TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NEDEN HEDEF ALINDI ve NASIL BERTARAF EDİLDİ, 2
Komuta kademesi yok ediliyor
Davalar bu şekilde sağlı sollu saldırılar şeklinde gelirken ve özel yetiştirilmiş genç ve dinamik birlikler (Özel Kuvvetler, SAT/SAS) ve onun personeli hukuk dışı yapılanmalar ve faaliyetler içinde ama "onların komutanları ve ileride komutan olacaklar da aynı yapı içinde aynı düşüncede" savını vurgulamaya yönelik olarak bu sefer irticayla mücadele eylem planı, internet andıcı ve TSK'ya en büyük darbeyi vuracak olan dijital Balyoz saldırıları gerçekleştirildi.
Bu davaların önemi TSK'nin komuta kademesinde yer almış, o sırada yer alan ve gelecekte yer alması beklenen personelin hedef alınmış olmasıdır. Balyoz
davasına kullanılacak sözde delillerin parça parça sızdırılması, davaya sokulacak personeli değişik dalgalar halinde tutuklanması bunun kontrollü ve konjontüre uygun olarak dijital verilerin hazırlanıp piyasa sürüldüğünü ve tutuklanacak subayların isimlerinin anlık olarak güncellendiğini göstermektedir.
Bu güncellemede de komuta kademesinin ve subayların terfi zamanı ve sırasının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin Balyoz davasının ilk dalgasında davanın
içine sokulanların önemli bir bölümünün 2010 Ağustos askeri şurasında terfisi beklenen subaylar olması, daha sonraki davalarda tutuklananların ise 2011, 2012 ve hatta 2013, 2014'de terfi etmesi beklenen o an itibariyle gemi ve kritik birlik komutanı olan subaylar olduğu görülmektedir.
Balyoz davasının belki de en dikkat çekici özelliği sözde bir darbe girişimi yani hükümeti devirip Ankara'da yönetimi üstlenileceğinin iddia edilmesine rağmen yargılananların ve tutuklananların yarısından fazlasının Deniz Kuvvetleri personeli olmasıdır. Hal böyle olunca Deniz Kuvvetlerinin komuta kademesinde
amirallerin yarısından fazlası tutuklanmış, geride kalanların bir kısmı tutuksuz olmak üzere davalara dahil edilmiş, Deniz Kuvvetlerinin teamülleri ile sicil ve
görevdeki başarı durumuna göre amiral olması beklenen subayların tutuklanma sı Deniz Kuvvetlerinde komuta zafiyeti yaşamasına yol açmıştır.
Peki Balyoz davasıyla neden Deniz Kuvvetleri ve personeli ağırlıklı olarak hedef alınmıştır? Şöyle açıklayabiliriz. Calusewitz'in "Savaş politikanın başka araçlarla (yani orduyla) devamıdır" tanımı vardır ancak yüzyıllardır bilinen başka bir uygulama daha vardır ki o da Deniz Kuvvetlerinin barış zamanında da
bir dış politika aracı olarak kullanılmasıdır. Deniz Kuvvetleriyle sizin münhasır ekonomik bölgenizde arama yapılmasını engelleyebilirsiniz ya da arama
araştırma yapan kendi gemilerinizi personelinizi desteklersiniz, korursunuz, yabancı ülkelere liman ziyaretleri yaparak bayrak gösterirsiniz, ülkenizi
tanıtırsınız ve bir nevi propaganda yaparsınız, kriz durumunda o ülkenin açıklarına gemi gönderirsiniz kararlılık mesajı verirsiniz, topraklarınızı yani
anavatanınıza ileriden koruma sağlarsınız, denizde yani karasuları ve münhasır ekonomik bölgelerinizde ülkenin hak ve menfaatlerini korursunuz, dünyanın bütün denizlerinde ve limanlarında varlık ve bayrak gösterebilirsiniz, denizdeki varlığınızla devletinizin egemenliğini ve bağımsızlığı teyit edersiniz.
İnsanlığın gelecekte ihtiyaç duyacağı kaynaklar denizlerdedir ayrıca denizler karadaki kaynakların ticaret ve ulaştırma yollarıdır. Bu nedenle çevre
denizlerinizde kontrolü elde bulundurmak ve bölge dışı güçlerin müdahalesine izin vermemek, Dz.K.K.lığının internet sayfasında da vurgulandığı gibi
"anavatanınızda güvende olmak için denizde güçlü olmak, dünyada söz sahibi olmak için tüm denizlerde var olmak" gerekmektedir. Aslında bu durum sadece Türkiye için değil denize kıyısı olan bütün ülkeler için geçerlidir. Kaynaklara sahip olma ve denizde hakimiyet yarışı dünya genelinde devam etmektedir. Örneğin Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizinde bölge ülkeleri kaynak mücadelesi nedeniyle her an çatışma riski içindedir.
Bütün bu söylediklerimizi Atatürk'ün 1924 yılında Hamidiye kruvazörüyle çıktığı Karadeniz seyahatinde söylediği şu sözler özetlemektedir: “
...Donanmasız Anadolu olmaz.
Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da kuvvetli desteği olacaktır..........
Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, sefain-i harbiye tedarikinden evvel onları muvaffakıyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir......”. Bu sözler Türk Deniz Kuvvetlerinin ve onun komuta kademesinin neden hedef alındığını çok net olarak göstermektedir.
TSK Nasıl Bertaraf Edildi?
TSK'nın hedef alındığını, TSK kolayca bertaraf edilebilmek için neler yapıldığını ve TSK'nın hangi noktalarına saldırıldığını ortaya koyduk. Peki bu nasıl oldu?
Etkisi, sonuçları, kapsamı, seviyesi dikkate alındığında TSK'nın maruz kaldığı bu saldırı stratejik bir saldırıdır nihai hedefi Türkiye'dir ama ağırlık merkezi
Türkiye'nin bel kemiği olan TSK'dır. Uygulanan yöntem (bilgi harbi), saldırının seviyesi ile seçilen hedef nedeniyle bunun arakasındaki esas gücün bir yabancı
aktör olduğunu ancak yurt içinde ve TSK içinde taşeronlar ve işbirlikçiler kullanmadan gerçekleştirilemeyeceğini göstermektedir.
Bu davaların yukarıda özet olarak anlatıldığı gibi bir matriks formatında hazırlanmış düzmece bilgi ve belgelerin zamanı ve sırası geldiğinde kamuoyundaki tepkiler ve algılara paralel olarak piyasa sürülmesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Böyle kapsamlı bir operasyonun dış desteği veren aktörün ve taşeronların temsilcilerinden oluşan bir karargahtan yönetildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu karargahtaki dış aktörün rolü muhtemelen bilgi harbinin uygulanmasını bu kapsamda ihtiyaç duyulacak bilgilerin neler olabileceğini koordine etmek, eğitmek, ses/dinleme kayıtlarını sağlamak şeklinde gerçekleşmiştir. Taşeronlar ise kurum olarak TSK ve kişiler hakkındaki bilgileri sağlamak, düzmece delilleri hazırlayıp yerleştirerek kumpası hazırlamak işlerini yapmışlardır.
Yabancı bir gücün, küresel ve bölgesel hedefleri olan bir gücün Türkiye'ye yönelik böyle bir operasyonu olabilir, peki yerli taşeronlar ve işbirlikçiler bu
işe nasıl dahil oldu? Taşeron ve işbirlikçilerin yanında bu operasyon için uygun ortam nasıl hazırlandı? Burada ilk akla gelen doğal olarak hükümet oluyor.
Hükümetin bu işin içinde olduğunu söylemek için somut belge ve bilgi zaten yok ama bilgi harbinin özelliği gereği bu operasyonu planlayan dış aktörler kendi
çıkarlarını muhtemelen Türkiye'deki iç politik ortamla örtüştürerek hükümet açısından masum gözüken düzenlemelerin yapılmasını gizli ve açık yollardan
telkin etmiştir. TSK'yı bertaraf etmek isteyen dış aktörler için Türkiye'de "askeri vesayetin ortadan kaldırılması, darbelerle hesaplaşılması, askerin yarattığı mağduriyetlerin giderilmesi" söylemi kolayca örtüştürülebilecektir.
Bu söylem hükümet açısından kullanılabilecek bir argümandır ancak önünü sonu düşünmeden alınan hesapsız kararlar ve uygulanan politikaların Türkiye'nin
bekasını tehdit eden konuma geldiğini görmekteyiz. Nitekim de öyle olmuştur ve MGK'nın yapısı değiştirilmiş, askerlerin özel mahkemelerde kolayca yargılanması nı sağlayacak düzenlemeler yapılmıştır. Hatta "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı'nda" da açık ve net bir şekilde yazmasına rağmen
TSK'nın iç tehdit ve Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi yasadan çıkarılarak sadece dış tehditle sınırlandırıldı. Atatürk'ün bizzat verdiği bu görev yani
"Türk vatanını ve Türk camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumak" vazifesiyle TSK dünyada kendine has bir özelliğe
sahip oluyor, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne işaret ediyordu. İşte yapılan değişiklikle bu birlik ve bütünlük anlayışının ortadan kaldırılması, TSK
ile milletin ayrılması hedefleniyordu. İşte operasyonu planlayan dış aktörlerin hangi taşeron ve işbirlikçilerle çalışacakları ile hükümetin ve TSK'nın yapısını
iyi çalıştıkları gözükmektedir. Buradaki taşeron hükümet yetkililerinin de itiraf ettikleri gibi cemaattir. ABD'nin kendi topraklarında yaşayan bir kişinin
kontrolündeki cemaatin faaliyetlerini, ilişkilerini, insan gücünün, üyelerinin Türkiye'deki kurumlardaki durumunu bilmemesi ve izlemiyor olması mümkün
değildir. Türk kamuoyuna 2013'ün sonlarında açıklanmış olmasına rağmen cemaatin hükümet içindeki durumunu/etkisini ABD muhtemelen en başından buyana biliyordu.
Ve yine muhtemelen cemaat liderinin mensuplarına verdiği direktifleri (2000 yılında açılan davanın iddianamesinde bunların hepsi zaten açıkça yazmaktadır)
yani mensuplarının devletin bütün kurumlarına sızıp, sorumlu ve etkili pozisyonlara yükselip zamanı geldiğinde verilecek işaretle ortaya çıkacaklarını
izliyordu. Türkiye'ye yönelik stratejik saldırıların planlayıcıları Türk hükümetinin politikalarıyla kendi çıkarlarını örtüştürdükleri gibi muhtemelen cemaatin Türkiye'nin yönetiminde söz sahibi olmalarına destek olunacağına ilişkin vaatlerde bulunarak onların arkasında olduğu izlenimi vermişler ve operasyona dahil etmişlerdir. Cemaat için bu hiç de yabana atılır bir vaat değildir. Zaten TSK dahil önemli kurumlara sızmış adamları bu davalarla tasfiye edileceklerin yerlerine kolayca yükselebilecektir. Bu durum TSK içindeki işbirlikçilerini de motive edecek bir unsurdur.
Her şey zamanlama meselesiydi. 2003'teki çuval olayı bu operasyonun işaret fişeğiydi 2007'lere gelindiğinde cemaatin kurumlara ve tabii ki TSK'ya sızması
tamamlanmıştı. Hükümet yasal düzenlemeler ve özellikle yargı ile emniyetteki atamalarla cemaat üyelerinin TSK'ya karşı yürütülecek operasyonu yapacak
kişilerin önünü açıyor, cemaat mensubu olan TSK'dan atılmış ve halen görevde olan askerlerin sağladığı bilgi ve belgelerden istifadeyle düzmece dijital
deliller hazırlanıyordu. Psikolojik harekatın ana kuralı (halk televizyonlarda verilen ilk bilgileri haberleri doğru/gerçek olarak kabul eder) uygulamaya
geçirilmiş, aramalar, gözaltılar, kazılar, subayları suçlayan haberler, TSK'nın suç ve terör örgütü olduğunu vurgulayan görüntüler teyitsiz ve sınırsız bir
şekilde televizyonlardan anında kamuoyuna pompalanıyor, subaylar kafileler halinde tutuklanıyor, davalar açılıyordu. Bu haliyle etki odaklı bir harekatın
da yürütüldüğünü görüyoruz. Bu davalarda dikkat çekici diğer bir konuda bazı kişilerin bir kaç davada yer almasıyla genelde bakıldığında bu davalar arasında
organik bağların da kurulmaya çalışıldığıdır. Böylece bütün bunların başında TSK var ve bu girişimler örgütlü ve tek bir merkezden idare ediliyor algısı
yaratılıyordu.
Bu davalarda tutuklanan tek Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ aslında bunu görmüş ve TSK'ya asimetrik psikolojik savaş açıldığını söylemişti ama görünen o ki hükümeti ikna edememişti. Başbuğ bir şey daha yapmıştı o da "Güçlü Ordu Güçlü Türkiye" sloganını belirlemişti. TSK'nın Türkiye'nin ağırlık merkezi olduğunu vurgulayan, Türkiye'nin ordusu güçlü olmazsa Türkiye'nin bir güç olamayacağını ifşa eden bu slogan o zamanlar bazı hükümet üyelerini bile rahatsız etmiş hatta kaldırılması istenmişti. İlker Başbuğ'un tutuklanmasında belki de bu uyarıcı tespitleri ve sloganları da etkili olmuştur diye düşünmeden edemiyor insan.
2012 yılı ortalarına gelindiğinde planlayıcılar maksadına ulaşmıştı. TSK tatbikat, seminer yapamaz, savaş gemilerine ve filolarına komuta edecek subay
bulamaz, terörle mücadele ettirilmez konuma gelmişti. Diğer davalar devam ederken TSK'ya en büyük darbeyi vuran ve en çok sayıda askeri içeren Balyoz
davasına bakan mahkeme kararını vermişti. 2013 yılı sonlarına doğru ise başka gelişmeler oldu. Yargıtay'ın kararı onaylamasına rağmen mağdurların en başından bu yana söyledikleri delillerin düzmece olduğu, bu olayların yalan, iftira ve kumpas olduğu devletin kurumlarının raporları ve hükümet üyelerinin
açıklamalarıyla ortaya çıktı. Çıktı ancak bütün gerçeklere rağmen Balyoz mağduru Türk subayları beton duvarlar arasından çıkamadı. Şimdi aradıkları adalet için AYM önünde adalet nöbetindeler.
Belki de bu vesileyle Balyoz'un ne olduğunu anlatan herkesin Balyoz'un nasıl bir kumpas olduğunu hemen anlayabileceği kısa bir analojiyi hemen burada anlatmakta fayda var. Bu analoji halen Mamak'ta tutsak olan arkadaşımız Dz.Kur.Alb. Bayram Ali Tavlayan'a aittir. İşte bir başka deyişle BALYOZ:
- Bir akşam eve geldim ve posta kutumda trafik cezası ihbarnamesini buldum.
- Ankara’da şu gün şu tarihte şu caddede kırmızı ışık ihlali yaptığım yazıyordu.
- Kısa bir incelemeden sonra, ihlal tarihinde resmi görevli olarak İstanbul’da olduğumu anladım ve bunu bir otel faturası ve otopark fişiyle kanıtladım.
- Hemen Emniyete gittim ve durumu açıkladım. İhbarnamede cezayı yazan polisin kimlik bilgilerin ve imzasının olmadığını, bu belgenin gerçek olup olmadığını sordum. Cevaben "vatansever gönüllü bir trafik müfettişinin" olayı ihbar ettiğini ancak kimliğini açıklayamayacaklarını, benim cezayı ödemem gerektiğini, sonra mahkemeye başvurabileceğimi ve yargıya güvenmemi söylediler.
- Bunun üzerine ben de şöyle dedim; “Cezayı öderim, yargıya da güveniyorum. Ancak ortada küçük ama kritik bir detay var: İhlal ettiğimi iddia ettiğiniz cadde üzerinde hiç trafik ışığı yani ihlal edilecek KIRMIZI ışık yok!!!”
İşte Balyoz da böyle. Davadaki tek gerçek "her yönüyle mağdur edilen ve beton duvarlar arasına atılan masum TSK personeli", bunun dışında davada öne sürülen olaylar, belgeler, bilgiler hepsi düzmece ve yalan.
Sonuç
Türkiye 2007'den itibaren stratejik bir saldırıya maruz kalmaktadır. Bu saldırının hedefinde Türkiye'nin ağırlık merkezi olan, Türkiye deyince devlet deyince ona eşit olarak algılanan Türk Silahlı Kuvvetleri var. Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan ana güç olan TSK belki de en zayıf noktasından vuruldu. Evet Türkiye TSK ile güçlüydü ancak klasik ve düzenli savaşlar için hazır olan TSK en zayıf olduğu siber alanda düzmece dijital belge saldırılarından kurtulamadı ve ağır hasar gördü. TSK'nın düzmece kumpas davalarıyla saldırıya uğramasıyla Türkiye de canevinden vurulmuş oldu. Zayıflamış bir TSK'nın sonucu zayıflamış bir Türkiye olacaktır.
Bu davalarla yapılacak nokta atışlarla TSK'nın bertaraf edilmesi içinGenelkurmay Özel Kuvvetleri, SAT/SAS Timleri, mevcut ve gelecekti komuta kademesi, özellikle Balyoz davasıyla barış dönemlerinde de politik bir araç olarak kullanılabilen Deniz Kuvvetleri operasyonel ağırlık merkezleri olarak seçilmiştir. TSK'ya karşı bu bilgi harbini planlayanların Türkiye'yi, hükümeti ve TSK'yı çok iyi tanıdıkları, takip ettikleri ve analiz ettikleri ve sonuçta amaçlarına ulaştıkları aşikardır. Çünkü TSK terörle savaşı kazan bir orduyken terörist olmakla suçlandı ve mahkum edildi, Türkiye'nin en disiplinli, en çalışkan, canını vatanına emanet etmiş personelden oluştuğu kabul edilen TSK casusluk, fuhuş, organize faili meçhul cinayetlerle suçlandı, mahkum edildi ve halk bunlara sessiz kalabildi. Hayatın olağan akışına ters bu durumların gerçekleşmiş olması TSK'ya yönelik operasyonun maalesef başarılı olduğunu göstermektedir.
TSK'nın bertaraf edilmesiyle Türkiye içindeki, çevresindeki, etki ve ilgi alanındaki askeri-politik olaylara, güvenlik sorunlarında zor durumlar yaşamaktadır. TSK artık terörle mücadele ettirilmemektedir, PKK karşı kazanılmış zaferler ve psikolojik üstünlük terk edilmiş, güneydoğuda PKK hareket serbestisi
kazanmış devlet uygulamaları yaparken askerler birliklerin içine hapsedilmiş, PKK Suriye'nin kuzeyinde devletçikler kurmuştur, Suriye sorununda TSK'nın
izleyeceği strateji belli değildir, Karadeniz hiç olmadığı kadar ABD'nin kontrolündedir, Ege'de Yunanlıların işgal ettiği adacıklara karşı hiçbir uygulama mevcut değildir, Doğu Akdeniz'de münhasır ekonomik bölge ve denizaltından gaz/petrol çıkarılması faaliyetlerinde inisiyatif Güney Kıbrıs ve İsrail'e geçmiştir. En trajik olanı da Türkiye'nin güvenliği ve geleceğiyle ilgili bu konularda bile TSK'nın komuta kademesi konuşamamakta, görüşlerini değerlendirmelerini kamuoyuyla paylaşamamaktadır.
Evet, TSK bilgi harbi ile vurulmuştur, algı yönetimiyle suç ve terör örgütü kötülüklerin odak noktası haline getirilmiştir, asimetrik psikolojik bir harekata maruz kalmıştır, etki odaklı harekatla sarsılmıştır, siber saldırıyla bertaraf edilmiştir. TSK büyük hasar görmüştür, TSK'nın hasar görmesi
Türkiye'nin geleceğinin tehdit altında olduğunu göstermektedir. Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Hükümet ve devlet bir an önce bu gerçekleri
görmeli, çöküşü durdurup tersine çevirecek adımları mutlaka atmalıdır. Bu bağlamda AYM'nın Balyoz mağdurlarının bireysel başvurularına yönelik vereceği
karar artık hayati önem kazanmıştır. Balyoz davası mağdurlarının yakınlarının başlattığı Vardiya Bizde, Sessiz Çığlık ve son olarak Adalet Nöbeti adındaki hak
ve adalet arayışları artık sınırlarını aşmış (söz konusu etkinliklere katılan, destek veren ya da kendi sorunlarını o ortamlarda anlatmak isteyenlere bakıldığında) sadece Balyoz değil diğer alanlarda ve konulardaki mağdurlar için de bir umut ışığına dönüşmüştür. Bu durum Türkiye'nin bekasına yöneltilen dış destekli bilgi harbiyle her türlü kötülüğün kaynağı gösterilen TSK'nın Türkiye'deki bütün mağdurların hatta kendisine karşı saldırılara/operasyonlara katılanların da sığınacağı güvenli bir liman olacağını göstermektedir.
Bunun ilk adımı Balyoz davasının mağduru subayların derhal özgürlüğüne kavuşturulması, davanın adil ve evrensel hukuk kuralları içinde görülmesidir,
böyle olduğunda Balyoz'un kumpas olduğunu mahkemeler de teyit edecektir. Bununla birlikte mağdur olan insanların (kaybedilen hayatların ve hapishanede geçen yılların geri verilmesi mümkün olmamakla birlikte) yaralarının sarılması belki mümkün olabilecek, devlet yönetiminde / karar mekanizmalarında / yasalarda / kurumlardaki erozyonların ve bozulmaların düzeltilmesi uzun dönemde gerçekleşebilecektir. Bu nedenle bu konuda atılacak adımdaki bir saniyelik bile gecikmeye hem Türkiye'nin hem de davalarla mağdur edilen askerlerin tahammülü yoktur.
..