18 Aralık 2018 Salı

BAŞÖRTÜSÜ İNKARI VE İSTİSMARI

BAŞÖRTÜSÜ İNKARI VE İSTİSMARI 


Ahmet AKGÜL 
Kitap: Milli Çözüm 
Yıl: 2008 
Sayfalar: 382 
isbn: 9944183819 
Milli Çözüm Dergisi -


Konu Açıklaması 


- Başörtüsünün dini, tabii ve tarihi gerekçelerini ve İslam’ın şekil değil, şuur dini olduğu gerçeğini 
- Başörtüsüyle “tesettür”ün aynı zannedildiğini; ama farklı anlam ve amaçlar içerdiğini 
- Başörtüsü karşıtlarıyla, türban istismarcılarının; aynı karanlık odaklarca ileri sürüldüklerini 
- Dini emir ve görevlerin, önem ve öncelik sırasının niçin ve nasıl değiştirilip dejenere edildiğini 
- Başörtüsünün nasıl bir “tam bağımsızlık” meselesi haline getirildiğini ve bu problemin ancak her yönden milli ve güçlü bir iktidarın çözebileceğini 
- Başörtüsü bahanesiyle başlatılan yapay kavga ve kargaşanın; aslında ülkemize ve devletimize yönelik başka ciddi hıyanet girişimlerini örtbas etmeyi hedeflediğini ve karşıt fanatiklerin bilerek veya bilmeyerek, aynı sinsi ve şeytani amaçlara alet edildiklerini 
- Mustafa Kemal’in Müslüman Türk kadınının kılık kıyafetiyle ilgili tespit ve tavsiyelerinin toplumsal barış ve Milli uzlaşma için büyük bir önem ve gereklilik arz ettiğini, ama sahte  Kemalistlerin bu ilmi ve insani prensipleri niçin gündeme getirmediklerini ve sahiplenmediklerini 
- Cumhuriyet tarihimizde ve özellikle son yirmi yıllık yakın geçmişimizde, başörtüsünü seçim rantına çevirmek isteyen samimiyetsiz siyasilerin ve “ılımlı” yaftalı Siyonist ve emperyalist güçlere bağımlı sözde İslamcı cemaat ve tarikatlerin art niyetlerini bulacak ve bu konuya daha tutarlı ve insaflı bakma fırsatını yakalayacaksınız… 

Milli Çözüm Dergisi - BAŞÖRTÜSÜ İNKARI VE İSTİSMARI 
Ahmet AKGÜL 


ÖNSÖZ 

“İNSAN”LIK SINAVI VE İNANCA SAYGI 

Tehlikeli ve acil sorunlarını ve bunların gerçek sorumlularını unutan veya unutturulan toplumlar, suni sıkıntılar ve sahte düşmanlarla oyalanır hale getirilir. 
Bugün küresel senaryoların yöresel figüranlığını yapan kalabalıklar, medya sihirbazının büyülemesi altında, uzaktan kumandalı robotlara çevrilmiştir. 
Kendi beynini ve bilincini kullanamayan, yani öz benliğinden uzaklaştırılan ve bu yüzden “sağ”da ve “sol”da bulunduğunu sanan insanlar, başkalarının biçtiği rol gereği, kısır kavgalarını sürdürüp birbirlerini bitirirken, toplumların ortak beyni olan, tarih şuuru da giderek çürümekte ve millet bağı çözülmektedir. 

İşte Türkiye’deki türban kavgası ve yani bir suni ileri-gerici kutuplaşması da bu kör dövüşün son örneğidir. 
Bütün bu sıkıntı ve sarsıntıların milli bir felakete dönüşmesini önlemenin en kesin ve en etkin yöntemi ise; farklı seviye ve statülerde lider, başkan ve komutan konumunda olanların, piyonluk prangalarından kurtulup tekrar ve derhal aslına dönmeleridir. 
Yani insanlığımızı yeniden keşfetmektir. 
Çünkü, İnsan, Beytullah’tan kıymetlidir. 
İnsan, Kur’an’dan önemlidir. Kur’an Allah’ın vahyi, insan Allah’ın halifesidir. 
İnsan, İslam’a değil; İslam insana hizmet için gönderilmiştir. 
İnsan haklarına saygı duymayan ve hele inanç ve düşünce özgürlüğünü kısıtlayan ve yok saymaya kalkışanlar, insanlıktan istifa etmiştir. Böyleleri nasipsiz ve nesepsiz kimselerdir. 

Peki, ya insan nedir?!.. 

“İnsan”lık mertebesi nasıl elde edilir?!.. 

Evet; sultanlık, başbakanlık, kaymakamlık kolay, ama insan olmak zor iştir… 
Kahramanlık, kabadayılık, dillere destanlık kolay, ama insanlığa zor erişilir… 
Kaşif olmak, alim olmak, tarih olmak kolay, ama insanlık çok çetindir!.. 
İnsanlık, çok özel yemeklerle, mükemmel becerilerle ve güzel giysilerle alakalı değildir.. 
Çünkü öküz daha çok yer, eşek daha çok çalışır, samur daha güzel giyinir, arı daha beceriklidir, bal üretir. Kelebek böceği ipek örmektedir, inek saf ve şifalı 
süt vermektedir. 

İnsanlık; kendini bilmektir, Rabbini bilmektir, haddini bilmektir… İnsanlık zalime tepki, mazluma sahipliktir. 

İnsanlık, hakkı gözetmek, helali istemektir. İnsanlık sevgidir, şefkat ve adalettir. 
Gördüğü kardeşini sevmeyen ve onun kişisel haklarına saygı göstermeyen bir insan, hiç görmediği Rabbini sevmek iddiasında samimi değildir. 
Bunun gibi Yüce Yaratıcısını hiç merak etmeyen, O’na meyil ve muhabbet göstermeyen, hatta inkâra yeltenen nasipsiz ve edepsiz bir kimsenin, yaratılanları seviyor ve sahipleniyor görünmesi de sahtedir ve sadece yaldızlı kılıflar altına gizlenmiş bir çıkar hesabı ve hevesidir. 
İnkârcıların tamamı, ruhen; akletmeyen hayvanlar gibidir. Ne var ki, bazısı yırtıcı ve tehlikeli, bazısı yararlı ve evcildir. Ama dikkat edin, bazen evcillerin kudurması, canavarlardan daha tehlikeli olabilir. Ancak asla unutmayalım ki, hukuken insan olan herkesin, her türlü hak ve hürriyeti saygıdeğerdir. 
Televizyon yapana hayranlık duyup, kendi gözünü yaratanı hiç hatırlamayanlar. 
Bilgisayarı çıkarana şaşkınlıkla şükranlık duyup, kendi beynini ve zihnini yaratanı hiç tanımayanlar.. 
Telefonu icat edenlere saygınlık duyup, kendi kulağını yaratanı inkâra ve Rabbine isyana kalkışanlar için Kur’an’ın: “Onlar hayvanlardan aşağıdır!” buyurması hakikatin ta kendisidir. 

Ve hele bunlar içinde şeytanlaşmış tipler ve insan suretli iblisler vardır ki; cin şeytanları bir “euzü besmele” ile kaçarken, bunlardan kurtulmak için ancak 
yüzlerine tükürmek gerekir. 

Enaniyet (Benlik, bencillik ve birincilik) şirkinin putu; insanın nefsi, mabedi ve Kâbe’si ise, kendi bedenidir. 
Kendi nefis putuna tapanların en tehlikelisi ise münafıklardır ki, İbni Selül gibi, ölümünden sonra bile tabileri olan gafilleri yönlendirmek ve etkilemek peşindedir.. 
Bu baş münafık’ın, can çekişirken oğluna “Resulüllah seni çok sever. Ne olur, rica et de, mübarek cübbesini, cenazemin üzerine örtsün ki, şefaatine erişeyim” 
sözleri bile samimiyetsiz ve art niyetlidir. 

Münafık kendisinin ilim ve amelinden, kendi şeref ve şöhretinden bahsedilsin ister. Ama mü’min, Rabbinin hikmetli işlerinden ve O’nun izzet ve azametinden 
bahsedilmesini sevmektedir. 

Azazil, Cenabı Hakkın, Hz. Adem’in suretinde tezahür ve tecelli eylemesi ve O’nun diliyle söylemesi yüzünden haset edip, İblisliğe yönelmiştir. 
İslam’ın esası Kur’an’a tam teslimiyet ve Allah’a güvenmektir. Bir gemide veya trende uyuyan insan, nasıl hiç gayret ve zahmet çekmeden bile yol alıyorsa, 
Nuh’un vapuruna binenler, yerinde oturup kurtulduğu halde, diğerleri bin türlü eziyetle dağlara tırmansa ve dalgalara kulaç atsa da boğuluyorsa, bunun gibi; 
Selamet Gemisine ve Hakka teslimiyet güvencesine girenler de, takdiri ilahiye itiraz ve isyandan sakınıp, itaat ve itimat ettikçe, menzili maksuda yetişecektir. 
Allah erlerini ve dava önderlerini, nefsi çıkarları ve makam arzuları için sevenlerin muhabbeti, aslında rezalet ve şehvettir. Ama dinin ve ahiretin hatırına sahiplenenlerin muhabbeti, aşkı şeğefe ve şereftir. 

Edep; devamlı Rabbinin huzurunda bulunduğu bilinci ve dikkatiyle hareket etmek; niyet ve gayretine buna göre yön vermektedir. Senin hüsnüniyetin ve istikametinden Rabbin razı ve vicdanın rahat ise; başkalarının suizannı ve çirkin isnatları seni üzmemelidir. Çünkü haksız itham ve iftiralar, bumerang yayı gibidir; ne denli hızlı ve hırslı atılırsa, işte o denli çabuk sahibinin kafasına dönecektir. 
İsmet Sezgin dostumuza: “Niçin Kur’an mealine bu kadar aşıksın?” diye sorduğumuzda: 
“Ben Kur’an’da kendimi buldum, kendimi okudum” cevabını vermiştir. Evet, Kur’an insan sırrının şifre çözümleridir! 

Evet, evet. 

Kur’anda anlatılan “Tur Dağı” senin nefsi alışkanlık ve yanlışlıklarındır. Kendi Tur’unu aşabilen, Kur’an’ın hikmetine ve vahyin lezzetine erişecektir. 
O kıssada anlatılan “Allah tecelli edince, dağın parçalanması”, kendi nefis putlarının yıkılıp dağılmasına işarettir. 

Hz. Musa’nın bayılması ise; nefsi ve behimi duyguların eriyip senden ayrılması demektir. Ey zavallı, hayvani dürtü ve hareketlerle Sübhani derecelere nasıl gidilir?! Uzun emelli ve dünya hayatına meyilli kimselerin; stresi, üzüntü ve elemleri de o denli derin ve dertlidir. 

Fasık, Araplarda, cılkı çıkmış yumurta demektir. Bizim Elazığ’da da, rutubet veya erken devşirmekle içi ve özü çürüyen, ama dışı hoş ve sağlam görünen ceviz ve badem gibi kuru yemişlere: “Fıs çıktı” denir. Zannederim “Fısk çıktı”nın ağza yatkın şeklidir. 

İşte Kur’an’ın anlattığı “Fasık” ta, günah ve kötülüklerle özü çürümüş kimselerdir. Bu fasıklar, genellik zalim gaddarlara destek vermekte ve tarafgirlik göstermektedir. Oysa zalime hizmet ve muavenet, aynen mazlumlara hakaret ve hıyanettir. Bu alçaklığın sebebi de, zalim güçlerden makam ve menfaat beklentisidir. Oysa kanaatle yaşayan, israf ve gösterişten sakınan ve az 
helale razı olan, zalimlere minnet etmeyecektir. 
Kalpleri Allah için ve tam bir uhuvetle kaynamış on müminden korkan şeytan avanesi, bir milyon kuru kalabalıktan asla çekinmemektedir!.. Düşünün, sebebi nedir? 
Bu sadık ve Hakka aşık on kişinin huzur, şuur ve onurunu; iyiler gıpta, kötüler haset edecektir. 
Hatta bazıları hasedinden hakaret ve hıyanete yönelecektir. Ama korkmayın, hasetler ve fesatlar, kendi kendilerini zehirleyen akrep gibidir!.. Hem görmedin mi, Firavun’un binlerce hançerli askerini, Hz. Musa’nın bir tek değneği yenivermiştir. “Haya imandandır” hadisinin manası: “Hayasızda iman, imansızda haya olmaz” demektir. Ve “Haya etmiyorsan, yani utanmıyorsan; istediğini yap” sözü, bütün Peygamberlerin ortak hikmet vecizesidir. 

İnsanlar ve özellikle kadınlar için örtünmek de; hayânın, yani utanmanın tabii bir gereğidir. Açıklık saçıklık ve baldır bacak pazarlayıcılık ise, hem utanmazlık alametidir, hem de sapkınlık işaretidir. İnsanla hayvanın bir farkı da, haya duygusu ve edeptir. İşte başörtüsü de, Rabbine iman ve itaatin; erdemli ve edepli yaşama bilinci ve iradesinin bir simgesidir. 

Yoksa, sanıldığı gibi, kadının saçı ve başı şehvet bölgesi ve avret mahalli değildir. Kadının bütün güzelliğinin ve cazibesinin toplandığı yüzünün açılmasına izin verilip, saçının ve başının örtünmesinin istenmesi; şehvet ve avretle ilgili olmayıp, inançlı bilinmesi ve şuurlu ve onurlu irade izharına saygı gösterilmesi içindir. 

Elbette sadece başörtüsü; imanın, ahlakın ve İslam’ın tek ve gerçek göstergesi değildir. Şu veya bu sebep ve mazeretle, vücutlarının diğer avret mahallini ve şehveti tahrik eden bölgelerini örtmek şartıyla, başı açık gezen kadınlarımızı ve kızlarımızı kötülemek ve hakarete yeltenmek hakkı kimseye verilmemiştir. Hatta, oldukça medeni ve edepli biçimde giyindiği halde, ya özel tercih ve tensibiyle, veya bazı mazeretleri nedeniyle başını örtmeyen öyle insanlarımız vardır ki; başı örtülü hatta çarşaflı insanların bir çoğundan daha fazla dini haysiyet ve istikamet sahibidir. 
Ancak, sırf İslami hayatı hatırlattığı, Kur’an ahlakını yaygınlaştırdığı ve kokuşmuş batılı yaşam tarzına sessiz bir başkaldırı sayıldığı için başörtüsüne savaş açanlar, bu sinsi ve kirli niyetlerini, bin türlü bahanelerle gizlemeye çalışsalar da, aslında Haçlı emperyalistlerin safında, Müslüman Türk’e diş bileyen ve saldırmak için fırsat gözleyen nasipsiz ve nesepsiz kimselerdir. 
Ve böyleleri din istismarcılığı ve ılımlı İslam safsatasıyla gâvur hizmetkârlığı yapan kesimlerin ekmeğine yağ sürmektedir ve bu talihsiz tavırlarıyla, dindar halkımızı sahtekârların kucağına itmektedir. 
Temel insan haklarına, evrensel hukuk kurallarına, doğal kanunlara ve sosyal olgulara; saygı duymayan ve sahip çıkmayanlar, görünüşte adam sayılsa da gerçekte insan değildir. 
İnsanların en temel ve tabii hakları sayılan: herkesin yaşama şansına, namus ve ırzına, malına ve meşru kazancına, şeref ve onuruna olduğu kadar, onların dini ve manevi inancına ve bu inancın gereği olan hayat ve ahlak tarzına, saygı duymak yerine saldırganlaşanlar ise, hayvanlıktan bile aşağı mertebededir. 
Bu tür saldırı ve sataşmalara uydurulan gerekçeler, ne denli insancıl ve aydınlanmacı(!) 
ambalajlara sarılırsa sarılsın, sonunda yapılan sadece vahşettir, gericiliktir. 
Bugün Siyonist emeller ve emperyalist heveslerle Irak’ı işgal edip “demokrasi ve çağdaş hayat düzeni” getirmek bahanesiyle milyonları katleden ve binlerce yıllık bir medeniyet birikimini mahfeden Amerika’yı haklı gören ve destek veren sağcı liberalleri ve İslamcı hoş görücüleri şiddetle ve nefretle kınayan bazı ulusalcı sosyalistlerimiz; Komünist diktatörlük dönemi Sovyetlerin yine “demokratik talepler”le Afganistan’ı işgal edip yıllarca milyonları katlederken bütün bu dehşet ve vahşetlere nasıl mazeret ve meşruiyet kılıfı geçirip alkışladıklarını unutmuş 
görünmektedir. 

Aynı tiyniyet ve tiplerin ülkemizde, başını örten kızlarımıza ve kadınlarımıza karşı takındıkları hazımsız tavırları da, hala asgari insanlık düzeyinden ne denli uzak bulunduklarının ifadesidir. 
Türban meselesini istismar edenler ne kadar seviyesiz ise, “biz inanmasak bile, başörtüsü halkımızın inancı gereği ve tarihi geleneğidir. Her türlü hakları elbette yerine getirilmelidir. Ancak istismarcılığa ve ayırım kayırımcılığa fırsat verilmemelidir” gibi bir açıklama bile yapamayanlar da, işte o denli samimiyetsizdir. 

Sınıfsız ve sınırsız dünya cenneti vaat etmesine rağmen, milyonlarca mazlum ve mağdurun kanı ve gözyaşı üzerine kurulan vahşi komünizmin, toplumlara cehennemi bir esaret ve sefalet dönemi yaşatmanın ardından 60 yılda iflas edip vadesi dolunca geberdikten sonra; Putin Rusya’sının Dinle barışmasına, Katolik kilisesiyle Papaz okullarında savaş ve savunma dersleri yapmasına, papazların da askeri ve sivil okullarda din eğitimi ve maneviyat terbiyesi okutmasına; ve Siyonist kapitalist dünya düzenine karşı İslam alemiyle işbirliğine başlamasına 
ve bu yüzden gelişme ve millileşme yönünde önemli başarılar kazanmasına rağmen, bizdeki bazı komünist artıkların ve Marxizm rüyasından uyanmayan ların: hala İttihat ve Terakki hainlerinin izinde ve laiklik bahanesiyle Türk milletini ismen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen dinsizleştirme hevesiyle çırpınmaları, gerçekten hayret ve üzüntü vericidir. 
“Sizin kapitalist emperyalistiniz kötü, bizim komünist emperyalistimiz iyidir.” 
“Bizim tabumuz ve firavunumuz, sizin putunuz ve Nemrutunuzdan değerlidir.” 
“Bizimkilerin işgal ve vahşetleri sosyalizm gereği; sizinkilerin yaptığı sömürgeciliktir” demeye getiren densizler, hepsinin yuları Siyonist sermaye baronlarının elindedir. Adam Simith’lerin de, Marx ve Engels’lerin de Mason Locaları birdir. Faşist Musollini’nin de, komünist Lenin’in de, Amerika’nın kapitalist liderlerinin de finansörleri aynı Rotscshcild’ler ve Rockefeller’dir. 
Ha, bir de: “başörtüsü haydi neyse de, şu türban kötü niyetlidir, rahibe kıyafetidir, Sümerler de fahişeler de giyinmiştir” diyenler vardır ki, bunlar bu kesimin en zavallıları yerindedir. Çünkü böyleleri; başörtüsü düşmanlığının ne denli haksız ve dayanaksız olduğunun bilincindedir, ama vicdanlarını bastırmak ve kendilerini temize çıkarmak için, maalesef böylesine gülünç ve iğrenç durumlara düşülmektedir. 

İnsan benliği, sosyal ve ekonomik ilişkiler dengesi: 

İnsan boşuna yaratılmadığı için yaşamanın bir gayesi ve gayreti olmalıdır. Önemli olan hayat boyunca doğru istikamette bulunmaktır. İnsan şerefli bir varlıktır, eşrefi mahlukat olarak yaratılmıştır. İnsan fıtratı yani yaradılışı gereği, özellikle inancının ve vicdanının yönelttiği istikamette doğruyu arar ve kendine göre bulur. Ne var ki, insan bu arayışta bazen bilmeyerek veya isteyerek doğru veya yanlış, iyi veya kötü, güzel veya çirkin, hak veya bâtıl, adil veya zalim 
sonuçlara ulaşır, başına adalet veya dalâlet külâhı takılır. İnsan aynı zamanda fıtratındaki potansiyel kerameti, yani pek çok cihazla donatılmış şerefli bir varlık oluşu sebebiyle, sürekli kendisiyle mücadele etmesi gereken bir varlıktır. Yani, insan kemale ve mükemmele ulaşma yolunda ilerlerken önüne çıkan en önemli engel yine bizzat kendisi olmaktadır. İnsan öyle bir varlıktır ki, o kendisiyle barışık olarak değil, kendisiyle, enesiyle, bencilliğiyle mücadele ederek, 
kendisine rağmen yaşayarak, gerçek insanî kemalâta ve en mükemmel dünya düzenine ulaşır. 
İnsan fıtratındaki bu potansiyel kerameti pratikte gerçekleştirmek ve gerçek insanîyete erişmek için, yüce bir ideale ve hedefe sahip olmadır. İnsan bu ideali vicdanında duymakla birlikte, o kaynağı itibarıyla insanın üstünde ve ötesinde bulunmaktadır. Bu böyle olmalıdır ki insan sürekli yukarıya doğru yükselmeye çabalasın. Bu yükseliş yolunda insanın önüne daima kendisi; dünyevî tutkular, ailesi, çevresi, makam-statü düşkünlüğü, rahat yaşama arzusu, korku gibi 
bütün unsurlarıyla bencilliği, yani benliğinin dünyanın çocuğu olmasından kaynaklanan boyutu çıkmaktadır. İşte insan varlığının bu boyutunu aşabildiği nisbette ‘gerçekten insan’dır; bu boyutunun duvarları arasına hapsolduğu nisbette de gerçek insanlıktan uzaklaşır. 
“İnsanın bu ideali” ile hayata hükümran olan alanlardan biri olan “ekonomi” bir araya geldiğinde, ilginç bir ikilem ortaya çıkmaktadır. Meseleye bu ikilem açısından bakıldığında, ortaya çıkan sonuçlar önemlidir ve ekonomik dünya hayatının bu sonuçlar üzerinden değerlendirilmesi lazımdır. 
Çalışmak - Yaşamak: Zalim Batı düzeninde yaşamak için çalışılır, Adil Ekonomik Düzende çalışmak için yaşanır. “Yaşama” insan olan herkesin tabiî hakkıdır. “Çalışma” ise insanın görevidir. “Herkese aş, çalışana iş” ilkesi vardır. 

Çıkar Çatışması - Paylaşmak: Zalim Batı düzeninde “ben kazanayım” çabası vardır, Adil Ekonomik Düzende biz “beraber kazanalım” çabası vardır. Zalim Batı düzeninde “çıkar çatışması” vardır, Adil Ekonomik Düzende “çıkar beraberliği” vardır. 
Tahakküm - İhsan: Zalim Batı düzeninde “tahakküm etmek” için kazanılır, Adil Ekonomik Düzende ihsan ve yardım etmek” için kazanılır. Zalim Batı düzeninde kazanandan herkes korkar, Adil Ekonomik Düzende kazananı herkes sever. 

Haksız Kazanç – Helal Üretim: Zalim Batı düzeninde “en çok kazanma ilkesi” vardır, Adil Ekonomik Düzende “en çok iş yapma ilkesi, yani üretim” vardır. Zalim Batı düzeninde insanlar para karşılığı koşmaktadır, karşılıksız kâğıt para sahte altındır; Adil Ekonomi Düzeninde reel ekonominin peşinde koşulur, altının halikı ise tek olan Allah’tır. 
Karşılıklı Para - Kağıt Para: Bugünün putu ve en önemli problemi “karşılıksız para” yani karşılığı olmayan paradır. Çağımız dünyasında insan için ekonomide gerçekleştirilmesi gereken asıl ideal, gaye ve hedef, “karşılığı olan para” yani senettir. Bugünün ana meselesi, karşılıklı paranın yanında yer alıp karşılıksız paradan uzaklaşmaktır. 

İnsan bu ideali gerçekleştirdiğinde, işte o zaman ekonomide sömürülmekten kurtulacak, küresel sömürü sermayesine değil, Yaratan hatırına tüm yaratılanlara yani insanlığa/topluluğa hizmet etmiş olacaktır. İnsan çağımızda da çalışıyor ama sahte tanrılara hizmet ederek alçalmaktadır. [1] 
Özetle, inançsızlık, haksızlık ve ahlaksızlığı; bu ise başkalarının haklarına saygısızlığı ve saldırganlığı doğurmaktadır. Kapitalist veya Komünist sistemlerin, toplumlara huzurlu ve onurlu bir yaşam sunmaları imkansızdır. Çünkü bunlar, temelde materyalisttir, maneviyatsızdır. İşte bu yüzden çağımız insanlığı İslam anlayışına ve Kur’an ahlakına her zamankinden daha çok muhtaçtır. Özlenen barış ve bereket medeniyeti ancak inançlı insanlar tarafından kurulacaktır. 

Atatürk, ne sosyalisttir, ne kapitalisttir! 

Bu iddialar Atatürk’ü küçültme ve gözden düşürme gayretidir 
Bir yazarın dediği gibi; Bizdeki komünist kafalı 68 Kuşağı, Gazi’yi Che Guevara ve Ho Şi Minh’le aynı safta görüyor ve gösteriyordu. Bir grup bu tabloya Mao’yu da ekliyordu. “Ulusalcı sol” sitelerde hâlâ aynı şey yapılıyordu. 
Evet, Mustafa Kemal Paşa da Mao ve Ho da işgalcilerle savaşmıştı. Ama bu kadar benzerlik, aralarındaki büyük farkları örtmeye yetmiyordu. 
Che’ye gelince; haydi romantizme saygı duyalım, ama bir Allah’ın kulunun çıkıp da Che’den “devlet adamı” diye bahsetmesi duyulmuş muydu? 
Bunları ne Atatürk’ü yüceltmek ne de diğerlerini küçümsemek için yazıyoruz! 
Sadece, aralarındaki muazzam farkların önemini vurgulamak istiyoruz. 
“Devrimci” ve “antiemperyalist” kelimelerinin altına bu çok farklı resimleri dizerek aralarındaki işlev ve istikamet farklarını yok etmek tarihe ve Atatürk’e saygısızlık olurdu. Dahası, bu kavramları muğlâk hale getirerek ideolojik bir büyüye dönüştürme sahtekârlığı, artık sırıtıyordu. 
Az mı kurban verdik ideolojik büyülere? 

Kim ileri görüşlü? 

Atatürk’ün “hiçbir emperyalist devletle antlaşma imzalamadığı”nı söylemek bu ideolojik büyünün yanılgısıdır. 

Bu kurgunun baş mimarlarından Doğan Avcıoğlu, bir darbe ile Türkiye’nin ‘dünya’sını değiştirmek amacıyla böyle bir ideolojik büyüye sarılmıştır. 
Yakup Kadri bile Atatürk’ün “kimseden yardım almadan, kimseyle ittifak yapmadan” Milli Mücadele’yi yürütüp ülkeyi yönettiğini yazabilmiştir! Onun amacı ise sadece ululaştırmaktır. 
Ne amaçla olursa olsun, karmaşık tarihsel gerçekliğin ideolojik şablonlarla örtülmesi, bugüne bakışta da şaşılık yaratmıştır. 
Tarihte de günümüzde de şartlara göre ittifaklar yapılır, gerekirse vazgeçilip bırakılır. Mustafa Kemal de Milli Mücadele sırasında Bolşevik Rusya ve İslam dünyası ile ittifak yapmış, yardım almıştır! Lozan’la birlikte Batı’yla da ilişki fırsatları aramış, kredi almış, İngiltere ve Fransa ile ittifak için ömrü vefa etmemiş, imzayı İnönü atmıştır. 
Türkiye iyi ki 68 Kuşağı’nın, Avcıoğlu’nun, Mihri Belli’nin şablonuna uyarak Che’lerin, Ho’ların, Nâsır’ların, sonra da Enver Hoca ve Mao’ların dünyasına kaymamıştır. Ve tabi Atatürk’ten sonra İnönü’nün Batı hayranlığı ve ABD mandacılığı ayrı bir sakatlıktır. 
Bakın, Çin Mao’nun, Vietnam da Ho’nun yolunu terk etti; Şimdi Atatürk’ün fark ve ileri görüşlülüğü daha iyi anlaşılmaktadır. 

Kemalizm, Dinin alternatifi midir? 

1937 yılında ve Atatürk’ün artık hastalığıyla uğraştığı bir sırada Edirne Milletvekili Şeref Aykut tarafından kaleme alınarak yayımlanmış olan “Kemalizm Dini” başlıklı kitap, Türkiye'de laikliğe nasıl bakıldığı konusunda dikkat çekici örneklerden birini oluşturuyordu. Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında iki siyasal partinin il başkanlarının arasındaki bir tartışmada, Atatürk ile Hz. Muhammed’in mukayesesi, belki de farkında olmadan bir gerçeğin su 
yüzüne çıkmasına sebep oldu. Söz konusu tartışma, Türkiye’deki sorunlu bir saplantının, artık tartışılması açısından önem taşıyordu. Basit gibi görünen tartışma, Atatürk ile Hz. Muhammed’in karşılaştırılması üzerinden aslında çok daha derinlerdeki bir soruna işaret ediyordu. 

Soruna, bu ülkenin modernleşme tarihinde radikal bir dönüşüme tekabül eden cumhuriyet devrimlerinin; zaman içinde kazandığı içeriği ve değişimi göstermesi açısından bakmak gerekiyordu. Hepimiz biliyoruz ki, Cumhuriyeti kuran kadrolar içindeki bazı sabataist ve masonik kafalılarca din, belki doğrudan özü itibarıyla olmasa da, zaman içinde uygulamalardan kaynaklanan bir anlayışla gelişen yapısından ötürü, bu toplumun geri kalmasındaki yegane sorumlu kurum olarak görülüyordu. 

Dolayısıyla da uygulamaya yansıdığı biçimiyle din, toplum ve devlet nezdinde belirleyici unsur olmaktan çıkarılmaya ve vicadani bir mesele olmaya indirgenmek isteniyordu. Elbette bu yapılırken mevcut konumu itibarıyla yeni rejimle uyumlu bir kalıba dökülerek millileştirilmeye de çalışıyordu. Bu bağlamda Kemalizm tarafından çizilen kırmızı çizgiler, dinin yeni dönemdeki şekil ve şemailini belirleyen hususlar oldu. 
Ancak bu süreci harekete geçirenlerin dini siyasal ve sosyal bir enstrüman olarak kullanacakları düşüncesinden hareket etmeleri, Türk tarzı diye adlandırabileceğimiz bir laiklik anlayışının da doğmasına yol açıyordu. Dini sürekli olarak kontrol altında tutmaya ve amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışan bu girişimlerin bir müddet sonra dinden bağımsız hareket edemeyecek leri, hatta zaman içinde bir tür dinmişçesine misyon üstlendikleri görülüyordu. Yani sapla saman bir şekilde birbirine karışıyordu. 

'Kemalizm Dini' uydurması! 

Bu durumun en somut göstergesi de 30’lu yılların sonlarına doğru kaleme alınan kimi çalışmalarda ve uygulamaya yansıyan davranışlarda görülüyordu. “İbadet dilinin resmi ve zorunlu olarak Türkçe olması, camilere sıra konması, ibadetlerin müzik eşliğinde yapılması” gibi sinsi girişimler sahneye konurken, bir yandan da işin düşünsel altyapısı oluşturulmaya çalışılıyordu. 

1936 yılında Edirne Saylavı (Milletvekili) Şeref Aykut tarafından kaleme alınarak yayımlanmış olan “Kemalizm Dini” başlıklı bir kitap, bu konudaki dikkat çekici örneklerden birini oluşturuyordu. 80 sayfalık kitapçık, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen devrimlerin neden yapıldığını, kendi bakış açısıyla tarihsel bir perspektifte verdikten sonra, bütün bu gelişmelerin Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyini yakalaması için gerekliliğine parmak basıyordu. Ve sonunda devrimlerin ancak devrimleri özümsemiş nesiller tarafından korunup yaşatılacağına vurgu yapılarak şu ilginç saptama ile nokta konuluyordu. 
“Gençlik, Türklüğün dayangacı ve geleceğin biricik umududur... Onun inanını doldurmak, vicdanını doldurmak ister. Bu sebeplerdir ki, onu Kemalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, onu bu kutsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister. Ta ki, Kemalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altında gençlik böyle olacaktır..” 

Yine aynı kitabın laiklik ile ilgili bölümü o günlerde sık kullanılan bir vecizeye atıfta bulunarak başlıyor. “Ak günleri yaşarken kara günleri unutma!” Bu sözün ardından yazar, Türk milletinin kara günlerinin uzunca ve korkulu bir rüya gibi 1337 yıl sürdüğüne işaret ediyordu. Bu tarihi neye göre belirlediği anlaşılamasa da, hemen hemen İslam’ın ortaya çıkış tarihine denk gelmesi işaret edilenin doğrudan İslam dini olduğu konusunda bir şüpheye yer bırakmıyordu. 
Kitapta Türklerin İslamiyet’ten önce mensup oldukları dinlere değinilerek, bu dinlerin Türkleri köklerinden uzaklaştıramadığı, İslamlaşma sonrasında ise Türklerin sadece din işlerine yönelerek bir anlamda maddi dünyadan ve onun gerçeklerinden koptukları dile getiriliyordu. 

Kitapta yapmacık olarak tanımlanan Osmanlı milletinin içinde devleti her şeye rağmen ayakta tutan unsurun Türk olduğuna vurgu yapılarak, Türklerin enerji ve kudretinin din adına istismar edilerek kötüye kullanıldığı saptaması da yapılıyordu. (Ve bunların en sinsi tarafı da, bu uyduruk Kemalizm’in, bizzat Atatürk tarafından kurgulandığı kanaati veriliyordu. A.A.) 
Kof bir ahlak anlayışı Cumhuriyetin kuruluş günlerinde içinde bulunulan toplumsal, sosyal, siyasal koşullar sebebiyle devletin din ile olan ilişkisini nasıl tanzim edeceği konusu zamana bırakılmıştı. 

Zaman içerisinde gerçekleşecek olan şey de önce yapılacak devrimler ile tüm siyasal ve sosyal sistemin değiştirilmesi ardından da zihinsel bir dönüşümün sağlanmasıydı. 

Masonik Modernleşmeci tasavvur, bilimin ve aklın önderliğinde başlatılacak bir sürecin beklenen dönüşümü sağlayacağını ve zaman içerisinde toplumun geri kalmasına neden olduğu varsayılan din olgusu da dahil olmak üzere geçmiş dönemin kurumsallaşmış yapılarının tasfiye olacağını varsayıyordu. 

Bu arada dinin oluşturacağı bu boşluğun nasıl ve ne şekilde doldurulacağı da üzerinde düşünülen konulardan biri olmuştu. Dinin etkisini ve önemini kaybetmesi halinde oluşan boşluğun, dinselliği içermeyen tamamen laik anlayışla oluşturulmuş bir ahlakla ikame edilebileceği varsayılıyordu. Biraz önce alıntı yapmış olduğumuz kitaptaki anlatıya dönersek bu konu orada da ele alınmış ve özellikle gençliğin hem geçmiş dönemin hurafelerle dolu anlayışından hem de yurt dışında başka uluslar arasında yayılan bozuk düşünceler den korunması, yani yeni neslin İslam’dan koparılması tasarlanıyordu. 
Sadece somut bilginin rehberliğine dayanan bu yeni inanç sisteminin gençliği tehlikelerden koruyacağı sanılıyordu. Bu sistem onu kurgulayan ve ona inanan çevreler tarafından dinin geçmiş dönemlerde üstlendiği işlevi de yerine getireceği anlayışından hareketle, bir din gibi algılanıyordu. 

Sahte Dinin iflası 

Cumhuriyetin din ile olan ilişkisindeki tek yanlı bu belirleyiciliğin, çok partili demokratik sürece geçilmesiyle birlikte yürümemesi, hatta sosyal ve ekonomik nedenlere bağlı olarak beklenenin aksine sonuçlar vermesi, zamanla ortaya ilginç manzaraların çıkmasına yol açıyordu.. 
Bunların başında da masonların uydurduğu Kemalizm’in İslam’ın alternatifiymiş gibi algılanması sebebiyle çok gereksiz ve yanlış sonuçlara yol açacak şekilde din ile doğrudan bir rekabete girişmesi geliyordu. Aklı ve bilimselliği esas aldığı iddiasındaki bir ideoloji, durağanlaştırılarak bir müddet sonra kendisi de dogmaya dönüşüyordu. Halbuki, ister geçmiş yıllarda olduğu gibi doğrudan din vurgusuyla kitaplara konu olsun, isterse şimdilerdeki gibi siyasal sorunlara çözüm olması amacıyla din muamelesine tabi tutulsun Kemalizm’in en nihayetin de bu dünyaya ait bir kuram olması, onun din karşısında bir noktadan sonra yetersizleşmesine yol açılıyor ve gerilimlerin büyümesine sebep oluyordu. 
Yapılacak olan şey ise basit ancak zordur. O da "Türkiye’ye özgü" denilerek farklılaştırılan laiklik anlayışının, sorgulanarak güncellenmesinden geçiyordu. Onun ardından da Kemalizm’in bu rekabetçi anlayışa paralel olarak dinin alternatifi, hatta karşıtıymış gibi algılanmasına yol açacak davranışlardan vazgeçmek geliyordu.” [2] 

Yani dinle devletin ayrışması, ama çatışması değil barışması ve her birinin kendi sahasında kalıp topluma hizmet sunması gerekiyordu. 

[1] 24.05.2008 / Reşat Nuri Erol / Milli Gazete 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder