Balyoz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Balyoz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2021 Çarşamba

ŞAHİN MENGÜ İÇİN

ŞAHİN MENGÜ İÇİN




Suay Karaman.

4 Nisan 1948 tarihinde Kastamonu İnebolu’da doğan avukat Şahin Mengü, 20 Eylül 2021 tarihinde Ankara’da hayata gözlerini yumdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olan ve serbest avukat olarak çalışan Şahin Mengü, 1994-1996 yılları arasında Ankara Barosu Yönetim Kurulu Üyesi, 2001-2005 yılları arasında Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri görevlerinde bulunmuştur. 2007-2011 yılları arasında CHP Manisa Milletvekili olarak TBMM’de verimli çalışmalara imza atmıştır.

Atatürk ilke ve devrimlerini, laik ve demokratik sosyal hukuk devletini, her zaman gururla vurguladığı Kemalizm’i yaşamının sonuna dek savunan Şahin Mengü, özü sözü bir, dobra konuşan, ilkelerinden taviz vermeyen nitelikli ve ilkeli bir siyasetçiydi. Böyle bir insanı yitirmenin acısı, herkesi derinden üzdü ve sarstı.

Ergenekon, Balyoz gibi kumpaslar döneminde birçok kişi korkudan sinmişken, Şahin Mengü ilkeli ve dik duruşunu hiç bozmadı, televizyonlara çıkıp yapılanları korkmadan eleştirdi. Kendilerine yeni CHP diyen grubun Atatürkçülükten ve ulusalcılıktan sapması üzerine, yöneticilerle savaşım içine girdi. Ankara İl Örgütü, Şahin Mengü için ihraç kararı verdi. Ancak yanlış maddeden ihraç edildiği için, bu karar Yüksek Disiplin Kurulundan döndü. İlkeli duruşu ve Atatürkçülükten taviz vermemesi, yeni CHP tarafından sevilmedi ama O, hiç aldırış etmeden mücadelesine devam etti.

2015 yılının Ocak ayında bazı eski parlamenterlerin çoğunlukta olduğu bir grupla, yeni CHP’yi kuruluş ilkelerine döndürmek için çalışmalar başlatıldı. Ben de bu grubun içinde çalışarak özellikle Şahin Mengü’yü daha yakından tanıma fırsatı buldum. Her hafta yapılan toplantılardaki coşkusu ve umudu herkesin mücadele azmini kamçılıyordu. 

Hemen hemen her hafta Şahin Mengü ile buluşuyorduk, CHP’nin ve ülkemizin aydınlığa kavuşması için projeler geliştiriyor, umutları tazeliyorduk. 2020 yılının Eylül ayında yine bazı arkadaşlarla bir araya gelerek “CHP Ulusal Birlik Kadro Hareketi” oluşturduk ve sürekli toplantılar yapmaya başladık. Küresel salgın nedeniyle yurt geneline istediğimiz gibi açılamayan hareketimizi, her hafta toplanarak beyin fırtınası şeklinde sürdürdük. Bu Eylül ayından sonra kadro hareketimizi yurt geneline yaymaya karar verdik ancak Şahin Mengü’nün herkesi şaşırtan zamansız ölümü, planlarımızı şimdilik alt üst etti.

“Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan oy almak isteyen siyasilerin yapması gereken, o bölgelerden ağa devşirmek değil, o bölgelerdeki feodal düzeni yıkacağını söylemektir” diyen Şahin Mengü, sorunun özünü açıkça göstermektedir.  “Cumhuriyet Halk Partisi'nde kötülerin zaferi, gerçek Atatürkçüler'in sessiz kalmalarındandır” diyerek, toplumun ses çıkarmasını isteyen ve öncülük eden Şahin Mengü, birlikteki mücadelemizde bizleri yetim bıraktı. Ancak bıraktığı projeleri tamamlamak ve umutlara ulaşmak için mücadele edeceğiz, bu konularda çok çalışmamız gerektiğinin bilincindeyiz.

Kendine özgü üslubuyla ve konuşmasıyla herkesin gönlünde taht kuran Şahin Mengü’ye “Şahin Bey” diyince “beni abi yerine koymuyor musun hoca?” demesindeki o tatlı ve sevecen ifadeyi artık duyamayacak olmamın üzüntüsünü yaşamım boyunca hissedeceğim. Böyle güzel bir insanı yitirmenin acısı unutulur gibi değil ve bizler için çok zor olacağı kesindir.

Başta değerli eşi Figen Mengü ve sevgili çocukları Nevşin ve Burak’a bu büyük acıya karşı direnme gücü diliyorum. Işıklar içinde uyusun hepimizin Şahin Abi’si. Özlediğiniz ve istediğiniz aydınlık Türkiye’yi, Atatürkçü CHP’yi oluşturmak için sizden aldığımız ışıkla var gücümüzle çalışacağımızdan kuşkunuz olmasın değerli Şahin Abi, sizi hiç unutmayacağız. 


Azim ve Karar, 27 Eylül 2021.


***

16 Kasım 2018 Cuma

DONMAK

DONMAK

Suay Karaman,

Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus işgalinde bulunan Artvin, Kars, Ardahan, Sarıkamış gibi doğu illerimizi geri almak ve Alman İmparatorluğu’na yardım etmek amacıyla 1914 yılının Aralık ayında Sarıkamış Harekâtı yapılmasına karar verildi. Üçüncü Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, kış mevsiminde harekât yapılamayacağı için taarruzun bahara bırakılmasını tavsiye etti ama dinlenmedi. 18 Aralık 1914 tarihinde Harbiye Nazırı Enver Paşa, orduya taarruz emri verdi ve harekât başladı.

Taarruza katılan birliklerin büyük çoğunluğu Arabistan’dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu’dan sevk edilenlerdendi. Bu yüzden sıcak iklime alışık olup, teçhizatları yönünden kış koşullarına hazırlıksızdılar. Bunların yanında olumsuz iklim koşulları nedeniyle ikmal ve iaşe hizmetleri de yapılamamaktaydı. Ardı ardına gelen hatalar sonucunda büyük ümitlerle girişilen Sarıkamış Harekâtı üç hafta kadar sürmüş ve büyük kayıplarla sonuçlanmıştı. Kış koşullarında fırtına ile yağan kar, yolları kapatmış, çadırları yıkmış ve hava sıcaklığının sıfırın altında 30 derece olması nedeniyle yaklaşık 60.000 askerin donmasıyla sona eren bu harekât, büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ancak başarısızlığın sorumluluğunu üstlenen olmamıştı.

Bundan 104 yıl önce Aralık ayında askerlerin donması tabii ki üzücüdür ama o günün koşullarında olağan olarak da görülebilir. Ancak 26 Ekim 2018 tarihinde Tunceli’nin Nazimiye ilçesinde donarak hayatını kaybeden iki askerimiz için hiçbir haklı gerekçe gösterilmesi mümkün değildir. 21. yüzyılda ve sahip olunan tüm olanaklara karşın, iki askerimizin donmasını iyi niyetle açıklama olanağı yoktur.

Eksi 40 dereceye kadar soğuğa dayanan asker kıyafeti, nasıl olur da donarak ölüme yol açabilir? Askerlerin uyku tulumu yok muydu? Bu kıyafetler kimler tarafından ve nasıl test edilmişti? Yüksek teknoloji çağında böyle bir olayın olması son derece düşündürücüdür. Soğuğa karşı bile korunamayan askerlerimizden, terörle hangi koşullarda ve nasıl mücadele etmesi beklenilmektedir?

Türk Ordusu’nu kafesledik” diyenler, sinsi planlarını işletmeye başladılar. Türk askerinin başına çuval geçirerek bu planı uygulamaya koydular. Ardından Ergenekon, Balyoz gibi sahte davalarla, ordumuzun onurunu kırdılar, belini büktüler. Gözbebeğimiz askerlerimizi zehirlediler, yaktılar, kafalarını kestiler, öldürdüler. Yüzlerce şehit verdik ama yas bile ilan etmediler. Toplumu askere karşı kinlendirenler “askeri vesayeti kaldırdık” diyerek, sivil darbe yaptılar.
Bu donma olayı üzerine İYİ Parti Grup Başkanvekili ve Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan, 26 Ekim 2018 tarihinde TBMM’ye araştırma önergesi verdi. Verilen bu önerge AKP oylarıyla reddedildi. MHP ve HDP ise çekimser oy kullandı. Emeklilikte Yaşa Takılanlarla ilgili oylamada, MHP red oyu kullanmıştı. Gerekçesi ise “HDP ile aynı yönde oy vermeyiz” gibi komik bir açıklamaydı. Ancak Tunceli’deki olayla ilgili çekimser kalarak, HDP ile aynı oyu vermiş oldular.
AKP’nin bu önergeye red oyu vermesi anlaşılabilir, büyük olasılıkla asker giysileri işini yandaş bir firmaya vermişlerdir. 

Ancak muhalefetin bu olayda çekimser kalmasını anlamak mümkün değildir. 

Zaten böyle muhalefet olduğu için ekonomik ve siyasi bunalıma neden olan AKP hükümetleri 16 yıldır iktidarda tutulmaktadır.

Askerlerimizin donma olayının sorumluluğunu üstlenen yoktur. Aslında hepimiz askerimizin donma olayının suçluları arasındayız. Çünkü toplumun aklı donmuş, doğru düşünemez, gerçekleri göremez durumundadır. Kendi kişisel çıkarları ve gelecekleri uğruna demokratik ve laik cumhuriyetimize, bölünmez bütünlüğümüze ve kutsal vatanımıza sahip çıkamayan herkes suçludur. Bizleri ne tarih, ne Kuvayi Milliye şehitleri, ne de Mehmetçiklerimiz affetmeyecektir.


İlk Kurşun Gazetesi, 5 Kasım 2018.


16 Mart 2018 Cuma

Sığırcık mı Sandınız?.





Hilmi Kayıhan

Avcı anlatıyormuş: “Geçenlerde benim eski çifteyle kuş avına çıkmıştım, bir baktım ki yolun kıyısındaki telgraf tellerine sığırcık sürüsü konmuş, tetiğe dokunmamla birlikte seksen sığırcık tapır tapır yere düştü!.”

Dinleyenlerden biri dayanamamış: “Bir-iki tanesi tamam da seksenini nasıl vurdun?” 

Pişkin avcı: “ Valla!” demiş, “ şöyle bir baktım, telin enlemesine atsam ancak üç beşini vururum, boylamasına geçip nişan aldım.”

Silivri ve Hasdal zindanlarında yatanları düşününce aklımıza bu fıkra geliyor.

Ergenekon, Balyoz ve Erzincan..

Asılsız ihbar mektuplarıyla, gizli tanık ifadeleriyle telgraf tellerindeki sığırcıkların seksenini birden düşüren palavracı avcı gibi vurup vurup esir düşürüyorlar Silivri ve Hasdal zindanlarına..

Palavracı bir saçmayla bu kadar sığırcıyı yere, gizli tanık saçma sapan ifadesiyle seksen yiğidi esir düşürüyor..

Sığırcık sürüsünün bir saçmayla vurulup düşürüldüğü nasıl büyük bir yalansa, deve dişi gibi kahramanların asılsız ihbar mektuplarıyla pusu kurulup Silivri ve Hasdal zindanlarına esir düştüğü de o kadar gerçek.. 

Yazıklar olsun bize!..

Herkes duysun: Avcı palavralarına inanmayan halkımız bu saçmalıklara da inanmıyor; yalnızca aralarındaki fark biri eğlendirirken diğeri kinlendiriyor..

Yalancının saçması ne kadar sığırcık ürkütürse, gizli tanığın saçmalıkları da o kadar..

Enlemesine de nişan alsalar, boylamasına da bu yalan sahibini vurup düşürecek..

Avcının palavralarına gülüp geçebiliriz, ama bu hayasız yalanın hesabı kesinlikle sorulacak; bunu hep birlikte göreceğiz..
Gizli tanıkların saçmalıkları tüfeğin kovanında saçma olmuşsa, hukuk hukuk olmaktan çıkıp silah olmuşsa; silahın da hukuk olmayacağını kim söyleyebilir?..

Iyi calismalar, saygi ve sevgiler

M. Binzet

Mailto:m1000zet@gmail.com

https://groups.google.com/forum/#!search/m1000zet$20m1000zet$20googlegroups/m1000zet/eul84r9S0GA/7pRQi7Uz7pkJ

***

22 Temmuz 2017 Cumartesi

HALIÇTEKİ SİMONLAR





Hanefi Avcı'dan vahim iddialar

Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Gülen cemaatinin yapılanmasıyla ilgili kitap yazdı...
Bir dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Eskişehir İl Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı’dan tartışma yaratacak iddialar...

Emniyet teşkilatında teknik-elektronik istihbaratın kurucusu olarak bilinen Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, Fethullah Gülen cemaatinin başta emniyet ve yargı olmak üzere devlet kurumları içindeki yapılanmasıyla ilgili kitap yazdı...

Avcı, piyasaya yeni çıkan “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında “Aslında herkes biliyor ama kimse dillendirmiyor. Ben açıkça ifade ediyorum ki, son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan cemaattir” diyor...

“Büyük illerin emniyet müdürleri ve valileri bilsinler ki, emirlerindeki polislerin bir kısmı kendilerini değil, cemaatin imamını amir olarak kabul ediyor” iddiasını dile getiriyor, ancak somut kanıt ve belgelere değil ‘tecrübelerine ve duyumlarına’ dayanıyor...













Bir dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Eskişehir İl Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabının ilgi çekici bölümleri özetle şöyle:

DANIŞTAY OLAYI... 

O gün Alpaslan Arslan’ın telefonlarını hızla inceleyen Ankara polisi, ilk bakışta görüştüğü kişiler arasında Muzaffer Tekin’i görünce hemen olayın failinin Ergenekon örgütü olduğunu açıkladı. Aslında olayın çok iyi tahlil edilmesi ve araştırılması gerekiyordu ama bunun için zaman yoktu... Polisin istihbarat birimlerindeki Ergenekon’u ortaya çıkarma çabasına, tüm büyük ve vahim olayları Ergenekon’a bağlama şeklindeki cemaatten gelme anlayış eklenince bir anda Danıştay olayı ciddi hiçbir delile dayanmadan Ergenekon’a bağlandı... İstanbul polisi failin arkasında Şeyh Salih Kurter olduğunu ileri sürünce Ankara artık gerçeği bulmak yerine, olayın Ergenekon’la bağlantısını kurmak için herşeyi ve her yöntemi denemeye başladı. Her şeyi çarpıtarak kullanmak normal kabul edilir hale geldi.

İddialarımın ispatı için istihbari dinleme kayıtlarına bakılması yeterli olacaktır. Muzaffer Tekin başta olmak üzere Alparslan Aslan ile irtibatlı olduğu iddia edileren herkesin Danıştay olayından en az bir yıl önce dinlendiği ortaya çıkacaktır. Bu dinleme kayıtları ortaya konulursa, bu kişilerin olaydaki rolleri net olarak anlaşılır. Benim aldığım bilgiye göre, bu kişilerin konuşmalarında onların garip ilişkiler içerisinde olduğunu gösteren emareler vardı ama Danıştay olayı ile ilgili hiçbir şey yoktu.

ERGENEKON ... 

Ergenekon davasında ortaya konan iki konu çok kesin ve net olarak yanlış ve mantıksızdır: PKK, Dev-Sol, Hizbullah gibi örgütleri Ergenekon’un yönettiği iddiası yanlıştır. Böyle birşeyin gerçek olamayacağını aklı ve mantığı olan herkese ben iki kere iki dört eder kesinliğinde ispatlayabilirim.

Danıştay saldırısı, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı gibi olayların görünen faillerinden başka Ergenekon veya benzeri gruplar tarafından yapılmış olacağına mevcut deliller ve olayların oluş biçimine bakarak kimse beni ve makul birini ikna edemez. Bu iddialar zorlamadır.

BAYKAL KASETİ

Baykal’ın gizli kamera görüntülerini içeren kaseti kim yaptı, niçin yaptı? İnternetteki görüntülere bakılırsa bu işi yapanlar ellerindeki görüntülerden en az incitici olacak bir klip hazırlamışlar. Sadece Baykal’ın mı böyle görüntüleri var? “Kim yaptı” sorusuna cevap ararsak: Bu olayın ilk benzeri Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e yönelik hazırlanmıştı, bugün bu olayı cemaatin yaptığından en ufak şüphem yok...

Korgeneral Metin Yavuz Yalçın’ın bir kadınla telefon konuşmalarının basına sızdırılması, Tümgeneral Levent Türkmen’in otelde bir kadınla uyuşturucu ihbarı iddiası ile basılması ve istifası, İzmir’de bir Albay’ın, eşinin kendisini aldattığı iddiaları ile fotoğrafların basına sızdırılması, Ergenekon v.b adlarla yapılan tahkikatlarda bulunan özel hayata ait bilgiler, hakim ve savcılar hakkında uygunsuz görüntü iddialarının yayılması ve daha pek çok benzer olay aslında hep aynı adresi göstermektedir. Bu işleri yapabilecek yegane grubun cemaatin Emniyet İstihbarat birimi içerisindeki unsurları olduğu ortaya çıkar. Bu işi profesyonelce yapabilecek tek grup cemaattir.

ERZİNCAN OLAYI... 

(Hanefi Avcı, 13 sayfa Erzincan’daki cemaat soruşturmasını tüm detaylarıyla anlattıktan sonra şu sonuca varıyor:)... Hükümet ve cemaati dehşet senaryoları ile ürkütüp Savcı İlhan Cihaner ve 3.Ordu Komutanı Saldıray Berk’e karşı yöneltilen ve hakka hukuka uymayan tahkikatlar hükümet, cemaat ve polis açısından bakıldığında doğruydu. Maddi deliller gerçek bir irtica eylem planına işaret ediyordu. Varlığına yüzde yüz inanılıyor, gizli tanıklarla ve doğruluğu tartışmalı delillerle iddialar güçlendiriliyordu. İnandırıcı gözüken bu delillerin iyi bakıldığında göründüğü gibi olmadığı anlaşılacaktır. Bu davadaki gariplikler bir kitapa sığmayacak kadar karışık ve kapsamlıdır.

REKTÖR VE BÜYÜKANIT... 

Türkiye’de adli işlemlerdeki ilk anormallik Van Rektörü Yücel Aşkın hakkındaki dava ve Şemdinli İddianamesi ile başladı. Ama o gün farkedilmedi, temiz bir savcının yaptığı aşırılıklar gibi gözüktü. Aldığım bilgiler ve değerlendirmeler ışığında bugün anlıyorum ki olay sıradan bir savcının işi değildi. Cemaatin adli sistemi kullandığı ilk operasyondu.

BALYOZ... 

Şu açık olarak görülmektedir ki ordu başta olmak üzere her kurum bünyesindeki gizli oluşumlar içinde cemaatin casusları var. Bu casuslar buralarda edindikleri her bilgiyi ve dökümanı taşıyorlar.. Bu belgelerin kullanılmasını hukuki hale getirmek için cemaat elemanları tarafından bir yerlere konulup aramalarda bulunduğu süsü verildiğine dair ciddi emareler var. Kimi zaman da amaca yönelik belge üretiliyor. Bazen ele geçen belgeleri yanlış yorumluyorlar, cami bombalama timi gibi saçma konularda uydurma belgeler ortaya çıkıyor...









CEMAAT OPERASYONU: ... 

Hedef seçilen kişilerin önce telefon detayları analiz edilecek, gizli ve özel görüştüğü kişiler belirlenecek, gerekiyorsa eşleri, çocukları veya yakınlarının telefon görüşmeleri aynı şekilde analiz edilecek, özel ilişkileri belirlenecek. Daha sonra başka isimlerle veya IMEI numarası üzerinden dinleme yapılacak, buluşmaları v.s varsa fotoğraflanıp videoya alınacak, ardından elde edilen bu sesler veya fotoğraflar internet sitelerinde profesyonelce yayınlatılacak. Maalesef bütün internet sitelerinde yayınlanan sesler ve fotoğraflar, aynı grup tarafından yöntemler kullanılarak hazırlanmıştır.. Eğer hedef seçilen kişiler çok özel üst düzeyde yetkili kişiler ise o zaman çok daha özel devletin istihbarat amacıyla aldığı alet ve sistemler kullanılacaktır. Bu yapılanların sınırının ne olduğunu tahmin bile etmek zordur.

ARAMA YAPILSA ... Cemaatin İstihbarat Dairesi’ndeki teknik personelinin bir süre önce yurtdışına giderek gizli ses ve görüntü kayıt eden çok miktarda saat, kalem görünümündeki teknik cihazlar aldığı, küçük dinleme sistemleri alıp askeri ve belli kurumlardaki adamlarına verdiği, bu yöntemle her yerde ortam dinlemesi, gizli kayıtlar yaparak bilgi toplandığını duymuştum. Bugün sık sık kaynağı belirsiz şekilde internete düşen bu ses ve görüntülerin kaynağı çoğunlukla bu tür bilgilerdir. İstihbarat Daire Başkanlığı’nda arama yapılsa, cemaatin kendine ait özel dinleme ve izleme aletleri bulunacağından hiç tereddütüm yoktur.

Cemaat haricindeki herkes bu görüntüleri internete yayarken iz bırakır ve yakalanır, bir tek onlar bu sistemin başında olduklarından iz bırakmadan bilgileri yayabilirler.

İTTİHAT TERAKKİ... 
Osmanlı’nın yıkılışı İttihat ve Terakki ile Jön Türk hareketinin, devlet kurumları ve ordu içerisinde örgüt kurması, ordunun ve devletin sistemini bozmasına bağlanır. Bugün cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur. Polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütlenme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engelliyorlar. Üstüne üstük bu teşkilatların personeli arasında ayrım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaralıyorlar.

İşler nasıl yürüyor? Genelde her kurumun imamı işleri yürütüyor. Emniyet, ordu, MİT, basın, yargı, maliye gibi tüm buyuk kurumlardan sorumlu olan bir imam var. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevcut. Tüm illerde örgütlüler.

‘Hayatım zehir zindan olacak’

Öğrenciliği sırasında beş vakit namaz kıldığını, başka öğrencilerle kaldığı bir evde Fethullah Gülen’le de karşılaştığını anlatan Hanefi Avcı, bu kitabı neden yazdığını şöyle anlatıyor: Genel kanaat bürokratların emekli olunca yazmaları gerektiği yönündedir. Herşeyin bayatı tatsız olduğu gibi bilginin bayatı bir işe yaramayacağı, zamanında yapılmayan uyarıların anlamını yitireceği için kitabı bir an önce yazmaya karar verdim...

Bunun bedelinin ne demek olduğunu biliyorum. Kimsenin anlamayacağı kadar ağır olacağının, hayatımın zorlaşacağının, cehennemin bu dünyada tattırılmaya kalkılacağının farkındayım. Bu daha önce bilinenlere benzemeyecek, onu da biliyorum. Fakat bedeli ne olursa olsun buna karşı çıkacağım, iki yüzlü olmayacağım, yanlışı kim yapıyorsa yapsın yanlıştır anlayışıyla bu yapılanların karşısında duracağım...

Son söz olarak şunu ifade etmek istiyorum: Herhangi bir tahkikat yapılabileceğine inanmıyorum ama cemaatin yönetici imamları hakkındaki gizli bilgileri Ankara ve İstanbul Başsavcılıkları ve bazı başka makamlara yazılı şikayet/ihbar dilekçesi olarak vereceğim... Tıpkı bu kitabı yazmaktaki amacımda olduğu gibi, dilekçe vermekte ısrar etmemin nedeni, ülkeme karşı sorumluluğumu yerine getirmiş olma duygusundan başka bir şey değildir...”

NELER YAPILMALI

MAALESEF bu gruba karşı çıkmak çok kolay değil. Öncelikle istihbari dinlemeler ciddi olarak araştırılmalı, kişileri tehdit ve şantaj amaçlı kanunsuz olarak dinleyenler tespit edilmeli. Bugün tahminlerin üzerinde pervasızca insanlar dinleniyor ve bu dinlemeler tamaman cemaatin kontrolünde kullanılıyor.

DENETİM: Polis, Jandarma ve MİT’in vatandaşlara yönelik dinleme işlemleri mutlaka denetlenmelidir. Bir defaya mahsus denetim değil, sürekli denetim mekanizması kurulmalıdır.

HAKİM VE SAVCILAR: Özel yetkili mahkemelerin son 6-7 yılda atanan tüm hakim ve savcıları emsali hakim ve savcılarla değiştirilmelidir. Bu sağlanmadan cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatı güvencede olamaz. Mevcut kadro ile adalet mümkün değil.

MÜFETTİŞLER: Adalet Bakanlığı’nda başta il savcılarını ve diğer savcı ve hakimleri hiçbir hukuki şüpheye dayanmadan dinlettiren cemaat yanlısı müfettişler bu görevlerden uzaklaştırılmalıdır.

HESAP SORULMALI: Cemaat adına yapılan, Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Celal Uzunkaya ve Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal’ın haklarındaki davaların, Savcı Cihaner ve arkadaşları hakkındaki tahkikatların yapılış biçimleri tarafsız savcılar tarafından tahkik edilmeli, bu olayda iftira eden polis, savcı ve hakimler yargılanmalı, kurdukları tuzakların, uydurulan delillerin hesabını vermeleri sağlanmalıdır.

BAĞLANTIYA DİKKAT: İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkca gözükmektedir.

DEVLET SAHİP ÇIKSIN: Cemaatin dört koldan başlattığı propaganda karşısında hedef olan hakim, savcı, polis müdürü, muvazzaf veya emekli askerlerin tek tek
 kendilerini koruma ve savunma imkanları yoktur. Devlet bu kişileri korumalı, kendilerini savunmaları için imkan vermelidir.











HANEFİ AVCI: HALİÇ'TE YAŞAYAN SİMONLAR: DÜN DEVLET, BUGÜN CEMAAT
Kitabın adı nerden geliyor?

Hanefi Avcı, kitabına koyduğu “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adının anlamını kitabında şöyle açıklıyor:

Simonlar... Onlara empoze edilmiş, beyinlerine işlenmiş örgüt gerçekleri uğruna savaşıyorlar, bu gerçekler uğruna ölümü göze alıyorlar, bunun dışındaki haksızlıklara ses çıkarmıyorlar... İtaat kültürünün hakim olduğu, grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.
Haliç... Haliç bir zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu. Midem bulanıyordu, Haliç’ten geçmek benim için ölümdü... Fakat Haliç’in etrafında yaşayanlara bakıyordum, onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta piknik yapıyordu. Bu durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki insanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı şey sözkonusu...












‘POLİSTE OLMAZ SANDIM, YANILMIŞIM’

Bir örgüte ideolojik bir gruba ya da bir cemaate bağlandın mı, kişisel iradeni ve özgürlüğünü kaybedip, o grubun liderliğinin iradesine kendini teslim ediyorsun. Yanlış ya da doğru diye birşey kalmıyor, grubun amaçları her şeyi belirliyor, hak da adalet de izafi hale geliyor. Tıpkı Simon’daki gibi... Şunu artık bilmeliyiz ki, karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tabi olmuş örgüt
 mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz...
20.08.2010 09:43:00-
intern
etajans-






























Beyoglu, Misir apt. Mossad'in kuruldugu yerdir.
Amcasi 1900 Galatasaray mezunu SARKOZY ve THY Fransa Gen. Müdiresi

Fransa eski Basbakani BALLADUR ve simdiki Cumhurbaskani SARKOZY : 2 SABETAYCI.


26 Temmuz 2016 Salı

15 Temmuz 2016 “ Ters Darbe ”si: AKP-Cemaat Kavgası, “ Parti Devleti ” ve Demokrasi




15 Temmuz 2016 “ Ters Darbe ”si: AKP-Cemaat Kavgası, “ Parti Devleti ” ve Demokrasi


Yazar: Bülent Şener

15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun gecesi oldu belki de. Atatürk devrimlerini ve bu devrimlerin üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere 1950’lerde harekete geçen siyasal İslamcı karşı devrimin 1970’lerden itibaren devletin tüm kademelerine (özellikle yargı, emniyet, istihbarat ve ordu) sızma ve etkinlik kazanma girişiminin 2016 yılı Temmuz’unda ulaştığı radde bir “ters darbe” olarak ortaya çıktı ve çok şükür ki başarısızlığa uğradı.

Aynı anda hem TSK yönetimini ve merkezlerini (Genelkurmay Başkanlığı, 1. Ordu Komutanlığı, Özel Kuvvetler Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Akıncılar Üssü) hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin başını ele geçirmek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içindeki siyasal İslamcıların Fethullahçı Terör Örgütü kanadının emir-komuta zincirinin dışında gerçekleştirdiği bu “ters darbe”ye karşı, gerek darbenin erken deşifre edilmesi gerekse Türk milletinin ve devletin ilgili tüm kurumlarının gösterdiği mukavemetle açıkçası Türkiye Cumhuriyeti bir uçurumun eşiğinden döndü. Bu gözü dönmüş cuntanın giriştiği bu darbenin en trajik yönü hiç kuşkusuz verilen şehit ve yaralılarla birlikte Gazi TBMM’nin tarihinde ilk defa bombalanması oldu. Bu, liyakatle ve vatan sevgisiyle bulunduğu göreve gelmiş hiçbir TSK mensubu ve unsurunun bir an bile aklından geçiremeyeceği bir şeydi.

Şimdi soru şu: Türkiye Cumhuriyeti devleti bu durumlara nasıl düştü? Bir devlet kendi içerisinde bu derece ağır bir güvenlik zafiyeti içerisine bir anda düşebilir mi? Bu sorunun cevabı aklını, vicdanını ve iradesini köreltenler için basittir: Evet… “Evet” cevabı verenlerin büyük bir kısmı şüphesiz 2010 anayasa değişikliği referandumunda da “evetçi”ydiler, Çözü(l)m(e) Süreci’nde de “evet”çiydiler, Ergenekon, Balyoz vs. davalarda da “evet”çiydiler. Bir bilim insanı olarak ben hiçbir zaman bu süreçlerde “evetçi” olmadım, olma kolaycılığına düşmedim. “ Evetçi ” tavra salt AKP iktidarının politikalarını beğenmediğim ve eleştirdiğim için değil, siyasal İslamcıların bu ülkeyle ilgili emellerini az ya da çok kestirebildiğim için onay vermedim. Askeri darbelere ve vesayetçi kurumlara karşı olmak ayrı bir şeydi, bunları bahane ederek devlet içinde yeni vesayetçi klikler ve yapılar oluşturmak ayrı bir şeydi.

Zamanın hükmünü icra etmesi sonucu, AKP-Cemaat ittifakının şaşaalı günlerinde hakikati savunduğunu sananlar nasıl bir yanılgı içinde olduklarını bir kez daha gördüler. 2011’lere kadar devam eden AKP-Cemaat ortaklığının devletin başına açtığı işlerin en kötüsü belki de bu darbe girişimi ve bu süreçlerde TSK’nın yıpranan imajı ve bozulan motivasyonu oldu. Daha önceki yazılarımda da defaatle söylediğim gibi, AKP iktidarının devletin temel kurumlarında, işleyişinde ve teamüllerinde yarattığı deformasyonlar, kırılmalar özellikle “17-25 Aralık Süreci”, Arap Baharı ve Çözü(l)m(e) Süreci’nde tam anlamıyla bir güvenlik zafiyetine dönüştü ve ne yazık ki bunun ağır bedelleri ödenmeye devam ediliyor. AKP-Cemaat ortaklığı sırasında kimse Cemaatin yargıda, emniyette, istihbaratta ve orduda palazlanmadığını söyleyebilir mi? Şu an 6 bine yakın askeri ve sivil (özellikle hakim ve savcı) personel gözaltına alınmış durumda ve belki bunun iki üç katı kadar daha gözaltı ve tutuklamalar olacak, futbol stadyumları bile belki gözaltılar için kullanılacak. Peki bu insanlar bu noktalara liyakatle mi geldiler? “Ne istediler de vermedik”diyen kimdi? Ergenekon Davası için “Ben bu davanın savcısıyım” diyen kimdi? Bu davalarda “bizi ne için feda ettiğinizin farkında mısınız? Bizim yerlerimize kimler yerleştiriliyor farkında mısınız?” diyenlere kulak vermeyenler kimlerdi? TSK’nın elindeki bütün istihbarat yeteneğini alıp TSK’yı elektronik harp ve istihbarat açısından kör bir ordu haline getiren kimdi? TSK’nın YAŞ’taki kararlarına muhalefet şerhi koyanlar kimlerdi? Bu sorulara makul ve “ama”sız bir cevabınız olmalı.

Gülen cemaatinin son kırk yılda, siyasal iktidarlarla kurduğu ortaklıklardan istifade ederek hem sivil toplumda örgütlenmesi hem de devlet bürokrasisinin çok önemli kademelerine nitelik ve nicelik olarak yerleşmesi, AKP iktidarıyla birlikte artık olağan kabul edilen bir durum oluşturdu Şubat 2012’deki MİT krizine kadar. Çevreden gelen AKP Türkiye’de tek başına iktidar olsa da bürokraside zayıftı ve üstelik taşıdığı siyasal kodlar ve geldiği gelenek şu ya da bu ölçüde Cumhuriyet’in değerleri ve kurumlarıyla problemliydi. İşte böylesi bir ortamda, Gülen cemaatinin iyi eğitim görmüş, modern hayat tarzını benimsemiş gözüken ve daha da önemlisi (darbecilerin kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak adlandırmasında ve darbe bildirisinde de görüldüğü gibi) adeta bir bukalemun gibi her türlü siyasal/ideolojik ortama uyum sağlama yeteneğine sahip beşeri sermayesi, Cumhuriyet’i yeni bir siyasi ve ideolojik temelde dönüştürmek noktasında AKP’ye aradığı fırsatı verdi. Hiç şüphesiz bu fırsatın oluşmasına ordunun ve laik kesimlerin AKP’ye karşı aldığı tutumlar da bir katalizör olarak işlev gördü. İşte bütün bu gelişmeler Gülen cemaatinin devleti tamamen ele geçirmek noktasında uzun zamandır beklediği fırsat kapısını aralamış oluyordu. AKP’nin ordunun siyasal hayattaki etkisini kırabilmek ve bürokratik yapıyı dönüştürebilmek için Gülen cemaatiyle yaptığı tarihsel ittifakla birlikte Cemaat on yıl içerisinde önceki dönemlerle kıyaslanamayacak bir ivmeyle devletin her kademesinde palazlandı. Bu palazlanmanın yapısal anlamda Gülen cemaatine sağladığı en büyük kazanımlardan biri, 2010 Eylül’ündeki anayasa değişikliği referandumuyla yargıyı büyük ölçüde eline geçirmesi, diğeri ise Ergenekon, Balyoz vs. kumpas dava süreçleriyle TSK’nın yapısının, geleneklerinin, motivasyonunun ve toplum nazarındaki itibarının deformasyona uğratılması oldu. İşte bu noktadan itibaren takvimler Haziran 2011 genel seçimlerini gösterdiğinde, Gülen cemaati iktidarda gerçek anlamıyla görünür ve tek yöneten olmak için AKP’yle seçim öncesinde ve sonrasında önce pazarlığa, sonra mücadeleye ve nihayet savaşa girişti. Böylece, 7 Şubat 2012’deki MİT kriziyle birlikte AKP-Cemaat tarihsel ortaklığı son buldu. Bu kriz aslında Türk devlet hayatındaki yaşanacak büyük depremin öncü sarsıntısıydı. Bunun ardından yaşanan “17-25 Aralık Süreci” AKP açısından çok daha uyarıcı oldu ve nihayet 15 Temmuz 2016 gecesinde Gülen cemaatinin TSK içindeki terör kanadı AKP’ye ve daha da önemlisi Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı açık bir savaşa girişti ve bu savaşta Erdoğan ya da AKP karşıtlığının/otoriterliğinin ordudaki diğer kesimler açısından kendine avantaj sağlayacağı şeklinde büyük bir yanılgı içerisine düştüler.

Şimdi karşımızda devlet ve toplum güvenliği açısından gerçekten korkutucu bir manzara var. Bu başarısız darbe girişimin siyasal, sosyal, ekonomik açıdan hasar raporu ilerleyen zaman dilimlerinde çok daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. Fakat görünen o ki, “Çözü(l)m(e) Süreci” ve “Arap Baharı” sırasında izlenen hatalı politikaların yaratmış olduğu güvenlik zafiyetleri, bu darbe girişimiyle birlikte çok daha büyük bir risk düzeyine taşınmış durumda. Robert Fisk’in de dikkat çektiği gibi, 15 Temmuz gecesi yaşananlar istisnai bir Türkiye gerçeği değil, tam aksine Ortadoğu’daki sınırların ve devletlerin çökmesi ile yakından bağlantılı bir duruma işaret ediyor.[1] Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşananlardan kendisini soyutlayamayacağı gerçeği bir yana, gerçekten de son 6 yıl içinde AKP iktidarının da katkısıyla (ki bu katkı hala devam ediyor, örneğin, Suriyelilere vatandaşlık verilmesine yönelik adımlar) Türkiye gerçek anlamıyla bir Ortadoğu ülkesi haline döndü. Bunun Türkiye için en net ifadesi “istikrarsızlık”, “iç çatışma”, “ulus-devletinde zayıflama” ve “çözülme”dir. Bu yalın gerçeklik karşısında meydanlarda bu darbenin atlatılmış olmasından dolayı sürdürülen kutlamalar duygusallıktan öte hiçbir anlam taşımıyor aslında. Çünkü Türkiye’de darbe tehlikesi ortadan kalkmadı. Robert Fisk’e göre darbe bir sonraki darbeye kadar engellendi ve önümüzdeki birkaç yıl içinde yeni bir darbeye hazır olunması gerekiyor. Dolayısıyla, salt “paralel devlet yapılanması” noktasından meseleye bakılıp, devletin ve kurumlarının temel ilke ve esaslarının, işleyiş mekanizmasının, yerleşik değerlerinin, teamüllerinin “parti devleti” anlayışıyla deformasyona uğratılmasının yarattığı zafiyetler AKP iktidarı tarafından bir kapsamlı özeleştiriye tabi tutulmadığı sürece, “istikrarsızlık”[ğ]ın, “iç çatışma”nın, “ulus-devletin zayıflama”sının, “çözülme”sinin ve en nihayetinde “darbe”nin bütün sosyolojik ve siyasal nedenleri var olmaya devam edecektir Türkiye’de.


Sonuç: Türkiye Kırılgan Bir Devlet Olma Yolunda (mı?)

Belli bir toprak parçası üzerinde bağımsızlığa ve münhasır bir egemenliğe sahip olmak, devlet olmanın temel koşullarından biridir. Diğer taraftan, devlet olmak, sınırları içerisinde yaşayan bireylerin temel ihtiyaçlarını (eğitim, sağlık, barınma, adalet vb.) karşılayabilmeyi, huzur ve asayişi sağlayabilmeyi ve gerek sınırlar içinden gerekse sınırlar dışından yönelebilecek her türlü tehdit ve saldırıyı ve muhtemel zararlarını minimum düzeye çekebilmeyi gerektirmektedir. Bunları tam olarak sağlayamayan devletler genellikle “kırılgan devlet” (fragile state) olarak adlandırılmaktadır. OECD’nin genel kabul gören tanımına göre “kırılganlık” devletin güvenlik, eğitim, sağlık, adalet gibi temel kamu hizmetleri sunmakta acziyet içinde olması durumudur.[2] Bunun bir adım ötesi ise “başarısız devlet”tir ki (failed state), bu noktada kontrol, idare ve eylem yeteneklerini çekirdek alanlarda kaybetmiş ve toplumsal sözleşmesi bozulmuş çökmekte olan bir devlet vardır artık (Bkz. Tablo 1).




1990’lı yıllarla birlikte birçok akademik kuruluşun ve uluslararası örgütün, devletlerin kırılganlığına ilişkin endeksler oluşturmaya başladığı görülmektedir. Bunlardan biri de ABD merkezli “Fund For Peace” (FFP) adlı düşünce kuruluşu ile “Foreign Policy Dergisi”nin işbirliğiyle 2005 yılından bu yana yayınlanan “Başarısız Devletler Endeksi”dir ki (Failed States Index), Haziran 2014’te onuncusu yayınlanan ve adı “Kırılgan Devletler Endeksi” (Fragile States Index)[3] olarak güncellenen bugün için son endeks Türkiye’nin kırılganlığı açısından oldukça olumsuz bir veri setini ortaya koymaktadır. Türkiye, söz konusu endekste 178 ülke arasında 74,1 puanla (puan ne kadar yüksekse kırılganlık o kadar fazladır)[4] 94. sırada yer alarak yüksek riskli (high warning) ülkeler arasında yer almaktadır ki (bkz. Tablo 2), bu durum tüm AB ve OECD üyesi ülkeler içinde Türkiye’yi kırılganlık açısından 1. sıraya taşımaktadır.





Endekste, Türkiye’nin en yüksek puan aldığı, yani en büyük kırılganlık sergilediği alanlar “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi ve “güvenlik aygıtı” göstergesidir. Söz konusu göstergelerin birincisinde Türkiye’nin 2014 puanı 9,0 iken, ikincisinde ise 7,4’tür (Bu iki göstergenin 2007-2014 arasında izlemiş olduğu trendlerin ortalaması ise sırasıyla 8,2 puan ve 7,3 puandır). Gerek “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi gerekse “güvenlik aygıtı” göstergesi her iki alanda da Türkiye’nin taşımakta olduğu aşırı risk potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu riskler dışında “mülteciler” göstergesindeki yükseliş de (Suriyeli sığınmacıların ‘vatandaşlığa’ geçirilmesi başta olmak üzere) Türkiye için daha olumsuz bir tablo yaratmaktadır (Bkz. Tablo 3).






Bütün bu gerçeklikler karşısında, darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmış olması Türkiye’de demokrasinin daha iyi işleyeceği anlamına gelen doğrudan bir siyasal sonuca işaret etmiyor maalesef ortada böylesine çok ciddi bir güvenlik ve beka sorunu varken. Bu güvenlik ve beka sorunu, Türkiye’nin otoriter ve son kertede totaliter bir “parti devleti” modeline sürüklenme riskiyle birlikte ele alındığında, bu başarısız darbe girişiminin yarattığı/yaratacağı etkiler, bu modele gidişteki bütün toplumsal ve siyasal itirazların çoğunluk nezdinde “gayri meşru” ilan edilmesi için elverişli bir durum da ortaya çıkarabilir. Diğer bir deyişle, “paralel devlet yapılanması”na karşı sürdürülen mücadelenin zamanı geldiğinde muhalefete kadar uzanması ve bunun da çoğunluk tarafından (gerektiğinde sokaklara çıkarak) desteklenmesi söz konusu olabileceği gibi, devlet güvenliği açısından zorunlu olarak tasfiye edilmesi gereken kadroların yerine partiye yakın isimlerin yerleştirilmesi de söz konusu olabilir. Darbenin olası artçı etkileri de (siyasal suikastler ve iç çatışma) düşünüldüğünde, bu senaryoların başka hangi endişe verici senaryolara yol açabileceğini tahmin etmek zor değildir.
Sonuç olarak, darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin “ulus-devlet”ini muhafaza ederek evrensel standartları yakalamış demokratik bir hukuk devletine ulaşma hedefine yaklaştığını söyleyebilmek düne göre artık daha da zor görünmektedir. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden bu yana defaatle işaret ettiğim gibi, Türkiye içerisine düşürüldüğü güvenlik zafiyetleri ve siyasal/ideolojik bölünmüşlük/kutuplaşma nedeniyle bir “Katastrof Çağı”nın içinden geçiyor ve belki de bunun henüz daha başlangıcındayız. Umarım tarih ve olaylar beni yanıltır…

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü internet sitesinde yer alan yazılar, sadece yazarlarının görüş ve değerlendirmelerini yansıtmakta olup, bunların sitemizde yayınlanması, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından tümüyle veya kısmen benimsendikleri veya ‘Enstitünün’ kurumsal görüşünü yansıttıkları şeklinde alınamaz.

KAYNAKÇA;

[1]Bkz. Robert Fisk, “Turkey’s Coup May Have Failed – But History Shows It Won’t Be Long Before Another One Succeeds”, Independent, 16 July, 2016, http://www.independent.co.uk/voices/turkey-coup-erdogan-ankara-istanbul-military-army-turkey-s-coup-may-have-failed-but-history-shows-a7140521.html
[2]Bkz. OECD, “Principles for Good International Engagement in Fragile States & Situations: Principles”, April 2007, http://www.oecd.org/development/incaf/38368714.pdf.
[3]“Kırılgan Devletler Endeksi”nde devletler, 12 ayrı sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri göstergeye dayanılarak, her bir gösterge için (0 ile 10 arasında bir rakamla (toplam 120 puan üzerinden) değerlendirilmekte, en yüksek puanı olan devletin en kırılgan olduğu tespiti yapılmaktadır. 178 ülkenin sıralandığı 2014 endeksinde en kırılgan devletlerin Afrika ve Ortadoğu’da, en az kırılgan devletlerin ise Kuzey Avrupa’da yer aldığı görülmektedir. Bkz. Fund for Peace, Fragile States Index 2014, Washington D. C., 2014,
http://library.fundforpeace.org/library/cfsir1423-fragilestatesindex2014-06d.pdf  
[4]Endeksin kriterleri konusunda daha geniş bilgi için bkz. Konur Alp Koçak, “Türkiye Ne Kadar Kırılgan”, 2023 Dergisi, Sayı: 160 (Ağustos 2014), ss. 58-64, http://tasav.org/usr_img/2023_dergisi_160._sayi_konur_alp_koCak.pdf


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/07/20/8476/15-temmuz-2016-ters-darbesi-akp-cemaat-kavgasi-parti-devleti-ve-demokrasi



..

9 Nisan 2016 Cumartesi

Şimdi Hesaplaşma Zamanı


Şimdi Hesaplaşma Zamanı 



Ali İhsan Gürcihan 
Açık İstihbarat
Tarih:20/06/2014 
Türü:İç Politika 


Kullanılan araç ya da maşalar kim olursa olsun,bu oyun birkaç kişinin ya da paralel diye birilerinin üzerine yıkılacak küçük çapta bir mesele ya da kumpas değildir. Cumhuriyetle hesaplaşmaya yemin edenlerin  güç odağı haline gelmeleri ve kendilerine güven duymaları ile birlikte kurgulanan ve 2007’den itibaren başlatılan, kendilerinin yanı sıra küresel güç odaklarına da hizmet eden geniş çaplı çok ciddi bir tiyatro ve hesaplaşmadır.

Türk Silahlı Kuvvetleri üzerine Ergenekon,Balyoz ve Casusluk gibi davalarla odaklanan bu hesaplaşmanın ya da şimdiki adı ile kumpasın elbette kullanılan polisleri,savcıları,hakimleri vardır. Vardır ama kullanılan bu zavallılardan başka esas olarak ;

 
www.acikistihbarat.com
20.06.2014


Anayasa Mahkemesi kararını verdi. 

Adil yargılama hakkı ihlal edildiği için Balyoz Davası yeniden görülecek.

Bu karar sonucu yıllardır mağdur olan emekli ve muvazzaf 236 Asker kişi de tahliye edildi.

Elbette sevindim ve vicdanen de rahatladım.

Sevindim, Hak ve Adalet kısmen yerine geldiği için. 

Sevindim, Hukuka güven ve adil yargılama umudu yeniden ortaya çıktığı için.

Sevindim,büyük kısmı Komutanımız ve Arkadaşımız olan onurlu insanlar özgürlüklerine kavuştuğu için.

Sevindim,bu kişilerin ailelerinin çektiği ve bizim de bizzat yaşadığımız üzüntü ve sıkıntı kısmen de olsa sona erdiği için.

Peki iş bitti mi ? 

Elbette bitmedi.

Hukuken yargılama yeniden başlayacak ama öte yanda oynanan bu büyük oyunun ve yaratılan mağduriyetlerin hesabını kim verecek ?

Bu yanlışı ve ayıbı ,iki üç polis,savcı ve hakimin yarattığı cemaat işi bir durum diye kabullenecek miyiz ? 

Paralel yapının kumpası diye atlatılmasına göz yumacak mıyız? 

Şu bilinmelidir ki ;

Kullanılan araç ya da maşalar kim olursa olsun,bu oyun birkaç kişinin ya da paralel diye birilerinin üzerine yıkılacak küçük çapta bir mesele ya da kumpas değildir. Cumhuriyetle hesaplaşmaya yemin edenlerin  güç odağı haline gelmeleri ve kendilerine güven duymaları ile birlikte kurgulanan ve 2007’den itibaren başlatılan, kendilerinin yanı sıra küresel güç odaklarına da hizmet eden geniş çaplı çok ciddi bir tiyatro ve hesaplaşmadır.

Türk Silahlı Kuvvetleri üzerine Ergenekon,Balyoz ve Casusluk gibi davalarla odaklanan bu hesaplaşmanın ya da şimdiki adı ile kumpasın elbette kullanılan polisleri,savcıları,hakimleri vardır. Vardır ama kullanılan bu zavallılardan başka esas olarak ;

Bu davaların,Başbakan gibi,Hüseyin Çelik,Bekir Bozdağ ve benzeri gibi birçok siyasi savcıları ve sahipleri de vardır.

Bu davaların, Reşat Petek, Gültekin Avcı ve benzerleri gibi etrafa akıl veren,oyunu genişletmeye çalışan sözde uzman geçinen vicdansız eski savcıları da vardır.

Bu davalarla ilgili kamuoyu oluşturmak üzere görevlendirilen, görsel ve yazılı basındaki iftira ve yalanları karşılığı bir kısmı Milletvekilliği ile ödüllendirilen Mehmet Metiner ve Şamil Tayyar,Nagehan Alçı,Mehmet Ocaktan ve benzeri  gibi birçok tetikçi sözde gazetecileri de vardır. 

Ne yazık ki,sivil ve asker duruşunu kaybeden suskunları ve daha da ötesi destekçileri de vardır.

Kısacası ve açıkçası ;

Kendi pislikleri ortaya çıkınca ve mızrak çuvala sığmayınca kumpas denmeye başlanan  ve suçu işbirlikçilerin  üzerine yıkılmaya çalışılan bu davalar ve bu yüz kızartıcı süreç aslında, CUMHURİYETE  KARŞI YÜRÜTÜLEN YEMİNLİ  BİR HESAPLAŞMA’dan başka bir şey değildir.

Tarih,demokrasi açısından bu utanç verici süreci tüm gerçeği ile yüzümüze vuracak ve hesabını da soracaktır.

Anlayabilecekler için,sadece bu davalarda değil, Soma’da şehit olan şşçilerimizle, Güneydoğu Anadolu’da,Suriye’de ve Irak’da başımıza gelen üzücü olaylarla tüm gerçekler  yüzümüze vurmaya başlamıştır bile. 


Açık İstihbarat @ 2014


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10491

..


25 Şubat 2016 Perşembe

BALYOZ!



BALYOZ!


Serdar ANT,

26 01 2010


Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ Soruyor:

« Darbe iddialarının gündemde kalmasından kim menfaat sağlıyor? »
İlginç değil mi, Koskoca Türk Ordusunun komutanı yanıtı belli olan bir soruyu neden sorar ki?

Son 7 yıldır iktidarda olan kim?
«AKP…»
Son 7 yıldır ülkenin geldiği durumun sorumlusu kim?
«AKP…»
Ülkenin içine saplandığı batağı gözlerden saklamak zorunda olan kim?
«AKP…»

O zaman gündemi meşgul eden, Türkiye’nin gerçek sorunlarının tartışılmasını engelleyen, kısacası AKP’nin günahlarını gözlerden saklayan darbe tartışmalarından yarar sağlayan da belli değil mi? Sormaya gerek var mı?
Peki, neden AKP?

Nedeni açık…

2009'a 10,4 milyar lira açık verme hedefiyle başlayan AKP hükümeti, yılı 52,2 milyar liralık bütçe açığı ile kapattı. Açık, hedefi beşe katladı.
Bugün Türkiye’nin 3,3 milyon işsizi var. İşsizlik, resmi açıklamalarda bile % 13'ün altına düşmüyor. 2009'da 569 bin kişi işsizler ordusuna eklendi. Genç nüfusta işsizlik oranı 2009'da % 2,2 artarak % 24 oldu. Her dört gençten biri işsiz…

Hazine, önümüzdeki yıl 200,3 milyar TL borç ödeyecek. Bunun 56,7 milyar TL’lik kısmı faiz… Bu çerçevede Türkiye, önümüzdeki yıl dakikada yaklaşık 107 971 TL, saniyede ise yaklaşık 1799 TL faiz ödemesinde bulunacak. Daha somut konuşmak gerekirse, fert başına yaklaşık 793 TL borç faizi ödemesi düşerken; bu rakam 4 kişilik bir aile için 3174 TL olacaktır. Bu para, Türk halkının cebinden çıkan net kaynaktır! AKP iktidarı döneminde iç ve dış borçlar, 82 yılda Cumhuriyet hükümetlerinin toplam borçlarının 2 kat üstüne çıkmıştır.
Türk İş’in yaptırdığı bir araştırmaya göre Aralık ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 795 TL, yoksulluk sınırı da 2 588 TL… Ama 2010 yılında asgari ücret sadece 577 TL…

AKP iktidara geldiğinde Türkiye «kalkınma hızı bakımından 149 gelişmekte olan ülke arasında 29'uncu, G-20 ülkeleri arasında 3' üncüyken, 2010'da G-20 ülkeleri arasında 17'inci sıraya, gelişmekte olan ülkeler arasında da 136. sıraya düşmüştür.» AKP iktidarının ortalama kalkınma hızı, Türkiye’nin 80 yıldır, 2002'ye kadar gerçekleştirdiği ortalama kalkınma hızının altındadır.
Türkiye ekonomisi, 2009'da yaklaşık yüzde 6 oranında küçülmüştür.
Sonuçta asıl balyoz Türk ekonomisi üzerine indiriliyor! Millet darbeler altında inliyor.

Genelkurmay Başkanı, ilk olağan görüşmede yukarıdaki tabloyu Başbakan’ın önüne koyabilecek mi? Kim bilir, Org. Başbuğ’un sorusunu belki de Başbakan Erdoğan yanıtlar!

Serdar ANT
denizk...@gmail.com

https://groups.google.com/forum/#!topicsearchin/liberal-izmirliler/SERDAR$20ANT/liberal-izmirliler/4cKunEu_yuE



3 Mart 2015 Salı

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NEDEN HEDEF ALINDI ve NASIL BERTARAF EDİLDİ, 1




TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NEDEN HEDEF ALINDI ve NASIL BERTARAF EDİLDİ, 1


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
26 Mayıs 2014 Pazartesi
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.


AYM Önünde Adalet Nöbetindeyken Balyoz ve Benzeri Kumpas Davalarına Strateji Kavramlarıyla Yeniden Bakış;

Türkiye'nin gündemi ve Türk toplumunun algısı 2007'den bu yana Sauna Çetesi, Atabeyler, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes Eylem Planı, Amirallere Suikast, Arınç'a Suikast (Kozmik Oda), İrticayla Mücadele Eylem Planı, Balyoz, İnternet Andıcı, Askeri Casusluk gibi davalarla şekillendirildi. Ancak ne trajiktir ki, 2013 
yılının son aylarında hükümet yetkililerinin de bizzat açıkladığı şekilde söz konusu davaların düzmece ve kumpas davalar olduğu ortaya çıktı. Bunca kumpas itirafı, yeni deliller, raporlara rağmen sorumlu ve yetkililerden sorunu çözecek tek bir hareket gelmeyince mağdurlar AYM önünde adalet nöbetine başladılar.

Bu davaların ortak özelliği, bir bölümünün sadece askerleri kapsaması, diğerlerinde ise yine çoğunluğunu askerler oluştururken sivillerin de davalara 
dahil edilmesine rağmen, hepsinde asıl hedefin asker olmasıydı. Bugüne kadar söz konusu davaların mağdurları gerek savunmalarında gerekse yazdıkları kitaplarda bu davalarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hedef alındığını, çünkü TSK'nın bölgesinin en güçlü, dünyanın da sayılı askeri güçlerinden biri olduğunu, küresel güçlerin bölgemizdeki emellerine ulaşmada TSK'yı önlerinde engel olarak gördüklerini, onun için de etkisiz hale getirilmesi gerektiğini düşündüklerini ortaya koydular. Bu tespitler doğru ve önemli.

İşte bu makalede bu tespitleri destekleyecek yeni tespitlerle TSK'nın neden hedef alındığı ve nasıl bertaraf edildiği stratejik seviyeden bakılarak 
açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken de askeri stratejide önemli bir kavram olan ve günümüzde siyaset ve iş dünyası stratejilerinin de vazgeçilmez kavramı 
olarak benimsenen "Ağırlık Merkezi" konseptinden faydalanacağım.

Ağırlık Merkezi Konsepti

Ağırlık Merkezi kavramı stratejinin temel kavramlarından biridir. Stratejinin klasikleri ve temel dokümanları olan Çinli stratejist Sun Tzu'nun "Savaş sanatı" 
ve Prusyalı General Clausewitz'in "Savaş Üzerine" isimli eserlerinde ne olduğu ve nasıl uygulanması gerektiği açıklanmaktadır. En sade tanımıyla ağırlık 
merkezi "karşı tarafın yani düşmanın bütün gücünü ve hareketlerini dayandırdığı, ihtiyaç duyduğu gücü ile hareket serbestisini sağlayan ve bizim bütün enerjimizi üzerine yöneltmemiz gereken şey"dir. Diğer bir ifadeyle de "karşı tarafın neyini etkisiz hale getirirsem ben kazanırımın cevabı"dır.

Tanımı kolay gibi gözükse de belirlenmesi çok zordur. Sun Tzu "Kendini tanımak kazanmanın yarısıdır, diğer yarısı ise düşmanı tanımaktır" diyerek bu zorluğa 
işaret etmiştir. Ağırlık merkezini tespit edebilmek için karşı tarafın kritik yeteneklerini, kritik ihtiyaçlarını, kritik eksikliklerini diğer bir ifadeyle 
kuvvetli ve zayıf yönlerini iyi analiz etmek gerekir ki bütün enerjimizi yöneltebileceğimiz noktayı (ağırlık merkezini) tam olarak belirleyebilelim. 
Ağırlık merkezine iki türlü saldırabilirsiniz; (1) doğrudan (2) dolaylı. Doğrudan saldırmak yani fiziki/öldürücü silahlarla saldırmak zor ve masraflıdır, 
bunun için yeterli kaynaklara, ortama sahip olmak gerekir, bu nedenle genellikle dolaylı saldırı (Günümüzde bilgi harbi (etki odaklı operasyon+psikolojik harekat 
+ algı operasyonu+siber saldırı) olarak bilinmektedir) en uygun hal tarzıdır.

Ağırlık merkezi ulusal/stratejik seviyede ve operasyonel seviyede belirlenebilir. Ulusal/stratejik seviyede belirlenecek ağırlık merkezi ya askeri/güvenlik kapasitesi ya da ekonomik/endüstriyel kapasitedir. Operasyonel seviyedeki ağırlık merkezi ise stratejik seviyedeki ağırlık merkezini koruyan şeydir ve bu genellikle askeri yetenekler veya askeri kuvvetlerdir.   

Günümüzde ağırlık merkezi konsepti uygulamasını en iyi şekilde kurumsallaştıran ve hayata geçiren ülke ABD'dir. Pentagon ağırlık merkezi konseptini askeri talimatlarına (Joint Publication, Doctrine for Joint Planning Operations) koymuş, bütün planlama faaliyetlerine yansıtmıştır ve uygulamalar için çok büyük bütçeler ayırmaktadır. Amerikalı askerlerle ikili veya NATO çerçevesinde çalışmalar olanlar bunu çok iyi bilecektir.

Türkiye'nin Stratejik Ağırlık Merkezi ve Operasyonel Ağırlık Merkezleri

Kapsamı, etkileri ve sonuçları itibariyle bakıldığında düzmece kumpas davalar Türkiye'ye yönelik stratejik seviyede bir kampanya yürütmek ve Türkiye'nin 
ağırlık merkezine dolaylı bir saldırı gerçekleştirmek üzere kurgulanmış ve uygulamaya sokulmuş dış destekli bir operasyondur. Ayrıca kesin sonuç almak 
amacıyla hem ulusal/stratejik ağırlık merkezi hem de operasyonel ağırlık merkezleri eş zamanlı hedef alınacak şekilde saldırılar planlanmış ve uygulanmış tır. Bu saldırıların yöneldiği ağırlık merkezi nedir diye incelemek istediğimizde yukarıdaki teorik bilgilere göre iki seçenek vardır. Türk ekonomisi bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmasına rağmen alınan dışyardımlar/krediler, yaşanan ekonomik krizler ve kırılgan yapısıyla Türkiye'nin bütün gücünün ekonomisine dayandığını, Türkiye'ye hareket serbestisi sağladığını söylemek mümkün değildir.  Geriye diğer seçenek yani Türk Ordusu kalmaktadır ki 
gerçekten de Türkiye'nin ağırlık merkezi TSK'dır. Nasıl mı? İşte bunu yabancı aktörlerin de ele alacağı formatta kısaca gözden geçirelim.

 Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kurulmuştur, yani kurucu atalarımız askerdir. Türkiye Cumhuriyeti ona "en büyük eserim" diyen Atatürk ile özdeşleşmiştir. Bu bağlamda devletimizin kurucusunun kuruluş felsefesinde devletin gücünü neye dayandırdığına yani Türkiye'nin en  kuvvetli yeteneğinin ne olduğunu açıklayan değişik zamanlardaki demeçleri "Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi imkânsız teminatıdır." , "Ordumuz yaşam ve onur savaşımında ulusun amaçlarının tek dayanak noktasıdır." ,"Türkiye Cumhuriyeti sadece iki şeye güvenir: Biri ulus kararı, diğeri en elim ve güç koşullar içinde dünyanın övgüsüne hakkıyla yaraşma niteliğini kazanan ordumuzun kahramanlığı." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi olanaksız güvencesidir." ve söylevleri "...Düşmanlar, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler... Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır..." Türkiye'nin ağırlık merkezinin anlaşılmasında önem arz etmektedir.

Bütün bunların yanında Atatürk'ün vefatından hemen önceki son mesajı olan ve "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı" olarak bilinen hitabındaki sözleri de Türkiye'nin bütün gücünün ve hareket serbestisinin TSK'ya dayandığını ve ondan kaynaklandığını göstermektedir. Nitekim ünlü Amerikalı spekülatör Soros'un "Türkiye'nin Tek İhraç Ürünü Ordusudur" sözü bunun teyit eden örneklerden sadece bir tanesidir. Ayrıca Kore Savaşından, 1974 Kıbrıs Barış Harekatına, terörle mücadeleden uluslararası barışı koruma harekatlarına, bölgesinin en güçlü ordusu olmasının yanısıra NATO'nun en büyük ikinci ordusu olmasına kadar uluslararası arenada ortaya çıkan görüntü "TSK Demek Türkiye Demektir" gerçeğini vurgulamaktadır.

Diğer taraftan özellikle Türkiye'nin özellikle NATO üyesi olmasıyla birlikte TSK'nın yabancı ülkelerle olan ilişkileri Türkiye'nin herhangi bir devlet 
kurumununkinden çok daha fazladır ve içiçedir. TSK bu dış temaslardan edindiği devlet yönetiminin her alanıyla ilgili bilgi birikimini ve tecrübesini (strateji 
oluşturma, risk yönetimi, güvenlik yönetimi, kriz yönetimi vs) ülke içine aktarırken devleti eğiten ve yetiştiren bir rolü üstlenmiş, Soğuk Savaş 
döneminin de etkisiyle savunma/güvenlik konularının ön planda tutulması devletin yönetiminde TSK'nın ön almasını ve diğer kurumları yönlendirme işlevini artırmış, bu durum TSK'yı sözü mutlaka dinlenmesi gereken bir konuma oturtmuş, hem içeride hem dışarıda "TSK eşittir devlet" algısını yerleştirmiştir.

TSK Neden Hedef?

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan 2000'li yılların hemen başlarına kadar geçen süre içinde Türkiye'yi inceleyen, analiz edenler TSK'nın Türkiye'nin bel kemiği 
olduğunu, ağırlık merkezi olduğunu görecektir, anlayacaktır. Bu aşamada hemen akla gelebilecek bir soru var;  Türkiye üzerinde emelleri olanlar neden o zamanlar değil de 2000'li yıllarla birlikte TSK'yı bu şekilde hedef aldı? Bunu anlamak için de 2000'li yılların başında Türkiye'nin durumuna bakmak gerekir.

2000'li yıllara girildiğinde Türkiye en büyük ekonomiler arasında ilk yirmidedir (daha önceleri bir dönem 14.sıraya kadar yükselmiştir), genç ve dinamik bir 
nüfusu vardır, yer üstü ve yer altı kaynakları uygun işlendiğinde yeterlidir, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir aynı zamanda hızla sanayileşmektedir, 
Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan bölge Türkiye'nin ilgi alanından etki alanına (öncelikle askeri eğitim, yardım, işbirliği mekanizmalarıyla) girmeye başlamıştır, özellikle bölgemizdeki krizlerde Türkiye aranan bir arabulucu ve denge unsuru olarak sözü dinlenen bir ülke olmuştur, savunma sanayi büyük bir gelişme gösterirken TSK'nın ihtiyaçlarını milli olarak karşılamak üzere projeler başlatılmış tır (bugün hükümetin övünerek halka anlattığı savunma ürünleri nin-miili gemi, Anka insansız uçak, milli uydu, uzun menzilli füze vs, hemen hemen hepsi 20003'ten önce projelendirilmiştir), TSK bölgesel bir güç olurken Karadeniz ve Doğu Akdeniz'e bölge dışı aktörlerin müdahil olmasına engel olmuştur, bütün dünya denizlerinde varlık gösteren ABD Türkiye'nin öncülüğünde ki girişimler (Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu Kuvveti (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyum Harekatı vs) nedeniyle Karadeniz' e girememiştir, Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının haksız hukuksuz şekilde tek taraflı olarak Güney Kıbrıs tarafından el konulmasına engel olunmuştur, KKTC'nin haklarının korunması maksadıyla Güney Kıbrıs'ın NATO üyeliği ve işbirliği engellenmiştir, yaptırımlara ve AB üyeliğinin engellenmesine rağmen Türkiye Kıbrıs'taki garantör haklarından vazgeçirilememiş ve adadaki Türk askeri çekilmemiştir, 1984'ten itibaren Türkiye'nin kaynaklarını tüketen terörle mücadelede 1999 yılında askeri anlamda zafer kazanılmıştır (ancak sonraki gelişmeler bunun tek küresel güç ABD ve diğer Batılı güçlerce arzu edilen bir sonuç olmadığı için terörün aslında sona erdirilemediği ve Türkiye'nin uyguladığı yöntemle terörle mücadele edilemeyeceği soruna siyasi çözüm bulunması gerektiğini benimsetecek ortamın oluşturulmasının desteklendiği görülmüştür), 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyada oluşan yeni konjonktürde tek küresel süper güç olan ABD Irak'ı işgal planlarını değiştirmek zorunda bırakılmıştır, Irak'ı işgal eden ABD'ye kendisine rağmen Türkiye'nin tek taraflı olarak Irak'ın kuzeyine müdahale edebileceği kaygısı yaşatılmıştır... Evet o dönemde Türkiye daha buraya yazılmayan bir çok şeyi yapan ve başarabilen bölgesel bir güç konumundadır, küresel rol üstlenebileceğinin emarelerini göstermektedir.

İşte işin püf noktası da buradadır. Makalenin ilk bölümünde de anlattığımız şekilde bütün bunların arkasındaki güç, Türkiye'nin bu kararları alıp uygularken 
dayandığı güç, Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan güç TSK'dır. Daha önceki yıllarda terör, ekonomik krizler, 1980 öncesi yaşanan anarşi ortamı, 1960 ve 
sonrasında yaşanan askeri darbe dönemleriyle Türkiye'nin dolayısıyla TSK'nın etkisizleştirilmesi hedef alınmışsa da pasif dolaylı yöntemlerle uygulamaya 
sokulan senaryolarla bunun başarılamadığı görüldüğünden bu kez 2003'ten itibaren yine dolaylı ancak aktif yöntemleri içeren yeni bir senaryo (düzmece delillere dayalı siber saldırılarla oluşturulan kumpas davaları) uygulamaya sokulmuştur.

Bu kumpas davalarla stratejik seviyede Türkiye'nin ağırlık merkezi olarak Türkiye'nin askeri/güvenlik kapasitesi yani  TSK asıl hedef alınarak saldırılar 
gerçekleştirilirken operasyonel seviyede de askeri kuvvetler (Özel Kuvvetler, Dz.K.K.lığı, SAT/SAS) ve TSK'nın mevcut ve gelecekteki komuta kademesi hedef alınmıştır. Ortada fiili bir savaş durumunun olmaması nedeniyle bu saldırılar doğrudan değil dolaylı yollardan (bilgi harbi) yapılmıştır ki bu da kumpas davalar olarak ortaya çıkmıştır.

Neler oldu?

Şöyle geriye doğru baktığımızda bu kumpas davalarının 2006'dan itibaren başlatıldığını görürüz. Ancak TSK'ya karşı uygulamaya sokulan bilgi harbinin 
başlangıcı bu değildir.

İlk hedef Özel Kuvvetler Komutanlığı

TSK'ya karşı ilk hareket 04 Temmuz 2003'te Irak'ta Türk Özel Kuvvetler timinin başına çuval geçirilmesi olayıdır. Bu olayın Amerikan askerlerinin Türkiye'ye de 
konuşlanmasını ve Türkiye üzerinden Irak'a girmesini öngören Amerikan planının 01 Mart 2003'te TBMM'de kabul edilmemesinden sonra gerçekleştiği hiç 
unutulmamalıdır. Fiili bir saldırı olmasına rağmen etkisi ve sonuçları itibariyle bilgi harbi kapsamında (Türkiye'nin en prestijli askeri birliği olan Özel Kuvvetlerin dolayısıyla TSK'nın imajının yerle bir edilmesi, görev etkinliğinin yok edilmesi) değerlendirilmelidir. Çünkü silahlı çatışmaya dönüşmemesi ve olayın içindeki personel sayısı açısından küçükmüş gibi gözükse de o olay TSK'nın en prestijli birliğinin personelinin esir alınması ve başına çuval geçirilmesi TSK'nın hem imajının hem de gerçek gücünün çöküşünün başlangıcı olması ve o tarihten sonraki TSK yapılanmalarını olumsuz etkilemesi açısından çok kritik sonuçları vardır.

2014 yılı itibariyle TSK'nın imajının ve etkinliğinin ne durumda olduğu bir şeyler söylemeye ihtiyaç duyulmayacak kadar aşikardır. TSK'nın yapılanması 
konusunu da şöyle açıklayabilirim. Çuval olayı zamanında Genelkurmay Özel Kuvvetler K.lığı tümen seviyesindedir. O zamanlar yapılan değerlendirmeler 
geleceğin savaşlarında özel kuvvet birliklerinin rolünün artacağı yönündedir ve TSK bu nedenle Özel Kuvvetler Komutanlığını büyütmeyi öngörür, nitekim 
Korgeneral seviyesinde atamayla birliğin seviyesini kolorduya yükseltir. Hedef muhtemelen ordu seviyesine çıkarmaktır ancak (2006 sonrası ilk davaların (Sauna çetesi ve Atabeyler) özel kuvvetlerle ilgili olduğunu hatırlanırsa) sonraki gelişmelerde özel kuvvetlerin kritikler görevlerinin gizliliği ihlal edilmiş ve 
askeri merkeze alan diğer davalar nedeniyle Özel Kuvvetler Komutanlığını ordu seviyesine yükseltmek yerine tekrar tümen seviyesine indirilmek zorunda kalınmış hatta bazı önemli birimleri lağvedilmiştir.

Peki bu yapılanmayı gerçekleştirememek neden önemlidir diye soranlara şunu söyleyebilirim. Savunma ve güvenlik stratejilerinin öngörülerine göre önümüzdeki dönemdeki geleceğin savaşlarında özel kuvvet unsurlarının harekatları esas belirleyici unsur olacaktır. Dünyanın gelişmiş ülkeleri bu yönde planlama yapmış ve uygulamaya geçmiştir. Örneğin ABD'nin 2010 ve 2014 savunma stratejilerinde özel kuvvetlerin geliştirilmesi, büyütülmesi ve kuvvetlendirilmesi ana hedeflerden biri olarak belirlenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir. TSK bunu yıllar öncesinden görmüş olmasına rağmen yukarıda özet olarak açıklanan nedenlerle bunu başaramamış ya da engellenmiş ve TSK önemli bir kuvvet çarpanını etkin hale getirememiştir.

Özel Kuvvetler terörle mücadelede de en etkin olan birliktir. PKK TSK'nın Özel Kuvvetleriyle karşılaşmak istememektedir. Bu nedenledir ki sözde çözüm sürecinde PKK ve yandaşlarının talepleri arasında TSK özel kuvvet birliklerinin doğu ve güneydoğudan çekilmesi hatta özel kuvvetlerin tamamen lağvedilmesi vardır. TSK'nın Özel Kuvvetleri büyütememesinin ve güçlendirememesinin arkasındaki faktörler arasında bunun da olabileceği unutulmamalıdır.

Özel Kuvvetlerin hedef alınmasında yol açan diğer bir husus da Irak'ın kuzeyinde Özel Kuvvetler personelinin Türkiye'nin menfaatleri doğrultusunda kendilerine 
verilen emirler doğrultusundaki tavizsiz dik duruşlarıdır. Bu durum hem PKK hem Barzani yönetimi hem de ABD'yi rahatsız etmiştir. Yukarıda belirtilen 
gelişmelere paralel olarak Irak'ın kuzeyindeki Özel Kuvvetler personelinin "müzakereci subaylarla" değiştirilmesi taleplerinin gelmesi ancak bunun karşılık 
bulmaması da davalarda Özel Kuvvetlerin hedef alınmasına yol açan etkenlerden olmuştur.

Sıradaki hedef SAT ve SAS Timleri

Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı bu saldırı ve davalarla imajını, kendine güvenini kaybederken aynı süreçte ortaya atılan Poyrazköy kazıları, Kafes Eylem Planı davaları bu işin planlayıcılarının Türkiye ve TSK'yı çok iyi çalıştıklarını gösteriyordu. Bu davalar ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerinin en 
güzide birimleri olan ve Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı en önemli askeri krizden (Kardak krizi) zaferle çıkmasını sağlayan Dz.K.K.lığı bünyesindeki 
Sualtı Taarruz Timleri (SAT) ile Sualtı Savunma Timlerini (SAS) hedef alması da günümüzün moda terimiyle oldukça manidardır.

Özel Kuvvetler Komutanlığı TSK için ne kadar kritik ve önemliyse SAT ve SAS timleri de hem TSK hem de Deniz Kuvvetleri için o kadar kritik ve önemlidir. 
Düşman kıyılarında, adalarında gizli örtülü operasyonlarda, klasik deniz harekatların da düşman bölgelerinde yapılacak ön hazırlıklarda ne kadar 
vazgeçilmezler ve hayati rolleri varsa barış döneminde de deniz harekat alanlarındaki operasyonlarda (terörle mücadele, kaçakçılık, deniz haydutluğuyla 
mücadele, kriz bölgelerinden sivillerin tahliyesi, arama-kurtarma vb) SAT ve SAS timlerinin kritik rolleri vardır.

Gerek Özel Kuvvetler gerekse SAT/SAS Timlerine yönelik nokta operasyona dönüşen davalar özelde bu birlikleri genelde TSK'nın imajını, güvenilirliğini, 
etkinliğini aşağıları çektiği gibi bu birliklerin çalışma ve operasyon özelliklerinden kaynaklanan personelin birbirine güvenme, destekleme, ekip olma ve aidiyet ruhuna da zarar vermiş, davalarla tecrübeli personelin aniden tasfiye edilmesiyle tecrübe aktarımı sekteye uğramış geride kalan personelin bizim başımıza da böyle şeyler korkusuna kapılarak bu birliklerin görevinin gerektirdiği "inisiyatif kullanma" yetenekleri körlenmiştir.

DEVAM EDECEK

..