Üçüncü Meşrutiyet,
Yekta Güngör ÖZDEN,
31 Ekim 2002 Çarşamba,
Bıkkınlıktan ötede tiksinti veren olayları izledikçe karamsarlığa kapılmamak olanaksız. Birbirine eklenen aykırılıklar, çelişkiler, yanlışlıklar ve sakıncalı eylemler, aydınlığımızın üzerine ağır gölgeler biçiminde düşmekte, yolumuzu kesmektedir. Türkiye aydınlanmasının önündeki bağnazlık, aymazlık, sapkınlık engelleri yıllardır ırkçı-faşist, köktendinci-şeriatçı, bölücü-kürtçü akımlarla, çıkarcılık güdüsü ve mezhepçilik çabalarıyla desteklenerek sürmektedir. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı amaç edinmiş Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın özünü oluşturan Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuvva-yı Milliye ateşi, Misak-ı Milli ereği tümüyle unutulmuş, ABD etkisi AB dayatmaları IMF buyrukları doğrultusunda nereye varılacağı, ne olacağı düşünülmeden küreselleşme sarmalının dişlileri arasına katılma yarışına katılınmıştır. Onur, saygınlık, ilkelilik, eşitlik, adalet gözardı edilmiştir. Tüm bu olumsuzluklar siyasal öncülerin (liderlerin) özendirmesi, tartışma ve eleştirme kabul etmez tutumlarıyla giderek artmaktadır. Daha ileri gideceğimize daha geri gitmekteyiz. Tarihimizde acılı bölümleri de olsa umutla karşılanan 1. ve 2. Meşrutiyet, saltanat-hilafetle özetlenen teokratik oligarşiden (dinci tek kişi yönetiminden) halkın katılımı anlamındaki Meclisli yönetime geçişe yönelmekle ileriye gidişi anlatırken, şimdiki durum, demokrasinin yönetimdeki adı, yaşama geçiş biçimi olan cumhuriyetten geriye gidişi, tersine dönüş olduğundan tam bir irticadır. Siyasal irtica, günümüzden geçmişe dönmenin, azınlık yaratma, dinsel yönetim özlemlerinin, bunlara yol açan öneri ve düzenlemelerin başka anlamı yoktur. Hepsi 3. Meşrutiyet’in ağır belirtileridir. Siyasal Partiler Yasası, Seçim Yasaları, Anayasa kuralları ve öbür yasa kuralları olduğu gibi durmakta, siyasal parti liderlerinin saltanatı sürmekte, içerdeki sapkın, bağnaz, aymaz ortaklığıyla dışardaki sözde dost (gerçekte düşman) işbirliği, amaçlarına ulaşmak için her yolu denemektedir. Karalama, kötüleme, yalan, bilgi ve terbiye yoksunluğu yansıtan davranışları, kişilik bozukluğunu sergileyen tutarsızlıklarıyla yerleştirilip yerleştikleri medya köşelerinden Türk mucizesi ve en büyük Türk Devrimi olan laik cumhuriyete saldırmaktadırlar. Yaşam felsefemiz, ulusumuza özgü dünya görüşü Atatürk ilkeleri, işlerine gelince adını arsızca kullananlara “modası geçmiş...” olarak nitelenebilmektedirler. Şeriat tellallarıyla, AB tamtamcılarının ulusal kimliği yadsıyan goygoycuların varlık nedenlerini kavrayamamaları bir yana, çıkarları için, evrensel değerlerle örtüşen ulusal değerlerimizi, ulusal dayanışmayı, toplumsal barışı, sürekli yenilenmeyi, tam bir mütarekeci yapısıyla yıkma uğraşları acıdır. 1. ve 2. Meşrutiyetler mutlakiyetten kurtulma iken 3. Meşrutiyet mutlakiyete dönüş, cumhuriyetten kaçış dönemidir.
1919-1922 içteki yönetimle birlikte yayılmacı sömürgeci dış güçlere karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlandığı yıllardır. 1923-1938 demokrasiyi amaçlayan cumhuriyetin ilanıyla birlikte devrimler dizisinin gerçekleştiği, kuruluşun tamamlanarak bayındırlık çabalarının doruğa ulaştığı, İkinci Dünya Savaşı yıkımından uzak kalındığı yıllardır. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisi, kimsesizlerin kimsesi olan Türkiye Cumhuriyeti, yozlaştırılan siyaset sulandırılan demokrasi ile tanınamaz duruma gelme aşamasındadır. Bundan daha iyi meşrutiyet olur mu?
Son günlerdeki sözde demokratik, siyasal oyunlar düşündürücü değil mi? Birkaç kişiye bağlanmış kısır ve yüzeysel bir demokrasi anlayışı, çoğulcu-katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni demokrasinin temeli hukuku dışlamaya kalkışmıştır. Yabancı sözcükler, alıntılar ve aktarmalarla süslenen konuşma ve yazılarla sonuç alınmaya çalışılmaktadır. Demokrasi suçu işlemiş, ulusu inanç ve soy bağı ayrımlarıyla bölmeye, birbirine düşman olmaya kışkırtmış, bundan böyle de aynı tutumu daha sakıncalı biçimde izleyeceği belli kişileri kurtarmaya yönelik önerilere, görüşlere, eleştirilere, çirkinliklere eğilmek yeter. Anayasa değişiklikleri içinde hukuk devletini güçlendirme, yargının bağımsızlığı ile devletin tüm işlem ve eylemlerinin bağımsız yargının denetimine açık olma, yasama sorumsuzluğu korunmakla birlikte milletvekili dokunulmazlığını sınırlama, af yolunu kapatma, uluslar arası tahkimi kaldırma, cumhuriyet senatosunu kurma, siyasal yaşamı demokratik kılma, Devlet Güvenlik Mahkemelerini kaldırma, milletvekili sayısını azaltma, yolluk ve ödeneklerini düzenleme, yasama denetimlerini etkin kılma, KHK’lerin görüşülmesini sağlama vd. konularda bir atılım yok. Yasama organı, suçluların sığınağı değildir. Her suç, kamu düzenine aykırı eylemdir. Demokrasinin bir öğreti, eğitim, terbiye ve disiplin düzeni olduğunu unutup oy toplamak ve hoş görünmek için, kimilerine yaranmak için ırasını (karakterini) bozmak bağışlanamaz.
Partilerin durumu, başta liderleri kimi siyasetçilerin tutumu, başkanlık sistemi hevesleri apaçık ortada iken cumhuriyeti “ismi var, cismi yok” durmuna getirmeye karşı, “meşrutiyet” yakıştırması yadırganamaz. Hangisinde çağdaşlık, bilimsellik, hukuksallık, demokratlık, bağımsızlık, ilkelilik, nitelik ve düzey özlemi var? 1950’lerden bu yana izlediğim seçimlerin öncekilerden daha olumsuz sonuçlar verdiğini saptamanın üzüntüsüyle doluyum. İnsan hakları ve barışçılık yerine başıbozukluk, başıboşluk ve kavga var. Ayrımcılık var. Batılılaşma çabası olarak gündeme gelen 1. Meşrutiyet (23.12.1876-13.02.1978) siyasal yaşamda bir umudun doğuşu idi. 1808’deki Sened-i İttifak’ın Padişahla varılan anlaşmayı içermesi, dış baskıların da ağırlık koyduğu 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları’nın yön çizmesi 1867-1875’lerde Paris’te Jöntürkler’in yayımladığı Genç Osmanlılar bildirilerinin etkilemesiyle eşitlik, özgürlük, adalet, insan hakları, seçimli meclisle yönetim ilkeleri gündeme gelmişti. 20.03.1877’de Padişahın söyleviyle açılan meclis, 31.08.1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit’in 23.12.1876 günlü Kanun-i Esasi’nin 113. maddesindeki yetkiye dayanan kararıyla 14.02.1878’de kapatıldı. Hükümdarın yetkilerini parlamentoyla paylaşması, hükümdarın oluruyla yasa önerileri verilebileceği öngörülen meşrutiyet, bir tür koşullu monarşi, Osmanlılar için teokratik monarşidir. Dinsel ağırlıklı, kişisel yönetim.
Genç Osmanlılar hareketinin yayılması, asker ve sivil öğrencilerin örgütlenmesi, Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin kurulması, Makedonya’daki 3. Ordu’nun ayaklanmasına Edirne’deki 2. Ordu’nun katılması, Manastır’da ilanından iki gün sonra Abdülhamit’i 23.07.1908’de 2. Meşrutiyet’i ilan zorunda bıraktı. 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe konuldu ve Meclis açıldı. Böylece halka, özlediği düzelme ve gelişme olanakların sağlanacağı sözü verildi. 08.08.1908 değişikliğiyle sıkıyönetim ilanını öngören 113. maddedeki padişahın aşırı yetkisi kaldırıldı. Özgürlükler güvenceye bağlandı. Abdülhamit, iktidarına ortak olmak isteyen asker-sivil bürokrasinin yetkilerini sınırlamasını durdurmak için dine sarılarak panislamizmle imparatorluğu sürdürmek istiyordu. Bu yol, saray ve saraydışı kutuplaşmasını, zıtlaşmasını getirdi. Mutlak monarşi yerine uygulamaya geçirilen meşruti monarşi bilinçli bir seçim değil bürokrasinin imparatorluğu kurtarma çabalarının bir açılımı idi. Batı yanlısı meşrutiyetçiler, gerçeği Atatürk’le yaşanan insanlık, akıl, bilim, kültür ve sanat ortamıyla uygarlığın ve çağdaşlığın simgesi sayılan “Batı”nın etkisinde idiler. Batıya bağımlılık o gün bile bugünkü boyutta değildi. Değişik düşünce akımları birleştirici bir sonuca ulaşamamıştı.
2. Meşrutiyet 21.12.1918’e kadar sürdü. İlk iki sadrazam (Başbakan) Said Paşa ve Kamil Paşa idi. 1908-1920’de Meclis-i Mebusan 4 kez dağıtıldı, 24 hükümet değişti. 2. Abdülhamit 31 Mart 1909’da tahttan indirildi. 2. Mahmut’la başlayan yönetimde yenileme çalışmaları biçimsel olmaktan öteye geçemedi. Akçalı durumun kötüleştiği, meşrutiyetleri satıldığı, halkın güvensizlik ve yoksulluktan bunaldığı günlerde Abdülaziz tahttan indirilip yerine V. Murat getirilmiş, onun yerine de Anayasa ve Meclis açma sözü veren II. Abdülhamit tahta çıkarılmıştı. Tutucuların direnmesine karşın Rüştü Paşa’nın yerine gelen Mithat Paşa 11 bölümden oluşan 119 maddelik Kanun-i Esasi’ye benimsetmişti. Genel Meclis, padişahın Meclis-i Mebusan üyelerinin yarısını geçmemek üzere yaşamboyu görev için atadığı Heyet-i Ayan ve Meclis-i Mebusan yapısı yasama bölümünü oluşturmaktaydı.
Toplumsal ve güncel gereksinimlerle benimsenen batıya yönelme, batılılaşma, batıyı örnek alma ve batının baskısını durdurma çabalarına bağlanacak meşrutiyetler, ulusal yapıyı kökten değiştirerek uygarlığın tüm olanaklarını edinmeye, çağdaşlığın kazanımlarını yaşamaya odaklanmışTürk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle asıl amacına ulaşmıştır. 20.1.1921 günlü Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesi “Egemenlik bağsız koşulsuz Ulusun olup yönetim biçimi halkın geleceğini kendisinin belirleyerek kendisini yönetmesidir” içeriğiyle varılan doruğu belirlemiştir. Bu temel, günümüzdeki ulusal egemenlik ilkesinin kaynağıdır. 1961 Anayasası’ndan bu yana ulusumuz egemenliğini yetkili organlar eliyle kullandığından, egemenliğin yaşama geçtiği alan, yalnız yasama organı olmadığından, TBMM egemenliğin yasama alanında yetkili kılınan bir organdır. Yineleyelim, egemenlik TBMM’nin değil, ulusundur.
1. ve 2. Meşrutiyetler, günlerinin devrimi sayılabilecek gerekli ama yetersiz atılımlardı. Padişahlık düzeninde, yoksunluklar yalnızlıklar ve karışıklıklara karşın bir Anayasa yürürlüğe koymak azımsanacak ve küçümsenecek bir olay değildir. Tersine, bu uğurda başlarını veren yöneticiler gözetilirse, o günlerde olanlarla bugünlerde olması gerekenler karşılaştırılırsa, meşrutiyetlerin önemi ve değeri daha iyi anlaşılır. Osmanlı Hazinesi’nin tam takır olduğu, Rumların Edirne’yi geçip Yeşilköy’e kadar dayandığı dönemlerde asker-sivil bürokratların yurtseverliklerinin kazanımı olan meşrutiyetler, sömürge durumuna düşmüş Osmanlı İmparatorluğu sonrasını da etkileyen siyasal oluşumlardır. Deneyimleriyle bilinçlenen Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekçiliğinin, ileri görüşlülüğünün ulusumuzu nerden nereye taşıdığını iyi bilmeliyiz. Biçimsel düzenlemeler öze dayanmadıkça, özlemleri gerçekleştirmeyi akıl ve bilim ağırlığıyla amaçlanmadıkça, yaşama geçip somutlaşmadıkça yararlı olamaz. Batılılaşma, batıya yönelme, çağdaşlaşma bir özenti ve gösteri değil, “Batı” sözcüğüyle özetlenen ve bu sözcükte simgeleşen insanlık değerlerinin, yaşamın her alanıyla ilgili gelişme zenginleşmenin uzandığı ulusal bir erektir. Bu sonucun, tam bağımsızlık ilkesi özenle korunarak, günümüzün gerektirdiği askeri, ekonomik, siyasal işbirlikleri ve ortaklıklarda eşitlik gözetilerek sağlanması yaşamsal koşuldur. Barış, güvence, yenileşme ve düzelmeyi özgürlük ve adalet temelinde öngören meşrutiyet hepsini kapsayan, çağımızın en gerçekçi, en yararlı düzeni olan cumhuriyetçi demokrasiyle erişeceğimiz düzeyde bir devrim atılımı olarak anılacaktır. Ülkemizin geleceği, çıkarlarından başka şey düşündükleri kuşkulu anamalcı dernek ve vakıfların, yabancı destekli tekelcilerin, yeni Sevr’cilerin, bir kesimi terör aygıtından beter medyadaki tetikçilerin, mütarekeci ve mandacıların, numaracı, soyguncu ve hortumcuların, mafya bağlantılarının, mutlakiyet özlemcilerinin, kiralık ve satılık kalem ve ağızların, bağımlılığı benimsemiş uyduların eline bırakılamaz. Siyaset soylu, ahlaklı, ve adaletli bir yönetim sanatıdır. Palyaçoların, maskaraların, madrabazların, kuklaların, hacıyatmazların, korkakların ve ürkeklerin sahnesi, cambazların sirki, döneklerin pisti, ajanların tüneme yeri değildir. Ülkeyi eğitimsizliğin ve karşıdevrim koşullanmışlığının karanlığından kurtarmak, kafaların arındırılmasına bağlıdır. Bu da meşrutiyet yerine laik cumhuriyet donanımlarıyla gerçekleşir. Yoksa yerimizde sayar, geri gider, yıkılırız.
Yekta Güngör ÖZDEN,
Ekim 2002
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder