11 EYLÜL ÖRTÜSÜNDE, ABD NİN ZORA DAYALI ORTADOĞU POLİTİKASINDA SÖYLEMSEL BİR DEĞİŞİM., BÖLÜM 1
11 Eylül Örtüsünde, ABD Zora Dayalı Ortadoğu Politikası, Afganistan,Irak,Suriye,Örnek,Enerji,Petrol,Doğalgaz,Şeyda GÜDEK,ABD, 11 Eylül Saldırıları, Terör, Dış Politika,Bush Doktrini,
Şeyda GÜDEK.1
Niğde Ömer Halisdemir Universitesi
Ömer Halisdemir Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi.
11 Eylül Örtüsünde ABD'nin Zora Dayalı Ortadoğu Politikası: Afganistan ve Irak Örnekleri,
https://www.researchgate.net/publication/320256257
http://dergipark.gov.tr/ohuiibf/
ABD’NİN ZORA DAYALI DIŞ POLİTİKASINDA SÖYLEMSELBİR DEĞİŞİM: 11 EYLÜL TERÖRÜ
Şeyda GÜDEK.1
Özet
ABD kuruluşundan sonra ulusal bütünlüğünü ve güvenliğini sağlayarak gücünü arttırmaya odaklanmış ve bu nedenle izolasyonist bir dış politika benimsemiştir.
Fakat izolasyonist politikasını sürdürürken çıkarları için zor kullanmaktan kaçınmamıştır. Süreç içerisinde, önce kıta üzerinde hâkimiyet sağlamaya çalışmış, daha sonra dışarı açılmaya başlamıştır. ABD’nin bir dünya hegemonu olma yönündeki gücü ise, ilk olarak I. Dünya Savaşı’nda kendini belli etmiştir.
Fakat savaş sonrasında ABD izolasyonist çizgisine geri dönmüştür.
II. Dünya Savaşı sonrasında ideolojik kutuplaşmanın bir sonucu olan Soğuk Savaş’ın dayattığı konjonktürel şartlar nedeniyle, bu sefer, ABD’nin gelenekselleşmiş izolasyonist politikasını sürdürmesi mümkün olmamıştır. SSCB’nin dağılmasından sonra ABD, Yeni Dünya Düzeni kuruculuğu ile tüm dünyada etkili olmaya devam edeceğini, dolayısıyla hegemonyasını ilan etmiştir. Bundan sonraki dış politika çıktılarının şekli ve söylemi değişmekle birlikte, temelde bu motivasyonunda bir değişiklik olmamıştır. Bu bağlamda bir kırılmaya neden olduğu şeklinde geniş bir kanı oluşturan 11 Eylül saldırıları, esasında ABD’nin dış politikasında bir değişiklik yaratmamıştır. Aksine Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin ortadan kalkan ideolojik düşmanının yerine, yeni düşmanı, terörü ikame etmiştir. ABD bu muğlak düşman üzerinden geliştirdiği söylem ve sloganlarla, Afganistan ve Irak gibi çıkarlarına ters düşen odaklardaki müdahalelerini meşrulaştırmaya çalışmıştır. Zira ABD 11 Eylül saldırılarının ardından, bu saldırıların asıl nedenini anlamak için bir öz eleştiri yapmaktan ziyade, saldırıları hegemonyasını tahkim etmek için meşruiyet yaratma amacıyla kullanmıştır.
GİRİŞ
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından Soğuk Savaş’ın sona ermesi özellikle ABD ve Batı dünyasında bir öforya ile karşılanmıştır.
Doğu bloğunun çökmesiyle ABD Atlantik’ten Pasifik’e kadar dünya üzerindeki ekonomik, askeri ve siyasi açıdan tek süper güç olarak kalmıştır.
İyimser cenahta yer alan birtakım Batılı gözlemciler, Batının zaferi ile liberal-demokrasilerin gelişeceği, silahlanmanın azalacağı, barış ve refah dönemi yolunun açıldığına dair ütopik beklentiler içine girmişlerdir (Kurt, 2014: 172). Ancak Ruanda’da yaşanan kıyım, Bosna’da meydana gelen çatışmalar, Etiyopya ve Sudan’daki açlık problemleri ve Körfez Savaşı gibi yaşanan bir dizi olumsuz gelişmeler bu beklentilere gölge düşürmüştür.
Uluslararası alanda bu olumsuz hareketlilik sürerken, dünyayı ikiye bölen kutuplaşmanın sona ermesinin ardından gelen döneme dair yeni tezler ve yaklaşımlar da geliştirilmeye başlanmıştır. Bu anlamda Zbigniew Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” adlı eseri, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” ve patenti Bernard Lewis’e ait olmak üzere Samuel P. Hantington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı tezi gibi farklı görüşler gündemde yer etmeye başlamıştır.
Fukuyama eserinde tarihin sonunun geldiğine işaret ederek, liberalizmin zafer kazandığını ve dünyaya egemen olduğunu ifade etmiştir (Fukuyama, 2011).
Huntington’a göre Avrupa’daki ideolojik bölünmenin sona ermesi, İslam ve Hıristiyan dünyası arasındaki kültürel farklılıkların ortaya çıkacağı yeni bir dönemin önünü açmıştır (Huntington, 1993). Bu nedenle 21. yüzyıl bu iki medeniyet arasındaki çatışmadan dolayı, din ağırlıklı uygarlık çatışmalarının yaşanacağı bir yüzyıl olacaktır (Hungtinton, 1993). Bernard Lewis “Müslüman Öfkesinin Kökenleri” isimli çalışmasında, İslam toplumları ile Batı arasındabir çatışma olduğunu ileri sürmüştür ve bu çatışma ona göre “medeniyetler çatışması”dır (Lewis, 1990). Brzezinski ise, Soğuk Savaş’tan sonra dünyanın tek büyük gücü haline gelen ABD’nin 21. yüzyılda üstünlüğünü korumak için nasıl bir küresel strateji izlemesi gerektiği konusuna odaklanmıştır (Brzezinski, 2005).
Bu teorik tartışmalar arasında ABD daha önce işaretlerini vermiş olmakla birlikte, Körfez Savaş’ından sonra açık bir şekilde Wilsoncu terimlerle Yeni Dünya Düzeni’ni ilan etmiştir (Kissinger, 2006: 781). Bu düzen ile ABD, Soğuk Savaş sonrası süreçte dünya politikasının alacağı şekli kendisine göre tanımlamıştır, ki zaten bu dönem ideolojik ve stratejik bir tehdidin yokluğu nedeniyle daha fazla ulusal çıkarlara dayalı dış politika izleme serbestisi sağlamaktadır. Başkan George H. W. Bush’un ifade ettiği şekliyle Yeni Dünya Düzeni:
“Soğuk Savaş’ı aşan bir yeni uluslararası ortaklığı düşünüyoruz: Uluslararası ve bölgesel organizasyonlar aracılığıyla danışma, işbirliği ve ortak harekete dayanan bir ortaklık; ilkelerin ve hukukun üstünlüğünün birleştiği, maliyetlerin ve yükümlülüklerin eşit şekilde paylaşılmasıyla desteklenen bir ortaklık; demokrasiyi, refahı, barışı yaygınlaştırmak ve silahları azaltmak amacında olan bir ortaklık”(US Departman of State, 8 October 1990).
Nihayetinde ABD, Soğuk Savaş sonrasında kendi önderliğinde bir dünya yaratmakta ve bunu yaparken de Batı dünyasının mevcut düzenini, siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını dünyanın geri kalanına dayatmaktadır (Kantarcı, 2012: 61). ABD rejisörlüğünü üstlendiği Yeni Dünya Düzeni’ni inşa etmeye çalışırken, tek yanlılığa ve geçici ittifaklara dayalı politikalar izlemesi ile dünyanın geri kalanını gittikçe daha fazla rahatsız etmeye başlamıştır (Selamoğlu, 2007: 84). Böyle bir ortamda 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik gerçekleştirilen terör saldırıları, hem ABD’nin uluslararası stratejilerinin hem de uluslararası aktörlerin ilişkilerinin yönünü değiştirerek, uluslararası sistemin dönüm noktasını oluşturmuştur. Dolayısıyla ABD 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile 2001’de yaşanan bu saldırılara kadar gördüğü rüyadan uyanmış ve sınırlarının ötesine ciddi şekilde bakmak zorunda kalmıştır (Davutoğlu, 2002: 56). Nitekim ABD bu 12 yıllık süre zarfında teknolojik atılımlarla ekonomiyi canlandırmış, bilimsel ve teknolojik öncüllüğünü sürdürmek için küresel denetim mekanizmaları kurmuş, uluslararası örgütlerdeki kendi kontrol alanını genişletmiş ve kıtası dışındaki bölgelerde etkinlik alanını güçlendirmiştir. Fakat diğer taraftan küresel ve bölgesel sorunlar geçici ateşkes anlaşmalarıyla dondurulup, kalıcı bir çözüm arayışına gidilmemiştir (Davutoğlu, 2002: 67). ABD’nin bu emperyalist, genişlemeci ve özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra benimsediği kurtarıcı rolüne dayanarak kurduğu “Pax Americana” 2 döneminden itibaren geliştirdiği şiddete dayalı hegemonyaya3 ilk olmasa da4, en büyük başkaldırı 11 Eylül terör saldırıları olarak vuku bulmuştur (Parla, 2002: 37).
11 Eylül sabahı yerel saat 09.00’da ilk uçak ABD’nin en yüksek binalarından olan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinden birine çarptığında, New York halkı bu olayın izahı güç bir kaza olduğunu düşünmüştür (Polat, 2006: 43). Ancak on sekiz dakika sonra diğer kuleye de bir uçağın çarpmasından sonra olayın kaza olmadığı anlaşılmıştır (Fisk, 2011: 724). Yanmaya başlayan 410 metre yüksekliğindeki iki kule çok geçmeden, olayı televizyon başında naklen izleyen dünyanın gözleri önünde, içinde bulunan binlerce kişiyle birlikte çökmüştür.
İkiz kulelere düzenlenen saldırıdan yarım saat sonra bu kez ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) bir uçaklı saldırı daha gerçekleşmiş ve aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığı’nın önünde bomba yüklü iki araç patlatılmıştır (Cumhuriyet Gazetesi, 12 Eylül 2001). Washington’a doğru rotası çevrilmiş olan, kaçırılmış uçaklardan dördüncüsü ise Pensilvanya bölgesine saat 10.10’da zorunlu iniş yapmıştır. Uçaktaki yolcular hava korsanlarını etkisiz hale getirmeye çalışmışlar, ancak kendilerini kurtaramasalar da muhtemelen Amerikan Kongre Binası veya Beyaz Sarayı kurtarmışlardır (Hook ve Spanier, 2014: 277).Birbiri ardına gerçekleşen 11 Eylül terör saldırıları, ABD’nin tarihine kendi topraklarında maruz kaldığı en büyük saldırı olarak geçmiştir (Taşkın, 2010: 40). Böyle büyük bir etkiye sahip olması hasebiyle, doğal olarak, bu saldırılar ABD’nin hem iç hem dış politikasında ciddi kırılmalara neden olduğu şeklinde bir algı yerleşmeye başlamıştır.
El-Kaide’nin üyesi olan on dokuz hava korsanının neden olduğu terör olaylarından sonra Washington yönetimi, ABD’nin temsil ettikleri her şeyden nefret eden teröristlerin gerçekleştirdiğini iddia ettiği saldırıların gerisindeki saikin, aslında Amerikan dış politika pratiklerinin olduğu gerçeğini görmezden gelmiştir (Sontag, 2001: 130; Said, 2001: 144; Ahmed, 2001: 166). Bu doğrultuda ABD, “teröre karşı savaş” açarak özellikle de sorunun kaynağı olarak gördüğü Ortadoğu’ya yönelik olarak tek taraflı ve zora dayalı dış politika geliştirme eğilimine gitmiştir. Bu nedenle de saldırıların ardından Arap devletleri de dâhil dünyanın neredeyse tamamından kazandığı sempatik desteğin yerini zamanla uzlaşmaz bir muhalefet almıştır (Owen, 2006:220; Goldschmidt Jr. ve Davidson, 2010:422). ABD’nin yaşadığı değişim sadece dış politika ile sınırlı kalmamış, iç politikada da anayasal hakları ve hukukun üstünlüğü ilkesini ortadan kaldırmayı meşrulaştırma yolunda kullanılmıştır (Chossudovsky, 2005:4).
Bu minvalde 11 Eylül olaylarının hemen sonrasında ABD dış politikasında yaşanan teorik ve pratik gelişmeleri incelemek büyük bir öneme nail olacaktır. Bu sayede 11 Eylül saldırılarının gerçekten bir kırılma teşkil edip etmediği açıklık kazanacaktır. Ancak doğru bir bakış açısı kazandırılması için öncelikli ABD’nin 11 Eylül öncesinde sahip olduğu dış politik tutum ele alınmaya çalışılacaktır. Bu bölümde ABD’nin dış politikası hakkında genel bir çerçeve çizilmesi amaçlanmıştır. Zira 11 Eylül öncesinde, ABD’nin dış politika pratiklerinde şiddetin yerini anlamaksızın 11 Eylül olaylarının bir etki yaratıp yaratmadığı anlaşılmayacaktır. İkinci bölümde ise çalışmanın bizatihi özünü oluşturan, 11 Eylül sonrası ABD’nin zora dayalı dış politika eğilimi incelenmeye çalışılacaktır. Fakat burada değerlendirme genelde Ortadoğu, özelde ise ABD’nin söylemsel düzeyde terörün müsebbibi yaftasıyla işgal ettiği Afganistan ve Irak ile sınırlı tutulmuştur. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından ve bu gerekçe ile gerçekleştirilen müdahaleler oldukları için Afganistan ve Irak müdahalelerine kısaca değinilme ihtiyacı hissedilmiştir. Nihayet sonuç bölümünde, 11 Eylül’ün gerçekten bir kırılmamı olduğu, yoksa sadece söylemsel anlamda bir değişiklik getirmekle sınırlı mı kaldığı konusunda bir değerlendirme yapılmaya çalışılacaktır.
DİPNOTLAR;
1 Arş. Gör., Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, seydagudek@ohu.edu.tr
2 Pax Americana dönemi, George H. W. Bush’un 1991’de BM’de yaptığı konuşmadan sonra başlamıştır. Amerikan Barışı anlamına gelen bu ifade ABD için, Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin liderliğinde küresel bir barışın tesisine takabül etmektedir. PaxAmericana hedefi aynı zamanda ABD’nin küresel genişleme stratejisi izlemesini zorunlu kılmıştır (Toman ve Akman, 2014: 313-314; Kurtbağ, 2007: 54-63).
3 Çalışmada hegemonya kavramı, Antonio Gramsci’nin ifade ettiği şekliyle kullanılmıştır. Ona göre hegemonya yalnızca çıplak güce ya da fiziksel zorlamaya dayanmayan, aynı zamanda egemenliğini sağladığı öğelerin aktif rızasını da alan bir yapıdır. Bu nedenle uluslararası platforma bir devletin hegemon olarak çıkabilmesi için kitleleri kendi siyasi projelerine evrensel kurumlar, değerler ve mekanizmalar yoluyla onların rızalarını alma ve bu projeler doğrultusunda onları hareket ettirme yeteneğine sahip olabilmelidir. ABD’nin 11 Eylül 2001’de yaşadığı saldırılar, hegemonyanın rıza yönünü ihmal etmesinden kaynaklanmaktadır.
4 1983 tarihinden başlayarak 2001 tarihine kadar, Amerikan hedeflerine karşı pek çok ulus ötesi terör saldırısı farklı gruplar ve hükümetler tarafından gerçekleştirilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bakınız; Hook ve Spanier, 2014: 271-274)
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder