2 Mart 2015 Pazartesi

Kürt Sorunu Neden ve Nasıl Yaratıldı?



  Kürt Sorunu Neden ve Nasıl Yaratıldı?


İnan Kahramanoğlu


Kürt sorunu Türkiye’nin toplumsal yapısından kaynaklanmıyor
Türkiye’de uluslaşma sürecinin tamamlanması Osmanlı’dan devralınan çok dinli ve çok kimlikli yapının yerine ulusal kimlik olarak Türk kimliğinin inşaasıdır. Türk kimliği etnik temelde değil ortak bir tarih ve uygarlık temelinde tarif edildiği için Türk milleti tanımı Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan çeşitli etnik grupların tek bir ulusal kimlik içinde kaynaşmasıdır.
Ulusal Kurtuluş mücadelesi ve mazlum millet milliyetçiliği çerçevesinde şekillenen Türk kimliği, farklı etnik unsurları doğal bir özümleme süreci içinde milletleştirmiştir. Farklı etnik kimlikler doğal bir süreç içinde kaynaştıkları için toplumsal yapıda meydana gelebilecek etnik çatışmalar önlenmiş ve toplumsal kaynaşma sağlanmıştır. Toplumsal kaynaşmanın sonucu olarak Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü gibi irili ufaklı etnik kimlikler aradan geçen dönem içinde Türk kimliğinin bir parçası haline gelmişlerdir.
Türkiye’de uluslaşma süreci Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte sona ermiştir. Lozan’da tarif edilen azınlıklar dışındaki bütün etnik unsurlar Türk kimliğinin bir parçası olarak kabul edilmiştir.
Buna rağmen Türkiye’de bugün bir Kürt sorunu tartışmasının günden güne daha da yoğun biçimde yürütüldüğünü görmekteyiz.
Türkiye’de Kürt sorunu tarihsel ve toplumsal dayanağı olmayan bir sorundur. Kürt sorunu bizzat emperyalist müdahaleyle oluşturulmuş yapay bir sorundur. Emperyalistler Türk kimliğinin dışında bir Kürt kimliği yaratarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Kürt sorununu sürekli olarak gündemde tutmaktadırlar.
Türk kimliği doğal asimilasyonla oluştuğu için kapsayıcıdır
Türkiye’de hiç kimse Kürtçülük faaliyetinin ve bölücü terörün kaynağının etnik bir çatışmanın ürünü olduğunu söyleyemez.
Türkiye tarihinde hiçbir zaman Türk-Kürt çatışması gibi bir olay yaşanmadı. Ne devlet kurumları içinde ne de toplumsal yaşamda böyle bir ayrım yapılmadı. Bugün bile otuz bin insanını etnik-bölücü teröre kurban veren bir Türkiye gerçeği ortadayken bunun etnik bir çatışmaya dönüşmemiş olması dikkatle değerlendirilmelidir.
Bunda belki de en önemli pay Türk toplumsal yapısının tarihin hiçbir döneminde Batıda yaşandığı gibi ırkçı bir akıma yol açmamasıdır.
Türkiye’de bugün en düşük derecedeki devlet kadrolarından tutun Meclis’e kadar etnik kökene dayalı bir sınıflandırma yapılsa farklı etnik kökenlerden gelen yurttaşların buralarda hiçbir etnik ve dinsel ayrımcılığa tabi tutulmadan yeraldıkları görülebilir. Türk kimliğini benimseyen hiçbir etnik ve dinsel grup herhangi bir ayrımcılıkla karşıya kalmamıştır.
Bu sadece bugün için değil bütün bir Cumhuriyet tarihi için geçerlidir. Örneğin Kürt bölücülüğünün ortaya çıkışında etkin rol oynayan Bedirhan ailesi Cumhuriyet döneminde herhangi bir baskıyla karşılaşmadığı gibi Atatürk’ün Çınar soyadını verdiği Vasfi Çınar Milli Eğitim Bakanı olabilmiştir. Aynı süreç diğer bir ünlü Kürt ailesi Babanzadeler için de geçerlidir.
Türk ulusal kimliği içinde yeralmak isteyen bütün etnik ve dinsel kimlikler doğal bir asimilasyon süreci içinde Türklerle kaynaştılar ve Türk ulusu sadece bir ırk temelinin dışında ortak bir kültür ve uygarlık temelinde oluşan yeni bir kimlik olarak ortaya çıktı.
Bu nedenle farklı kimliklerin özümlenmesine dayalı ulusal kimlik oluşumu toplumu bütünleştirici bir projeydi. Bu doğal süreci tersine çevirmeye çalışan bütün etnik hareketlerse sonuçta ırkçı bir yaklaşımın ürünüdürler.

Mozaikçilik ve Türkiyelilik

Kürt kimliğinin yaratılması ve Kürt azınlık yaratma süreci içinde Türk kimliğinin yokedilmesine yönelik operasyonun bir ayağı da ulusal bir kimlik tarifi yerine mozaik kavramının yerleştirilmesi oldu. Bu aslında Osmanlı’yı parçalayan Wilsoncu tezlerin bir kez daha ortaya çıkmasından başka bir şey değildi.
Türkiye’de Türk kimliği dışındaki her tür etnik ve dinsel kimliğin kültürel bir zenginlik olarak tanıtıldığı mozaikçilik, Türkiye’de toplumsal uzlaşmayı engellediği iddia edilen Türk milliyetçiliğinin alternatifi olarak kondu.
Kültürel çeşitliliğin toplumsal yapıyı kaynaştırmak yerine ayrıştırdığı ezilen dünyadaki etnik bölünme örnekleri düşünüldüğünde rahatlıkla görülebilir.
Ancak Türkiye’de kimlik tartışmasının açılmasıyla birlikte ortaya çıkan mozaik toplum teorisi bölücü terörle birleştiğinde Türk kimliğinin bugün büyük ölçüde yıkıma uğratıldığını görüyoruz.
Tek bir Türk kimliği yerine farklı etnik kimliklerin tanınması yoluyla toplumsal uzlaşmanın sağlanacağı tezinin bugünkü uygulamasını ise Türkiyelilik kavramında görüyoruz. Türkiyelilik mozaik toplum teorisinin bir başka biçimde ifadesidir.
Gerek mozaikçilik gerekse de Türkiyelilik kavramları uluslaşma süreci içinde yokolan farklı etnik kimliklerin diriltilerek ulusal kültürün bir öğesi olarak tanımlanmasının demokratik bir toplumun ön koşulu olduğundan yola çıkarak ulusal kimliğin parçalanmasına hizmet etmektedirler.
Türkiye özellikle son yirmi yıllık dönemde Kürtlerin Türk ulusundan ayrıştırılması planıyla uğraşıyor. Türk ulusundan ayrı bir Kürt kimliği tarifi Türk uluslaşmasının gücü oranında zor bir olaydı. Emperyalizm bu ayrılığı yaratmak için klasik böl-yönet stratejisinin dışında bir yöntem uygulamak zorunda kaldı.
“Kürt realitesi” olarak başlayan ve aradan geçen zamanda adım adım Kürt sorununa dönüşen ve bugün bağımsız bir devlet talebiyle ortaya çıkan Kürtçülük faaliyetinin görünürdeki en büyük başarısı Kürt kimliğinin yoktan varedilmesidir. Türklükten bağımsız Kürt kimliği bizzat bölücü terör yoluyla yaratıldı.

Kürdolojinin Kürt Uydurması

Ancak emperyalist böl-yönet politikasının Kürt sorunu özelinde ortaya çıkan bir özgüllüğü bulunmaktadır. Klasik böl-yönet politikası uluslaşma öncesinde farklı bir etnik ırka, dinsel kimliğe ve kültüre sahip olan kimliklerin uluslaşma sürecinin tersine çevrimesiyle yeniden diriltilmesine dayanmaktadır.
Kürt sorununun özgüllüğü de buradan kaynaklanmaktadır. Emperyalizm olmayan bir Kürt ırkı, olmayan bir Kürt dili ve kültürü uydurup bir millet yaratmak istemektedir ki bu son derece cüretli ve bir o kadar da zorlu bir deneme olmuştur.
Kürtler açısından iddia edildiği gibi bir milletleşme süreci hiç bir zaman olmamıştır. Bu gerçek tarihsel süreç içinde Kürtlerin gelişimi incelendiğinde rahatlıkla görebilir. Batı tarihçiliğinin uydurmalarıyla Kürtler hiçbir tarihsel geçmişleri olmadan bir anda tarih sahnesine çıkartılmışlardır.
Batılı araştırmacıların Kürdoloji adı altında yaptıkları bilimselliği son derece tartışmalı çalışmalar sonucunda özellikle 1800’lerin ardından Ortadoğu’da ve Türkiye özelinde Kürt sorunu emperyalistler tarafından giderek artan bir biçimde gündeme getirilmiştir.
Bu tarih aslında emperyalistlerin Kürt politikasının oluşturulduğu tarihtir. Kürtlüğe neden bu denli yoğun ilgi gösterildiğini anlamak için bu tarihe dikkat etmek gerekir.
Örneğin; Ruslar geleneksel politikaları olan Boğazlar yoluyla sıcak denizlere inme umutlarını kaybettikleri 1856 Paris Antlaşması’nın ardından Akdeniz’e inmek için kendilerine yeni bir yol aramak zorunda kalmışlardır. Bulunan yol Kafkasya, Azerbaycan, Türkiye, İran, Irak yoluyla Basra körfezine uzanan bir hat oluşturmaktadır. Bu yol Kürt nüfusun yoğun olarak bulunduğu bir bölge olduğu için de Kürtleri araştırmak üzere Minorsky, Nikitin, Jaba gibi daha sonra Kürdolojinin babaları olarak anılacak isimler görevlendirilmiştir.
Ancak bu Kürdologlar bilimadamı kimliklerinden ziyade siyasi kimlikleriyle ön plana çıkmışlardır. Kürdolojinin önde gelen isimleri olarak anılan bu kişiler aynı zamanda Rusya’nın Urmiye ve Erzurum konsoloslukları görevlerini yürütmüşlerdir.
Rusların Kürtlere olan bu ilgisi aynı şekilde Batılı devletler için de geçerlidir. Sömürgeci güçler arasındaki paylaşım mücadelesinin Ortadoğu’ya kaymasıyla birlikte Ortadoğu’nun etnik yapısını en küçük ayrıntısına kadar incelemeye alan Batılılar bölgede güçlü uygarlıklar yaratan Türk, Arap ve Fars toplumlarının dışında kendi denetimlerine tabi olabilecek yeni bir unsur arayışına girmişlerdir. Bu unsurları keşfedip yoktan varetmek için de araştırmacılar görevlendirmişlerdir.
Ancak yapılan bütün araştırmalar bilimsel niteliği son derece tartışmalı, gerçeklikten son derece uzak kasıtlı ve zorlama verilere ve sonuçlara dayanmaktadır.
Maurice Duverger, Kürtlerle ilgili olarak yapılan araştırmaların bilimdışılığını şu sözlerle ifade etmektedir: “Adı var kendi yok bir dille tanımlanan; bu adıvar kendi yok halk topluluğunu, birçok ‘sözde’ bilginler bir yere yerleştirmeye çalıştılar. Vardıkları sonuçların birbirini tutmazlığı, bunların saçmalığını daha da açıkça ortaya koymaktadır”

Birinci uydurma: Kürt Irkı

Kürdolojinin ilk başarısı olmayan bir Kürt ırkı yaratmak olmuştur. Bu süreçte Kürtlerin kökenine ilişkin yapılan çalışmalar herhangi bir kanıta dayanmaktan çok varsayımlara dayandırılmıştır.
“Kürtler” isimli kitabın yazarı Nikitin Kürtlerin kökenini kanıtlamaya giriştiği çalışmasında “Demek ki Kürtlerin kökeni çok tartışmalı bir sorundur ve yukarıda özetlediklerimize oranla daha doyurucu sonuçlara varmak için bu konuda daha yoğun çaba gereklidir” sözleriyle yapılan araştırmaların yetersiz ve dayanaksız verilerle yürütüldüğünü itiraf etmektedir.
“Kürtlerin Kökeni” isimli kitabın yazarı İhsan Nuri ise Kürtlerin atası olarak anılan Med’lerle ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunmaktadır: “Bu büyük milletin nasıl olup da tarih sahnesinden kaybolduğu, adının unutulmaya terkedildiği Şeyhname’de bile adının geçmeyişi ilginçtir. Bugün Med diye bir aşiret de yoktur. Acaba tüm Medlerin adlarını yitirmeleri ve özellikle Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur”
İhsan Nuri bütün kitap boyunca kanıtlamaya çalıştığı Kürtlerin kökeni konusunda hiç bir nesnel veri bulamamasına rağmen yine de ısrarla Kürtlerin atalarının Medler olduğunda ısrar etmektedir.
Ancak Medlerin Kürtlerin atası olmadıkları gerçeğinin bugün kanıtlanmış olması bir yana kendisinin de itiraf etmek zorunda kaldığı gibi ilk Kürt tarihi olarak bilinen Şerefname’de Medlerin adı bile geçmemektedir.
Buna rağmen bir Kürt milleti yaratmak ve tarihte bu milletin köklerini bulmak adına olmadık zorlamalara girişmekten çekinmemektedir. Tarihte böyle bir Kürt milleti olmadığı gerçeğini düşünmekse hiç aklına gelmemiştir.
Benzer tespitler Minorsky’nin İslam Ansiklopedisi’nin Kürtler maddesine yazdıklarında da görülebilir. Minorsky’ye göre “Sistemli tetkikler Kürt adı ile örtülen bir tabaka altında bir çok kavimlerin mevcudiyetini ortaya çıkarmaktadır”. Demek ki saf bir Kürt ırkından bahsetmekten çok bir çok irili ufaklı kavimin oluşturduğu bir topluluktan sözetmek çok daha mantıklıdır.
Buna rağmen Kürtlerin M.Ö 5000 yılından bu yana tarih sahnesinde olduklarını ve her türlü işgal ve saldırı karşısında dağlara çekilerek saflıklarını korumuş bir ırk olduklarını iddia eden araştırmacılar bulunmaktadır.
Bu sözde araştırmacılar bugün Kürt coğrafyası olarak adlandırılan bölgelerde ortaya çıkan bütün kavimleri Kürtlerin ataları olarak göstermektedirler. Örneğin Guti, Mitanni, Mannai, Subaru, Kardu, Nayri, Med, Lulu, Hurri, Kassitler bu kavimlerden bazılarıdır.
Daha da ileri giderek Hatti, Hitit ve Asurları da bu kavimler içine katan ve Gut ve Sümerleri akraba olarak göstererek Kürtlerin kökenini Sümerlilere kadar götürmeye çalışan araştırmacılar da bulunmaktadır.
Ancak bu kavimler içinde Hitit, Asur ve Hurrilerin Kürt olmadıkları kesin olarak kanıtlanmıştır. Diğer kavimler ise günümüze hiç bir kanıt bırakmadan yok olup gitmişlerdir. Bu kavimlerin ne dilleri, ne tarihleri, ne de kültürleri hakkında bir bilgi elde etmek mümkün olmamıştır. Dolayısıyla bunları Kürtlerin ataları olarak adlandırmak için yeterli hiç bir veri bulunmamaktadır.
Kürtlere ilişkin antropolojik çalışmalar da bir Kürt ırkından sözedilemeyeceğini ortaya çıkarmaktadır. Nikitin, “Kürtler” isimli kitabının “Antropolojik kanıtlar” bölümünün girişinde şu tespiti yapmaktadır: “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz pek çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa da antropoloji de bize bu konuda fazla yardımcı olmayacaktır”
Nikitin’in aktarmalarına göre Stalze’nin fotoğrafladığı Doğu Kürtlerinin hepsi bölgede yaşayan İranlılarla büyük benzerlikler taşıyan esmer ve brakisefal tiplerdir.

Van Luschan ise Nemrut ve Zemcenli yöresinde incelediği Batı Kürtlerini sarışın ve dolikosefal olarak tarif eder.

Millingen, Türkiye ve İran’ın kuzey sınırlarında Kürt tiplerinin çeşitlilik gösterdiğini söylerek “Her ne kadar kara gözlü, kara saçlı tipler hakimse de sarı ve kestane rengi saçlar, mavi gözlü tiplere de rastlanır” der.
E. Soane, Kürtlerle Anglo Saksonların aynı kökenden geldiğini iddia etmektedir. Nikitin ise Kürtleri Sami olarak gösterecek bazı bilgilere değinir.
Yalçın Küçük de “Kürtler üzerine tezler” isimli kitabında “Bir Kürt tipinden söz etmek mümkün görünmüyor; yaşadıkları yöreye ve kaynaştıkları ırka göre Kürt tipleri birbirinden ayrılıyor” tespitini yapmaktadır.
Görüldüğü gibi Kürtlerle ilgili antropolojik araştırmaların gösterdiği gibi Kürtlerin ırk özellikleri olarak brakisefal mi dolikosefal mi sarışın ya da esmer mi oldukları yolunda tam bir karışıklık sözkonusudur.

Nikitin bu karmaşık sonuçları değerlendirirken “Saptayabileceğimiz tek şey Kürt etnik tipinin çok karışık bir karakterde oluşudur” diyerek saf bir Kürt ırkından bahseden tezlerin yetersizliğini itiraf etmek zorunda kalmaktadır.

İkinci uydurma: Kürdistan

Kürtlerin kökenine ilişkin çarpıtmalar Kürtlerin yaşadığı coğrafya konusunda da sürmektedir. Kürtlerin bir millet olarak Kürdistan adı verilen coğrafyada yaşadığı tezi bugün Kürdistan’ı dirilterek bağımsız bir Kürt devleti kurma planlarına dayanak olarak gösterilmektedir. Oysa tarihsel gerçekler Kürdistan adı verilen bölgede bir Kürt egemenliğini reddetmektedir.
Kürdistan terimi ilk defa 12. yüzyılda Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sancar döneminde kullanılmıştır. Ancak coğrafi bir terim olmanın ötesinde bir anlam yüklenmemiştir.

Kürdistan olarak adlandırılan bölge Kürt nüfusun değil Türk ve Arap nüfusun egemenliğinde bulunan bir alandır. Bu alan MÖ 2000 yılından beri Türkleşme süreci yaşamaktadır. 11. yüzyıldan itibaren de Anadolu, Oğuz boylarının yeni bir göç dalgası ile yeniden adım adım Türkleşmeye başlamıştır.
Bundan önce ise bölge Arap-Bizans çatışmalarının yaşandığı bir coğrafi alan konumundadır.

Oğuzlar Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu’da homojen bir etnik yapı söz konusu değildir. Romalıların bölgeye hakim olduğu Selevkuslar döneminde Anadolu’da Kapadokya, Bitina, Bergama, Rum, Pontos ve Kommagame isimli altı krallık mevcuttur. Bu krallıklar İran kökenli olup daha sonra Rumlaşmış unsurlardan oluşmaktadır. Bunların dışında Süryani ve Ermeni nüfusun olduğu da bilinmektedir.
Doğu Anadolu bölgesindeki yerli halk bu gibi bir çok etnik unsurdan oluşmaktadır. Ancak bu bölgenin yerli halkı Kürt olarak tanımlanmamaktadır. Buralarda Kürt varlığına ilişkin tarihsel hiçbir veri de bulunmamaktadır.
Ortadoğu’da bugün Kürtlerin yaşadığı bölge 300 yılı aşkın bir süre Sasanilerin egemenliğinde kalmış, ardından 637 itibariyle Arap hakimiyetine girmiş, 11. yüzyıldan sonra Selçuklular bölgede hakimiyet kurmuşlardır. 1299’da Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu ile bölgede Osmanlı hakimiyeti kurulmuş, bölgedeki Akkoyunlu ve Karakoyunlu gibi Türk devletlerinin egemenliği ise 16 yy’a kadar devam etmiştir.
Sasanilerle başlayan, Araplar, Selçuklular, Akkoyunlu ve Karakoyunlu hakimiyeti ile devam eden 1300 yıllık süreçte Kürtlerin adı bile anılmamaktadır.
15. yy’dan itibarense Doğu Anadolu ve çevresinde yoğun bir Ermeni nufüs bulunmaktadır. Ermeniler ve Kürtler arasında o dönemden beri yaşayan çatışmalara bakıldığında da bölgede Kürt egemenliğinin olmadığını görebiliriz. Kürt-Ermeni çatışmasının temelinde Ermenilerle Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın tarihsel olarak kendilerine ait olduklarını iddia etmeleri ve bu alanda kendi egemenliklerini yeniden diriltme istekleri yatmaktadır. O dönemlerde bölgede gerçekten de yoğun bir Ermeni nüfus bulunmakla birlikte yoğun bir Kürt nüfusundan bahsetmek mümkün değildir. Bölgedeki asli unsur ise her zaman Türkler olmuştur.
Evliya Çelebi Doğu Anadolu ile ilgili olarak buralardaki Türkmen aşiretlerinin sayılamayacak kadar çok olduğunu yazmaktadır.
Bugün Kürdistan’ın başkenti olarak ilan edilen Diyarbakır’ın bile büyük Türkmen yerleşim merekezlerinden birisi olduğunu düşünürsek Kürtçü tezlerin Kürdistan iddialarının ne kadar uydurma olduklarını daha iyi görebiliriz.
Buraya kadar yazılanlar ışığında bakarsak 12. yüzyıldan önce Kürtlük bırakın tarihsel bir gerçek olmayı bir kavram olarak bile varolmamıştır.

Üçüncü Uydurma: Kürt Dili ve Uygarlığı

Kürtlerden bir azınlık yaratma hatta daha ileri giderek bir Kürt milleti yaratma niyetlerinin temel hedeflerinden biri Kürt dilinin varlığını kanıtlamaktır. Kürt dili Kürt etnik varlığının kanıtlanması için olmazsa olmazlardan birisi olduğu için de Kürdoloji araştırmalarının üzerinde en çok yoğunlaştığı konuların başında Kürt dili gelmektedir.
Ancak Kürtçe yapısal olarak incelendiğinde ağırlıklı olarak Farsça ve biraz da Türkçeden esinlenerek oluşmuş bir dildir. Gerek gramer açısından gerek kullanılan sözcüklerin kökeni açısından bakıldığında Kürtçenin özgün bir dil olduğunu söylemek mümkün değildir.
St. Petersburg Akademisi’nin yayınladığı 8528 kelimelik Kürtçe-Rusça-Almanca sözlük’te Kürtçede 3000 Halis Türkçe, 2000 Türkçeleşmiş, 1240 Zint, 1030 eski Pehlevice, 108 Gildani ve 60 Kafkas Türkçesi kelime yeraldığı belirtilirken Kürtçenin sadece 300 kelimesi mahalli Kürtçe olarak adlandırılmaktadır.
Ancak Kürtçeden bahsettiğimizde bugün Kürtçe adı altında birbirinden oldukça farklı ve kendi içinde bile anlaşamayan çeşitli lehçeler olduğunu görmekteyiz. Kırmanç, Sorani ve Zazaca lehçelerinin her biri farklı yapısal özelliklere sahiptir.
Kaldı ki Zazaca’nın Kürtçe ile ilgisinin bulunmadığı birçok dilbilimcinin hemfikir olduğu bir görüştür. Bu farklı lehçelerin kullanıldığı Türkiye, İran, Irak gibi bölgelerde ortak bir iletişim dilinden sözetmek mümkün değildir.
Kürtçü tezler bu konuda egemen devletlerin Kürt dilinin gelişimini engellediğini söyleyerek tartışmayı geçiştirmeye çalışmaktadırlar ancak ortada sadece dilin gelişimi açısından bir sorun yoktur. Daha çok birbiriyle hiçbir yapısal benzerlik taşımayan farklı lehçeler sözkonusudur.
Buna rağmen ortak bir Kürt dili yaratmak maksadıyla bu farklı lehçeler bir dilin parçaları olarak tarif edilmekte ve olmayan bir dil uydurulmak istenmektedir.
Ancak Kürtçenin gerçek bir dil olmadığı yine tarihsel seyri göz önüne alanarak görülebilir. Köklü bir dil herşeyden önce yazılı birtakım eserler, edebi metinler, destan ve söylenceler bırakmak zorundadır. Dil bir süre sonra ortadan kalksa bile bu ürünler ışığında onun tarihsel gelişimini ve varlığını kanıtlamak mümkündür.
Kürtçe açısından böyle bir durum sözkonusu değildir. Yazılı bir tek Kürtçe tablet ya da günümüze ulaşan tek bir kanıt bulunmamaktadır. Kürt destanları olarak anılan Zerdüşt vb. birkaç destanının da yine Kürtlükle alakalı olduğuna dair inandırıcı hiçbir kanıt yoktur.
Oysa aynı değerlendirmeyi Türkçe için yaptığımızda Orhun kitabelerinden tutun da Türklere ait sayısız yazılı ve sözlü destan ve belgeye kadar günümüze ulaşan ve sayısız kanıt bulmak mümkündür. Kürt dili sözkonusu olduğunda ise bu tür kanıtlara rastlanamamaktadır.
Dolayısıyla bugün Kürt dili olarak yutturulmaya çalışılan lehçeleri toparlayarak özgün bir dil yaratma girişimi Kürdolojinin zorlamalarından başka birşey değildir.
Weber ve Friç’in Kürtçe ile ilgili görüşlerini hatırlatmak bu noktada faydalı olacaktır: “Kürt dili bir dil hamuru değil, bir söz yığınıdır ve herhangi bir milletin belli başlı varlığını göstermemektedir”
Olmayan bir dilin bir kültür ve uygarlık birikimi sağlaması da mümkün olmamıştır. Kürdistan olarak anılan bölgede bugün ayakta kalan uygarlıklara ve uygarlık miraslarına bakıldığında da Arap, Fars ve Türk uygarlıklarının bu bölgeye damgalarını vurduklarını görürüz.
Kürt uygarlığı olarak gösterilmek istenen buluntularsa tarih sahnesinden silinmiş ve Kürtlükle alakası bulunmayan toplulukların ve çoğu zaman da Arap, Fars ve Türk uygarlıklarının mirasından başka bir şey değildir.
Emperyalizm Kürtleri kullanmaya başlıyor
Emperyalist ülkelerin Kürtlere olan bu ilgisinin temelindeyse elli yıllı aşan bir süredir uygulamada olan kukla Kürt devleti kurma projesi vardır.
Bugün ise Türkiye AB ve ABD tarafından uygulamaya konulan iki farklı Kürt devleti planıyla karşı karşıya.
ABD Irak’ı işgal ederek elli yıldır kurmaya çalıştığı Kürt devletini fiilen ilan etmiş durumda. ABD stratejisi Kuzey Irak merkezli bir Kürt devleti kurmak ve ardından da bu devletin sınırlarını Türkiye’nin Güneydoğusuna kadar genişletmeye dayanıyor. ABD askeri gücünü devreye sokarak Irak’ı işgal etti ve bu işgal sonucunda Kürt devleti için fiili durum yarattı.
AB’nin Kürt devleti kurma stratejisi ise Güneydoğu merkezli bir Kürt devleti kurmak ve mümkünse bunu diğer bölge ülkelerine doğru genişletmek üzerine kurulu.
Ancak AB, ABD gibi işgal yeteneğine sahip bir silahlı güce dayanmadığı için daha çok Türkiye içinde kendisiyle işbirliği içindeki güçlere dayanarak bu planını uygulamaya çalışıyor. AB özellikle PKK terörünü destekleyerek hedefine ulaşmaya çalışıyor. PKK’nın silah bırakmasının ardından girdiği siyasallaşma faaliyeti Türkiye’nin AB’ye giriş sürecine denk getirilerek özellikle demokratikleşme adı altında PKK’nın siyasallaşması ve Türk devleti tarafından muhatap olarak tanınmasına yönelik önemli adımlar atıldı.
Bu sürecin en önemli ayaklarından birisini Türk Ordusu’nun tasfiyesine yönelik sivilleşme operasyonu oluşturdu. Böylelikle bölücülükle mücadele siyaset mekanizmasının kontrolüne terkedildi. AB, Türkiye’deki işbirlikçi siyasetle yakın teması olduğu için son derece avantajlı bir konumda bulunuyor.
Gelinen noktada Kuzey Irak’ta fiilen kurulan Kürt devleti ve Türkiye’de yaratılan bölücü terörün siyasallaşması sürecinde çok önemli mesafe katedilmiş gorünüyor. Emperyalizmin kukla Kürt devleti planının gerçekleşmesi için geri sayım başlamış durumda.
Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerin bir benzerinin yakın dönemde Güneydoğu’da da yaşanacağını ve emperyalist planların tamamlanacağını beklememek için hiçbir neden yok.
AB ve ABD emperyalizminin desteklediği bölücü terör
Kürt ayrılıkçılığına toplumsal taban yaratma imkanları Türk kimliğinin kapsayıcılığı ve Türk uluslaşmasının başarıyla sonuçlanması yüzünden ortadan kalkmıştı. Bu noktada bölücü terör devreye sokuldu. Kürt sorununun Türkiye gündemine sokulması da yine bölücü terör yoluyla sağlandı.
1980 sonrasında başlayan PKK terörünün ortaya çıkışından günümüze kadarki en büyük destekçisi AB ülkeleri ve ABD oldu. ABD 1990’ların başından itibaren Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye’ye yerleştirdiği Çekiç Güç aracılığıyla PKK’yı hem eğitti hem de bölücü örgüte silah desteği sağladı.
Sonuçta Türk devleti hem Batı destekli PKK terörünün yarattığı milyarlarca dolarlık ekonomik zararla zararla karşı karşıya kaldı hem de otuz bin insanının yaşamını yitirdiği bir çatışma ortamına girmek zorunda kaldı.
PKK terörü yirmi yıllık süreç içinde Batının Türkiye üzerindeki parçalama planlarının temel dayanağı haline geldi. Türk devleti bu süreç içinde terörün yarattığı ekonomik ve askeri zararlardan ötürü güçsüz kaldı ve Batıya daha da bağımlı hale getirildi.

Kürt “Realitesi”nden Kürt “Sorunu”na

Bölücü terör bir yandan Türk Ordusu ile silahlı bir mücadeleye girişirken bir yandan da AB ve ABD’nin desteğiyle siyasallaşma çabalarına hız kazandırdı. Batının insan hakları ve demokrasi adı altında Türk devletine yönelen baskılarının esas hedefi Türk devletinin terörle mücadele sürecini zaafa uğratmaktı. Bunda büyük ölçüde başarı da kazanıldı.
Bölücü terörün ilk kazanımı “Kürt realitesi”nin tanınması oldu. Bölücü örgüt yandaşı dernek ve kuruluşlar siyasallaşma çalışmalarına hız verdiler. PKK’nın siyasi kanadı olarak çalışan HEP, DEP, HADEP, DEHAP gibi partiler yoluyla bölücü örgüt yandaşları bizzat Meclis’e taşındı.
Askeri alanda Türk Ordusu ile başa çıkamayan ve büyük ölçüde güç kaybederek tecrit konuma düşen bölücü örgüt strateji değiştirerek silah bırakma ve siyasallaşma sürecine girdi.
Siyasallaşma programının da yine AB ve ABD tarafından hazırlanarak PKK’nın önüne konduğunu söylemek gerek.
“Kürt realitesi”nin tanınması sloganı ile başlayan süreç bölücü örgütün siyasallaşmasıyla beraber “Kürt sorunu”na dönüştürüldü. Basit bir kültürel kimlik mücadelesi ve Türkiye’nin kültürel zenginliği olarak gösterilen “Kürt realitesi” aradan geçen süreçte sistemli bir biçimde Kürt sorununa dönüştürülerek bağımsız Kürt devleti taleplerine kadar vardırıldı.
Türkiye’de geleneksel sağ iktidarların AB ve ABD güdümündeki işleyişi bölücü terörle mücadeleyi Türk Ordusu’nun üzerine yıktı. Ancak sorunun boyutları askeri boyutun çok üzerine çıkmıştı.
Batıyla ilişkileri sorgulamaktan dahi kaçınan Türk siyasetinin sonuçta Batının Kürt politikasına payandalık etmekten başka bir politika izlemesi ise mümkün olmadı. Batı işbirlikçi iktidarlar yoluyla elde ettiği gücü Türkiye’de bir etnik çatışma ortamı yaratmak için kullanmaktan da çekinmedi.
Özal dönemi Türkiye’nin tamamen ABD güdümüne sokulmaya çalışıldığı bir dönemdi ve ABD’nin Kürt politikasına uygun olarak Özal, Kürtlere federasyon fikrini ortaya atarak bülücü örgütü Türk devleti ile masaya oturtmaya çalıştı. Bu aynı zamanda Türk devletinin bölücü örgütü siyasal bir muhatap kabul etmesi anlamına geliyordu.

AB’ye Uyum Süreciyle Kürt Bölücülüğü Yasallaştırıldı

Türkiye 1990’lara geldiğinde otuzbinin üzerinde insanını bölücü teröre kurban vermiş bir ülkeydi. Bu dönem aynı zamanda Batının Türkiye’yi parçalama planlarının hızlandırıldığı bir dönem oldu.
Batı ile ilişkilerini AB üyelik süreci ve ABD ile stratejik müttefiklik üzerine oturtan ve ulusal güvenliğini Batı ittifakına bağlayan Türkiye terörle mücadeleyi de adım adım terketmek zorunda kaldı.
Batının insan hakları ve demokratikleşme talepleri aslında Türkiye’nin terörle mücadelesine engellemeyi ve terör örgütünü Türk devleti ile masaya oturtmayı amaçlıyordu.
3 Ağustos’ta Meclis’ten geçirilen Kürtçe eğitim ve yayının yasallaştırılması terör örgütünün yirmi yıllık hedeflerinin bizzat Türk devletince gerçekleştirilmesiydi. Bu süreç, Türk devletinin Batıya bağlanma sürecinin yarattığı tehdidin boyutlarını da ortaya koymuş oluyordu. Türk devleti kendi varlığını ortadan kaldırmaya yönelik PKK stratejisini kendi Meclisinden geçirmek zorunda bırakılıyordu.
3 Ağustos yasaları ile Türk devleti Kürtleri fiilen bir azınlık olarak kabul etmiş oluyordu.
Bu Türk devletinin bağımsızlık belgesi olan Lozan’ın çiğnenmesi Sevr’in yeniden diriltilmesi demekti.
Kürtler artık Türk kimliğinden bağımsız bir etnik kimlik kazanıyorlardı.
Bundan sonraki aşama ise Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde bağımsız bir devlet kurmalarıdır. Türkiye bugün bu aşamadadır.

İnan Kahramanoğlu



.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder