasaydı, Kaddafi güçlerinin Libya’daki tüm göstericileri katledebilirdi. Bu nedenle Libya’daki olayların ardından bölgedeki müdahaleci aktörlerin rol değişimine uğradığı değerlendirilebilir. Dahası Libya lideri Kaddafi’nin, NATO’nun yaptığı 7459 sorti ve harcanan 2 milyar doları aşkın para ile devrildiği ifade edilmektedir. 
Finansmanını sağlayan ülkelere bakıldığında, ABD 938 milyon dolar, İngiltere 362 milyon dolar, Fransa 359 milyon dolar ve İtalya 320 milyon dolar harcamıştır. Kaddafi’nin devrilmesi için harcama yapan ülkelerin Libya’yı kolay kolay terk etmeyeceği görülmelidir.

Libya’daki sürece NATO’nun müdahalesi dikkate alındığında, 2011 yılında Arapların yeni kurtarıcısı olarak nitelenen NATO’nun, Libya’daki başarısının ardından acaba Suriye’ye ve Arap ülkelerindeki diğer benzeri gelişmelere müdahale eder mi?” sorusunu gündeme getirmişti. 
Arapların NATO’nun müdahalesine olumlu yaklaşmalarını iki şekilde açıklanabilir. Bunlardan birincisi 20 Ekim 2011 tarihinde NATO güçlerinin yardımıyla Libya lideri Kaddafi’nin öldürülmesinin ardından ülkeden çekilmesi, Arapların NATO’yu kurtarıcı olmasına ve sempati duymasına sevk ettiği söylenebilir. Çünkü ABD misali Irak’ı işgal edip Saddam’ı devirdikten sonra ülkeye yerleşmemiştir. Diğer neden ise, NATO örgütünün içinde Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin de içinde bulunması Arapların NATO’ya olumlu bakmasında önemli bir etken olduğu kabul edilebilir. Dolayısıyla, Libya’daki müdahalesinden sonra Arap ülkelerinde otoriter iktidarların halka karşı silahlı güce başvurduğu durumlarda, NATO Araplara kurtarıcı olarak takdim edilmekteydi. Hatta Libya’dan sonra Suriye’ye müdahale olasılığı da tartışma konusu olmuştu. Aslında NATO’nun Libya’ya müdahalesinin temel amaçlarından biri de, Afganistan’daki başarısızlığının ardından Libya’da 
başarılı olması NATO’ya motivasyon kaynağı olduğunun da altını çizmekte fayda vardır. 

Sonuç

Libya’da, halk direnişinin kanlı başlamasının Fransa ve NATO’nun müdahale etmesini gerekli kıldığını söylemek mümkündür. Libya’da olayların başlamasıyla Kaddafi’ye karşı yönetimdeki bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halk direnişine destek vermesi Kaddafi’yi Sırbistan’dan paralı askerler tutmaya sevk etse de iktidardan devrilmesini önleyememiştir. Ancak Suriye’deki hadiseler Libya örneğiyle karşılaştırıldığında Esed rejimine bağlı bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halkın safına geçtiği çok az sayıdadır. Bu bağlamda Şam’ın güçlü kalmasına hizmet eden en önemli etkenlerden birisi üst düzey devlet görevlilerin yönetimin yanında tavır almasıdır. 

Öte yandan ABD tarafından kurulmaya çalışılan Arap NATO’sunun yükleneceği misyonun İran’a yönelik bir hamle olacağı ihtimali yüksektir. 

Peki, Arap NATO’su mümkün mü? Aslında Arap ülkeleri arasında yaşanan siyasi ve diplomatik sorun ve krizlerin artığı bir dönemde ortak bir Arap gücünün kurulması uzak bir ihtimal olmasa da başarılı olacağı hususu tartışmaya meyyal bir konudur. Dolayısıyla Arap NATO’sunun kurulması; bölgesel olarak Orta Doğu’da ve Arap dünyasında yeni kutuplaşmalara ve askeri/siyasi liderlik rekabetinin derinleşmesine yol açabilir. 

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. 

Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 

BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel 
düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

 Ali Semin, Yazar Hakkında, 

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

***

23 Kasım 2018 Cuma

Libya’daki Ramazan ile Suriye’deki Ramazan Farklı mı?

Libya’daki Ramazan ile Suriye’deki Ramazan Farklı mı?



Prof. Dr. Ümit Özdağ  
03 Ağustos 2011


Mart 2011’de Paris, Fransa’nın Afrika’da 19. Yüzyıldaki emperyalist politikalarının arkasındaki motiflere benzer motifler ile Libya’daki iç karışıklıklara isyancılar lehine bir askeri müdahalenin önünü açmıştır.

Libya'ya insan haklarını savunmak adına müdahale eden Fransa'nın Libya'daki olayları tetikleyen Tunus ayaklanması sırasında Tunus diktatörü Bin Ali ülkesinden kaçmak üzere iken diktatöre isyanı bastırması için Fransız askeri birlikleri yollamayı düşündüğü bilinmektedir.
Paris kısa bir süre sonra Kuzey Afrika'daki gelişmelerin kendisine bu coğrafyada, iktidarları muhafaza ederek değil, değiştirerek emperyalist bir atılım yapma fırsatı verdiğini görmüştür. Üstelik Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin 2012'deki seçimleri kazanması için de bir zafere ihtiyacı vardır.
Libya seferi, Libya'ya demokrasi ve insan hakları getirmek adına değil, 21. Yüzyılda Afrika kıtasında yeni paylaşım adına başlatılmıştır. Fransa'nın askeri gücü sonuç almaya yeterli olmadığı ve müdahale şekli uluslararası hukuku ihlal ettiği için ABD ve İngiltere'nin müdahalesi ile Libya'ya müdahale bir BM-NATO operasyonuna dönüştürülmüştür.
Türkiye ise önce NATO'nun Libya'da görev üstlenmesini Başbakan Erdoğan'ın açıklamaları ile en sert şekilde eleştirirken daha sonra NATO uçaklarının İzmir'de bulunan NATO Müşterek Hava Komuta Karargahından yönetilmesi kararı alınmıştır.
Kaddafi güçleri, NATO'nun beklediğinden çok daha uzun bir süre NATO hava kuvvetlerinin saldırılarına direnmeyi becermiştir. Üstelik isyancı güçler de aldıkları bütün desteğe rağmen önemli bir mesafe kaydedememişlerdir. Her ne kadar NATO sözcüsü 2 Ağustos 2011 tarihli brifingde "mesele Kaddafi'nin gidip gitmeyeceği değil, ne zaman gideceğidir" dese de 2 Ağustos tarihli Stratfor raporunda"Batının Kaddafi'nin yerine geçeceğini düşündüğü isyancılar anlaşılan bütün ülkeyi değil Doğu Libya'daki bölgelerini dahi kontrol edememektedirler" demektedir.[1]Batı açısından sonuç alabilmek ancak Kaddafi güçlerine karşı bir kara savaşı ile mümkündür.
Afganistan ve Irak yorgunu Amerikan Ordusu Libya'da hava desteğini ancak Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı'nın baskısı ile vermiştir. İngiltere ve Fransa ise kamuoyu baskısından dolayı ordularını bir kara savaşına sokmak istememektedirler. Ulaşılan aşamada bir askeri pat durumundan söz etmek mümkündür. Bu pat durumu, Libya'nın Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesi tartışmalarının başlamasına neden olmuştur.
1 Haziran 2011'de NATO Genel Sekreteri, NATO güçlerinin Kaddafi güçlerine karşı operasyonlarının 90 gün daha süreceğini açıklamıştır. Bu açıklama öncesinde kısa süren bir "Ramazan'da askeri operasyon yapılır mı?"tartışması yapılmış ancak bu tartışma NATO'nun, Ramazan ayında da Kaddafi bölgesini veya Batı Libya'yı bombalama kararı çıkarmasını engellememiştir.
Türkiye'nin de NATO'nun aldığı bu karara karşı çıkmadığı ve Türk Dışişleri Bakanlığının NATO'nun bu kararını kınamadığı bilinmektedir. Esasen Türkiye'nin sert bir şekilde karşı çıkması durumunda NATO'nun bu operasyonu Ramazan ayında yapması mümkün olamazdı.Çünkü bu kararın oy birliği ile alınması gerekmektedir. 12 Temmuz'da bir NATO temsilcisi ateşkes olması durumunda NATO'nun Ramazan'da Libya'yı bombalamayacağını açıklamıştır. Ancak bundan bir sonuç çıkmamıştır.
Libya'da NATO müdahalesi devam ederken, Suriye Ordusu birlikleri bir süreden beri isyancı güçlerin elinde olan Hama'ya yönelik olarak 31 Temmuz gecesi başlayan çok kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Suriye Ordusu'nun Hama'daki saldırısı ve çatışmalar devam etmektedir. Ordu birliklerinin diğer direniş merkezi olan kentlere de gireceği bilinmektedir.
NATO ülkeleri ile birlikte Türkiye de Suriye Ordusu'nun bu hareketini en üst düzeyde sert protestolar ile karşılamıştır. Cumhurbaşkanı A. Gül haklı olarak ''Ramazan ayının ruhuna uygun bir şekilde, sükûnetin sağlanması ve köklü reformların gerçekleştirileceğine dair halkın ikna edilmesi beklenirken, tam aksine Ramazan ayına daha kanlı bir ortamda girilmesi asla kabul edilebilecek ve sessiz kalınabilecek bir gelişme değildir'' açıklamasını yapmıştır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Suriye rejimini hem böyle sert bir operasyon yaptığı için hem de bunu Ramazan ayında yaptığı için sert bir şekilde eleştirmiştir.
A. Davutoğlu, "Gerçekten dünkü, özellikle Hama'da yürütülen operasyonlar bizde derin bir hayal kırıklığı ve üzüntü doğurmuştur. Bu operasyonların hem zamanlaması hem yöntemi son derece yanlıştır, şiddetle kınıyoruz" demiştir. Bütün Müslümanlar gibi Suriyelilerin de Ramazana hazırlanırken bu çapta bir operasyon yürütülmesinin ve 100'ü aşkın Suriyelinin acısının ailelerine yaşatılmasının Ramazan'ın ruhuna uygun olmadığını kaydeden Davutoğlu, "Bu bütün Türk halkının hissiyatıdır. Biz de dün Ramazana girmeyi hakkıyla yaşayamadık Suriye'deki gelişmeler yüzünden" diyerek devam etmiştir.
Tabii ki, Suriye Ordusu'nun Hama'da silahsız sivil halka ateş açması kabul edilemez. Ancak Hama'da ve diğer isyanın devam ettiği kentlerde herhangi bir silahlı direniş olmadığını söylemek de mümkün değildir. Diğer bir ifade ile Suriye Ordusu bu kentlere çatışarak girmiştir. Ancak çatışan güçler arasındaki güç farkı çok büyüktür.
Suriye Yönetimi en kısa zamanda çok partili demokratik seçimler için adım atmalı ve verdiği sözleri yerine getirmelidir. Türkiye'nin ve batı dünyasının yapması gereken Esad Yönetimini yoğun temas ve ekonomik/politik baskılar ile demokratik rejim konusunda vermiş olduğu kararları gerçekleştirmek konusunda cesaretlendirmek/teşvik etmek olmalıdır. Ancak Şam'ı, Hama'yı tanklar ile bombaladığı için savaş ile tehdit eden veya ağır şekilde kınayan Batı'nın ve AKP Hükümetinin de Libya'yı bombalamaya devam etmesi ahlaken izah edilebilir bir durum değildir.
2 Ağustos 2011 tarihli Washington Post gazetesinde "In War-torn Libya, no Pause for Ramadan" başlıklı yazıda NATO'nun Ramazanda Libya'yı bombalayacağı haberi verilmektedir. 2 Ağustos'da yine bir NATO brifinginde Ramazan ayının Kaddafi güçlerinin toparlanması ve güçlenmesine izin verilebilecek bir süre olmadığı belirtilmiş ve diplomasi sözcükleri ile ateşkes olmayacağı ortaya konulmuştur.[2]
Bu durumdan çıkarılacak birkaç farklı sonuç olabilir. 1)Ramazan'da Müslüman ülkelerde iktidarların muhalefeti bombalaması ahlaki değildir. 2)2011 senesinde Ramazan Suriye'ye gelmiş fakat Libya'ya gelmemiştir. 3)NATO'nun Ramazan'da Müslüman bir ülkede iktidarı ve iktidarı destekleyenleri bombalaması ahlaki olabilir.
Yukarıdaki traji-komik tespitler Batının çifte standarda dayanan ahlak anlayışından kaynaklanmaktadır. Libya ve Suriye halkları bütün insanlık gibi demokrasiyi hak etmektedirler. Ancak demokratikleşme sürecinin petrol rezervlerini ele geçirmek/batıya stratejik direniş gösteren rejimleri devirmek amacı ile saldıran Batılı güçlerin emperyalist politikalarının bir aracı haline gelmesi demokrasiyi zora sokmaktadır.




***

11 Eylül 2016 Pazar

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeniden Yapılanması., Riskler, Fırsatlar ve Öneriler BÖLÜM 3





    Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeniden Yapılanması.,                               Riskler, Fırsatlar ve Öneriler 
                                                BÖLÜM 3




3.3. İçişleri ve Sağlık Bakanlığı'na Aktarılan Sorunlar,



a. MSB'ye benzer durum İçişleri Bakanlığı için de söz konusudur. Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nı da bünyesine alan Bakanlığın mevcut haliyle bu unsurların gerektirdiği planlama, sevk ve idare kapasitesinden yoksun olduğu düşünülmektedir. Trafik, pasaport vb işlevlerle sınır savunması ve düşük/orta yoğunluklu çatışmayı planlama, sevk ve idare işlevlerinin aynı çatı altına gelmesinin yaşanacak zafiyetlerin habercisi olduğu değerlendirilmektedir. 

b. MSB ve İçişleri Bakanlıklarında ifade edilen risk alanları, istihbaratta mevcut olan ve gittikçe kötüleşen zafiyetle birlikte Türkiye’deki mevcut güvenlik açığını derinleştirmektedir. 


c. Sağlık Bakanlığı, barış ve savaş durumunda askerî işlev edinerek güvenlik sektörüne sokulmakta ve asıl sorumluluklardan uzaklaştırılmaktadır. Askeri sıhhi tahliye ve tedavi sistemi, cepheden/çatışma alanından geriye (yurt içi bölgesi) askeri kademeleri takip eden ve hasta ve yaralıların her kademedeki tıbbi destek kapasitesine göre tedavi edilebildiği bir sistemdir. GATA bu kademenin en 
son safhası olan merkezi hastaneler kademesini oluşturmaktadır. Askerî sağlık sisteminin bütününün sivilleştirilmesi teknik olarak olanaklı değildir. Sistemin en üst kademsini (GATA) sivilleştirmek ise arzu edilen sivil kontrolü sağlamayacağı gibi mevcut sistemi de eksik bırakmaktadır. 

Yukarıdaki sakıncaların devlet teşkilatında yetki ve sorumluluk, sadelik, etkinlik ve işlevsellik başta olmak üzer yönetim prensiplerini ihlal etmesi nedeniyle, ülkede önümüzdeki dönemlerde ciddi zararları neden olacağı da düşünülmektedir. 




3.4. Yüksek Askeri Şura’nın Yapısının Değiştirilmesinin Yarattığı Sorunlar 

a. KHK, Yüksek Askeri Şura (YAŞ)’nın yapısını değiştirerek ordu ve eşiti birlik/kurum komutanları olan orgeneral/oramiralleri üyelikten çıkarmakta, başbakan yardımcıları, adalet, içişleri ve dışişleri bakanlarını ekleyerek çoğunluk itibariyle siyasi bir kurula dönüştürmektedir. YAŞ’ın yapısal değişikliğinin en önemli etkisinin, general/amiral terfilerinde ortaya çıkacağı düşünülmektedir. Bu durum terfi beklentisi ile kayırmacı ve himayeci ilişkiler ağına girebilecek personel nedeniyle TSK’nın siyasileşmesine ve liyakatten uzaklaşmasına yol açabilecektir. Böyle bir ilişkinin alt seviyelerdeki subay ve astsubaylara yansıyarak çalışma-ödül nedenselliğini kırması, rant kollayıcı bir kültürün hakim olması, TSK’nın içinde hizipleşmelere ve nihayetinde itaatsizliklere ve görev 
etkinliğinin düşmesine yansıması şaşırtıcı olmamalıdır. 

b. Diğer taraftan YAŞ’ın TSK’dan sicil ve disiplinsizlik yoluyla ayırma işlemlerini yaptığı, geçmiş dönemlerde siyasilerin muhalefeti nedeniyle 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan FETÖ mensuplarının ve sempatizanlarının himaye bulduğu dikkate alındığında, gelecekte FETÖ’nün boşluğunu dolduracak diğer yapıların YAŞ’ın yeni teşkilatı nedeniyle hareket serbestîsi bulabileceği değerlendiril -mekte dir. Bu itibarla YAŞ’ın yeni yapısının TSK’nın kurumsal kültürüne zarar 
verebilecek önemli riskleri bünyesinde barındırdığı değerlendirilmektedir. 

c. YAŞ’ın siyasileştirici etkileri, KHK’da ifade edilen Cumhurbaşkanı, Başbakan, TBMM, Milli Savunma Bakanı olmak üzere dört siyasinin sınır tanımayan komutanlık ve emir verme rolleri nedeniyle kısa sürede zarar verici sonuçlar üretmeye başlayacaktır. TSK’nın yatay ve dikey hatlarda parçalanmış yapısına, siyasetin ve bürokrasinin doğasından dolayı iktidar partisi merkez teşkilatı 
il/ilçe başkanları, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanların danışmanları, müsteşarları, valiler, kaymakamlar, özel kalem ve koruma müdürlerinin hatta üst makamlara yakın gazetecilerin komutan rolünü soyunmaları, emirler vermeleri olasıdır. Bu durumun TSK’ya bozucu etkilerini öngörebilmek çok da zor değildir. 


3.5. Genelkurmay Başkanı Atama Kriterinin Değiştirilmesinin Yaratacağı Sorunlar 

KHK ile 926 sayılı Kanun’da değişiklik yapılarak Genelkurmay Başkanı atama kriteri olan “Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapmış” olmak koşulu kaldırılmaktadır. Böylece TSK’deki herhangi bir orgeneralin Genelkurmay Başkanı olarak atanması mümkün olmaktadır. Bu değişikliğin kısa dönemde (bir yıl içinde) mevcut Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının değiştirilmesi ya da istifa etmeleri durumunda, tercih edilen bir orgeneralin atanmasına hazırlık olduğu düşünülmektedir. Ancak düzenlemenin uzun dönemli ve kalıcı etkisi hasar vericidir. TSK’de bir alt görevi yapmamış, bir komutan ataması son 5 yılın siyasi uygulamasıdır ve 15 Temmuz Darbe Girişimine giden süreçte etkileri görülmüştür. Yanlış olanı hukukileştirmenin etkinlik bakımından 
daha zararlı olacağı değerlendirilmektedir. 

3.6. Milli Savunma Üniversitesi Kurulmasının Yaratacağı Sorunlar 

a. KHK ile Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde Milli Savunma Üniversitesi kurulmaktadır. 
Kuvvet Harp Akademileri enstitü olarak, 
Harp Okulları fakülte olarak, 
Astsubay Meslek Yüksekokulları ise meslek yüksek okulu olarak 
Bu üniversiteye bağlanmaktadır. 

b. 669 sayılı KHK’da Harp Akademileri, harp okulları ve astsubay meslek yüksek okulları hakkında yapılan düzenlemelerin kapsamı dikkate alındığında, uzun süreli hazırlığı yapılan bir kısım düzenlemelere ilaveten, Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıklarının yetkilerini Milli Savunma Bakanlığına devreden ve ilgili kanunlarda bu yönde değişiklik yapan düzenlemelerin de yer aldığı görülmektedir. Bu tür bir yaklaşımın sonucunda askeri okulların kendi mevzuatlarına göre bütün olarak Milli Savunma Üniversitesine bağlandığı yanılgısı ortaya çıkmaktadır. Gerçekte KHK’nın satır araları askeri okullarla ilgili öğrenci seçme, müfredat, öğretim üyesi ve akademik yönetici görevlendirme, yeni mevzuat ve kadro/kuruluş yapma dâhil olmak üzere tüm görev ve yetkileri Milli Savunma Bakanlığına vermektedir. Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıkları büyük ölçüde devre dışı bırakılmaktadır. 

c. Askeri okulların akademik denkliği, askeri olmayan teorik derslerin kalitesinin artırılması açısından faydalı olan bu uygulama çok sayıda sakınca içermektedir. Öncelikle bu okulların amacı subay ve astsubay, yani asker yetiştirmektir. Askerin temel ayırt edici özelliği itaat, disiplin ve savaşçı ruhtur. TSK savaşmayacak bir ordu olacaksa subay ve astsubaya gerek yoktur. Savaşçı bir ordu olacaksa muharip yetiştirmek zorundadır. Bu nedenle askeri okullar askeri formasyon almamış rektör ve dekanlar tarafından değil, akademik formasyon almış komutanlar tarafından yönetilmelidir. Bu derece askeri bir yapıyı eğitmesi beklenen Rektör’e de haksızlık yapılmamalıdır. 


ç. Askeri okullar, ilgili kuvvet komutanlığının subay ve astsubay kaynağını oluşturur. Kuvvetler eğitim ihtiyaçlarını belirler, geri beslemeyi yaparlar. Kuvvetlerle okullar arasına sokulan Bakan, Müsteşar, Rektör, Dekan vb aynı kültür ve birikimden gelmeyen sivil kademeler işleyişi sekteye uğratırlar. Subay ve astsubay adayı ikilemde kalır, asker kimliği oluşmaz. Eğer asker kimliğinin 
oluşması istenmiyorsa böyle bir düzenleme faydalıdır. Aksi halde TSK’nın eğitimli insan kaynağı erozyona uğrar. Askeri okullarda sivil öğretim üyelerinin bulunması, seçilmiş birimlerde sivil yöneticilerin olması tercih edilebilir. 

d. Askerî eğitim kurumlarının YÖK sistemi ile uyumlu hale getirilmesine ve MSB'ye bağlanmasına ilişkin düzenleme mevcut akademik ve idari sorunların aşılmasını sağlamadığı gibi, önceki sistemde var olan imkânları ve .yukarıda değinildiği üzere. muharip personel yetiştirme kapasitesini de ciddi ölçüde sınırlamış, yeni yapının ihtiyaçlarını da karşılamamıştır. Bu kapsamda: 
. Askerî eğitim kurumlarının askerî idari yapılanmasına ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. 
. Harp okullarından sonra görülen sınıf okulları, sınıflara ilişkin temel ve tekamül 
eğitimlerinin akademik karşılığı belirlenmemiştir. 
. Kuvvet Harp Akademilerindeki eğitime yüksek lisans seviyesi verilirken Silahlı Kuvvetler Akademisi eğitiminin akademik karşılığına ilişkin bir düzenleme getirilmemiştir. 
. ADSK'yı sağlamak için zorunlu olan, sivil bürokratlara; güvenlik, askerin demokratik sivil kontrol, sivil-asker işbirliği, kriz yönetimi vb. alanlarda eğitim veren 
. Kapatılan Millî Güvenlik Akademisi. gibi kurumlar ihdas edilmemiştir. 

Yine bu kapsamda olmak sivillere de güvenlik alanında eğitim veren SAVBEN ve SAREN gibi enstitülere ilişkin herhangi bir düzenlemeye gidilmemiştir. 

. Türkiye'nin ilgi sahasında bulunan dost ve müttefik ülke orta ve üst düzey sivil ve asker bürokratlarına eğitim vermek suretiyle ortak güvenlik ve Türk savunma sanayiinin pazar oluşturma imkanını artıracak bir savunma koleji bu düzenleme içinde yer almamıştır. 


3.7. Askeri Liseler 

Askerî Liselerin darbeci yetiştiriyor düşüncesiyle kapatılmış olması, "cemaatcı" yetiştiriyor iddiasıyla İmam Hatip Okullarının kapatılması iddiasından farksızdır. Bu kurumların, esasen kuruma personel girişinde bir filtreleme işlevi olduğu açıktır. 

3.8. Askerî Sağlık Sisteminin Sağlık Bakanlığına Devrinin Yaratacağı Sorunlar 

a. TSK’da barışta ve savaşta sağlık sistemin temel işlevi hastalanan, yaralanan askerlerin kısa sürede tedavilerinin yapılarak, birliklerine/cepheye tekrar gönderilmesi, barış zamanında birliklerin sağlık yönünden her an göreve hazır tutulması, personel mevcutlarında dolayısıyla muharebe gücünde zafiyete neden olunmamasıdır. GATA ve askeri hastaneler barış zamanında bu kapsamda askerlere ve ailelerine sağlık hizmeti sunarken, sağlık personeli ve donanımı ile birlikleri takviye ederler, kriz ve savaş ortamlarında ise birliklerin sağlık desteğini sağlarlar. 

b. Askeri hastaneler, yüksek gerilimli görev şartlarını ve terörizmle mücadeleyi içeren barış ortamında ve savaşta muharebe stresine, fiziksel ve psikolojik tramvalara maruz kalan askerin tedavisi ve rehabilitasyonu için önemli işlevlere sahiptir. Bu işlevlerin etkinlikle yerine getirilememesinin nedenleri ayrı çalışma konusudur. 

c. TSK’nın savaşta sağlık faaliyetleri cepheden geriye doğru dört kademedir. 

Birinci ve ikinci kademe birliklerin sağlık imkânlarıyla kurulup işletilirken üçüncü ve dördüncü kademelerde GATA dâhil askeri hastaneler görev alır. Askeri hastanelerin yöneticileri, doktorları, sağlık personeli muharebe görevlerinin eğitimini barıştan itibaren yaparlar. Askeri sağlık personeli muharebede sağlık hizmeti yapmak üzere yetiştirilir ve Sağlık Bakanlığının personelinden farklılıklar içerir. Bu iki farklı yapıyı karıştırmak muharebede zayiata, barışta yetersiz sağlık desteğine neden olduğu gibi Sağlık Bakanlığını da gereksiz yere güvenlik sektörüne dâhil eder ve yarı askerileştirir. 


ç. Yukarıda belirtilen sakıncalarına karşın, süreç içerisinde mesleki yetkinlik ve etik alanından ürettiği sorunlar nedeniyle hizmet ettiği kitlenin ihtiyaçlarını karşılayamayan, idealist sağlık personelini sistemin dışına iten askerî sağlık sistemindeki aksaklıkların irdelenmesine ve çok geç kalınmış olan tedbirlerin alınmasına ihtiyaç olduğu aşikardır. 



4.CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


**

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeniden Yapılanması, Riskler, Fırsatlar ve Öneriler BÖLÜM 2




     Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeniden Yapılanması.,                               Riskler, Fırsatlar ve Öneriler 
                                                BÖLÜM 2



2.2. Güvenlik Sektörü Reformu 

Güvenlik sektörünün görev ve işlevleri ile iş yapma kültürü statik değil dinamiktir.  Dolayısıyla değişen toplumsal ve uluslararası ortama uyum sağlaması, değişen tehdit ortamının ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yeniden yapılanması beklenir. Bu noktada güvenlik sektörü reformu sürekli bir olgu olarak gündeme gelir. 

Güvenlik sektörü reformu güvenlik sektöründeki tüm kurumların temel insan hakları ile evrensel ve iç hukuk çerçevesinde güvenlik sağlamak için; 

. Çağın ve tehdit ortamının gereklerine göre eğitilmesi ve donatılması, 

. İşlevsel, etkin, ekonomik, verimli, denetlenebilir, gözlemlenebilir, izlenebilir, hesap verebilir, öngörülebilir ve şeffaf niteliğe kavuşturulması, 

. Toplumsal sözleşmenin taraflarınca .tüm vatandaşlar. güven duyulacak hale getirilmesi, 

. Kurumlar arasında koordinasyon ve uyumluluğun artırılması demektir. 


2.3. Sivil-Asker İlişkileri ve Askerlerin Kontrolü3 

3 Bu konuda büyük kavram "güvenlik sektörünün" kontrolüdür. Bu kapsamda yukarıda belirtilen aktörlerin tamamının demokratik sivil kontrolü sağlanmalıdır. 

Güvenlik Sektörünün önemli unsurlarından biri, öldürücü ve yok edici silahlara sahip, planlama ve icra yeteneğine haiz, örgütsel gücü yüksek silahlı kuvvetler dir. Böyle bir gücün kontrolsüz bırakılması düşünülemez. Askerin kontrolünün seçilmiş siviller tarafından yapılması gerekir. Bu noktada sivil-asker ilişkileri gündeme gelir. 

Askerin Sivil Kontrolü (ASK) bu etkileşimin en basit ve kaba halidir. Asıl olan Askerin Demokratik Sivil Kontrolüdür (ADSK). 

. ASK, askerin yürütme adına hareket eden cumhurbaşkanı, başbakan veya milli savunma bakanına tabii olmasını ifade eder. 
. ADSK, bunlara ilaveten parlamentonun ve sivil toplum adına medyanın üst düzey askeri atamalarda, bütçe tahsisinde, harcamalarda, tedarikte, plan ve programlarda, konumlarına göre çeşitli roller almasını, denge, denetleme ve gözetim işlevi yerine getirmesini kapsar. ADSK, hükümet ve TBMM’nın dikey kontrolünü, sivil toplum tarafından yatay kontrolü ve askerlerin demokratik değerleri içselleştirmesini ifade eden oto kontrolü kapsar. 


Silahlı Kuvvetlerin Yeniden Yapılanması, sivil asker ilişkilerinin düzenlenmesini de kapsayan (AKS veya ADKS), içinde bulunulan stratejik harekât ortamının gereklerine uygun, sürekli değişen tehdit ve riskleri karşılayacak şekilde; siyasi stratejik, askeri stratejik-operatif ve taktik düzeylerde teşkilat, teçhizat, personel, eğitim ve kültür boyutlarını kapsayacak şekilde dönüşüme tabii tutulmasıdır. 

Dünyada silahlı kuvvetlerin yeniden yapılandırılması ve dönüşüme tabii tutulması,  I. Dünya Savaşı’ndan günümüze devam eden bir süreçtir. Askeri dönüşüm olgusunun normal dönemlerden ziyade siyasi ve askeri anlamda büyük başarısızlıkların ve felaketlerin yaşandığı dönemler sonrasında gündeme geldiği görülmektedir. Bu tür dönüşümler konsept-doktrin, teşkilat, teçhizat ve kültür 
boyutlarında radikal değişimleri de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda dünya ordularında son yüzyılda sekiz model ortaya çıkmıştır: 

. Dönüşüm Orduları: Ulus, devlet, ulusal güvenlik kavramlarının ve sivil asker ilişkilerinin oturduğu gelişmiş demokratik ülkelerde yeniden yapılanmadan ziyade çağın gereklerine uygun sürekli bir dönüşüm halindeki işlevsel ve etkin ordular (ABD, İngiltere, Fransa vb). 
. Pasifleştirilen- Millî Olmayan Ordular: II. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve Japonya orduları. 
. Gücün Tek Elde, Tek Partide Toplandığı Devletler: Rusya, Çin, Kuzey Kore, Beyaz Rusya vb. 
. NATO’nun Güvenlik Şemsiyesinde Milli Olmayan Ordular: İç toplumsal altüst 
oluşlar/darbeler sonrası NATO ve AB’nin güvenlik şemsiyesine alınan ülkelerin yarı milli orduları (Yunanistan, İspanya, Portekiz). 
. Soğuk Savaş Sonrası Güvenliği Batı Tarafından Sağlanan Ülkelerde ABD-Batı Modelinin Melez Tipleri: Romanya, Macaristan, Polonya, vb eski Doğu Bloğu ülkeleri. 
. Başarısız Devlet Orduları: Başarısız Devletlerde ABD-Batı Modeli çerçevesinde 
şekillendirilmeye çalışılan kırılgan güvenlik yapılanmaları (Irak, Afganistan vb). 
. Hanedan ve Rejim Muhafızı Ordular: İslamcı Monarşilerde ve sivil/asker diktatörlüklerde hanedan üyeleri veya diktatörün kişisel ve doğrudan kontrolünde rejimi korumayı amaçlayan, dış düşmana karşı savaşma yeteneği olmayan askerimsi yapılar. Saddam, Kaddafi, Esad, Mobutu, Suudi vb orduları. 


Yukarıdaki modeller içinde ilk üç sıra dışındakilerin tamamı çeşitli sorunlarla yüz yüzedir. 

2.4. Sivil-Asker İlişkilerinin Düzenlenmesinde Model Tercihi Sorunu 

Silahlı kuvvetlerin yapılanmasının siyasi stratejik düzey boyutu ASK ve ADSK’nın belirlenmesidir. Bu kapsamda üç ana kuramsal yaklaşımdan bahsedilebilir: Objektif kontrol, sübjektif kontrol ve sivil asker bütünleşmesi. 

Objektif kontrol, sivil ve askeri iki ayrı alan olarak görür, siyasi ve askeri karar süreçlerini birbirinden ayırır. Sivil, askeri yapıyı stratejik düzeyde kontrol eder, siyasi stratejik direktif verir, askeri harekâtın siyasi hedefini ve siyasi koşullarını belirler, genel sınırlama ve kısıtlamalar koyar. 

Asker aldığı siyasi direktif çerçevesinde kendi alanında profesyonel olarak işini yapar. Sivil askeri profesyonel alana karışmaz, askeri harekâtın icrasına müdahale etmez. Asker de sivil alana, politika belirlenmesine karışmaz. Objektif kontrol güçlü ve etkin bir ordu için gerekli ön koşulların başında gelir. ABD ve çoğu Avrupa ülkelerinin modeli objektif kontrole dayanır. 

Sübjektif kontrolde ise iktidar partisi askerin her alanına girer, eğitime el atar, emir komuta sistemine dâhil olur, sadece üst düzey değil orta ve alt düzey personelin terfi ve atamalarını kontrol eder, birliklerde parti komiserleri görevlendirir, her askeri birimin başına sivil getirmeye çalışır. 
Askerler de sivil alanın içindedirler, yüksek rütbeli askerler, siyasi iktidar sahiplerinin yakın siyasi arkadaşları ve siyasi parti üyesi gibi hareket ederler, iktidardaki siyasi partinin sosyal ve siyasi içerikli faaliyetlerine katılırlar, siyasilerden terfi ve atamalarda destek ararlar. Bu tür model daha fazla tek 
parti yönetimindeki devletlerde, totaliter rejimlerde ve hanedan/rejim ordularında görülür. 

Sivil asker entegrasyonu ise sivil ve askerin genel anlamda kendi alanında kalmasını, harekât ortamının gereklerine uygun olarak stratejik, operatif ve taktik kademelerde belirlenmiş objektif 


kriterler ve standart çalışma usulleri çerçevesinde birlikte çalışmayı gerektirir. Bu yaklaşım devletin güvenlik sektörü aktörleri arasında birlikte çalışabilirliği-kurumlararasıcılık- ve kuvvetler arası müşterekliği öne çıkarır. 

Gelişmiş ve önemli ölçüde askeri gücü olan ülkelerde halen uygulanan sistem; 

. Siyasi stratejik düzeyde Askerin Demokratik Sivil Kontrolü (ADKS), 
. Askeri stratejik, operatif ve taktik kademelerde objektif kontrol, 
. Her kademede oto kontrol, 
. Tüm kademlerde kuvvetler arası müştereklik, 
. Taktik kademeden stratejik düzeye artan bir şekilde sivil asker entegrasyonu-
kurumlararasıcılıktır. 


Az gelişmiş, diktatörlüklerin hâkim olduğu ve askeri darbelerin sık görüldüğü ülkelerde de sübjektif kontrol uygulanmaya çalışılmaktadır. Daha ötesinde bu gruptaki ülkelerin çoğunda iktidarın temel amacı, rejimi darbeye karşı dayanıklı tutacak düzenlemeler yapmaktır. 

Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’da birçok ülkede siyasi liderlerin darbeleri önlemek için başvurdukları stratejiler dört grupta toplanabilir. 

Birincisi, silahlı kuvvetlerin personel temini, terfi ve atama usul ve işlemlerini kontrol etmektir. Bunun için etnik, aile ve mezhepsel bağlar kullanılır. Ordunun kritik görevlerine siyasi liderin yakın akrabaları getirilir. Liderin ait olduğu mezhep ve etnik grup mensupları kayrılır. Burada temel düşünce ehliyet değil sadakattir. Saddam’ın, Esad’ın ve Suudilerin ordularındaki üst düzey ve önemli 
atamalar tipik örneklerdir. 

İkincisi, siyasilerin silahlı kuvvetlerin birlikleri üzerinde doğrudan ve kişisel emir-komuta yetkisi kullanmasıdır. Kongo’da Mobutu’nun genelkurmay başkanlığını kaldırarak birliklere doğrudan komuta etmesi bu stratejiye uyar. 

Üçüncüsü, askeri gücü bölmek ve rakip teşkilatlar yaratmaktır. Bu şekilde yapay bir denge kurulması amaçlanır. Orduya karşı polis ağır silahlarla güçlendirilir ve paralel güç yaratılır. Bu strateji aynı zamanda düzenli ordunun dışında yarı askeri-milis yapılarının kurulmasını da kapsar. Gabon’da 41 yıl devlet başkanlığı yapan Omar Bongo’nun doğrudan kendi bağlı olarak kurduğu başkanlık muhafız birliğinin gücü, Gabon ordusundan daha fazlaydı. Mali’de 1980’de bir darbe girişim sonrası hükümet silahlı kuvvetlerin yarısını alarak, yeni bir askeri yapı oluşturmuş ve ayrı bir milis teşkilatı kurmuştur. 

Dördüncüsü, silahlı kuvvetlerin kışlalarını başkentin ve kritik şehirlerin dışına çıkartmak, ülke sathında yaygınlığını azaltmak ve şehir dışlarındaki bölgelerde toplu tutmaktır. Böylece darbe girişimine kalkışmanın zorlaştırılması, askerin izlemenin kolaylaştırılması ve askerin toplumdan yalıtılarak halk desteği almasının engellenmesi amaçlanır. 

Bu tür stratejiler, bazı durumlarda siyasi liderleri ve iktidarları bir süre korumuştur. Ancak, darbeye kalkışanlar darbe önleme stratejilerini etkisiz kılacak planlar geliştirmişler; bu durumu yararlarına kullanmışlardır. Gelişen teknoloji de darbecilere kolaylıklar sağlamış, araya konulan mesafeler kısalmış, üst komuta seviyesinden ziyade orta ve alt seviyeden kalkışmalar etkili olmaya 
başlamış, nihayetinde bu liderler de darbelerle ve kalkışmalarla devrilmişlerdir. 

Bu ülkelerde darbeleri önleme stratejilerinin ordular üzerindeki etkisi yıkıcı olmuştur. Ehliyet, eğitim ve disiplinden yoksun kalan devasa ordular, çok daha küçüklere yenilmiştir. 1948-1973 yılları arasında savaşlarda İsrail ordusuna karşı hiçbir varlık gösteremeyen Arap ordularının ve Afrika ülkelerin silahlı kuvvetlerinin perişan durumu, darbe önleme stratejilerinin yıkıcılığını açık 
olarak göstermektedir. 



3. TSK’nın KHK ile Öngörülen Yeni Yapısının Analizi: Riskler ve Fırsatlar 

FETÖ’nün 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası 668 ve 669 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameler ile yeni TSK’nın ilk yapı taşları belirlenmiştir. Amacı darbe teşebbüsü ve terörle mücadele olan KHK’lar ile TSK’da yapısal ve kalıcı değişiklikler yapılmasının önemli zafiyetler ortaya çıkarabileceği düşünülmekte dir.  Önümüzdeki dönemde yeni kararnameler ve olası Anayasa değişikliği ile bu 
yapının çeşitli bölümlerinde değişimler beklenmekle birlikte, KHK’lar ile kurulan çerçevenin yarattığı zafiyetlerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. 

KHK’larda da; sivil asker ilişkileri, TSK komuta sistemi, üst komuta kademesi terfi sistemi, insan kaynakları-eğitim, adli işler ve sağlık sistemi bağlamında düzenlemeler söz konusudur. 

3.1. TSK'nın Yeni Komuta Yapısına İlişkin Sorunlar 

668 ve 669 sayılı KHK'lar ile belirlenen yeni komuta yapısı Şekil 1.’de sunulmuştur. 




Şekil 1. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeni Komuta Yapısı (668 ve 669 sayılı KHK) Shl.Güv.K. İçişleri Bakanı Gnkur.Bşk.

MSB KARARGAHI AÇIKLAMALAR

•Gnkur.Bşk., Personel, istihbarat, harekât, teşkilat, eğitim, öğretim ve lojistik konularında ilke ve öncelikleri belirler.
•Gnkur.Bşk. TSK’nınkomutanıdır.
•Gnkur.Bşk. eğitim, öğretim ve lojistikle ilgili hususları MSB’ye bildirir.
•Kuvvet komutanlıkları barışta MSB’ye bağlıdır. 
•Savunma Üniversitesi MSB’ye bağlıdır.Cumhurbaşkanı Başbakan MSB Kr.Kuv. Dz.Kuv. Hv.Kuv.GNKUR. BŞK.LIĞI
•Karargah
•Özel Kuvvetler K.lığı
•Bağlı birlik/kurumlar Jamdarma Gn.K.Doğrudan emir verme yetkisiKuruluş ve komuta bağlantısı Cumhurbaşkanı, Başbakan, gerekli gördüklerinde Kuv.K.larıile bağlılarından doğrudan bilgi alabilir ve bunlara doğrudan emir verebilir. Verilen emirler herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilir (669 KHK md. 36). 


a. 668 sayılı KHK ile Jandarma Genel Komutanlığı 4 ve Sahil Güvenlik Komutanlığı 5 İçişleri 


4 25.07.2016 tarih ve 668 sayılı KHK, md. 6 ile 2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu'nun 4. md.'si "Jandarma Genel Komutanlığı İçişleri Bakanlığına bağlıdır. şeklinde düzenlenmiştir 


5 25.07.2016 tarih ve 668 sayılı KHK, md. 23 ile 2693 sayılı Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanunu'nun 2. md.'si " Bu Kanunda belirtilen görev ve hizmetleri yapmak üzere silahlı bir genel kolluk kuvveti olan Sahil Güvenlik Komutanlığı kurulmuştur. 

Bu Komutanlık İçişleri Bakanlığına bağlıdır. Sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hallerinde, Sahil Güvenlik Komutanlığının Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenecek bölümleri Deniz Kuvvetleri Komutanlığı emrine girer, kalan bölümü normal 
görevlerine devam eder." olarak düzenlenmiştir. 

Bakanlığına, 669 sayılı KHK ile kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı (MSB)’na bağlanmıştır. Böylece, TSK’nın beş ana kuvveti MSB ve İçişleri Bakanlığı arasında paylaşılmıştır. 

b. Genelkurmay Başkanlığı, kuvvetlerden ayrılarak Başbakan’a bağlı bırakılmak ta, Anayasa değişikliği yapılabilirse Cumhurbaşkanı’na bağlanması düşünülmekte dir. 669 sayılı KHK Madde 34’de Genelkurmay Başkanı’nın Silahlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasında; personel, istihbarat, harekât, teşkilat, eğitim, öğretim ve lojistik hizmetlerine ait ilke ve öncelikler ile ana programlarını tespit ve 
koordine edeceği ifade edilmektedir. Bunlardan personel hizmetlerinin özel kanunlarına göre yürütüleceği, lojistik, tedarik, askeri okullarda eğitim ve öğretimle ilgili hususların MSB’liğine bildirileceği belirtilmektedir. Bu itibarla Genelkurmay Başkanı Başbakan'a bağlı kalsa da, Cumhurbaşkanı'na bağlansa da ana ast unsurları olan kuvvet komutanlıkları ile arasındaki bağlantı koparılmış olduğundan danışma birimi statüsüne indirilmektedir. 

GenelkurmayBaşkanlığı’na verilen istihbarat, harekât, teşkilât ve eğitim işlevlerinin, iç güvenlik, sınır ötesi, müşterek ve birleşik harekât görevlerinin nasıl yapacağı ise belli değildir. 

c. Genelkurmay Başkanlığı’nın barış zamanında kuvvet komutanlıklarıyla emir komuta ilişkisi olmadığından, öneri tespit etme görevini de yapabilmesi oldukça zordur. Dolayısıyla kurumsal danışma biriminden ziyade kişisel danışmanlık daha doğru bir tanımlamadır. 


ç. Genel Kurmay Başkanı, Anayasa gereği savaşta Başkomutan’dır, KHK Madde 33’de “Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır” ifadesi yer almıştır. Barışta birliklerine komuta yetkisi olmayan bir komutanın savaşta Başkomutan olması ve görevlerini yerine getirmesi oldukça zordur. 

d. Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı mevcut bağlantısını devam ettirmekte, bu haliyle her iki bakanlığın dışında stratejik ihtiyat ve/veya Cumhurbaşkanı ve/veya Başbakanın komutasında bir güç olarak tutulmaktadır. Bu durum Özel Kuvvetlerin muhafız birliği statüsüne ve işlevine dönüştürülmesi riskini taşımaktadır. Diğer güvenlik birimlerinin (polis ve 
jandarma) özel harekât birlikleri ile ilgili de benzer bir düzenleme yapıldığında “muhafızlık” imajı güçlenmektedir. 

e. 669 sayılı KHK'nın 36. maddesi gereği Cumhurbaşkanı, Başbakan'ın ve doğal olarak kuvvetlerin bağlandıkları Bakanların, gerekli gördüklerinde kuvvet komutanlarının bağlılarına (üs, filo, tugay, tabur, bölük vb.) doğrudan emir vermelerini, verilen emrin herhangi bir makamdan onay alınmadan derhal yerine getirilmesini kapsayan düzenleme kaotik bir ilişki tarzı yaratmaktadır. Bu 
düzenleme ordunun temeli olan disiplinin belirleyici ilkelerinden; hiyerarşik işleyişi devre dışı bırakmaktadır. Orduda itaatsizliği körükleyen bu düzenleme, darbe girişimini önlemek yerine küçük grupların yeni darbe girişimleri de dâhil olmak üzere kontrolsüz askerî harekâta zemin hazırlamaktadır.6 Diğer taraftan olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanı, Başbakan ve yetkili bakanların komuta kademesini takip etmeksizin bilgi almak ve emir verme yetkilerinin ve krizi yönetmek yetkilerinin mevcut olduğu aşikâr dır. 


6 Bir siyasi aktör bir tugay komutanına Ege Denizi’nde bir adanın işgalini, Suriye’de bir harekât icra etme emrini verebilecektir. Esasen TBMM yetkisinde olan bu tür askeri eylemlerin komuta kademeleri atlanarak verilmesi ve uygulanmasının siyaseten, hukuken ve işlevsel olarak ciddi sakıncaları ortadadır. 

Böylelikte emir komuta, gayret birliği ve sadelik prensiplerini göz ardı edilerek, darbe yapmayacak bir ordu yaratma yaklaşımıyla, ülkeyi savunamaz ve savaşamaz bir ordu şekillenmektedir. Bu ve benzeri yapıların darbe tehlikesini ortadan kaldırdığını söylemek ise mümkün değildir. Aksine disiplini sekteye uğratan yapılardacuntacı eğilimlerin güçlenmesi kaçınılmazdır. 

f. Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Harp Akademileri Komutanlığı yeni kurulan Milli Savunma Üniversitesi bünyesinde Milli Savunma Bakanlığına, TSK Sağlık Komutanlığı (Askeri hastaneler dâhil) Sağlık Bakanlığına bağlanarak askerî sağlık sistemi fiili olarak Genelkurmay Başkanlığının görev, yetki, kontrol, sevk ve idaresinden çıkarılmaktadır. 


3.2. MSB'nin Yapısına İlişkin Sorunlar 

MSB'nin 669 sayılı KHK ile oluşturulan yeni yapısı Şekil 2.’de sunulmuştur. 

Müsteşar
•Teftiş Kurulu Bşk.lığı
•As.Fabrikalar Gn.Md.lüğü
•ASAL Gn.Md.lüğü
•Per. ve Mali Ynt. Gn.Md.lüğü
•İnş. Emlak ve Millî Mayın Faal.Mrkz. Gn.Md.lüğü
•Tedarik Hiz. Gn.Md.lüğü
•Gn.P.P Gn.Md.lüğü
•Hukuk Müşavirliği
•Mu. ve Bilgi Sistem D.Bşk.lığı
•Destek Hiz. D.Bşk.lığı
•Diğer Komutanlıklar 30 Bakanlık Müşaviri





Şekil 2. Milli Savunma Bakanlığı Kuruluşu (669 sayılı KHK)  MSBKr.Kuv. Dz.Kuv. Hv.Kuv.

MSB Bağlısı Askeri Birlikler Harp Akademileri Harp Okulları Astsb.Hazılama Okl.
Savunma Üniversitesi Operasyonel Karargah (Yok)
-Personel-İstihbarat-Harekât-Lojistik-Muhabere Bilgi Sis.
-Doktrin İdari KarargahMüsteşarYardımcısıMüsteşarYardımcısıMüsteşarYardımcısıMüsteşarYardımcısıMüsteşarYardımcısıGATAMilli Güv. Akdm. SAREN/SAVBEN Taşra 
Yapılanması Diğer Eğitim Kurumları (Yok) 


a. Yapılan düzenlemeler Genelkurmay Başkanlığı'nı işlevsizleştirirken ordunun sevk ve idaresi konusunda kurumsal kapasitesi olmayan ve eğitimli insan gücü bulunmayan Milli Savunma Bakanlığını komuta kontrol imkân ve kabiliyetlerinin çok üzerinde, üniversite yönetiminden savaş planlamasına kadar değişen, etkin olarak yerine getirilmesi zor işlev ve sorumluluklarla yüz yüze bırakmaktadır. 

b. MSB karargâhında bulunması planlanan mevcut veya yeni tasarlanan müsteşar yardımcılıkları, genel müdürlük, başkanlık, müdürlük ve daireler genelde idari-teknik işleve sahiptir. Kuvvet Komutanlıklarına emir komuta etmesi tasarlanan Milli Savunma Bakanlığı için operasyonları, müşterek 
eğitim/tatbikatı, krizi ve savaşı planlayacak ve yönlendirecek operasyonel bir karargâh yapısı oluşturulmamıştır. 

c. KHK’nin yayım tarihinden itibaren yürürlüğe girmesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın kuvvetlerle emir komuta bağlantısı olmaması, MSB’nin operasyonel planlama kapasitesinin bulunmaması dikkate alındığında mevcut durumda TSK’nın terörle mücadele, savunma ve savaşı planlamasından yoksun 
olduğu görülmektedir 

Diğer bir ifadeyle MSB için öngörülen yapı muharip kuvvetlere komuta edecek (gerçekte edemeyecek) Muharip olmayan bir teşkilattır. 


3.CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


**