28 Şubat 1997 Askeri Darbesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28 Şubat 1997 Askeri Darbesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 33

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 33


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,


Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile dinin baskın karakter olduğu bir eğitim sistemi 
yerine laikliğin temele alındığı ulusal bir eğitim sisteminin meydana gelmiştir. Ayrıca bu kanunun laiklik ve ulusalcılığı merkeze alan Harf Devrimi gibi devrimler in yapılmasına ortam hazırlanmasında öncü rol oynadığını bilinmektedir. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’de toplumun uluslaştırılması ve laikleştirilme si sürecinin yaşandığını; aynı süreç içerisinde işleyen bu politikaların eğitim ve öğretim konusunda da belirleyici olduğunu belirtmektedir (Tanilli, 2007, s.240). 
Bununla beraber yukarıdaki satırlarda tam metin olarak verilen Tevhid-i Tedrisat 
Kanunu’nun 1. Maddesi uyarınca “Türkiye dâhilinde bütün Müesses At-ı İlmiye ve 
Tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur” sekliyle, Türkiye’deki tüm eğitim, öğretim 
kurumları Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. 3 Mart 1924 tarihinden sonra, 
yaklaşık bir asır süren, eğitim ikiliği sona ermiştir. Hatta daha önceleri, Osmanlı 
Devleti’nin müdahale etmeye çekindiği vakıflar ve bunlara bağlı olan medreseler de Seriye ve Evkaf Vekâletiyle birlikte Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Medreseler kapatılıp modern üniversiteler açılırken laik eğitime geçilmiştir (Akgün, 1983, s.37-40). 

Bu kanun ile yabancı devletlerin kurduğu okullar da Milli Eğitim Bakanlığına 
bağlanmıştır. Ne azınlık ne de yabancı okullara, okul açma ve bu okulların yönetimi ile ilgili hiçbir ayrıcalık tanınmamıştır. Bu duruma, basta Fransa olmak üzere, Türkiye sınırları içinde okulları bulunan yabancı devletler karsı çıksa da kanunun uygulanmasında tereddüt edilmemiştir. Türk Hükümeti kendi okullarına uyguladığı laik eğitim sistemini bu okullara da uygulamıstır.1924 yılı eğitimde önemli karaların alınıp uygulandığı yıldı. Azınlık ve yabancı okullarla ilgili olarak bu yıl içinde çıkarılan genelge ile (1924 Yılı Genelgesi) bu okulların uyması gereken esaslar, kurallar da belirlenmiştir (Topçu, 2007, s.79). 

Cumhuriyetin ilk yıllarında akılcı yaklaşımlarla beraber hem örgün eğitim de, 
hem de yaygın eğitim alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Bu süreç içinde eğitim sisteminde olumlu ve olumsuz gelişmeler birlikte yaşanmıştır. Bugün, okul öncesi dönemden Yükseköğretime kadar bütün kademelerde okullaşma oranının yüksek olmasına karşın bu okullarda verilen eğitim ve öğretim faaliyetleri ihtiyaçları karşılayamayacak niteliktedir. Toplum içerisinde ve sosyal yaşamda yeniçağa uyum sağlayacak nitelikli bir eğitim ve öğretim faaliyetlerinden yoksun olunması birçok sıkıntıyı da beraberinde getirmektedir. Buna karşın, içerisinde eğitim alanında ilköğretimden orta öğretime sınavla geçiş mecburiyeti getirilmesi, ilköğretimde anaokulu sınıflarının oluşturulması, okullarda bilgisayarlı eğitimin ve internet ağının yaygınlaştırılması, meslek liselerinin yükseköğrenime geçişte kolaylık sağlanması, üniversite giriş sınavının tek oturum ve iki aşamalı olması, öğretmen yetiştirmek için kurulan eğitim fakültelerinde ortaöğretim öğretmenliği programlarının beş yıla çıkartılması, vakıf üniversitelerinin kurulması gibi çok önemli değişiklikler ve yenilikler yapılmıştır. Doğru uygulamaların bir bölümü, satranç oyunundaki yarım kalmış hamleler gibi olmuştur. Cumhuriyetle başlayan eğitimde fırsat eşitliği, bilimsellik ve çağdaşlık ilkeleri 1950’li yıllardan sonra uygulanan politikalarla birlikte terk edilmeye başlandı. İktidarların muhafazakâr ve popülist politikalarının etkisiyle eğitime yaptıkları müdahaleler eğitimi yap-boz tahtasına çevirmiştir. Eğitimin daha çağda olmasını sağlayacak bilimsel, eşitlikçi politikalar ise hep sözde kalmış olmakla beraber, bir türlü uygulama alanı bulamamıştır (Yıldız, 2005, s.17). 

Türkiye’de eğitim öğretimde birlik sağlayan ve eğitim kurumlarının sadece 
devlet iktidarına tabi kılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılmasının Cumhuriyet’in ilanından sonra hayata geçirilen en önemli reformlardan olması açısından oldukça önemlidir. Bu kanunla tek tip insan yetiştirilmesi değil, “vatandaş olmak için gerekli ortak bilinci oluşturmayı, eğitimde fırsat eşitliği ile yani her bireyin olabileceğinin en iyisi olması yoluyla gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır” (Oktay, 2009, s.108). 

3 Mart1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlükte olmasına 
rağmen İmam-Hatip Okulları’nın kurulup yaygınlaştırılmasının Türk Milli Eğitimi’nde laik-anti laik ikiliğine sebep olduğunu ifade etmekle beraber İmam-Hatip Okulları odağında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ihlal edildiği tartışmaları günümüze kadar gelmiştir (Güvenç, 1998, s.15). 
Türk Eğitim Sistemi; Türkiye'de eğitim; adalet, güvenlik ve sağlık gibi devletin 
temel işlevlerinden birisi olup devletin denetimi ve gözetimi altında yapılmaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatı, taşra ve yurtdışı teşkilatları eğitim hizmetlerinin sunumunda önemli görevler üstlenmektedirler. Eğitim hakkı, T.C Anayasası ile güvence altına alınmış; eğitimin tür ve kademelerini ve isleyişe dönük esasları düzenleyen mevzuatla Türk Eğitim Sistemi bugünkü yapısını kurmuştur. Türk Millî Eğitim Sisteminin genel çerçevesi, 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile belirlenmiştir (Topçu, 2007, s.21). 
Bu Kanunun kapsamına baktığımızda; 
Madde I- Bu Kanun, Türk Millî Eğitiminin düzenlenmesinde esas olan amaç ve ilkeler, eğitim sisteminin genel yapısı, öğretmenlik mesleği, okul bina ve tesisleri, 
eğitim araç ve gereçleri ve Devletin eğitim ve öğretim alanındaki görev ve 
sorumluluğu ile ilgili temel hükümleri bir sistem bütünlüğü içinde kapsar. 


5.1.2. Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçları 

5.1.2.1. Genel amaçlar 

Madde 2- Türk Millî Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini, 
1. (Değişik: 16.06.1983-2842 S.K./1. Md.) Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve 
Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı: Türk Milletinin 
millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan 
ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye 
çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere 
dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye 
Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış 
haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek; 
2. Beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı 
şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme 
gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik 
ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, 
yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek; 
3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar 
ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak 
ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda 
bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak; Böylece, bir yandan 
Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu 
artırmak; öte yandan millî birlik ve bütünlük içinde iktisadî, sosyal ve 
kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk 
Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır. 

5.1.2.2. Özel amaçlar 

Madde 3- Türk eğitim ve öğretim sistemi, bu genel amaçları gerçekleştirecek şekilde düzenlenir ve çeşitli derece ve türdeki eğitim kurumlarının özel amaçları, 
genel amaçlara ve aşağıda sıralanan temel ilkelere uygun olarak tespit edilir. 

5.1.3. Türk Milli Eğitiminin Temel İlkeleri 

5.1.3.1. Genellik ve eşitlik 

Madde 4- Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayrımı gözetilmeksizin herkese 
açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. 

5.1.3.2. Ferdin ve toplumun ihtiyaçları 

Madde 5- Millî eğitim hizmeti, Türk vatandaşlarının istek ve kabiliyetleri ile Türk 
toplumunun ihtiyaçlarına göre düzenlenir. 

5.1.2.3. Yöneltme 

Madde 6- Fertler, eğitimleri süresince, ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve 
doğrultusunda çeşitli programlara veya okullara yöneltilerek yetiştirilirler. 
(Değişik: 16.08.1997-4306 S.K/3. Md.) Millî eğitim sistemi, her bakımdan, bu 
yöneltmeyi gerçekleştirecek biçimde düzenlenir. Bu amaçla, ortaöğretim 
kurumlarına, eğitim programlarının hedeflerine uygun düşecek şekilde 
hazırlık sınıfları konulabilir. 
Yöneltmede ve başarının ölçülmesinde rehberlik hizmetlerinden ve objektif 
ölçme ve değerlendirme metotlarından yararlanılır. 

5.1.3.4. Eğitim hakkı 

Madde 7- İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır. 
İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat 
ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar. 

5.1.3.5. Fırsat ve imkân eşitliği 

Madde 8- Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği sağlanır. 
Maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine 
kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır. 
Özel eğitime ve korunmaya muhtaç çocukları yetiştirmek için özel tedbirler 
alınır. 

5.1.3.6. Süreklilik 

Madde 9- Fertlerin genel ve meslekî eğitimlerinin hayat boyunca devam etmesi esastır. Gençlerin eğitimi yanında, hayata ve iş alanlarına olumlu bir şekilde 
uymalarına yardımcı olmak üzere, yetişkinlerin sürekli eğitimini sağlamak için gerekli tedbirleri almak da bir eğitim görevidir. 

5.1.3.7. Atatürk İnkılâp ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği 

Madde 10- (Değişik: 16.06.1983-2842 S.K/2. Md.) 

Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp 
uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk İnkılâp ve İlkeleri ve 
Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Millî ahlâk ve millî kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine önem verilir. 
Millî birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak Türk dilinin eğitimin 
her kademesinde, özellikleri bozulmadan ve aşırılığa kaçılmadan öğretilmesine önem verilir; çağdaş eğitim ve bilim dili halinde zenginleşmesine çalışır ve bu maksatla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile iş birliği yapılarak Millî Eğitim Bakanlığınca gereken tedbirler alınır. 

5.1.3.8. Demokrasi eğitimi 

Madde 11- (Değişik: 16.06.1983-2842 S.K/3. Md.) Güçlü ve istikrarlı, hür ve 
demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve devamı için yurttaşların sahip 
olmaları gereken demokrasi bilincinin, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve 
davranışlarla sorumluluk duygusunun ve manevi değerlere saygının, her türlü eğitim çalışmalarında öğrencilere kazandırılıp geliştirilmesine çalışılır; ancak, eğitim kurumlarında Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasî ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasî olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez. 

5.1.3.9. Lâiklik 

Madde 12- (Değişik: 16.06.1983-2842 S.K/4. Md.) Türk millî eğitiminde lâiklik esastır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda 
okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. 

5.1.3.10. Bilimsellik 

Madde 13- Her derece ve türdeki ders programları ve eğitim metotlarıyla ders araç ve gereçleri, bilimsel ve teknolojik esaslara ve yeniliklere, çevre ve ülke 
ihtiyaçlarına göre sürekli olarak geliştirilir. Eğitimde verimliliğin artırılması ve sürekli olarak gelişme ve yenileşmenin sağlanması bilimsel araştırma ve değerlendirmelere dayalı olarak yapılır. 
Bilgi ve teknoloji üretmek ve kültürümüzü geliştirmekle görevli eğitim kurumları 
gereğince donatılıp güçlendirilir; bu yöndeki çalışmalar maddî ve manevî bakımdan teşvik edilir ve desteklenir. 

5.1.3.11. Plânlılık 

Madde 14- Millî eğitimin gelişmesi iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınma hedeflerine 
uygun olarak eğitim-insan gücü-istihdam ilişkileri dikkate alınmak suretiyle, 
sanayileşme ve tarımda modernleşmede gerekli teknolojik gelişmeyi sağlayacak meslekî ve teknik eğitime ağırlık verecek biçimde plânlanır ve gerçekleştirilir. 
 Mesleklerin kademeleri ve her kademenin unvan, yetki ve sorumlulukları kanunla 
tespit edilir ve her derece ve türdeki örgün ve yaygın meslekî eğitim kurumlarının 
kuruluş ve programları bu kademelere uygun olarak düzenlenir. 
   Eğitim kurumlarının yer, personel, bina, tesis ve ekleri, donatım, araç, gereç ve 
kapasiteleri ile ilgili standartlar önceden tespit edilir ve kurumların bu standartlar a  göre optimal büyüklükte kurulması ve verimli olarak işletilmesi sağlanır. 

5.1.3.12. Karma eğitim 

Madde 15- Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır. Ancak eğitimin 
türüne, imkân ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir. 

(Değişik: 10.7.2009-5917 S.K/Md-17) 

34. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 31

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 31


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 



4.10.1.2. Anasol-D Hükümeti’nin Kurulması 

18 Haziran 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifasından sonra 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in hükümeti kurma görevini ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdiği gündeme gelmiş olmakla beraber, kurulacak hükümete DSP ve DTP’nin yanı sıra CHP'nin de dışarıdan destek vereceği bir koalisyon hükümetinin kurulacağı siyaset kulislerinde konuşulan konular arasında yerini almıştır. ANAP lideri Mesut Yılmaz, DSP lideri Bülent Ecevit ve DTP lideri Hüsamettin Cindoruk’un ittifakına baktığımız zaman; Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit arasındaki sıcak ilişkilerin Ana-Yol Hükümeti döneminden itibaren başladığı bilinmektedir. Bu gelişen olaylar zinciri ile beraber artık hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı Demirel tarafından Mesut Yılmaz’a verilmiş ve ANAP Liderinin ilk çalmış olduğu kapı DSP lideri Bülent Ecevit olmuş ve akabinde ise DTP lideri Hüsamettin Cindoruk olmuştur. Hüsamettin Cindoruk’un, DYP’den ihraç kararının ardından bir grup arkadaşı ile beraber DTP’ni kurmuş ve siyasettin gergin atmosferinde istifa eden bazı milletvekilleri de DTP saflarına geçmişlerdi. 
ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın koalisyon için ortaklık teklifinde bulunduğu sırada ANAP’ın 129, DSP’nin 67 ve DTP’nin ise 7 olmak üzere toplamda 3 partinin 203 milletvekili bulunuyordu. Her 3 parti liderinin bir haftalık süren temaslarının ardından 27 Haziran’da Anasol-D Hükümeti’nin kurulması için anlaşmaya  varmışlar dır (Kazan, 2013, s.483). Mesut Yılmaz’ın aklında koalisyona CHP lideri Deniz Baykal’ı da dâhil etmek düşüncesi vardı. Ancak Bülent Ecevit’in olduğu yerde Deniz Baykal’ın, Deniz Baykal’ın da bulunduğu yerde Bülent Ecevit’in bulunması mümkün değildi. CHP’nin desteğinin sağlanması ile 203 olan milletvekili sayısı 252’ye çıkacak ancak bu sayıda yeterli değildi. Fakat bu sayıların da güven oylaması için yeterli olmadığının farkında olan ANAP lideri Mesut Yılmaz bir yandan milletvekillerinin transferleri ile uğraşırken öte yandan ise bağımsızlar üzerinde ki çalışmalarını sürdürüyordu. 

ANAP liderinin bağımsızlardan ziyade CHP’nin desteğine ihtiyacı vardı ve 
beklenen destek sonunda geldi. CHP desteğini şu şekilde verme yolunu seçmişti; 
“Koalisyon hükümetinde yer almayacak bazı isteklerini koalisyon protokolüne 
koydurma yoluna gidecekti.” CHP’nin, sunmuş olduğu bu formül ile Anasol-D 
Hükümeti’ni bazı şartlarla destekleyebileceğini açıklamıştır. CHP’nin destek şartları 
şunlardı; 
1. 8 Yıllık Kesintisiz Temel Eğitim Tasarısı kanunlaşacaktı. 
2. Susurluk olayı aydınlatılacaktı. 
3. Seçmen kütükleri yeniden yazılacaktı. 
4. Seçim Kanunundaki antidemokratik hükümler çıkarılacak ve tercihli sistem yeniden getirilecekti. 
5. Milletvekili dokunulmazlığı kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılacaktı (Kazan, 2013, s.483-484). 

Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesinin akabinde, Cumhurbaşkanı 
Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller ile olan diyaloglarının ardından hükümeti kurma görevini 20 Haziran 1997’de ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiş olması 54. Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ile başlayan bu süreç akabinde parti istifalarını ve transferlerini de beraberinde getirmiş olmakla beraber, 22 Haziran 1997’de İzmir DYP Milletvekili Hasan Denizkurdu ile Denizli DYP Milletvekili Haluk Müftüler partilerinden istifa etmiş ve bu süreç 26 Haziran'da Işılay Saygın ANAP'a, Köksal Toptan’ın DTP’ ye katılması ile sürmüştür. 
Bu transfer ve istifalar neticesinde RP-DYP-BBP koalisyonu 276 üstünlüğünü kaybetmiştir. Cumhurbaşkanı Demirel, 30 Haziran 1997’de Çankaya Köşkü'ne çıkan ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti formülünü onaylamış ve böylece Anasol-D Hükümeti’nin temelleri atılmıştır. 

30 Haziran 1997’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ANAP lideri Mesut 
Yılmaz’ın kurduğu ve CHP’nin de dışarıdan desteklediği, ANAP, DSP ve DTP’nin 
katıldığı 55. Hükümeti onaylamıştır. 55. Hükümet, 12 Temmuz 1997’de, 281 Kabul, 256 Ret, 2 Çekimser oyla güvenoyu almıştır (TBMM, 2012, s.1081). Refah-Yol Hükümeti’nin ardından ANAP, DSP ve DTP Anasol-D hükümetini kurmuş ve 12 
Temmuz 1997’de güvenoyu alan Anasol-D Hükümeti’nin kurulması siyaset yaşamında bir nebzede olsa tansiyonu düşürmüştür (Soncan, 2006, s.30). ANAP lideri Mesut Yılmaz Başbakanlığında kurulan Anasol-D Hükümeti 12 Temmuz’da 281 oyla güvenoyları iktidara gelmiş ve DSP lideri Bülent Ecevit’in “Ulusal Uzlaşı Hükümeti” adını verdiği yeni kabinede 21 ANAP, 11 DSP, 5 DTP’li milletvekili ile bağımsız Yalım Erez bulunmuştur. (Gürses, 2009, s.222). 

55. Hükümetin Başbakanı olan Mesut Yılmaz’ın güven oylaması sonrasında yapmış olduğu teşekkür konuşmasında; “Yüce Meclis, bir defa daha, inisiyatifin kendi elinde olduğunu ve milletin mukadderatına sahip çıktığını göstermiştir. Yüce Meclisin iradesine ipotek koymak mümkün değildir. Bugünden itibaren, Türkiye’de yeni bir dönem başlamaktadır. Bu yeni dönemde atacağımız ilk adım, her şeyin yeniden normale dönmesi olacaktır. 55. Hükümet gücünü milletin desteğinden ve Meclis’in iradesinden almaktadır. Uzlaşma, hoşgörü ve anlayış içerisinde çözülemeyecek sorun yoktur. Hükümetimizin yolu Büyük Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çizdiği yol olacaktır.” 

Bu arada basın ve medya organlarında yeni hükümetin “Genelkurmay’ın isteği 
doğrultusunda kurulduğunu” ve “MGK kararlarını uygulayacak güdümlü ve vesayetçi bir hükümet” olduğu yönünde yorumlar yapılmaktadır. Bazıları bu hükümete “MGK Hükümeti” veya “Ordu destekli ulusal uzlaşı hükümeti” derken bazıları da bunun bir “Çankaya Hükümeti” olduğunu belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi toplumsal güç dengeleri bozulmuş, korkutulmuş, emir-komuta zincirine dâhil edilmiş, bir sivil insiyatif ortadan kaldırılmıştır (Gürses, 2009, s.222). 

28 Şubat süreci biçimsel olarak Refah-Yol Hükümeti’nin istifası ile sonuçlanmıştır (Özgan, 2008, s.100). Hulki Cevizoğlu’na göre; daha sonra RP’nin 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılması ve Necmettin 
Erbakan ile 5 arkadaşının 5 yıl siyaset yasağı almasıyla (Cevizoğlu, 2001, s.88) 
tamamlanacaktır. 
Anasol-D Hükümeti zamanında gerçekleşen 28 Şubat 1997 MGK Kararları 
doğrultusundaki uygulamalara baktığımızda ise; 28 Şubat 1997 tarihi MGK 
Toplantısında alınan kararlar Refah-Yol Hükümeti ve sonraki hükümetler tarafından uygulanarak devam ettirilmiştir. Alınan bu kararlar uygulama safhasında kimilerine göre sert bir şekilde uygulanırken kimilerine göre ise kararların uygulamasında yetersiz kalınmaktaydı. Bütün bu gelişmelerin arkasındaki gizil güç olarak kabul edilen ordu, 28 Şubat sürecini başlatan en önemli aktör olarak bilinmekle beraber Kenan Akın’a göre; “Mümkün sıklıkta yaşanan sürecin 28 Şubat ile başlamadığını vurgulamış, ordunun, Cumhuriyetin başlangıcından bu yana ortaya konan Cumhuriyet rejimini koruma gayretlerinin aynı kapsamda bulunduğuna dikkat çekmiş ve ordunun Cumhuriyet’i 
koruma ve kollama vazifesini kendisine bir görev kabul etmiş olduğunu” ifade etmiştir (Akın, 2000, s.66). 

30 Haziran 1997’de CHP’nin dışarıdan desteği ile kurulan Anasol-D Hükümeti 
çeşitli kesimlerce “Çankaya-Rantiye-Medya ve Asker” işbirliği ile kurulmuş ve askeri vesayet altında “Bir ara rejim hükümeti” olarak değerlendirildi. Anasol-D Hükümeti’nin kurulduğu gün açıklanan koalisyon protokolünde taraflar, Refah-Yol Hükümeti’nin Türkiye’yi rejim ve devlet bunalımına düşürdüğünden bahsetmekle beraber, bu duruma son vermek laik, demokratik Cumhuriyeti güçlendirmek için bir araya geldiklerinden ve 8 yıllık kesintisiz eğitim yasasının mutlaka çıkartılacağında bahsediyorlardı. Yukarıda da açıklandığı üzere Koalisyon Protokolüne göre, ANAP’a Başbakanlığın yanında 20 Bakan, DSP’ye bir Başbakan Yardımcılığının ile 10 Bakan, DTP’ye ise bir Başbakan Yardımcılığı ve 5 Bakan verilmiş ve DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk kabineye girmiştir (Kazan, 2013, s.486). Cumhurbaşkanı Demirel Anasol-D Hükümeti’nin kurulmasından son derece memnun olmakla beraber, memnuniyetini şu sözlerle ifade etmiştir: “Son aylarda çok zor anlar geçirdim. Şimdi ise tahribatı tamir dönemi başlıyor. Bütün taşlar yerine oturacak. Bu belki biraz zaman alacak ama kimse merak etmesin. Dışardan çok iyi mesajlar geliyor. İmajımız düzelecek (2 Temmuz 1997) Hürriyet. 
Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ile Mesut Yılmaz Hükümeti’nin 
kurulması dönemin gazete ve televizyonlarında sevinçle karşılanmıştır. Hürriyet 
Gazetesi, “Ülkeyi Silahsız Kuvvetler İrticadan Kurtardı” şeklinde manşet atmıştır. 
Anasol-D Hükümeti döneminde, EMASYA Protokolü imzalanmış, “irtica”nın öncelikli iç tehdit sayıldığı, yeni MGSB kabul edilmiş; Başbakanlık Uygulama Takip ve Koordinasyon Kurulu’nun teşkili gibi irticayla mücadele konusunda önemli adımlar atılmıştır (TBMM, 2012, s.1081). 

Anasol-D Hükümeti zamanında gerçekleşen 28 Şubat 1997 MGK Kararları 
doğrultusundaki uygulamalar yine bu dönemde de devam etmiş ve MGK’nın 28 Şubat kararlarının ardından özellikle 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar süren zaman diliminde 14 Ağustos 1997'de 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edilmiştir. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri dâhil Meslek Liselerini ortaokul bölümleri kapatılmıştır. RP'nin yoğun engelleme taktiklerine rağmen, hükümet ortağı partiler ile CHP, bazı DYP ve bağımsız milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen yasa, Cumhuriyet tarihinin en önemli reformları arasında yer almış ve böylece eğitimde yeni bir dönem açılmıştır. 

İlköğretimi, kesintisiz 8 yıla çıkaran yasayla; İmam Hatiplerin, Anadolu liselerinin, 
mesleki teknik okulların ve özel okulların orta kısımları kapatılmış, meslek eğitiminin 14 yaşında başlaması kararı alınmıştır (Özgan, 2008, s.101). 
DSP lideri Bülent Ecevit ve CHP lideri Deniz Baykal’ın 8 yıl kesintisiz tasarısını 
Meclis gruplarında değerlendirmişlerdir. Bülent Ecevit konuşmasında; “Sekiz yıllık 
kesintisiz eğitim reformu, Cumhuriyet döneminin en önemli reformlarından biridir” şeklinde açıklama yaparken. Deniz Baykal ise konuşmasında sekiz yıl kesintisiz konusunda hükümeti MGK kararları ile tehdit edercesine, “Hükümet MGK kararlarının içinde mi, dışında mı?” diye sormuş ve hükümetin net tavır belirlemesini istemiştir. Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller ise bu tasarıyı eleştirirmişlerdir (Gürses, 2009, s.223). Bu dönemde içerisinde yine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Siirt’te yaptığı “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler ise kışlalarımızdır. Okunan ezanı kimse susturamayacak. Türkiye'deki ırk ayırımına kesinlikle son vereceğiz. 
Yolumuzdan Dönmeyiz: 
Gökler yerler açılsa, üzerimize tufanlar yanardağlar saçılsayolumuzdan dönmeyiz. Benim referansım İslamiyet’tir. Bunu dile getiremiyorsam, yaşamamın ne anlamı var? Avrupa'da ibadete, başörtüsüne saygı duyuluyor. Ama Türkiye'de engelleme getiriliyor" konuşması yüzünden 6 Aralık 1997’de DGM’ce TCK’nin 312. maddesine göre "Halkı sınıf, din, ırk, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek" suçunu işlediği gerekçesiyle dava açılmış ve 10 ay hapis cezasına çarptırılmıştır (Özgan, 2008, s.102). 

Yaşanan bu olaylarla beraber o dönem de özellikle önemli bir kurum olan 
Diyanet İşleri Başkanlığı’na danışman olarak Em. Alb. Kalelioğlu görevlendirilmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilk asker kökenli danışmanı olmuştur. Dönemin Diyanet İşleri Başkan’ı Mehmet Nuri Yılmaz ise; “Albayım teşkilata çeki düzen verecek diyecek kadar kendisinden umutlu olduğunu belirten” (Opçin, 2004, s.89) açıklamalar yapmıştır. 

Bütün bu yaşanan gelişmeler 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısı öncesi ve 
sonrası ile demokratik sistemimize yönelik son Askeri müdahale olan 28 Şubat’tır. 
Ancak belirtmek gerekir ki iki tane 28 Şubat’tan söz edilebilir. Bunlardan birincisi, 
Necmettin Erbakan'ın başbakanlıktan istifa ettiği 17 Haziran 1997'ye kadar olan 
dönemdir. Bu dönemde, yaşananlar özetle, askeri darbe söylentileriyle hükümetin 
istifasının sağlanmasıdır. İkinci ve etkileri bakımından kalıcı olan 28 Şubat ise 
Başbakan Erbakan’ın istifanın hemen ardından başlamıştır. 
Sivil siyasi düzen üzerindeki etkilerinin bu denli yüksek olmasının başlıca müsebbibi de, normalleşmeyi sağlayamayan Mesut Yılmaz başkanlığındaki Anasol-D Hükümeti olmuştur. 1997 Haziran’ında, Türkiye demokratik normalleşmeyi ararken ve bir an önce seçime gitmeyi istemektedir. Sonuçta bu hükümet, Cumhuriyet tarihinin yolsuzluk iddialı bir gensoruyla düşürülen ilk ve tek hükümeti olmuştur (Özgan, 2008, s.102). 
Dönemin Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya, daha sonrasında 28 Şubat MGK 
toplantısı öncesi ve sonrasında yaşananları gazeteci Yavuz Donat’a verdiği bir 
röportajda dile getirirken özellikle röportajda bir durum değerlendirmesi yapan Ora. Güven Erkaya; “Son aylarda biz grup olarak, yani komuta kademesi olarak bir misyon üstlendik… Bizim üstlendiğimiz misyonun iki ayağı vardı: Birincisi, irticanın bir tehlike olduğunun Türk toplumu farkına varmalıydı. İkincisi, bu işi asker değil, siviller çözmeliydi. Sivil toplum… Örgütler… Siyaset… Yani silahsız kuvvetler” (Gürses, 2009, s.225). 

Bütün bu yaşanan gelişmeler sonucunda; 28 Şubat süreci ismini her ne kadar 28 
Şubat 1997 tarihli MGK Toplantısından almış olsa da aslında bu sürecin başlaması 
MGK Toplantısı öncesinde yaşanan siyasi ve sosyal olaylara dayanmaktadır. 
Bu siyasi ve sosyal olaylar başta kamuoyu, medya, üniversiteler, siyasi örgütler, sivil toplum kuruluşları ve en önemli unsur olan ordu tarafından dikkatle izlenmiş olmakla beraber bu süreç, 28 Haziran 1996 tarihinde kurulan Refah-Yol Hükümeti, RP lideri Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in genel başkanlığını yaptığı DYP koalisyonu sonucunda kurulmuş olmakla beraber laik ve Cumhuriyet karşıtı söylemleri ile ön plana çıkmıştır. 

Yaşanan bu gelişmeler 28 Şubat sürecinin yerel bir hareket olmadığının bizlere 
göstermesi açısından oldukça önemlidir. Son günlerde adının sıkça duymuş olduğumuz “Toplum Mühendisliği” kavramı genel olarak Cumhuriyet’in kuruluşun dan itibaren kendisini göstermiş olmakla beraber özellikle Cumhuriyet’ten bu yana toplumun sosyal yapısı üzerinde adeta toplum mühendisliği yapan, ülke başta olmak üzere Cumhuriyet’in ve her şeyin sahibi olarak kendini gören bir çevre, adeta bir gizli el  bulunmaktaydı. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihine baktığımızda neredeyse her 10 yılda bir 
askeri darbe ya da müdahale olduğunu görmekteyiz. Bu darbe ve müdahaleler başta ekonomi ve güvenlik meselelerinden ziyade en önemli sorunun demokratik rejimin işlerliğinin düzene sokulamayışı olduğu görülmektedir. Cumhuriyet tarihinin ilk Askeri darbesi olan 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinden günümüze kadar her 10 yılda demokratik rejim sekteye uğratılmıştır. Bunun belki de en önemli nedenlerinden bir tanesi, Türkiye’nin demokratikleşmeyi ve bununla paralel olarak da modernleşmeyi sanayi devrimi, feodalitenin çöküşü gibi koşullara bağlı olarak değil, bir bağımsızlık savaşı sonucunda elde etmiş olmasıdır (Özgan, 2008, s.113). 
28 Şubat sürecine baktığımızda, bu süreç özellikle; toplumun demokratik bir 
ortam içerisinde seçmiş ve iktidara getirmiş olduğu bir hükümete karşı yapılmış bir müdahale olmasının yanı sıra özellikle oligarşik sınıflar başta olmak üzere, sivil toplum kuruluşları ve derneklerin o dönem içerisinde bulunan sendikaların, üniversitelerin, medya ve basın organlarının, muhalefet partilerinin, birlikte yaptıkları bir darbedir. 

Bilinmesi gereken önemli bir unsur ise Türkiye’de yaşayan sivil vatandaşların olmaları gerektikleri kadar demokrat, laik, cumhuriyetçi olmadıkları ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalınmadığı sürece, demokrasinin korunması ve gelişmesi hep sekteye uğrayarak gerçekleşecektir. Bunun en önemli nedeni ülkede bulunan başta siyasi partiler olmak üzere yargı, basın ve medya organları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve dernekler vb. kurumlar demokrasiyi sahiplenmez tam tersi yönde hareket edip yapılan müdahale ve darbeleri destekler ve onaylarlar iseler demokrasiyi yaşatmak gerçekten çok zor olacaktır. 

28 Şubat süreci ile gerçekleştirilmek istenip de hayat bulmayan birçok talep ve 
istek o dönem içersin de gerçekleşmemiş olmakla beraber halkın kendi seçtiğinin seçim yolu ile değil de ancak başka yöntemler ile iktidardan uzaklaştırılmasına tepkisi yine geç olmamıştır. Nitekim 28 Şubat süreci ile siyaset sahnesinden silinmek istenen kadronun, yapılan müdahaleden 5 yıl sonra tek başına iktidara gelmiş olması, milletin 28 Şubat’ı onaylamadığının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Özgan, 2008, s.117). 
Ancak unutulmamalıdır ki bu süreç içersin de yapılan, haklı ya da haksız bütün 
uğraşalar Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermiş, ülke karanlık dönemlere sürüklenmek istenmiştir. Bununla beraber Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihi aynı zamanda bir askeri darbeler tarihi olarak anılmış olmakla beraber bütün darbe ve müdahaleler de olduğu gibi 28 Şubat dönemi içerisinde de “Hükümet içeriden, devlet dışarıdan” yıpratılmaya çalışılmıştır. 


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 29

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 29


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


4.9. 28 Şubat Süreci ve Cumhurbaşkanlığı Makamı 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 28 Şubat süreci içerisinde ki faaliyetleri 
ve MGK Toplantısı öncesi yapmış olduğu açıklamalar uzun süreli bir olgunun ürünü olmakla beraber özellikle bu dönem içerisinde hükümete, askerlere ve vatandaşlara çeşitli mesajlar gönderme yoluna gitmiş özellikle Cumhurbaşkanı Demirel’in konuşmalarında “Dini siyasete alet etmek isteyenleri hem günah hem de suç işlemekle” itham etmiş ve hükümet kanadına; “Dini İstismar Etmeyin!” uyarısında bulunmuştur. 

Bununla beraber laikler ve Müslümanlar şeklinde bir ayrım yapılmasının dinen caiz olmadığı gibi, hukuka da aykırı olduğunu izah etmiştir. Din duygularının, dince kutsal sayılan şeylerin siyasi amaçlarla istismar edilmesinin anayasal bir suç olduğu ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Hükümet kanadına bu uyarı mesajlarını göndermekle beraber özellikle askeri kanada ise “Çare Demokrasi de” uyarısında bulunmuş ve devletimize ve demokrasiye olan inancımızı kaybedemeyeceğimizi, demokrasiyi; öfke üzüntü ve hiddetin kurbanı edemeyeceğimizi, demokrasinin dışında çare aramaya kalkarsak sorunların daha da çoğalacağını ve aydınlık yarınlar için demokrasiye bağlı kalmamız gerektiğini ifade etmiştir. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hükümet ve askeri kanatlara vermiş 
olduğu bu ılımlı ve yapıcı mesajlar ile beraber kamuoyuna da “Nemelazımcı Olmamak” gerektiğine dair mesajlar veren Cumhurbaşkanı Demirel; “Demokrasiyi işleten kamuoyudur. Kamuoyunun takipçiliği ve hassasiyeti işin ruhudur. Giden ağam gelen paşam, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı toplumlarda haksızlığa karşı çıkılması mümkün değildir. Vatandaşlarımızın, Cumhuriyet’e her zaman sahip çıkacağına olan güvenim tamdır.” (9 Şubat 1997) Hürriyet, s.1 şeklindeki açıklamaları ile Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel süreç içerisindeki Cumhurbaşkanlığı Makamının ve yaşanan bu sürecin hassasiyetini vurgulamıştır. 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yaşanan bu süreç içerisinde ki açıklamaları ve tarihi mesajları RP dışında diğer tüm partiler ve sendikalar tarafından olumlu karşılanmış olmakla beraber; ANAP Lideri Mesut Yılmaz; “Cumhurbaşkanı’nın 
çıkışını gayet olumlu buldum” CHP Lideri Deniz Baykal; “Cumhurbaşkanı kendisinden bekleneni yapmıştır. Tam da bu ortamda böyle bir değerlendirmeye ihtiyaç vardı” Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden; “Cumhurbaşkanı Anayasal sorumluluğuna uygun, görev anlayışını en uygar bir biçimde yansıtan özen ve duyarlılığının örneğini vermiştir” Yıldırım Aktuna ise “Benim günlerdir söylediklerim de bu doğrultudadır.” şeklindeki açıklamaları ile Cumhurbaşkanı Demirel’e aynen destek vermişlerdir (9 Şubat 1997) 
Hürriyet, s.20. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hükümete, kamuoyuna ve askeri kanada  vermiş olduğu bu mesajlar RP cephesinden hoş karşılanmamış ve Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanı Demirel’in bu mesajları karşısında adeta şaşkınlık içerisinde kalmıştır. 
Yaşanan bu olaylarla beraber özellikle Taksim’e cami projesi krizinin gündemde 
olduğu tarihlerde dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Taksim'e cami yapılması için 17 yıl önce kararname çıkardığını, bu sırada gürültü kopmadığını belirtirken, itirazın Kur’an’a olmadığını; onu siyasete alet edenlere olduğunu belirtmiştir (Özgan, 2008, s.96). 
Süleyman Demirel'in 1991 yılında Yeni Asya yayınlarından çıkmış olan “İslâm, 
Demokrasi, Laiklik” adlı kitabının ilgili bölümlerinin yayınlayan Hasan Celal Güzel 
Süleyman Demirel’ in “İslâm, Demokrasi, Laiklik” adlı kitabından öne çıkan 
düşüncelerini şu şekilde aktarmıştır: 
“Atatürk'ün kurduğu laik devlet değil İslâm devletidir (s. 85). Devlet 
hayatımızda da, devletimizi idare edenlere Kur’an’daki hakikatler yol göstermiş, yön vermiştir (s. 193). Temelinde ahlâk, temelinde manevî değerler manzumesi olmayan memleketlerin büyük sıkıntılara düştüğünü tarih göstermiştir (s. 107). Bu memleketin her vatandaşı göğsünü gere gere Ben Müslüman’ım diyemezse, Türkiye'de huzur olmaz (s. 65 ve diğer sayfalar). İslâm’ın getirdiği ana kaidelerle, hukukun üstünlüğüne dayanan anayasa devletinin kaideleri arasında çelişki yoktur (s. 36). Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün. Ona niye karışılıyor. Başörtüsünün laiklikle bir alâkası yoktur. Anadolu kadınının yüzde sekseninin başı örtülüdür (s. 94). Benim söylediğim şu: Serbest bırakalım. İsteyen bağlasın, isteyen açsın (s. 116). İrtica dendiği zaman, bu iddialar mesnetten yoksun; zaman, makam ve kişi hayatına bağlı değilse, ciddi telâkki olunamaz (s.101) (Demirel, 1991). Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bu düşünceler ile beraber 28 Şubat Kararları karşısında ki tutumu ise “28 Şubat kararları denen kararların 1’inci maddesi demokrasinin, laikliğin korunması maddesidir. Sonuncu maddesi de Atatürk'e dil uzatanlara karşı tavır takınılmasıdır. Kimse dine siyaseti karıştırmasın” demiştir (29 Şubat 2000) Hürriyet, s.1. 
Nazlı Ilıcak göre; “ Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel için, 28 Şubat post-
modern darbe olarak literatüre girdiğinden dolayı üç darbenin muhatabı da olmuştur. 
Türk siyasetinin 40 yılında iniş çıkışlarla yer alan Süleyman Demirel, söyleminin 
vazgeçilmez motifini demokratlığı olarak tanımlamıştır” yorumunu yapmıştır. 
Murat Yetkin ise 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı’na giden süreçte bazı önemli 
dönüm noktaları olduğundan bahsetmiş ve bu dönüm noktalarını şöyle açıklamaktadır: 
 “4 Şubat 1997’de, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Başbakan Erbakan'a 
yazdığı mektup, Süleyman Demirel, 17 Ocak 1997’de Genelkurmay'da aldığı brifingin ardından 27 Ocak 1997 MGK'sı öncesinde Başbakan Erbakan'a yazılı bir uyarı yapmış, ülkede yaşanan olaylardan duyduğu rahatsızlığı dikkate almasını istemiştir. Anayasa'nın 120, 121, 122. maddeleri, devletin korunması ile ilgili tedbirler öngörmüştür ibaresini de mektubuna eklemiştir. Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan açıkça olağanüstü dönem koşullarının kapıda olduğunu söylemiştir”. 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı’ndan önce Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; Başbakan Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı ile yaklaşık 10 dakika süren bir toplantı yapmışlardır. Ön değerlendirme toplantısı olarak da değerlendirilen bu süreçte Cumhurbaşkanı Demirel; üyeleri gergin geçeceği belli olan MGK’nın atmosferine hazırlayıcı nitelikte bir konuşma yaptıktan sonra toplantı salonuna geçilmiştir (Kazan, 2013, s.267). 

Yaşanan bütün bu gelişmelere baktığımızda ise sonuç olarak Başbakan Erbakan 
18 Haziran 1997 istifası ile beraber başbakanlığı DYP Lideri ve koalisyon ortağı Tansu Çiller’e devretmeyi düşünmüş, ancak beklenen olmamıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz'a vermiş ve Anasol-D Hükümeti’nin temelleri Mesut Yılmaz ile atılmış oldu. 
4.10. 28 Şubat 1997 Tarihi MGK Toplantısı Sonrasında Yaşanan Siyasi Gelişmeler 
Demokrasilerde, “milli iradenin” dokunulmazlığı esastır. Türkiye’de her 10 
yılda bir gerçekleştirilen darbeler ve müdahaleler, “milli iradeyi” yok ederek, 
demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmış; Türkiye’nin “kanun devletinden”, bir “hukuk devletine” dönüşmesine engel olmuştur. Milletin temsil hakkını tehlikeye düşürecek her müdahale demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerleri çiğnemek anlamına gelmektedir. Millet iradesinin sürekliliği ve aksatılmaya uğratılmaması temsili demokrasinin temelidir. Bu yüzden demokrasi, her koşulda korunması gereken ve kültür benliğimize nakşedilmesi gereken bir değerdir (Komisyon, 2012, s.510). 

Özellikle 28 Şubat sürecinin en önemli unsurları olarak Refah-Yol Hükümeti ve 
TSK teşkil etmektedir. Bu süreç içerisinde TSK’nın irtica ve şeriat karşısındaki tutumu ile bunun yanında Refah-Yol Hükümeti’nin 28 Şubat Kararları’nı uygulamamakta ve irticai akımlara olan desteğini sürdürmekteydi. 
28 Şubat 1997 Tarihli MGK Kararları sonrası genel olarak yapılan tesbit ve 
değerlendirmeler şu yönde idi. Refah-Yol Hükümeti’nin gitmemesi durumunda, 
TSK’nın bir müdahale içerisinde olup olmayacağı idi. Bununla beraber ordunun açık bir darbeye yönelip yönelemeyeceği daima tartışılan konular arasında yer almıştır. Yani askeri müdahale tek bir olasılığa bağlı idi. O da, şeriatçı grupların ülke çapında sokağa dökülerek eylemlere giriştikleri, Cezayir türü kanlı eylemlerin gerçekleşmesi olasılığıdır. BÇG’nun kamu görevlilerinin siyasi eğilimlerinin tespit edilmesini öngören talimatlar hazırlamasının ardındaki saik, bu olasılıktır. 

Bu talimatlar, kitlesel olayların patlak vermesi ve Ordu'nun müdahale etmesi durumunda askerlerin hangi kesimlerden destek alabileceği, hangi kesimlere karşı dikkatli olması gerektiğinin saptanmasına ilişkin kapsamlı bir ihtimal planlamasının bir uzantısıdır. Ordu, kendisini bu nitelikte bir çatışmanın ortasında bulduğunda hazırlıksız yakalanmak istememektedir Bu olasılık dışında bir darbe hazırlığı söz konusu değildir (Özgan, 2008, s.98). 
Ülkemizde meydana gelen 3 Askeri darbede de bunun başarı sağlamadığı 
görülmüş olmakla beraber farklı bir yol ve yöntem denenmek istenmiştir. Bu farklı yol ve yöntem ise TBMM’de ki Başbakan Erbakan’ın en büyük desteği konumunda 
bulunan DYP lideri Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Tansu Çiller’in 
Başbakan Erbakan’a vermiş olduğu desteği kırıp Tansu Çiller’i koalisyondan çekilmeye ikna etmektir. Bu başarılabilirse Türkiye’de ki Refah-Yol Hükümeti ile başlamış olan ve 28 Şubat süreci içerisinde ki bu yaplanma ve kriz ortamıda sona ermiş olacaktır. 

4.10.1. 28 Şubat Sürecinin Siyasi Sonuçları 

4.10.1.1. Refah-Yol Hükümeti’nin düşmesi ve Refah Partisi’nin kapatılması 

Türkiye’de yaşanan Askeri darbelerin nedenleriyle ilgili olarak; birçok siyaset 
bilimci tarafından, çeşitli yaklaşımlarda bulunulmuştur. Bir grup siyaset bilimci; 
“TSK’nın fiziksel gücü, amacı ve verilen eğitim bakımından zaten müdahaleye hazır olduğunu savunurken; diğer bir grup siyaset bilimci ise, bu faktörlerin yeterli olmadığını, toplumda çevresel bazı faktörlerin de oluşması gereğine işaret etmektedir. 
Bu faktörler, sırasıyla; siyasal kültür, sosyo-ekonomik yapı, siyasal yönetimin 
başarısızlığı sonucu oluşan meşruluk sorunu, ordunun yapısal özellikleri ve 
modernleşme” şeklinde sayılmaktadır (Örs, 1996, s.42 akt. Güler, 2006, s.27). Özellikle 28 Şubat döneminde yukarıdaki unsurlar başta olmak üzere siyasi muhalefet partileri, basın ve medya organları, anayasal kurumlar, sivil toplum örgütleri ve sendikalar, kamuoyu ve aydın çevreler özellikle bu dönemde aktif rol oynamışlardır. 
28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesi ve sonrasında ki yaşanan bütün bu 
gelişmeler ile beraber artık Refah-Yol Hükümeti sona yaklaşmıştı. Yaşanan bu 
gelişmeler özellikle Refah-Yol Hükümeti koalisyonunun ortağı olan DYP’de büyük 
kopuş ve istifalar ile başlamış olmakla beraber bu istifalar iktidarı zor duruma sokmuş ve koalisyon hükümetiyle ilgili yoğun eleştirilere sebebiyet vermiştir. 
RP yaşanan bu durumu idare ederek iktidarını seçimlere kadar sürdürmek 
istiyordu. Gelişen olayları ve eleştirileri görmezden gelen RP her şey yolundaymış gibi bir tavır takınarak hükümeti devam ettirmek istiyordu. Fakat RP’nin dışında gelişen olaylar bu hükümetin geleceğini tayin etmekle beraber ipler artık tamamen hükmedenin elinde değildi (Özer, 2011, s.96). 

RP’de ki yaşanan bu kriz ve çıkmaz karşısında, hükümetin koalisyon ortağı olan 
Tansu Çiller bu durum karşısında Necmettin Erbakan’dan eleştirilerin azalması ve 
hükümetin devam etmesi için başbakanlığı talep etmiştir. Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’e göre; “Tansu Çiller RP’nin bu zor durumundan faydalanmak istiyordu ve yoğun bir şekilde Necmettin Erbakan’dan başbakanlığı talep ediyordu. Bu durum Tansu Çiller tarafından bir fırsat olarak kullanılıyordu. O dönem Tansu Çiller başbakanlığa gelebilmek için her türlü fırsatı değerlendirmek amacındaydı” (Çelik, 2003, s.165) diye ifade etmiştir. 

Ülkenin içinde bulunduğu gergin dönemden bir an önce kurtulmak için bu gergin ortamda, hükümette değişikliğe gidilerek, Başbakan Erbakan’ın istifa etmesinin 
ardından Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller’in yer değiştireceği ve bu kez Başbakan’ın Tansu Çiller olacağı yeni bir Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması gündemde gelmiştir (Özgan, 2008, s.98). 

Yaşanan bu siyasi kriz gün geçtikçe içerisinden çıkılmaz bir hal almakla beraber 
koalisyon ortağı Tansu Çiller’in, Necmettin Erbakan ile yaptığı bir görüşmede, 
Başbakanlığı Necmettin Erbakan’dan resmen istediği ve nedenini de artık partisini 
kontrol edemediği şeklinde izah etmiştir. O dönem içerisinde Tansu Çiller partisiyle ilgili yaşadığı sorunları Başbakan Necmettin Erbakan’a şu şekilde açıklamıştır;  “Başbakanlığı bana verin. Benden buraya kadar, artık tıkandım. Buraya gelmeden önce milletvekilleri ile tek tek görüştüm. Tamamı başbakanlıkta değişiklik istiyor. 
Yaptığımız protokolün dolmasına daha üç yıl var. Üç yıl uzun bir süre. Bu üç yılda 
hükümetin gitmeyeceği, yürümeyeceği kesindir ve bu ortaya da çıkmıştır. Partimin yetkili organlarını toplayacağım ve onlara kararımı açıklamak zorundayım” Ancak bu durum ve yaşanan olaylar gerek muhalefet partileri tarafından gerekse kamuoyundan yakından takip ediliyordu. Necmettin Erbakan başbakanlığı Tansu Çiller’e devretmek istemiyordu ve bunu da Tansu Çillere şu şekilde izah ediyordu, “Başbakanlığın devri sonucunda kamuoyunda RP’nin imajı zedelenecek ve ödün verdiği ileri sürülecekti.” Ayrıca RP de bu duruma sıcak bakmazdı (Aksoy, 2000, s.221). 

Başbakan Erbakan’ın bu şekilde ki açıklamaları ile adeta durumu idare ediyordu. 
İlkesiz popülizme ve muğlâk politikalarıyla RP, ters gibi görünse de, son zamanlarda parti içinde denetimi ve disiplini sağlamakta zorlandığı izlenimini vermektedir. 
Bu denetimsizlik ve dağınıklık RP’nin izlediği politikaların tartışma konusu yapılmasından kaynaklanmamaktadır (Bayramoğlu, 2007, s.179). RP’nin sorunu, Başbakan Erbakan’ın izlediği ince ayarlı politikaları partililerin kavrama ve izleme zorluğu çekmesinden ileri gelmektedir. 
Bunun nedeni Başbakan Erbakan’ın politika ve taktiklerinin tamamen mevcut güç dengeleri ve hesapları üzerine temellendirmesi dir (Özgan, 2008, s.99). 
Muhalefet ve ordu hep bir koldan koalisyonun üzerine gitmekteydi. Gensoru 
üzerine gensoru verilmekteydi (Özer, 2011, s.96). Yaşanan bu olaylar koalisyon 
hükümetinin daha fazla gitmeyeceğini açıkça ortaya çıkarıyordu. Refah-Yol Koalisyonu sonunda bir gensoruyla düşürülecek ve bu durum Başbakan Erbakan’ın söylemi ile hükümetin imajı için hiç ama hiç iyi olmayacaktı. Başbakan Necmettin Erbakan ve kurmayları yavaş yavaş ortada bulunan sorunun her geçen gün ne kadar büyük bir çıkmaza girdiğini anlamaya başlamışlardı. 


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 26

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 26


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 




4.7. 28 Şubat Süreci İçerisinde ki Aktif Olan Çevreler ve Ortaya Çıkan Belgeler 

4.7.1. Batı Çalışma Grubu (BÇG) ve İllegal Yapılanma 

28 Şubat sürecinin en simge oluşumlarından biri de BÇG (Batı Çalışma Grubu) 
olmuştur (Arikan, 2010, s.111). 28 Şubat sürecinde bütün kişi ve kurumların üzerinde sistematik bir disiplin ve denetim sağlamak için Dz. K. K. Ora. Güven Erkaya tarafından ilk olarak Ocak 1997 ayında Deniz Kuvvetleri bünyesinde kurulan BÇG olarak bilinen yasadışı bir birim oluşturulmuş, bu grubun çalışma, bilgi toplama, işleme, karar alma süreçlerine yönelik bir program hazırlanmıştır (Komisyon, 2012, s.322). Refah-Yol Hükümeti’nin “irtica/laiklik” meselesini gündeme getirmemesi ve tartışmaya açmaması askerleri rahatsız etmekle beraber bu konu kamuoyunda da büyük bir gerilim yaratmıştır (Gürses, 2009, s.132). İrtica tehdidi büyük boyutlara ulaşmaya başlayınca, tehlikeyi gören TSK gerekli uyarıları yapmak ve önlemleri almak zorunda bırakılıyordu; çünkü şimdiden gerekli önlemler alınmazsa, irtica tehdidini önlemek, sonunda TSK’nın başına kalacaktır (Bölügiray, 1999, s.149). Tıpkı 12 Eylül öncesinde terör örgütü için alınan önlemler ve yapılan çalışmalar olduğu gibi, 28 Şubat sürecinde 
de TSK, irtica tehlikesi karşısında gerekli önlemleri alma yoluna gitmiştir. TSK, irtica tehlikesi karşısında, çok ciddi önlemler almak zorunda kalmakla beraber, hükümet yetkililerine, devlet ve toplum yönetiminde etkili olan kurumlar ve sivil toplum kuruluşlarına çeşitli brifingler veriliyordu. Bu dönem içerisinde, çeşitli çalışmaları hazırlamak ve irticanın tırmanışını takip etmek için, bu konuda gerekli önlemleri alabilmek ve hareket planlarını güncelleştirmek için sürekli bir “Çalışma Grubu” kuruluyordu. 

BÇG genel olarak, irtica ile savaşımında TSK’nın aldığı önlemler zincirinin en 
önemli bir halkasını oluşturuyordu. BÇG, 28 Şubat 1997 MGK toplantısından sonra ve alınan kararlara dayanak olarak kuruluyordu. Genelkurmay Başkanlığı BÇG’nin 
kurulmasının amaç ve gerekçesini şöyle açıklıyordu: “TSK, irticai faaliyetleri iç 
tehditle, bölücü terör ile aynı seviyeye, yani birinci önceliğine yükseltmiş ve bu duruma bağlı olarak yeni bir teşkilatlanma içerisinde BÇG oluşturulmuş ve faaliyete geçirilmiştir” (Bölügiray, 1999, s.149-150). BÇG’nin hedefi “Türkiye Cumhuriyet’i Devleti’nin temel nitelikleri olan ve Anayasa’da yerinin bulan Atatürk İlke ve İnkılapları ile sosyal hukuk devletine karşı her türlü faaliyeti takip ve kontrol etmektir. İrtica faaliyetlerin izlemekle yükümlü olan bu grup çeşitli brifingler ile kamuoyunu bilgilendirecektir” şeklinde ifade edilmiştir. Özellikle kurulan bu grubun amacı; irtica tehdidini ortadan kaldırmak değil, irtica tehdidini saptamak ve alınacak önlemleri yetkili makamlara bildirmektir. İrtica tehdidini önlemek ise siyasi iktidar ve güvenlik güçlerinin görevi idi (Bölügiray, 1999, s.150) . 

BÇG’nin merkezi Genelkurmay Başkanlığı’nda bulunuyordu. BÇG dönemin Dz. 
Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya’nın inisiyatifinde başlatılmış ve Silahlı Kuvvetleri’n 
hemen tüm kademelerinde birer bürosu oluşturulmuştur. BÇG’nin bünyesinde inceleme, araştırma ve değerlendirme birimleri bulunmakta, bunların yanında hukuk, psikolojik harekât ve istihbarat gibi birimlerinde bulunduğu bilinmektedir. İstihbarat faaliyetleri çerçevesinde hazırlanan raporlar komutanların bilgisine sunulmakta ve komutanlar bu raporlarla MGK toplantılarına ve Genelkurmay’da verilen brifinglere katılmaktadırlar. 

Özellikle TSK’dan gelen bilgiler, MİT ve Emniyetten alınan bilgiler, medyanın irtica 
konusu ile olan yazıları ve kişilerden toplanan bilgiler BÇG’nda değerlendiriliyor ve 
komuta kademesine sunuluyordu. BÇG tarafından, aynı zamanda, irtica konusunda psikolojik harekât çalışmaları yürütülmüş, irtica yanlısı olduğu öne sürülen kişi ve kurumlar hakkında istihbarat toplanmış; medya organları ve haberleri manipüle edilmiştir (Tuna, 2009, s.20). Burada değerlendirilen bilgiler gerek ve önem derecesine göre MGK’ya, Başbakan’a, Cumhurbaşkanlığı’na ve ilgili devlet makamlarına gönderiliyordu. Bu bilgiler üzerinden gerekli inceleme ve çalışmalar sonucunda irticaya karşı alınacak yeni önlemler görüşülüyor ve çeşitli plan faaliyetleri üzerinde duruluyordu. 

BÇG’nin başında, Genelkurmay Hareket Daire Başkanlığı’na bağlı İç Güvenlik 
Daire Başkanı bulunuyordu. Bu kişi aynı zamanda Genelkurmay’ın Başbakan yanındaki temsilcisi oluyordu. BÇG, taşrada da faaliyet gösteriyordu. Özellikle taşrada ki birliklerde bulunan tüm subay ve astsubaylar irtica ile ilgili bilgi toplamayla görevlendirilmiş ve topladıkları bilgileri kendi birliklerinin BÇG ünitesine gönderiyorlardı ( Bölügiray,1999, s.151). 
Komutanların irtica ve şeriat tehlikesine karşı “Batı Çalışma Gurubu’nu” 
kurduğu da kamuoyuna resmen yansıdı ve bu isim BÇG şeklinde kısaltılarak irtica 
kelimesinin geçtiği her cümlenin içine girdi. Buna DYP Bursa milletvekili Ali Osman Sönmez’in DYP kapalı Gurubunda yorumu şu oldu: “Askerler, bakanlar kurulunu bile oluşturmuşlar” Brifingde darbelere zemin teşkil eden İç hizmet Kanunu’nun 35. Maddesine de atıfta bulunuldu: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır. TSK için durumdan vazife çıkarmak bir görevdir.” (Karalı, 2005, s.227-228). 

MGK’nın 28 Şubat 1997 Kararlarından sonra irticayla ilgili olarak BÇG adı 
altında özel bir çalışma grubu oluşturulmuş ve faaliyete geçirilmiştir. Bu grubun görevi: irticai tehdidin Türkiye genelinde resmini ortaya çıkarmak, bu çerçevede 5442 sayılı il idaresi kanunun uygulamasına ilişkin hazırlanan emniyet, asayiş ve yardımlaşma planlarını güncel hale getirmektir. Bu amaçla gerekli bilgilerin elde edilmesine yönelik olarak TSK rapor sistemi önergesi içerisinde ihtiyaç duyulan bilgiler sıralanmak suretiyle genel kriterler ortaya konmuş ve rapor sistemi geliştirilmiştir (Özgan, 2008, s.87). BÇG, Post-modern darbe olarak bilinen 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarının uygulanıp uygulanmadığının denetimi amacıyla kurulan bir yapıdır. Kurulan bu teşkilat aynı zamanda 28 Şubat’ta yaşanan Post-modern darbenin hazırlayıcılarındandır. Bu teşkilat birçok kişiyi fişlemiş ve gözetim altında tutmuştur. Post-modern darbeyi getiren birçok olayında arkasında BÇG’nin olduğu iddia edilmektedir. BÇG, Ora. Güven 
Erkaya'nın komutanı olduğu Deniz Kuvvetleri bünyesinde faaliyet göstermiştir. Fikir babası ise Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'dir. İrticai faaliyet içerisinde olduğunu iddia ettiği kişilere karşı tedbir almak amacıyla kurulan BÇG'nin 28 Şubat sürecinde 6 milyona yakın insanı fişlediği iddia edilmektedir. Silahlı Kuvvetlerin birçok biriminde teşkilatlanan BÇG faaliyetleri vasıtasıyla, sadece askeri personelin değil, ülke genelinde, tüm kamu kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin ve çevresinde tanınan önemli işadamı ve vatandaşların siyasi görüşlerinin tespit edilmesi istenmiştir (Komisyon, 2012, s.322). Belgelere göre “Org. Çevik Bir'in emriyle, BÇG adında bir birim oluşturulmuştur.” 16 Nisan 1997 tarihli olan ve bütün askerî birimlere gönderilen ilk belgede, laiklik aleyhtarı faaliyetlerin arttığı vurgulanarak camilerin gözetim altına alınması emrediliyordu. Plana göre görevli askerî personel camilere gidecek ve laiklik karşıtı fiil ve sözleri ivedilikle garnizon komutanlıklarına bildirecekti. Çevik Bir imzasını taşıyan ve bütün askeri birimlere gönderilen 29 Nisan 1997 tarihli ikinci belgede ise her ildeki öğrenci yurtları, özel okullar, dernekler, vakıflar, Kur'an kursları, imam hatip okulları ve bu kurumlara giden gelenlerin sayısının ve kimliklerinin tespit 
edilmesi isteniyordu. 3. belge ise birimin bilgi ihtiyaçlarının karşılanması hakkında idi bu belgeler o dönem gizli bir şekilde oluşturulmuştur (Özer, 2011, s.72-73). BÇG, gerek sivil ve gerek kamu personelinin dini, siyasi, ailevi yapısı ve dünya görüşü bakımından kategorilere ayrılarak fişlenmiş, bu fişleme sonucu gerek TSK bünyesinde ve gerekse de diğer kamu kuruluşlarında binlerce kişinin görevine son verilip işten çıkarılmış, aileleri ile birlikte on binleri bulan mağdur kitle BÇG’nin faaliyetleri ile zulme uğratılmıştır (Komisyon, 2012, s.323). 

BÇG, genel olarak irticai faaliyetlere karşı kurulmuş olmakla beraber aynı 
zamanda dönemin iktidarı olan Refah-Yol Hükümeti’ni de yakın takibe almıştı özellikle Başbakan Necmettin Erbakan sıkı bir şekilde takip edilmekle beraber konu ilgili RP Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül şunları söylemektedir; 
“BÇG adı altında faaliyet gösteren bir yapılanmanın valiliklerin, kaymakamlıkların, büyükşehir belediye başkanlarının takip edilmesi, fişlenmesi ve hakkında rapor hazırlandığı ortaya çıkmıştı. 
Bu sefer, seçilmiş bir Başbakanın resmi toplantıları bile takip ediliyor, rapor tutuluyor ve bunların bir takım yerlerde değerlendirildiğini görüyoruz” (Aksoy, 2000, s.179). 
Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya BÇG ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmuştur: 
“İrtica gücünü daima sokaktan alır. İrtica İran’a seçimle mi geldi? İşte bunun 
içindir ki önlem gerekir. Önlemi kim alacak? Emniyet alacak… Yetmezse, silahlı 
kuvvetler alacak. Yani silahlı kuvvetler irtica tehlikesine karşı hazır olmalıdır. Asker önlemini aldı… Bu, BÇG’dir. Yerinde bir önlemdir ve devam ediyor.”, 
“Bir tehdit varsa asker önlemini alır. Türkiye için alır. Yunan tehdidi varsa, Yunanistan’a karşı alır. O zaman kimse yasal dayanak diyor mu? Silahlı Kuvvetler, Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimini değiştirmeye yönelik bir irtica tehdidi gördü ki, BÇG’yi kurdu” (Arcayürek, 1999, s.612-613). 

Gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu’na göre, “BÇG aslında Türkiye’de sadece 
kamusal alanda görev alan değil, kamusal alan ile teması olan sektörlerdeki 
insanlarında tek tek kimliklerine, eğilimlerine, özel hayatlarına kadar fişlenmesi 
mekanizmasıdır. Açık bir şekilde BÇG’nin örgütlenme biçimi budur.” 
Gazeteci Hasan Celal Güzel ise, BÇG’yi şöyle anlatmaktadır; “Ordu içinde 
BÇG diye bir cunta teşkilatı vardı, bu illegaldi. (…) Evvela Deniz Kuvvetleri’nde 
başladı ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın özellikle himayesiyle gelişti, daha sonra da diğer kuvvetlere ve Genelkurmay’a yayıldı.” (Gürses, 2009, s.134). 
Genel olarak TSK, BÇG kurmuş ve faaliyetleri kapsamında iki önemli tehdide 
yönelik hareket etmiştir. Bölücülük ve irtica konuları hakkında çalışmalar yapılmıştır. 

Tüm sivil ve siyasi kişiler ve kurumlar hakkında istihbarat bilgileri toplanmış ve 
derlenmiştir. BÇG’nin çalışmalarının ve planlarının darbe ile herhangi bir ilgisi 
bulunmamakla beraber, bu çalışmaların ve planların amacı laik, demokratik 
Cumhuriyet’in tehlikeye girmesi durumunda buna engel olmak için kurulmuş ve bu amaçla hareket etmiştir. 

Refah-Yol Hükümeti döneminde yaşanan tüm bu gelişmelerden sonra 
Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde 
görülmeyen irticai ve şeriat tehlikesi ile karşı karşıya kalmamıştır. Ülkenin içinde 
bulunduğu durum tehlikeli bir gidişin sinyallerini vermekle beraber, ülke sonu belli olmayan bir karanlığa doğru hızla yol almaktadır (Gürses, 2009, s.136). 

4.7.2. Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birlikleri (EMASYA) 

 Emniyet, Asayiş Yardımlaşma Birlikleri ülkemizde 1960'lardan beri varlığını 
devam ettirmektedir. Toplumda herhangi bir sosyal hareket olduğunda valilikler zor durumda kalırsa, İller Kanunu'na göre, valilikler, askeri birimlerden yardım 
isteyebilmekle yetkilendirilmiştir. Bunun için de, Silahlı Kuvvetlerde, o askeri 
birliklerin nasıl hareket edeceğine dair tali bir yapılanma ve planlar oluşturulmuş tur (Özgan, 2008, s.88). 

EMASYA Protokolü 7 Temmuz 1997'de 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu'nun 
11/D. maddesinde yapılan düzenleme ile İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanmıştır (Özer, 2011, s.76). 7 Temmuz 1997'de imzalanarak yürürlüğe giren EMASYA Protokolü'nde dönemin 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan’ın da imzası bulunmaktadır. Org. Çetin Doğan, EMASYA Protokolünde olduğu gibi BÇG’de de etkin olarak rol üstlenmiştir. EMASYA Protokolü genel olarak; ihtiyaç duyulduğunda valiliklerin askeri birliklerden yardım isteyebilmesini sağlamak amacıyla İller Kanunu’na dayanarak hazırlanmış bir protokoldür. Bu amaçla kullanılması için TSK’da özel birlikler oluşturulmuş ve o askeri birliklerin nasıl hareket edeceği ile ilgili olarak planlar yapılmıştır (Arikan, 2010, s.113). Özellikle protokol dönemin ihtiyaçlarına göre oluşturulmakta ve gizli tutulmaktadır. Protokol iki gerekçeye dayandırılıyordu. İlki İslami kesime duyulan güvensizlik karşısında örgütlenilmesi, ikincisi ise Güneydoğu'da olağanüstü hal rejiminin adım adım kaldırılmasının ardından bölgede güvenlik kuvvetlerinin yeniden örgütlenme ihtiyaçlarıdır. Bu açıdan hem belli toplumsal kesimleri tehlikeli ilan eden hem de terörle mücadele alanlarındaki hâkimiyetini sivil alana bırakmak istemeyen bir stratejinin ürünüdür EMASYA Protokolü (Özer, 2011, s.77). 

EMASYA Protokolü’nün amacı şöyle açıklanmaktadır: “Bu protokolün amacı, 
bir veya birden fazla ilde çıkan veya çıkabilecek olaylarla ilgili olarak valilerin isteği üzerine askeri birlik tahsis edilmesi durumunda, güvenliğin, asayiş ve kamu düzeninin sağlanması ve terörle mücadelede, askeri birlikler ile kolluk kuvvetleri arasında; Kuvvet kullanılması, kuvvet kaydırılması, emir komuta ilişkileri, işbirliği ve koordinasyon ve gerekli görülen diğer hususları, belirlemek, uygulanacak yöntem ve alınacak tedbirleri ortaya koymaktır” (Arikan, 2010, s.114). 
EMASYA Protokolü’nün amacı yukarıda belirtilmekle beraber protokol nasıl 
uygulanıp ve hangi adımlar takip edilerek icra alanına koyulmaktadır. 

Bu adımlar genel olarak şu şekildedir: 

1. Yardım talep edilmesinden önceki aşamalara ilişkin olarak sivil ve askeri birimler ortak görev ve tatbikat yapacaklardır. 
2. Mülki idare amirleri kuvvet talebinde bulunmadan önce EMASYA Bölge ve Tali Bölge Komutanlıkları’na kademeli hazırlık yapmak üzere bilgi vermek 
    zorundadır. Bu bilginin mahiyeti, bilgi akış süreci ve kurumları tam olarak belli değildir. 
3. Vali yardım istemeden önce durumu İl Güvenlik Koordinasyon Komisyonu'na sunacaktır 
4. Vali başka bir ildeki askeri birlikten yardım isteyecekse bunu EMASYA Tali Bölge Komutanı vasıtasıyla yapacaktır. 
5. EMASYA komutanlıkları mülki amirlerin talebi olmadan olaylara müdahale edebilecektir. 
6. Vali tarafından görevlendirilip görevlendirilme diklerine bakılmaksızın bütün kolluk güçleri yardıma gelen askeri birlik komutanının emrine girecektir. 
7. Mülki amirlerden yardım talebi geldiği anda jandarma ve polis EMASYA komutanlıkları nezdinde oluşturulan Asayiş Harekât Merkezi'nde irtibat personeli bulunduracaktır (Özer, 2011, s.77-78). 

EMASYA birliklerinin toplumu harekete geçirebileceği endişesi ile bir istihbarı 
faaliyeti muhtemel ise bu istihbarı bir bakıştır ve istihbarat bakışı da tehlike fikri üstüne oturmaktadır. Bu ise belli açılardan tehlikenin varlığını işaret etmektedir (Özgan, 2008, s.89). 

EMASYA protokolü 4 Şubat 2010 tarihi itibariyle yürürlükten kaldırılmış 
olmakla beraber 28 Şubat süreci içeresinde bazı olaylara temel teşkil ettiği 
bilinmektedir. Özellikle medya organlarının EMASYA Protokolü hakkında ki 
düşünceleri farklı olmakla beraber, protokolün işleyiş şekli ve düzeni net olarak ortadadır. 

27. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***