Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2017 Pazar

Arkada Bıraktığımız 65 yıl Hepimize Ders olsun!




Arkada Bıraktığımız 65 yıl Hepimize Ders olsun!

Tarih:07-09-2010



İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek: Arkada bıraktığımız 65 yıl hepimize ders olsun! 

• CHP, DP ve DSP’nin hayırda buluşmaları, Atatürk’ün başbakanları İnönü ile Bayar’ın da buluşmasıdır. 

Bayar ve İnönü, İttihat ve Terraki ve CHP’de başka deyişle devrime önderlik eden partide birlikteydiler. 

Türkiye, devrimini yitirip Atlantik sistemine bağlanırkken ayrıldılar. 
Ancak onlar ve izleyicileri devlet adamıydı. Çünkü o zaman, bağımlılaşma sürecine rağmen, bir millî devlet vardı. 

Bugün Türkiye’yi sözleşmeli personel yönetiyor. Bu koşullarda kökleri İnönü ve Bayar’a uzanan partiler aynı barikatta buluştu. 
Dahası cephelerini ABD’ye dönen Milliyetçiler ve Sosyalist Sol da aynı barikatta. Hepsi, yıkılan millî devletin son kaleleri önünde sipere girmişlerdir. 
Atatürk’te buluşmanın programını cesaretle belirlemek gerekiyor.

2010 buluşmasında yalnız İnönü ve Bayar yok; Nâzım Hikmet de var. Türkiye cephesinin Diyap Ağaları her zaman olmuştur. Onlar Kürdümüzün ABD zincirine vurulamayan değerlerini temsil ederler. Tayyip Erdoğan Hayır cephesini tanımlıyor: CHP, MHP, DSP, DP, İşçi Partisi.

İdam’a götürülürken, Temel’e son sözünü sormuşlar. “Bu bana ders olsun” demiş. Arkada bıraktığımız 65 yıl hepimize ders olsun! Umarız, bu dersi Temel gibi idam sehpasında anlamayız.

Sayın Kurtul Altuğ Ağabeyin, 5 Eylül 2010 günü, saat 11’de Ulusal Kanal’daki Politika’nın Nabzı programını izlediniz mi? Her Pazar izlemenizi öneririm. 

65 YIL SONRAKİ BULUŞMA

CHP ve DP’nin hayırda buluşmaları, tahlil edilmesi gereken önemli bir olay. Aslında bu buluşma, Atatürk’ün başbakanları İnönü ile Bayar’ın da buluşmasıdır. O açıdan Aydınlık’ın geçen haftaki kapak haberi çok anlamlıydı. Bayar’ın kızı Eski Bursa Milletvekili Sayın Nilüfer Gürsoy ile İnönü’nün kızı Sayın Özden Toker’in hayırlı duruşları, bir dönüm noktasını işaretliyor.

CHP ve DP’nin ayrışması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oldu. Türkiye, Atlantik sistemine bağlanırken ayrıldılar.

DEVRİMCİYKEN BİRLİKTEYDİLER

İsmet Bey ve Mahmut Celâl Bey, Türkiye’nin ilk önemli devrimci örgütü İttihat Terakki’de birlikteydiler; vatan ve hürriyet için mücadele ettiler. 

İstiklâl Savaşı’nda aynı yola baş koymuşlardı. Lafla değil, kelle koltukta.

Kemalist Devrim’in en başından, 1920’den itibaren önder kadroda yer aldılar. Türkiye’nin çağ atlamasında, 18 yıl sağlam durarak, Atatürk’ün bakanlığını ve başbakanlığını yaptılar.

Türkiye 1935 yılında yeni bir atılımın eşiğine gelmişti. CHP 5. Büyük Kurultayı, ağalığın ve şeyhliğin kökünü kazımak için toprak reformu kararı aldı. 1937 Anayasası bu amaçla değiştirildi. Kamulaştırılacak ağa topraklarına tazminat sorunu devrimci bir tarzda çözüldü. 1937’de Anayasaya, “Türkiye Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve Devrimci bir devlettir” tanımı kondu. Bu devrimci Anayasa önerisinin altında İnönü ve Bayar’ın imzaları vardı. 

ATLANTİK SİSTEMİNİN KAPISINDA BÖLÜNDÜLER

Ortaçağ kalıntılarının imdadına önce savaş yetişti; savaştan sonra ise ABD emperyalizmi. Türk Devrimi, kireçlenme aşamasına girdi. ABD geldi Türkiye’yi denetim altına aldı. Ağalar ve şeyhler, artık dünya ağasının koruması altındaydılar. Kemalist Devrim’in önderleri de, ağalarla ve şeyhlerle kol kola politika yapmayı öğrendiler. İstiklâl Savaşı’nı yapanlar, işte bu ortamda “Küçük Amerika olacağız” programını ilan ettiler. Önce İnönü’nün genç bakanı Nihat Erim, daha sonra DP’nin önderi Celal Bayar. Böylece CHP de, DP de yeni sistemin içinde yer aldılar. 1945’te Atatürk’ün “arasız devrimler” çizgisi terkedilmiş, Küçük Amerika dönemi başlamıştı. Atatürk’ün devrimcileri, Atlantik sisteminde iktidar ve muhalefet rollerini paylaştılar. Devrimin birleştirdiği İnönü ve Bayar, devrimin sona ermesiyle ayrıldılar.

1980-90’A KADAR YİNE DE MİLLÎ DEVLET VARDI

Ancak 1980’e kadar yine de, Atatürk’le kurduğumuz millî devlet yıkıma uğramamıştı. Türkiye, ABD denetimine rağmen, yine de belli bir karar alanına sahipti. KİT’ler hâlâ ekonominin ağırlığını taşıyor ve lokomotif görevi yapıyordu. Hükümetler, çimento ve şeker fabrikaları kurmakla, barajlar yapmakla övünüyorlardı. Gümrükler ayaktaydı, tarım destekleniyordu. Geniş bir iç pazar vardı. Devlet, eğitim ve sağlık hizmetini üstlenmişti ve bir sosyal güvenlik sistemi inşa ediliyordu. Laiklik, aşındırılsa da, devlet ve toplum hayatını belirliyordu. Bunların değerini sosyalistler de yeni anlıyor.

Asıl yıkım, 24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül 1980 Amerikancı darbesiyle geldi. İnönü ve Bayar’ların 1945 sonrasında kurdukları “demokratik” denen rejim, yerini devletsizleşme, milletsizleşme, vatansızlaşma, özelleşme ve giderek ordusuzlaşma sürecine bıraktı. Dünya ekonomisiyle bütünleşiyoruz ve küreselleşiyoruz sloganlarıyla millî devletin dağılması sürecine girildi. Sovyetler Birliği’nin 1990’da dağılması, bu sürece büyük hız verdi. Artık Özal, Çiller, Tayipgillerin saltanat dönemi başlamıştı. En sonunda “Küçük Amerika” olmuştuk.

DEVLET ADAMLIĞI YERİNE SÖZLEŞMELİ PERSONEL DEVRİ

Artık yöneticiler, devlet adamlarına benzemiyordu; sözleşmeli personel kimliklerini sergilediler.

İsmet İnönü ve Celal Bayarlar, bir devrimin kadrolarıydı; 1945 sonrasında devrimi devam ettirmediler ama Atlantik sistemi onları sözleşmeli personel yapamazdı. Menderes’i de hiçbir kuvvet, sözleşmeli personel yapamazdı; oğlunu da yapamaz. Demirel ve Ecevitler de, devlet adamı okulunda yetişmişlerdi. 

Özal, Çiller ve Tayyip Erdoğanlar ise devlet yıkıcılarıdır. Devleti yıkanlar, kendi devlet adamı olma olanaklarını da yıkmışlardır. BOP Eşbaşkanlığı kurumu böyle çıktı ortaya. 

Ve bu süreç, bugün Demirel, Baykal, Cindoruk, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Masum Türker ve Bedri Gültekin’in hep birlikte saptadıkları gibi, artık bir hesaplaşma uğrağına gelmiş bulunuyor. 

BULUŞTUĞUMUZ BARİKAT

1945-1990 döneminin yöneticileri, henüz arkalarına bakıp 1945, 1980-90 uğraklarında neler olduğu konusunda zihinleri açan bir tahlil yapmıyorlar ve sorumluluklarını da belirlemiyorlar. Ama bir barikatta buluşmuşlardır. Bu barikat, Cumhuriyet barikatıdır. Yıkılan millî devletin ve parçalanan vatanın son kaleleri önünde siperlere girmişlerdir. 

Celal Bayar ve İsmet İnönü’nün, bugün kuruluşuna emek verdikleri mevzilerde buluşmaları doğaldır. Ve süreç, onları devrimcileştirmektedir. Çünkü elde “muhafaza ve müdafaa edilecek” pek bir şey kalmamıştır. Ama Cumhuriyetin kurumlarını yeniden kurma görevi vardır. İnönü ve Bayar’ın izleyicileri, Fethullahları büyütüp beslediler, ama şimdi tehlikenin farkındadırlar. Herhalde anlamışlardır, o büyütülen Fethullah, Ufuk Söylemez’in yerinde uyarısıyla cemaat değil, Haçlı irtica imiş.

2010 BULUŞMASININ ÖNEMLİ FARKI


2010 buluşmasında yalnız İnönü ve Bayar yok; Nâzım Hikmet de var. Bu Türkiye cephesinin Diyap Ağaları, Revanduzlu Özdemir Beyleri, Kürtlüğüyle gurur duyan Ali Saip (Ursavaş) Beyleri her zaman olmuştur. Onlar milletimizin parçası olan Kürdümüzün ABD zincirine vurulamayan karakterini ve değerlerini temsil ederler.

Tayyip Erdoğan’ın Hayır cephesini tanımlarken saydığı partiler, saflaşmayı ortaya koyuyor: CHP, MHP, DSP, DP, İşçi Partisi ve diğer sosyalist partiler.

Karşı cephe ise: ABD, AB, Tayyip_Erdoğan-Abdullah Gül ve ABD zincirine bağlanan bir kısım PKK-BDP yöneticileri.

65 yıl sonraki buluşmanın anlamını bilince çıkarmak ve programını cesaretle saptamak gerekir. Bu buluşma, Atatürk’te buluşmadır. Devrimle kurulan Cumhuriyette, devrimle birleştirilen Vatanda ve devrimle oluşturulan Millette buluşmadır. Ama henüz devrimciliği eksik olan bir buluşmadır. Ne var ki, bu buluşmanın devrimcileşmesi kaçınılmazdır. Atatürk’te buluşma, başka türlü olamaz. Bunun işaretleri de görülmektedir.

1945 ÖNCESİNDEKİ ATALARIMIZ

Herkes yeniden 1945 öncesindeki atalarını keşfedecektir. CHP, DP ve DSP, İnönü ve Bayar üzerinden Atatürk Devrimciliğini keşfedecektir. MHP milliyetçileri, 70 yıldır unuttukları devrimci Akçuralar ve Ziya Gökalpler üzerinden İttihat Terakki ihtilalciliğini ve Kemalist devrimciliği hatırlayacaklardır. Hatırlamazlarsa, BBP gibi, Fethullah üzerinden ABD’ye bağlanırlar. Sosyalistler, Kemalist Devrim inkârcılığının döneklik yolu olduğunu yerlerde sürünen misallere bakarak iyice anlayacaklardır. Geçmişteki devrimin mevzilerine girmeden, geleceğin devrimini yapamazsın!

Millî ve halkçı güçler, düşman Türkiye’nin üzerine geldikçe, birbirlerine sarılmak, birbirlerini anlamak durumundadırlar. Herkes birbirini anlamada, birbirine yardım etmelidir.

NİLÜFER GÜRSOY VE ÖZDEN TOKER

Ben çok isterdim; Bayar ailesinin kıdemlisi Sayın Nilüfer Gürsoy ile İnönü ailesinin kıdemlisi Sayın Özden Toker, 12 Eylül öncesinde bir araya gelsinler ve milletimize yeni sürecin bildirisini vermiş olsunlar. Onlar, benim gözümde devrimin yadigârlarıdır. Değerleri, hatıraları kadar büyüktür. Onların devrimle beslenen erdemleri, son zamanlarda kenara köşeye itilse de, gelecek kuşaklara örnek olacaktır. Herhalde birbirlerinin değerini de biliyorlardır.

Atatürk Devrimiyle kurduğumuz Cumhuriyetimiz, vatanımız ve millî varlığımız; kuşkusuz olumsuz hatıralarla karşılaştırılmayacak önemdedir. Devrimle kurduğumuz her şey, bugün Atlantik merkezli bir karşıdevrimle yıkılmaktadır. Türkiye, yeniden Atatürk önderliğinde İnönü ve Bayarlarla gerçekleştirdiğimiz devrime muhtaç hale gelmiştir.

UMARIZ TEMEL’İN DURUMUNDA DEĞİLİZDİR

Temel’i biliyorsunuz. İdam’a götürülürken, son sözünü sormuşlar. “Bu bana ders olsun” demiş.

Arkada bıraktığımız 65 yıl hepimize ders olsun! 

Umarız, bu dersi Temel gibi idam sehpasında anlamayız.



http://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/haberler/isci-partisi-genel-baskani-dogu-perincek-arkada-biraktigimiz-65-yil-hepimize-ders-olsun-8037

8 Nisan 2016 Cuma

Ölümsüzlük Peşinde Küçük Hesaplar, Büyük Mabedler






Ölümsüzlük Peşinde Küçük Hesaplar, Büyük Mabedler 



Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat 
Tarih:02/12/2013 
Türü:İç Politika 


O halde Erdoğan ne yapmaya çalışıyor? 

Erdoğan, dünya durdukça kendi adıyla anılacak, hatta yapımı tamamlandığında hak vâki olmuş olursa adı "Recep Tayyip Erdoğan Kanalı" konulacak bir projenin temelini atıyor..

Projeye hız veriliyor; çünkü Erdoğan vaktinin sınırlı olduğunu düşünüyor...

www.acikistihbarat.com 

03.12.2013


AKP Hükümeti ile Fethullah Gülen Cemaati arasında yaşanan dershane krizi, uzun bir Bakanlar Kurulu toplantısından sonra şimdilik ötelendi. Daha doğrusu, her iki tarafta da "sorunun ötelendiğine" dair yaklaşımların ön plana çıkacağı, ancak tartışma ve karşılıklı güvensizliğin alttan alta devam edeceği anlaşılıyor. 

Nitekim, Bülent Arınç ve Hüseyin Gülerce gibi hükümet ve cemaat önde gelenleri, (ki "özgül ağırlığının" ciddi şekilde hırpalanmasından sonra Bülent Arınç'a "hükümet önde geleni" demek ne kadar mümkün ,bilinmez) Bakanlar Kurulu'nca alınan ve aslında dershanelerin kapatılması konusunda herhangi bir geri adım içermeyen kararı, "uzlaşma"ve "krizin sona ermesi" havasında açıklayıp yorumladılar. 

Cemaat yanlısı gazeteci ve yorumcular, krizin patlak verdiği günden itibaren şu sorunun cevabını arıyor: 

"Tayyip Erdoğan bunu neden yaptı? Yerel seçimlere kısa bir süre kala, neden böyle yıpratıcı bir gündem maddesine yoğunlaşarak partisinin ve kamuoyunun enerjisini gücün bölünmesi yönünde sarfetti?"

Aslında bilen biliyor ki dershaneler, bizzat Tayyip Erdoğan'ın kendisinin, Tayyip Erdoğan sonrası senaryolarına ve Cumhurbaşlanlığı seçimi hesaplarına kurban gitmiş bir konudur. 

Şayet Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen cemaatinin Çankaya yolunda kendisine destek vereceğinden emin olsaydı, dershane kapatma girişimi de dahil, cemaatin siyasi-ekonomik gücünü kırmaya yönelik adımları en azından bu sertlikte atar mıydı?

Olayın sadece dersahaneleri kapatmakla sınırlı kalmadığı da anlaşılıyor. Gerçek Gündem haber sitesinden gazeteci Barış Yarkadaş, bu konuda ilginç bir ayrıntıya daha dikkat çekti: 

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), yayımladığı bir duyuru ile  artık vakıf üniversitelerinin hastane haricindeki tıp merkezlerine giden hastaların parasını ödemeyeceğini bildiriyordu. Bu, cemaatin dershanelerden sonra ikinci büyük gelir kapısı olan tıp merkezlerine ağır bir darbe vurulması demekti. 

Dolayısıyla, dershanelerin kapanmasını 2015 yılına erteleyen Bakanlar Kurulu kararının, "savaşın bitmesi" anlamına gelmediğini, taktiksel 'sulh' açıklamaları yapan  Hüseyin Gülerce gibi cemaat sözcüleri de aslında çok iyi biliyorlar. 

Meselenin odak noktası, Çankaya hesapları ve buna bağlı olarakTayyip Erdoğan'sız bir AKP'nin yoluna nasıl devam edeceğidir. 

Burada konu biraz daha çatallanıyor; şöyle ki: 

Recep Tayyip Erdoğan'ın gerçek düşünün devlet başkanlığı olduğu biliniyor. Vaktinin çoğunu kabullerle geçiren, sık sık frak giymek zorunda kalan, Meclis'i açan vs. bir cumhurbaşkanı olmak ona göre değil. Kabına sığamayan Tayyip Erdoğan'a devleti temsil edeceği, hükümeti atayacağı, yasaları onaylayacağı, TSK'ya başkumandanlık yapacağı, icraatın tümünü yönetip yönlendirebileceği bir makam gerekli ki, o da devlet başkanlığıdır. 

Ancak, gücünün -kudretinin en zirvede olduğu noktada bile istediği boyutta anayasa değişikliği yapabilip de  başkanlık sistemini getiremeyen Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimine 8 ay kala- üstelik iktidarında öncü sarsıntılar başlamışken- bunu yapamayacağına göre; 

Devlet başkanlığı hayallerinden vazgeçip "temsili" sıfatı ön plana çıkan bir cumhurbaşlanlığına razı mı oldu? 

Tabii bu sorudan önce, Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına aday olmasının giderek kesinleştiğini belirtmek gerek..

Yani, 2014 Ağustosu'nda Türkiye Cumhuriyeti'nin 12. Cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü'ne çıkmaya hazırlanan Tayyip Erdoğan, sadece o makamı ikinci kez Abdullah Gül'e bırakmamak veya siyasi kartvizitine en üst makamı da eklemek arzusuyla mı  her şeyi kırıp dökme noktasına gelebilen Çankaya hesapları yapıyor? 

Ve tabii bunu yaparken de arkasında bırakacağı partisinin Özal sonrası ANAP'ına dönüşmesi riskini de göze alabiliyor?

Çünkü gayet iyi biliyor ki AKP'nin başında kimi bırakırsa bıraksın, kendisini devlet başkanlığına taşıyacak bir anayasa değişikliği ebediyen hayal olacaktır. Arkasında güçlü bir parti olmayacağı için hareket kabiliyeti iyiden iyiye azalacak, Çankaya'nın duvarları arasına sıkışmaktan kendisini alamayacaktır. 

Üstelik,arkada bıraktığı parti, sürekli kazan gibi kaynayacak, belki de giderayak büyük bir rekabeti göze aldığı Gülen Cemaati'nin veya aslında hep potansiyel tehlike olarak gördüğü ve hiç de güvenmediği Melih Gökçek'in kontrolüne geçebilecektir...

O halde, şunu söylemek pekâlâ mümkün: 

Tayyip Erdoğan, Çankaya'yı siyasi kariyerinin son noktası olarak görüyor ve arkasında bırakacağı AKP'yi çok da umursamıyor! Dahası, kendisinden sonra varlığını nasıl sürdüreceği veya sürdürüp sürdürmeyeceği ile ilgilenmiyor!

Peki neden? 

Böyle büyük bir kumar hangi saikle oynanabilir?

Cevap: Final yapmak saiki ile..

Dikkatlerimizi başka konularda yaşanan gelişmelere çevirelim...

Sabah gazetesi dün (2 Aralık 2013) ilginç bir habere imza attı. Haberin başlığı, "Çılgın Proje'nin startı da hızlı oldu"

Haberde, Erdoğan'ın önem verdiği projelerin başında gelen Kanal İstanbul Projesi'nde ani bir atağa geçildiğine dikkat çekilerek, üçüncü havalimanı aksında yer alan 5 köye kamulaştıtrma tebligatlarının ulaşmaya başladığı bildirildi.

Proje alanındaki 7 maden şirketine de arazileri 3 ayda boşaltmaları için süre verilmişti..

Bu gelişmeyi kolay yoldan "seçim yatırımı"  olarak görmeden önce, bu boyuttaki bir projenin ne cumhurbaşkanlığı seçimine, ne de genel seçimlere yetişmeyeceği gerçeğini göz önüne  almak gerekiyor.

O halde Erdoğan ne yapmaya çalışıyor? 

Erdoğan, dünya durdukça kendi adıyla anılacak, hatta yapımı tamamlandığında hak vâki olmuş olursa adı "Recep Tayyip Erdoğan Kanalı" konulacak bir projenin temelini atıyor..

Projeye hız veriliyor; çünkü Erdoğan vaktinin sınırlı olduğunu düşünüyor...

"Spekülasyon yapmak" damgası yemeyi göze alıyorum ve devam ediyorum: 

Gezi olaylarından sıcak günlerinde miting üzerine miting düzenleyip tabanını kemikleştiren Erdoğan'a mitinglerden birinde partili bağırdı: 

" Ayasofya'da Namaz Kılmak istiyoruz! "

Erdoğan'ın cevabı: 

" Vakti Geldiğinde o da olacak...."

Ve Yeni Devlet'in resmi tarihçiliğine soyunmuş olan Mustafa Armağan, Derin Tarih dergisinde Ayasofya'nın ibadete açılması tartışmasının ucunu göstermeye başlıyor...

Varlığını, Ayasofya'yı tartışmasız bir sembol olarak derin hafızasına kazımış Hristiyan devletlere borçlu olan Erdoğan; batılı devletleri karşısına almak pahasına Ayasofya'yı ibadete açacak, öyle mi? 

Bunu neden yapar? 

Vaktinin kalmadığını düşündüğü ve milyonlarca Müslüman'ın gönlünde taht kurmuş bir lider olarak tarihe geçmek istediği için...

Fatih'in emaneti Ayasofya'yı yeniden ibadete açan büyük Müslüman lider!

Kanal İstanbul Projesi'nden sonra Ayasofya projesine de hız verilirse, bilelim ki Tayyip Erdoğan jübile vaktinin yaklaştığını düşünüyor..

Son bir  kaç ayda olup biten "çılgınlıkları" kökten açıklayacak bir sebeptir bu..

Tarihe çok büyük tartışmalarla geçeceğini bilen bir liderin "ön alması"..

Kendi döneminin resmi tarihini bizzat kendisinin yazması...

twitter.com/fasibel


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10440


..