27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 9
Mamak Askeri Cezaevi’nin dış kafesinde ilk coplar vurulmaya başladığında tahminimin doğruluğunu kontrol etmek için saymaya başladım. İkinci gün koğuşun önüne gelip de son dayağı yerken yüzü geçtiğini hatırlıyorum. Gerçi çok fazla geçmedi. 20 bilemedin 30 cop daha yemişimdir. Buncağız fazlalık da vatanıma milletime hayırlı olsun. Yerde falaka vaziyetinde ayağa vurulanların 100 rakamı tahminime uygun olup olup olmadığına karar veremedim bir
de. Bir çok olayda olduğu gibi bunda da hesapta yanılmadığım için çok mutlu oldum. Gece kafes beklemesinde nöbetçi “Adanalı Çavuş”un kıyağı ile kıpırdamadan dayaksız sabahlamanın ertesinde diğer çavuşların “ Bu otelde sabahlamış” uyarıları sonrası görevli astsubayın koğuşa gönderirken teslim ettiği solcu askerler ülkeyi faşizmden koruma aşkına “bir faşist katil(!)”e amirlerinin gazı ile dayak ibadetlerini yapmamış olsalardı 100 tahminimin tutmama ihtimali vardı ki, maazallah, o zaman üzülürdüm.
Bir ay sonra savcı Okan Yalçınkaya ifademi aldı. Genel konular sordu. Hicabi Koçyiğit isimli o zaman meşhur bir isim vardı. 12 Eylül’den önce anlattıkları kasetlerle notere konulmuştu.
MHP’ye dönük özel çalışan karma bir ekibin kullandığı bir elemandı. Birçok hukuksuzluktan, provokasyondan söz ediyordu. Bu isim uzun bir inceleme konusudur. Kasetlerden birinin doldurulmasında bulunmuştum. Savcı bu ismi tanıyıp tanımadığımı sordu. “Biliyorum, anlatacağım,” dedim. “Anlatırsın anlatırsın,” diye mırıldandığını hatırlıyorum. Dört ay sonra MHP ana davasına dahil edildim. Benimle aynı durumda olan arkadaş dört ayda tahliye edildiği halde, Mahkeme, 6 Nisan 1986 günü tahliye kararı verdiğinde zamanın infaz
yasalarına göre 10 yılın infazını tamamlamıştı. Yanlış hatırlamıyorsam 1989'da Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi yargılamayı tamamladı. Bana 7 yıl ceza vermişti. Hakimler bunu hiç tartışmışlar mıdır, bir vicdan muhasebesi yapmışlar mıdır, hep merak ederim. Yine yanlış hatırlamıyorsam 1996 yılında Yargıtay zaman aşımından dosyayı ortadan kaldırdı. İlk tutuklama kararı verildiğinde memurdum. İş yerine gidemediğim için müstafi sayılmış tım.
Yargıtay sonrası yargı yolu ile uğraştım. Ancak hiçbir özlük hakkımı elde edeme dim. 2002'de o süreç de başarısızlıkla bitti. Şimdi Bağ Kur emeklisiyim. Ceza evinden çıktıktan sonra el atıp batırdığım işlerden sonuncuların sorunları ile boğuşuyorum. Yıkılmadım ayaktayım.
C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem…
O.Y: Yine hikayeye dönersek, C-5 işkencesine uğramamak için 2 yıl kaçtım. Memuriyet hayatımı bitirdim. Bütün özlük ve mali haklarımı kaybettim. İki yıl sonra ihtilal şartları ve kızgınlığı biraz azalmışken teslim oldum. O gün bile 100 copluk bir ortalama uygulama ile koğuşa girebildim. Mamak boşaltılana kadar eziyeti hiç kesmediler. Dayak yasaldı. Duvarda asılı yönergelerde tutukluların ellerine copla vurularak cezalandırılacakları yazılı idi. Bütün uygulamalar kişilikleri ezmeye, onurları kırmaya yönelikti. Ceza evindeki ilk günlerimde
havalandırmaya çıktığımızda gülüyorsun gerekçesiyle dövüyorlardı. Sorgu işkencesi görmemiştim. Teslim olana kadar cezaevinde kalanlarla konuşup kendimi hazırlamıştım.
Anladım ki rahat görünüyorum, sürekli dayak yiyeceğim, depresyonlu rolü yaparak baskıyı hafifletmiş tim. Bir de aramaları korkunç eziyete çeviriyorlardı. Koğuşu çığlıklar coplar eşliğinde boşaltıyorlardı. Tutukluların bütün eşyalarını, yatak içlerini ortaya harman yapıyorlardı, mutfaktaki her şeyi ortaya döküyorlardı. Havlulardan maske yapıyorduk içeri girdiğimizde. Eşyaları üç günde ayırıp paylaşabiliyorduk. Dile kolay.
C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz?
O.Y: 12 Eylül’den önce üç gün boyunca Ankaranın her tarafında bombalar patlıyordu. Kim yapıyordu bilinmiyordu. Bilgisayar kayıtları, haberleşme bilgileri şimdiki gibi kayıt altında olmadığı için yeterli delil olmamasına rağmen bu tablonun planlı gerçekleştirildiği bizim için kesin bir olgu idi. Darbe sabahı çok sembolikti. Her şey süt liman olmuştu. Bir yıllık “olgunlaşma” da başarılı şekilde tamamlanmıştı. Ben de bu olgunlaşmanın kurbanlarından idim. Altı aylık yönetim kurulu üyeliğimin karşılığı ülkeyi ele geçirmek ve kaos yaratmaktan bütün bir kamusal öfkenin hedeflerinden idim. Cezaevlerindeki gençlerin çoğunluğu son bir yılın kurbanları idi. Doğal olarak aynı cephede olduğumuz ama gerçekten asıl “kaos”un oluşmasını sağlayan olayların arkasındaki, içindeki isimlerle darbe merkezinin ilişkileri en çok kafamı karıştıran konuların başında gelmiştir.
Açık ki ülkeyi kurtarmak için hayatlarını ortaya koyanlar ihtilali meşrulaştırmaktan başka bir hedefe ulaşamamışlardır. Bir darbe veya
“sürekli darbe” için öyle acımasız proğramlar yürütülmüş/yürütülmektedir ki, mevcut tablo, zihnimde bu ülkeyi “kendi evlatlarını yiyen pis bir kedi” konumuna getirmiştir.
C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü?
O.Y: Benim ve bir neslin, özelde ailemin hayatı tümden alt üst oldu ve bu hiçbir zaman düzelmedi. Şahsen her şeyini kaybetmiş ve kaybetmeyi karakter haline getirmiş bir insan oldum. “Sürekli Darbe” ortamında yaşamaya mahkum edildiğimizi düşünüyorum. Gariptir 28 Şubat’da da benzer operasyonlarla yüz yüze geldim. Umudumuz Referandum’un normal olarak da yaşanabilecek günleri bize göstermesi.
C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz?
O.Y: Darbe insanlık suçudur. Aslında herkesin kaybetmesidir. Darbelerle hayatımız kararıyor, ekonomi çöküyor; demokrasi benzeri günleri yaşamaya çalışırken biraz toparlanıyoruz.
Gerçekten darbeleri bilerek isteyenler bu ülkeyi düşünmüş olamazlar.
C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi?
O.Y: 12 Eylül’ün mimarları Türkiye’de “sürekli darbe”yi tesis etmek isteyenlerdir. Sorumlu gösterilenler ise gerçek mağdurlar dır ve bu ülke onlara en azından bir özür borçludur.
Ergenekon davasının öncesinde Susurluk gündemde idi ve arada bir süreklilik ilişkisi vardır.
Susurluk’un en önemli ismi Meclis ifadesinde sorumlu tutuldukları bir sanıkla ilişkilerini meşrulaştırmak için “12 Eylül’den önce de ilişkimiz vardı” demiştir ki her şeyi açıklamaktadır.
O zamanki dengeler, liderlik, kitle, eylemlerle ilgili ayrıntılı bir analiz yapılabilirse durum daha da açıklığa kavuşacaktır.
C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir?
Y.O: Cezaevinden çıktıktan sonra MHP’nin yayın organı Yeni Düşünce’de Mamak Zulmü isimli bir yazım yayınlanmıştı. Bana sormadan bir paragrafı çıkararak yayınlamışlardı. (Bununla birlikte Mamak’ta yaşananlarla ilgili bir yazımı da son anda yine bana sormadan yayından çıkarttıkları için Yeni Düşünce yazı hayatıma son vermiştim.) Mamak Zulmü yazısından çıkartılan paragraf mealen şöyle idi: “Öğretmen Lisesi’nde iken Harp Okulu’na gitmek en büyük hayalimdi. Daha sonra yanlış olduğumu öğrendiğim, meslek okulları mezunlarının alınmaması ilkesinin Öğretmen Liseleri için de geçerli olduğu bilgisi yüzünden bu amacıma
ulaşamamıştım. Mamak’ta kalırken yaşıtlarım teğmendi. Onlar gibi zulmü yapan tarafta yer almaktansa zulmü gören tarafta bulunmuş olmaktan mutlu oldum ve Harp Okulu’na gidememiş olmaktan dolayı üzülmekten vazgeçtim.”
C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir?
O.Y: Bir cevapta belirttim: Referandum “Sürekli Darbe” sürecinden normale dönebilmemiz için bir umuttur. Yoksulluk, acılar normalleşme ve demokrasi ile azalmaya yüz tutacaktır. Ben normalleşmeyi, çocuklarımızın daha iyi bir dünyada yaşamasını arzu ettiğim için “evet” tarafındayım.
1982 yılı idi. Ankara’daydım. Gıyabi tutuklu idim. Kayseri’de kardeşim “Ülkücü Kuruluşlar” davasında ilk başta teslim olmuştu. Askeri cezaevinde idi. Sorgular da aynı binada idi. İki yıldır sürekli sorgu ve işkence ile yüzyüze yaşıyordu. 18 yaşında girmişti. Sorguda yaşadığı işkenceler sebebiyle iki yıl içinde üç kez intihara teşebbüs etmişti. Aile için felaket içinde felaket yaşamaya devam ediyorduk. Kendi durumumdan çok ona üzülüyordum. “Devlet Abi”
olarak hep anmaktan mutlu olduğum Devlet Bahçeli Akademi’de hocam ve ağabeyimdi.
Ülkücü bir önder olarak çok yakın bir hukukumuz vardı. Yetişmemde çok emeği vardı.
Kendisine çok saygım ve sevgim olduğu gibi kendisinin de hakkımda olumsuz bir değerlendirmesinin olduğunu hiç duymadım. 1988 yılında cezaevinden çıktıktan sonra beraat eden ve bir trafik kazasında kaybettiğimiz kardeşimin üçüncü intihar girişiminden sonra bir umutla Devlet Abi’ye gitmiştim. YÖK’ün kuruluş günleri idi. Devlet Abi’nin yeni süreçte etkili olduğunu, Konsey’le iletişiminin bulunduğunu biliyordum. Kardeşimin yaşadığı iki yıllık işkencenin durdurulması için somut bir adım atılabileceği umudumu, talebimi kendisine anlattım. “Yeter artık bunların yaptığı,” cevabından başka bir şey söylemedi. O an Devlet Abi’nin benimle aynı acıları paylaştığını ancak ayrı mevzilerde olduğumuzu, üzülmekten başka bir yapamayacağını/yapmayacağını anlayarak, hayatımın önemli bir kırılma noktasında yanından ayrıldım. Yıllarca sonra Ahmet Kaya’nın bir parçasında geçen “Bir yanımız bahar bahçe, yaprak döker bir yanımız,” dizelerini her dinlediğimde hep o Devlet Abi ziyaretimi hatırlamışım dır. Bugün de Devlet Abi ile aynı duyguları paylaşacağımız dan eminim. Kadere bakın ki yüreğimiz yanarak ayrı cephelerde yiz yine.
C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz?
O.Y: Her cevapta bunun için bir şeyler söyledim. Bizim nesil için hep kaybetmenin sembolik ismidir 12 Eylül. İhtilal sürecinde yaşadıklarımın ranta dönüştürülmesinin de mümkünü vardı.
Ben ondan da hep uzak durdum. Bu noktada da kaybedenlerden olmayı tercih ettim. Hep kaybettim. Bağımsız düşünebilme, acılarla olgunlaşma, erdemin gerçek niteliklerine yaklaşma gibi kazanımlarımın daha değerli olduğunu düşünüyorum. Maddi olarak sahip olamadıklarımın yanında sahibi olduğum değerlerin çocuklarıma bırakacağım kıymetli bir miras olduğu kanaatindeyim.
C.B: Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler.
Yıl dönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(4):Mehmet Şahin ,
C.B: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz?
M.Ş: 1959 Nevşehir Ürgüp doğumluyum. 1966 yılından bu yana İstanbul’da yaşamaktayım.
12 Eylül olduğunda ben Kartal Maltepe Askeri Cezaevinde Akıncı siyasi tutuklu olarak bulunuyordum. Darbeyi cezaevinde yaşayan biriyim, Akıncı Siyasi Tutukluların sorumlusuydum. Bugün halen Fatih Akıncılar Derneğinin onursal başkanlığını yürütmekteyim.
C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı?
M.Ş: 12 Eylül dönemi Akıncılar hareketi içersinde yer almaktaydım, İslamcı düşünceye sahiptim.
C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu?
M.Ş: O günden bu güne siyasi düşünce ve yaşantımda hiç bir değişiklik olmadı, siyasi bilincim dahada derinleşerek gelişti diye düşünüyorum.
C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
M.Ş: Dünyada gelişen olaylarla birlikte elbette Anadolu insanının da düşünce yapısı ve olaylara bakış açısı değişmiştir. O zamanlar dünya doğu ve batı bloku olarak ikiye ayrılmış, komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadele her yerde sıcak ve soğuk savaş şeklinde sürmekteydi. Bu gün ise doğu blokunun çökmesiyle birlikte Amerikan Emperyalizmi, kapitalizmin ve kendi dünya düzeninin yer yüzüne hakim olabilmesi için her türlü zulüm ve işgali pervasızca gerçekleştirmekte ve düşman olarak da İslam ve Müslümanları hedef almış
bulunmaktadır.
C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz?
M.Ş: 1980 Türkiye’si adeta bir iç savaş yaşanmaktaydı.
Doğu ve Batı emperyaliz mi insanımızı ikiye bölmüş sokaklar, mahalleler, köyler ve şehirler paylaşılmıştı. Her iki tarafta bizden olmayanın yaşama hakkı yok mantığıyla hareket ediyordu. Bizden olmayan bu kavganın parçası olmak istemeyen Anadolu insanı kendi değerlerine sahip çıkan Akıncılar Hareketini
kısa zamanda benimsemiş, emperyalist güçlerin yerli işbirlikçilerine karşı verilen mücadelede saflarını belirlemeye başlamıştı. Öyle ki 1976 yılında kurulan, Akıncılar Derneği 1980 yılında, tam 1200 teşkilata sahipti. 12 Eylül sonrası Türkiye düşünmenin dahi yasak olduğu bir döneme girmiş, askeri vesayet had safhada kendini gösteriyordu. Düşünceler ifade edilemiyordu, sosyal haklardan kimse söz edemez durumdaydı. 12 Eylül sabahına kadar insanımızı birbirine kırdıranlar yine emperyalizmin düğmeye basmasıyla bir anda çatışmaları
durdurmuştu. O sabaha kadar olayları seyrederek ve hatta örgütleyerek, bir köşede duranlar, şartların kendilerine göre olgunlaştığını düşünerek müdahale kararı almışlardı. Emperyalizm, Türkiye’ye yeni bir düzen getirmek için 12 Eylül darbesini gerçekleştirmiştir.
C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi?
M.Ş: Bugün 12 Eylül’e dönüp baktığımda düşüncelerimin ne kadar doğru olduğunu bütün çıplaklığı ile görüyorum.
C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları gelece yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı?
Bu süreci paylaşabilir misiniz?
M.Ş: O dönem de, başta da belirttiğim gibi yargılandım, tutuklandım. Yıllarca cezaevinde kaldım. daha önce de belirttiğim gibi bir iç savaş dönemi yaşıyorduk, ülke sol ve sağ olarak ikiye bölünmüştü, bizler Akıncılar Hareketi olarak bu bölünmüşlüğe karşı çıkıyor, bu savaşın emperyalist güçlerin oyunu olduğunu söylüyorduk, diyalog ortamının olmadığı bir süreçte yaşıyorduk. Bizim İslami söylemlerimiz ve halkı uyarmamız sol ve sağ örgütler tarafından hoş karşılan madığı gibi mevcut sistem ve statüko da bizden rahatsız durumdaydı.
Düşüncelerimize cevap veremeyen sol ve sağ örgütler ve statüko bizleri şiddet kullanarak susturma yöntemini seçmişti. 1979 yılının 9. ayında sol bir örgüt tarafından uğradığım silahlı saldırıda kendimi korumak maksadıyla silah kullanmak zorunda kaldım, bu sebeple İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesince tutuklanarak cezaevine konuldum.
C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem…
M.Ş: Hem gözaltında kaldığım, hem de tutuklu kaldığım süre içerisinde çok ağır işkencelere maruz kaldım.
C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz?
M.Ş: Yukarıda da belirttiğim gibi, zaten çatışmaları emperyal güçler başlatmış ve tezgahlamıştı. Aynı şekilde bitirme kararını da onlar vermişti.
C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü?
M.Ş: Darbe sonrası ceza evinde yaşadıklarım ve daha sonrası hiçbir hukuki gerekçeye dayanmadan, yıllarca hak mahrumiyeti yaşamış olmam, elbette beni her yönden olumsuz etkiledi. En basit örnek; ‘ hakkımda yurt dışına çıkamaz’ kararı nedeniyle, yıllarca pasaport alamadım, çocuklarıma nüfus kağıdı çıkartırken, nüfus memurlarınca fişlendiğime dair uyarılar aldım. Hiçbir ilgim olmayan olaylardan dolayı defalarca gözaltına alındım sorgulandım, işkence gördüm, yargılandım.
C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz?
M.Ş: Darbe özgürlüklerin ve insan haklarının rafa kaldırılması demektir. Hiçbir gerekçe darbeleri haklı gösteremez.
C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi?
M.Ş: Türkiye gibi ülkelerde, emperyal güçler her zaman yasal olmayan bir devleti faal halde tutmuşlar. Tabiri caiz ise, pis işlerini bu devlete gördürmüşlerdir. Kontrgerilla veya Ergenekon Yapılanması, bunun bir parçasıdır. Yakinen biliyorum ki, 12 Eylül’den sonra Türkiye ‘ derin devleti ‘ yeniden yapılandırılmış, Ergenekon ve benzeri pek çok yasal olmayan güçler meydana getirilmiştir.12 Eylül’de, derin devlette ve hatta Ergenokon olayını gündeme getiren de emperyal güçlerdir. Şimdiler de eski ‘ derin ‘ tasfiye edilip, Amerika’nın yeni dünya düzenine uygun, yeni ‘ derin devletin ‘ inşası gerçekleştirilmektedir.
C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘.
Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir?
M.Ş: TSK milletin ve hukukun emrinde olmalıdır. Hiçbir millet, ordusuz olmaz ancak ordu millet için var olmalıdır.
C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir?
M.Ş: MEVCUT ANAYASANIN TAMAMI DEĞİŞTİRİLMELİDİR. Askeri vesayet altında bir anayasa, ülkemize hiçbir şey kazandıramaz. Daha özgürlükçü, insan hakları ve adalet anlayışını önceleyen, toplumun her kesiminin meşru haklarını karşılayacak, Müslüman halkın taleplerini karşılayacak, bir anayasadan yanayım. Bu Referandum’u bu yolda atılan bir adım olarak görüyor, bu sebeple; ‘ yetmez ama evet ‘ diyorum.
C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz?
M.Ş: 12 Eylül yıllarını karanlık, işkence ve baskılarla dolu kaybedilmiş yıllar olarak görüyorum.
C.B: Vakit ayırdığınız için ve samimi açıklamalarda bulunduğunuz için çok teşekkürler.
10. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder