ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR.
Kandil’deki 3 teröristin başına ödül koyan ABD, Suriye'nin kuzeyinde bulunan Haseke’de kurduğu terör kampında, 5 bin PKK’lıyı eğiterek mezun edip diploma dağıtmıştı. Ayrıca o teröristlere aylık 200'er dolar (bizdeki asgari ücrete yakın) maaş bağlamıştı!
ABD’nin, bölücü terör örgütü PKK konusundaki iki yüzlülüğü, her gün biraz daha açığa çıkmaktaydı… PKK’nın Kandil’deki 3 elebaşı için 12 milyon dolar ödül koyan ABD, aynı anda Suriye kuzeyindeki teröristlerin eğitimini hızlandırmıştı. ABD-PKK işgalindeki Rakka’da bulunan kamptan, geçtiğimiz ay binlerce teröristin mezun olmasının ardından şimdi de Haseke’deki terör kampında eğitilen 5 bin PKK’lı ‘diploma’ almıştı. Haseke’de 2 ay süren terör eğitim faaliyetleri kapsamında PKK’lılara bomba, ağır silah, uçaksavar, tanksavar, nizami ve gayrinizami harp eğitimleri tamamlanmıştı. Haseke’deki kampta eğitimlerini tamamlayan 5 bin PKK’lı için, ABD’li eğitmenlerin de katıldığı mezuniyet töreni yapılmıştı. Haseke kırsalındaki Rubar Kampı’nda, teröristlere uzmanlaştıkları konuya göre silahlar dağıtılmıştı. ABD’nin teröristlere verdiği silahların tamamı, DAEŞ bahanesiyle Suriye’ye gönderilen silah ve mühimmattan oluşmaktaydı. ABD tarafından PKK’lılara verilen eğitimler, ‘Sınır Güvenlik Birimi Özel Eğitimi’ başlığı altında yapılmıştı. Eğitim sürecinin ilk gününden itibaren tüm terör örgütü üyelerine, Pentagon tarafından 200’er dolar maaş bağlanmıştı. Washington yönetiminin 12 milyon dolarlık ödülüne konu olan Kandil’den ise, Haseke’deki terör kampları için 20 adet ‘tecrübeli terörist’ Suriye’ye yollanmıştı. Askeri eğitim saatlerine ek olarak konulan ‘beyin yıkama’ seanslarında PKK’nın gayesi, Abdullah Öcalan ve örgütün ideolojisi gibi konularda ayrıntılı eğitimlerin, bazı ABD’li subaylar tarafından verildiği ortaya çıkmıştı.
Haberturk.com yazarı Serdar Turgut, 'Washington'da Kürt haritası çizen kişi, YPG ile toplantıdaydı' başlıklı yazısında, toplantının detaylarını aktarmıştı. (15.11.2018)
'Washington’daki Kürt Enstitüsünde Çarşamba günü ve ulusal basın merkezinin toplantı odasında; "DAEŞ sonrası Ortadoğu’daki Jeopolitik Gelişmeler" konulu bir toplantı düzenlediğini' aktaran Serdar Turgut, “YPG’nin hem bölgedeki hem de Washington’daki önde gelen isimlerinin katıldığı toplantının katılım listesine baktığımda, meselenin ilk bakışta sunulduğu kadar masum bir akademik süreç olmadığı belli oldu.” ifadelerini kullanmıştı. Serdar Turgut, kendisinin ilk görev yaptığı yıllarda Pentagon’daki odasında, Kuzey Suriye ve Irak’ı içine alacak şekilde çizilmiş Kürdistan haritasını gösteren kişinin de, bu toplantıda olduğunu yazmıştı.
“Böylece toplantının resmen açıklanmayan amacı, bölgede bir Kürt oluşumunun nasıl kurulacağı haline dönüşmüştü. Aşağıda vereceğim katılımcı listesine bakarsanız, konunun Washington'da ne kadar güçlü isimlerle tartışıldığını görürsünüz. Washington’daki bu toplantının tam da Fırat’ın doğusunda neler olacağının, Türkiye ile Amerika arasında tartışıldığı bir döneme denk gelmesi de tesadüf değil tabi ki. Buradaki Kürt Enstitüsü; DAEŞ’tan sonra bölgedeki YPG unsurlarının, İran’ın yayılmacı politikalarına karşı duracak en etkili güç oldukları söylemini de kullanıyor.” diyen yazar, ABD'nin Türkiye'yi açıkça oyalayıp, aldattığına dikkat çekmeye çalışmıştı.
ABD’nin üst düzey PKK'lı liderlerin yakalanması için başlarına ödül koyduğunu açıklaması da tam bir sahtekârlık ve saptırmacaydı. ABD bu tavrıyla: “PKK'yı gözden çıkardı görüntüsüyle yeni PKK olan PYD’yi meşrulaştırma, hatta masumlaştırma” hesapları yaptığı sırıtmaktaydı.
Oysa başından beri ABD, PKK/YPG konusunda samimi bir yaklaşımdan uzak davranmıştı. Bu nedenle “ABD; Türkiye'nin terörle mücadelesinde katkı sunmak istiyor” iddiaları inanılmazdı. Çünkü bir taraftan YPG’ye 5 bin TIR’a yakın malzeme yollanmakta, YPG’yle beraber ortak devriye atmakta ve arkasından da “ben Türkiye'nin güvenliği için PKK'nın 3 kişisinin başına ödül koyuyorum” yaklaşımı tam bir çifte standarttı. Aslında bir sene öncesinden bazı yorumcular, PKK'nın 15 Temmuz’dan sonra Türk güvenlik güçleri karşısında yok olma düzeyine gelmesiyle beraber, üç önemli ismin tasfiye edileceğini yazmaya başlamıştı.
ABD-PKK ile paralel devriyeye başlamıştı!
Türk askerleri ile birlikte Münbiç’te ortak devriye gezen ABD, PKK/YPG’li teröristlerle de ortak devriye atmaya başlamıştı. 1 Kasım’da Türkiye’yle ortak devriye faaliyeti yürüten ABD, terör örgütü PKK ile Münbiç kırsalı, Ayn İsa, Dırbesiye, Süluk, Resul Ayn, Kamışlı, Aynel Arab ve Tal Abyat sınır koridorunda ortak devriye atmıştı. ABD'nin terör örgütü DAEŞ'ın elinde olan 7 askerini pazarlıkla aldığı da ortaya çıkmıştı. Türkiye'ye “PKK Münbiç'ten çekilecek” garantisi verdikten yaklaşık 2 yıl sonra ortak devriye başlatan ABD'nin, ikili oynadığı anlaşılmıştı. Türk askerleri ile birlikte Münbiç'te ortak devriye dolaşan ABD, bir yandan da PKK'lı teröristleri eğitmeye ve onlarla ortak devriye gezmeye başlamıştı. Bir yandan "Türkiye ile Münbiç'te ortak çalışıyoruz" açıklamaları yapan ABD'nin bir yandan da PKK ile iş birliğine devam etmesi haklı tepkilere yol açmıştı. Yeni Şafak gazetesinde yer alan habere göre TSK, Fırat’ın doğusunda yuvalanan PKK terörüne dönük operasyon hazırlıkları kapsamında Aynel Arab, Kamışlı ve Tel Abyat hattına Obüs atışlarını yoğunlaştırmıştı. Zormağar, Selim, Körali, Mumbatah, Kahtaniye, Tel Abyat, Tel Bender, Kınetra, Çarıklı yerleşkelerinde bulunan PKK mevzileri, operasyon öncesi hazırlık kapsamında Türk topçu bataryaları tarafından vurulmaktaydı. Ama hemen ardından da ABD’li işgal unsurlarının, vurulan noktalara yönelik ilk ziyaretlerini Pentagon’a bağlı askerler ve zırhlıların sınır hattına gönderilmesi, kafaları karıştırmıştı. PKK armalı teröristlerle, ABD askerlerinin ortaklaşa icra ettikleri sınır nöbeti, Washington’un teröre açık desteği ve güvencesi olarak yorumlanmıştı.
Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı süreçlerinde; PKK cephesinden yapılan “DAEŞ’a karşı savaşı durdururuz” şantajı, Fırat’ın doğusuna yönelik net adımların atılma sürecinde bir kez daha tekrarlanmıştı. ABD Dışişleri ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan yapılan açıklamalarda, Türkiye’nin PKK’yı vurmasına yönelik girişimleri, sakıncalı gelişme olarak nitelendirilmiş ve yeniden “DAEŞ’a odaklanalım” yalanına sığınılmıştı. ABD medyası; Münbiç konusunda atılan adımları, Türkiye’yi oyalama taktiğinin devamı olarak değerlendirirken, Dışişleri sözcüsü Robert Pallodino da; “Türk güçleri şehir merkezine girmeyecek” diye PKK'ya garanti sağlamaktaydı. Bütün bunları kınayan ve karşı çıkan yandaş medyanın, hâlâ “Erdoğan Paris'te Trump'la yan yana oturdu!” diye bayram yapması ise sahtekârlığın daniskasıydı!
Bu arada ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, DAEŞ’a karşı sürdürülen savaşın birkaç ay içinde sona erebileceğini açıklamıştı. Jeffrey, Amerikan güçlerinin DAEŞ’a karşı elde edilecek galibiyetin uzun süreli olması için çalışmaya devam edeceklerini de vurgulamıştı.
Amerika Birleşik Devletleri'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, DAEŞ’a karşı son savaş alanının, Fırat Nehri boyunca ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından yürütüldüğünü hatırlatıp, "Savaş sürüyor ve birkaç ay içerisinde sona ermesini bekliyoruz, bu DAEŞ’ın elindeki konvansiyonel sayılabilecek son alan olacak.” diyerek, PKK-YPG gibi DAEŞ’la da birlikte iş yapacaklarını açığa vurmuşlardı.
Jeffrey, “DAEŞ’a karşı savaşımızda bu yerel ortak 2014’ten bu yana, PKK’nın Suriye’deki bir uzantısı olan PYD oldu” ifadesini kullanmıştı. Ancak Amerika’nın, PKK’yı terör listesine almış olmasına rağmen PYD için bunu yapmadığına dikkati çeken Jeffrey, “Bu, Türkler için büyük bir endişe kaynağı ama yapmadık” diyecek kadar küstahlaşmıştı.
Jeffrey, “Türkler kuzeydoğu Suriye’de kalmaya devam etmemizin gerçek nedeninin bu olduğundan emin değiller. Oysa onlara bunun geçici taktiksel ve al-ver ilişkisi niteliğinde bir şey olduğunu söylemiştik. Hâlâ öyle ama bazı şartlar ekledik. Bu da sınır boyunca biz, Türkler ve PYD/SDG arasında gerilimlere neden oluyor” demekten de sakınmamıştı.
Tam da böyle bir sırada, ülkenin başka sorunu kalmamış gibi, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un İmam Hatip Liseleriyle ilgili saçma sapan iddiaları kafa karıştırıcıydı. İmam Hatip okullarının sayısının artışını eleştiren Başbuğ’un, ''20. yüzyılın başında Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği ve çözmeye çalıştığı eğitimdeki sorunları tekrar yaşaması gerçekten ülke için büyük kayıp olur'' yaklaşımları yanlıştı ve yanıltıcıydı.
İlker Başbuğ’un, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısında; “İmam Hatip okullarının hem gerekli olduğunu belirtmesi hem de sayısının hızla artmasını eleştirmesi” tam bir tutarsızlıktı. İlker Başbuğ’un, “Atatürk, yaşasa Türkiye’nin hangi sorununa öncelik verirdi?” başlıklı yazısında, “Eğer bugün, Mustafa Kemal Atatürk yaşasaydı; yapacağı ilk iş, hemen eğitim/ öğretim müfredatı ve ders kitaplarında akıl ve bilimin dışında yer alan hususları tespit ettirip, bunların ayıklanmasını sağlamak olurdu… Çünkü Mustafa Kemal için eğitimin dayanacağı temel nitelik ise eğitimin ilime, fen bilimlerine ve akla dayandırılmasıdır” yorumları da içinde birçok çelişkiyi barındırmaktaydı. “Türkiye’de yıllardır tartışma konusu yapılan husus ise; eğitimin akla ve bilime dayandırılmasının, İslam dini ile ne kadar uyumlu olduğudur. İslam dünyası Abbasiler döneminde ilimde zirveye yükselirken, Batı dünyası bilgisizlik ve karanlık içindeydi. İlmin öğretildiği medreseler, Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmet döneminde tepede iken, Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonlarında gerilemeye başlamıştır.” diyen Sn. Başbuğ'a öncelikle hatırlatmak lazımdı: İslam dini akıl ve bilimle uyuşmaktadır ve Atatürk de bu gerçeği defalarca vurgulamıştır.
Şimdi Soralım:
1- Sn. İlker Başbuğ, İslam'da akılla ve bilimle bağdaşmayan kısımlar mı saptamıştır? Bu konuyu açıklığa kavuşturması lazımdır.
2- Sn. Başbuğ’un, İmam Hatip okullarının çoğalmasından rahatsız olması, bu okullardaki müfredattan dolayı mıdır, yoksa İslam'a duyduğu gizli alerjiden dolayı mıdır? Eğer, İmam Hatip Liselerindeki yetersiz, gereksiz, taklitçi ve şekilci din eğitiminden ve iktidarın istismar siyasetinden şikâyet ediyorsa haklıdır.
3- Sn. İlker Başbuğ, bu tür yorum ve yaklaşımların, dindar kesimleri Erdoğan'ın ve AKP iktidarının tuzağına iteceğini düşünemeyecek kadar saf mıdır, yoksa zaten bu sonuca hizmet için yapılan danışıklı dövüşün bir parçası mıdır?
4- İlker Başbuğ, bu tür alakasız ve dayanaksız çıkışların, TSK’yı ve Paşalarımızı “din karşıtı” göstermek isteyen çevrelerin ekmeğine yağ süreceğinin hâlâ farkına varamamış mıdır?
5- Yoksa Sn. Başbuğ, sadece gündeme taşınmak için mi bu tür tartışmalardan medet ummaktadır.
6- Ülkemiz ekonomik, ahlaki, siyasi ve sosyal bir çöküntüye doğru kayarken, ABD ve AB'nin gizli güdümüne sokulmaya çalışılırken, bu konularla ilgili ciddi, gerçekçi ve çözüm üretici öneriler yerine, İmam Hatip okullarını, hatta bizzat İslam’ı hedef alıcı itham ve iddialarla nereye varmaya çalışmaktadır?
Atatürk'ün aynı günde kurduğu iki hayati önemli kurumun eski ve yeni başkanları, sonuçta Atatürk'ün kemiklerini sızlatacak talihsiz tavırlar sergiliyordu. DİB Ali Erbaş sorumsuz ve olumsuz bir tavırla, tam da 9 Kasım'da, hem de resmi arabasıyla ve cübbesi sırtında, Atatürk'e edepsizce hakaretler eden Kadir Mısıroğlu bunağını ziyarete gidiyordu. Oysa Cumhurbaşkanı bir gün sonra Anıtkabir'de Atatürk'e saygılar sunuyor ve övgüler diziyordu. Bundan birkaç gün sonra ise E. GKB İlker Başbuğ: “İmam Hatip okulları çoğaldı, Atatürk olsaydı bunları kapatırdı” şeklinde safsatalar sıralıyordu ve her ikisi de Atatürk'ün aziz hatırasına saygısızlık ediyordu.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş'ın, Atatürk'e hakaret eden Kadir Mısıroğlu'nu ziyareti büyük bir tepki toplamış, CHP, MHP, İYİ Parti başta olmak üzere istifa çağrıları yapılmıştı. Yazar Kadir Mısıroğlu ise, Ali Erbaş'ı 'şeyhülislam' diye niteleyip kendisini ziyaret etmesini ‘tarihi bir hadise' olarak yorumlamıştı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik de söz konusu ziyaretin 'insani' olduğunu belirterek, "Hasta ziyaretinin siyaseti olmaz" mazeretine sığınmıştı. Yoksa Sn. Ali Erbaş dolduruşa gelip, bir komplonun kurbanı mı yapılmıştı?
Yahu, şu ABD dostumuz muydu, düşmanımız mıydı?
“ABD, Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı işgal etti, milyonlarca insanı öldürdü, milyonlarca hayatı kararttı, aileleri parçaladı, ülkelerin huzurunu bozup geleceklerini kararttı. İnsanlığın tepesine bir kez daha bir kâbus gibi çöktü. Mısır’da darbe yaptı, Arap Baharı’yla İslam alemini bir kez daha dizayn etmeye girişti. Suriye’yi işgale niyetlendi, İsrail’in güvenliği için Ortadoğu’da yeni uydurma devletler için çalıştı ve hâlâ da çalışıyordu. Şimdi de hedefinde İran vardı. Güney sınırımızda PKK’nın uzantısı bir devlet için göz göre göre çalışıyordu. Gözümüzün önünde binlerce TIR silah, mühimmat vs. yolluyor, teröristleri “düzenli ordu” oluşturmak için eğitiyordu. İşin acı tarafı ise, bırakın geçmiş vukuatlarını son 15-20 senedeki Ortadoğu “performansı” bile bir barbarlık vesikası olan ABD’yi hâlâ ve hâlâ “müttefik”, “ortak” vs olarak nitelemeyi sürdürüyoruz. Zaman zaman bir kriz çıkıyor, zaman zaman ilişkilerimiz geriliyor, ama her nedense “birlikte çalışma niyetimiz” bundan hiç etkilenmiyordu. İlk fırsatta “ortak çalışmaya devam” mesajları vermeye devam ediyoruz.
Şimdi de, “ajan ve terör destekçiliğiyle suçlanan” bir rahip için tehditler savuran ABD ile, “rahibin serbest kalması” neticesinde yeniden “normalleşme” havası başlatılmıştı. Bu “normalleşmenin” ardından neredeyse davullu zurnalı kutlamalar düzenlenmediği kalıyor iktidar basınında… Hele ki bir de ABD’nin “zücaciye dükkânına girmiş fil” mizacındaki başkanının, İran yaptırımlarından Türkiye’yi muaf tuttuğu haberi gelince “piyasalar coşmaktaydı”! Bir Allah’ın kulu da çıkıp; “İran’la ticaret yapıp yapmayacağımıza bir başka devlet nasıl karışırmış? ABD kim ki hakkımız olanı bize lütfediyor?” diye sormamıştı. Saçma sapan bir zafer sarhoşluğu yaşanıyordu, ama kendimize hâlâ “ABD bizim aslen neyimiz olur?” sorusunu sormuyoruz. Hâlbuki katlettiği masumlar, tarumar ettiği ülkeler, onu “dünyanın baş belası” olarak biliyordu![1]
İsrail’le normalleşme, hangi iman ve insafın icabıydı?
“Önce Mursi’yi deviren Sisi yönetimi... Sonra Mavi Marmara davalarını düşüren Ankara… Ve en son olarak da kendisine yeni bir yol haritası çizmeye zorlanan Riyad, İsrail’le normalleşme süreçlerini işletti. Bu üç ülkeyi, irili-ufaklı kimi Müslüman ülkeler de takip etti. Çıbanbaşı olarak görülen İsrail, birdenbire Ortadoğu’da açan güzel bir çiçek oluvermişti. Sanki İsrail’le birlikte Filistin, Gazze de huzur bulacaktı. İsrail’le mutabakatlar yapılırken, Gazze’ye de rahatlık ve konfor götürülecek aldatmacası halklara yutturuluyordu. Biz rahatız ya, rahatlık Gazzelilerin de hakkıydı. Biz elektrikle yaşıyorsak, elektrik onların da hakkıydı. Bunun da yolu İsrail’le dostluktan geçiyordu… Önce Kudüs’ümüzü çalmaya kalkıştılar ABD ile birlikte. Kudüs, İsrail’e başkent ilan edildi... Normalleşmiştik ya hani, denge politikasını hemen devreye soktuk. Madem onlar Kudüs’ümüzü gasp etmeye kalkışmıştı, öyleyse biz de Kudüs’ü bölebilirdik. Doğu Kudüs-Batı Kudüs diye ikiye böldük şehrimizi. Topladık bütün İslam ülkelerinin yöneticilerini ve resmen; Batı Kudüs sizin olsun dedik. Filistin’e ve Kudüs’e İsrail vizesiyle gidebiliyorken, Mescid-i Aksa’ya İsrailli askerlerin müsaadeleriyle girebiliyorken söyledik bunları. Kendimizi ve halklarımızı kandırıyorduk aslında… Yöneticilerimiz seçilmiş ağdalı cümlelerle yine güzel güzel kınadı İsrail ve Amerika’yı… Trump bir çılgın, bir deliydi; İsrail ise bildiğiniz gibi işte. İsrail mevzi kazanıyor, istediğini alıyor; bizim yöneticilerimizse nutuklarla, yalancı söylev ve çıkışlarla durumu kurtarıyordu. Anlayacağınız bir garip tiyatro hatasız sahneleniyordu.”[2]
ABD ve AB, İslam düşmanlığında aynı cephede bulunmaktaydı!
ABD’nin yaptıkları çuvala sığmaz hale gelince, İslam ülkeleri için AB bir sığınak gibi takdim ediliyordu. AB ülkelerinin yaptığı gizlenemez hale gelince, ABD kurtarıcı gibi takdim ediliyordu. Genellikle, İslam dünyasına yönelik saldırı ve katliamlar hep bu Haçlı ittifakı olarak nitelendirebileceğimiz ABD ve AB birlikteliğinden gelmesine rağmen, ülkelerin bağımsızlığını koruma, toplumlara özgürlük sağlamak gibi kavramlar genellikle bu Haçlı ittifakı için kullanılıyordu. Aralarında zaman zaman birtakım ihtilafların ortaya çıkması kimseyi kandırmamalıdır. Bu ihtilafların sebebi genellikle çıkardır. Bir bakıma İslam dünyasının sömürülmesinde kimin daha fazla alacağı kavgasıdır.
Bu konuya tekrar niçin girdiğime geçmeden, derdimin bir din kavgası olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Çünkü İslam dünyasına laikliği ısrarlı bir şekilde tavsiye eden haçlı dünyası, kendileri söz konusu olduğunda, Hristiyanlığı yaymak için dünyanın hemen her köşesinde birlikte hareket ediyorlardı. Bu Haçlı ittifakının tutumu neticesinde acı çeken ve hayatını kaybedenler hep Müslümanlar oluyor. Bu hususu gazetelerde yer alan haberlerden kısa alıntılar yaparak gözler önüne sermek istiyorum. İlk haber, “ABD Kandil’i Sincar’a taşıyor. Burada 5 yeni terör üssü kuruldu” başlığı altında yer aldı. Başlığın hemen altında şu kısa bilgi veriliyordu: “Adım adım Kandil’e ilerleyen Mehmetçik, son operasyonlarda 48 terör yuvasını yerle bir etti. ABD de PKK’nın yuvalanması için Sincar’a 5 yeni üs kurdu. Kandil’de sıkışan çok sayıdaki PKK’lı elebaşının, bölgeyi terk ederek Sincar’a gittiği öğrenildi.”
Aynı gazetede iki haber daha alt alta yer alıyordu. Bu haberin ilki, “Filistinli komutana suikast iddiası. İSRAİL EŞKİYALIĞI” başlığı altında yer aldı. Bu haber yazımın başlığına aldığım ABD ve AB’nin İslam düşmanlığından farklı gibi gelebilir, ama İsrail’in bölgemizde kurulması ve kurulduğu günden bugüne kadar işlediği onca cinayete, akıttığı Müslüman kanına rağmen ABD ve AB’nin en azından bu cinayetlere kayıtsız kalarak destek oldukları düşünülürse, farklı konuya geçmediğim görülür.
İkinci haber ise, “Çoğu sivil 500 bin ölü: Terörle savaş katliamı!..” başlığı altında yer aldı, özetle şöyle deniyordu: “ABD’nin ‘terörle savaş’ bahanesiyle, 11 Eylül 2001’den bugüne Afganistan ve Irak başta olmak üzere, İslam coğrafyasına yönelik işgal girişiminin şiddeti her geçen gün artıyor. 17 yıldır devam eden işgal düzeni, çoğu sivil 500 bin kişinin ölümüne ve 10 milyon kişinin evlerini terk etmesine sebep oldu.”
Verilen rakamlarda Suriye’de hayatını kaybedenler ve ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar yoktu. Bunlar da eklendiğinde katliam çok daha dehşet verici boyutlara ulaşıyordu. Bir başka gazetemizde, Avrupa Konseyi üyesi, AKP Milletvekili Serap Yaşar ile yapılan mülakat, “Binlerce mülteci çocuk Avrupa’da kayıp” başlığı altında yer alıyordu. Haberin içeriğinde şu bilgiler yer alıyordu: “Europol 2016’daki açıklamasında ‘Avrupa’da 10 binden fazla mülteci çocuk kayıp’ demişti. Sonra ne başka açıklama yapıldı ne de çalışma. Kimse bu çocukların nerede, ne halde olduğunu bilmiyor. İnsanlık adına yine Türkiye ses veriyor.”
Bu alıntılar ABD ile AB’nin İslam düşmanlığında birlikteliğini gözler önüne sermeye yeterliydi. Son alıntım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasının verildiği haber ile ilgiliydi: “AB’ye tam üyelik hedefimiz sürüyor. Yeni bölgesel paylaşımlara müsaade edilmeyecek.”
Bunca yaşanandan sonra AB’ye tam üyelik hedefinin nasıl devam ettiğini lütfen bana sormayın. Derdim eleştirmekten çok, yaşadığımız çelişkilere dikkat çekmektir.”[3]
Oysa ABD, bir iç savaşa ve yıkılışa doğru kaymaktaydı!
Uzun bir dönem ABD İstihbarat Servisi CIA'de çalışan Robert David Steele, A Haber'de yayınlanan Yaz Boz programında çarpıcı açıklamalar yapmıştı. ABD tarihinin en büyük katliamı Orlando saldırısının CIA tarafından yapıldığını açıklayan Ajan Steele, "Terör örgütü DAEŞ’ın, CIA ve Suudi Arabistan iş birliği ile oluşturulduğunu" vurgulamıştı. Steele, Batılı istihbarat servislerinin sahte bayrak operasyonları ile Müslümanları terörist gibi göstermeye çalıştığını da aktarmıştı. Ajan Steele ayrıca, “Terörizmi en çok ABD, Fransa ve Almanya’nın desteklediğini” de hatırlatmıştı. ABD'li para sihirbazı George Soros'un kontrolden çıktığını belirten eski CIA Ajanı, "Yakında bazı Avrupa ülkelerinin ve ABD eyaletlerinin batacağını ve CIA'nin Avrupa'nın altını oymaya çalıştığını” anlatmıştı.
CIA Ajanı Robert David Steele daha önce 25 Haziran'da yayınlanan Yaz-Boz programında konuşurken, “Hillary Clinton'un makamını Wall Street'e sattığını ve seçimi Trump'ın kazanacağını” da belirtip söylediklerinde haklı çıkmıştı. Steele ayrıca Avrupa'da yaşanan ekonomik krizin Avrupa Birliği'nin yanlış ekonomik stratejilerinden dolayı olduğunu ve ABD'de yine bu ekonomik krizden dolayı bazı eyaletlerin batacağını açıklamıştı.
Evet, ABD derin Devleti olan Siyonist odaklar ülkedeki sağcıları (demokratları) da, solcuları (cumhuriyetçileri) de kullanıp kışkırtmaktaydı. ABD halkının %30’u bir iç savaş çıkacağına inanmakta ve buna hazırlık yapmaktaydı. 43 milyon Alman’ın, 24 milyon İrlandalının, 25 milyon İngiliz’in, 8 milyon İskoçyalının, 15 milyon İtalya’nın, 20 milyon yerli Amerikalının, 8 milyon Kızılderili’nin, 26 milyon Afrikalının, 5 milyon Çinlinin, 6 milyon Yahudi’nin, 4 milyon Rus’un, 8 milyon Fransız’ın, 5 milyon Hollandalının, 3 milyon Arab’ın, 700 bin Türkün yaşadığı ABD’de şimdi Trump depremiyle çalkalanan dengeler, büyük bir patlamaya ve parçalanmaya yol açacaktı!
CIA ajanı Robert David Steele, Türkiye'deki birçok terör saldırısı ve suikastın arkasında ABD ve NATO’nun bulunduğunu aktarmıştı.
"Bir CIA ajanı olarak, CIA'ın bu tür işler yaptığını söylemek zorundayım. CIA para ve teknoloji sağlar, plan hazırlar ve sonrasında bu kirli işleri yapacak Türk, Suudi Arabistanlı, İsrailli, Belçikalı, Alman ve diğer ülkelerden insanlar ve özel elemanlar kullanır. Daha fazla sahte bayrak saldırısına daha fazla suikasta daha fazla enerji kesintisi gibi sonuçlara neden olan elektronik saldırılara maruz kalacaksınız. Çünkü istikrarın temeli güvenliktir. Avrupa, Orta Asya, Arap ülkeleri ve Afrika arasındaki konumuyla Türkiye dünyanın merkezindedir. Giderek daha fazla kendini gösteren bir ülke haline geldiğinizi ancak bunun sonucunda bir asimetrik savaşla karşı karşıya kaldığınızı düşünüyorum. Bu durumda hiç kimsenin sizinle dost olduğunuzu varsayamazsınız."…
ABD yalancı ve çıkarcıdır!
"ABD Hükümeti ve ABD Büyükelçiliği düzenli şekilde yalan söyler. Bir ABD vatandaşı olarak bu durumdan büyük bir utanç duyuyorum. Ben bir savaşın ortasındayım, burada ABD istihbaratının başındaki kişi, ABD Başkanı’na Rusya'nın ABD seçimlerini Hacklediği yönünde yalan söyledi. Amerika çok yalan söyler. Şunu anlamalısınız ki Kürtler bazıları tarafından terörist olarak değil, özgürlük savaşçıları olarak görülmektedir."… "Bana göre ekonomik yaptırımlar, bir aktif savaş yöntemidir. Bu ise bir devletin bağımsızlığını engelleyen bir durumdur. Bu konuda Ekvator örneğinden bahsedebilirim. Bir yılınızı planlama için geçirirsiniz, sonrasında size yaptırım uygulayan devletlerin tümünü sınır dışı edersiniz. Bağımsız Türkiye olarak onlara ihtiyacınız yok"… “Donald Trump çok büyük bir potansiyele sahip, çünkü o beklenmedik bir şekilde seçildi. Bütün bahisçiler onun seçilmeyeceğini iddia ettiler. Seçilme şansının 1/20 ile 1/2000 arasında olduğu söyleniyordu. Sonuçta seçildi. Çünkü ulusal güvenlik; Hillary Clinton'ın kullandığı elektronik oy sahteciliğini durdurdu. Clinton bu yöntemle 13 eyalette Sanders'ın önüne geçmişti. Trump aynı zamanda ulusal güvenlik ajansındaki iyi adamlar ve ulusal demokratik komitedeki bazı kişiler tarafından sızdırılan e-mailler sayesinde kazandı…
Trump suikasta uğrayacakmış!
Ben de ulusal istihbarat teşkilatı liderinin yalancı olduğunu ilan eden sürecin içindeyim. Donald Trump'a yalan söylüyorlardı, bu durum sorunlara yol açtı. Donald Trump, Goldman Sachs tarafından esir alınmıştır. Kendisinin etrafı hâlihazırda düzenin adamları tarafından sarılmış durumda ve kendisine ulaşan bilgiler bu yolla filtreden geçiriliyor. ABD gizli servisi zaten şu anda onun nereye gideceğini ve kiminle buluşacağını kontrol ediyor. Donald Trump; zannediyorum ki suikasta uğrayan John F. Kennedy'den sonra, kontrol etmekte en zorlanacakları başkan. Kendisi herhangi bir zaman suikasta uğrayabileceğini biliyor.
Trump'ın Avrupa'daki, Orta Doğu'daki üstlerimizi kapatmak ve NATO'yu bitirmek istediğini düşünüyorum. Ancak; aynı zamanda Lynn Rothschild ve Evelyn Rothschild'in bu konu hakkında konuşmasını engellemek için, ona 20 milyar dolar verebileceğini de biliyorum. Şu anda zar atılacak ve sonucunu bekleyeceğiz… ABD bir demokrasi değil. ABD Rothschild'lerin kontrolündeki bankaların yönettiği iki partili Tiranlıkla yönetilen, Faşist ve kurumsal bir devlettir. Hal böyleyken, bizim Türkiye'yi eleştirme hakkımız yok. Benim bakış açıma göre Türkiye, kesinlikle merkezi bir ülke. Türkiye, Orta Doğu'da yeniden düzen sağlayıcı rolünü aldığı müddetçe, işlediği her türlü günah affedilmeli diye düşünüyorum. Orta Doğu'da düzen sağlayıcı bir role bürünmek için de, Türkiye’nin; Rusya ve İran ile iş birliğini güçlendirirken Suudileri ve İsrail'i de yeniden dar bir alana sıkıştırması gerekiyor.” diyen CIA ajanı Davut Steele, Trump’u Siyonist sermayenin alternatifi gibi sunarak, AKP gibi gafil iktidarları ve Ergün Diler gibi yandaşları, Trump'ın safına çekmeyi amaçlamıştı. Doğrularla yanlışları harmanlayan CIA ajanları, böylesi senaryoları sıkça gündeme taşırlardı.
“DAEŞ’i ABD kurdu!” itirafı
"Şimdi bunu 3 parçaya bölelim. DAEŞ’i üç soruyla analiz edebilirsiniz; Onları kim kurdu? Onları kim kontrol ediyor? Ve onlardan kim fayda sağlıyor?"… "Suudi Arabistan ve ABD DAEŞ’i birlikte kurdular. Bu gerçek hakkında aklınızda en ufak bir soru işareti olmasın. DAEŞ büyük çoğunlukla Suudi Arabistan ve İsrail tarafından kontrol ediliyor. İsrail birtakım memurlarını DAEŞ ile alakalı konularda özellikle görevlendirdi. DAEŞ aslında aynı zamanda bölünmüş bir çete. Dolayısıyla tam anlamıyla kontrol edilebileceklerini düşünmüyorum. Rusya’nın gücünü göstermek konusunda harika bir iş çıkarttığını düşünüyorum, ancak bizim Halep’te yaptıklarımız gerçekten çok üzücü.”[4]
Irkçı emperyalizmin sonu yaklaşmıştır!
Sovyetler Birliği’nin dağılması durumu, Amerikan hegemonyasının ideolojik dayanağını yıkarak hegemonyanın rıza unsurunu ortadan kaldırsa bile; ABD, hegemonyadan tahakküme dayalı imparatorluk düzenine yönelen zorba politikalar uygulayarak, Sovyet coğrafyasında oluşan güç boşluğunu doldurmaya çalışmıştır. Bundan dolayı; Amerika Birleşik Devletleri’nin imparatorluk vizyonunun temel hedefi, Avrasya coğrafyasında kendi hâkimiyetine meydan okuyabilecek bölgesel veya küresel güçteki ülkelerin ortaya çıkmasına engel olmaktır ve Türkiye bunların başındadır. Üstelik diğer ülkeleri kontrol etmeyi, kontrol edemediği ülkeleri gerektiğinde dizayn etmeyi benimseyen bu tahakküm anlayışı, Amerikan idealizmini dillendiren pek çok kişiye göre, ABD’nin geleneksel politika anlayışına da tezat oluşturmaktadır; çünkü kilise baskısından kaçarak ve İngiliz sömürgeciliğine başkaldırarak devletlerini kuran Amerikalıların, dış politika yönelimlerinin temelinde, tarih boyunca özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar yer almıştır.
Bugün ABD; kuruluş ideallerinden, popüler ifadeyle Amerikan idealizminden çok farklı bir noktaya varmıştır. Çünkü 1945’ten günümüze uzanan ve ‘‘Amerikan Yüzyılı” olarak adlandırılan süreç, sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik alanlarda, ABD’nin diğer ülkeleri etkilemesine yol açarak bir üstünlük kurmasını sağlamış, SSCB’nin dağılmasıysa bu üstünlükten bir imparatorluk vizyonu yaratmış ve buna bağlı olarak da Amerika’nın yeni stratejik hedeflere yönelmesine yol açmıştır. Bugün gelinen noktada Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin liderlik ettiği tek kutuplu dünyaya, hâkimiyetini zorbalıkla sağlamlaştırmayı amaçlamıştır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin, imparatorluk karakteri taşıyan dış politika yönelimleri sergilemesinin en önemli nedeni, daha önce de belirtildiği gibi, yumuşak güç olma imajının ortadan kalkmış olmasıdır. Uluslararası kamuoyu; Amerikan saldırganlığı karşısında, ABD gücüne olan güvenini kaybetmiş, Amerikan üstünlüğü büyük ölçüde meşruiyetini yitirmiş durumdadır. Meşruiyetini yitiren ABD’nin, günümüzdeki tahakküme dayalı küresel imparatorluk stratejisi 3 temel hedeften oluşmaktadır:
1- Üçlü içinde bulunan diğer ortaklarının (Almanya ve Japonya’nın) ABD yörüngesi dışında faaliyette bulunmasına fırsat tanımamak.
2- NATO vasıtasıyla askeri kontrolü sağlamak ve önceki Sovyet dünyası kırıntılarını da kendi güdümüne sokmak.
3- Bu anlamda Washington’un imparatorluk girişimini, Büyük Ortadoğu Projesi ile somut hedeflerine ulaştırmak.
ABD İmparatorluğunun hâkimiyet stratejisi: “Büyük Ortadoğu Projesi” olmaktadır
Ortadoğu kavramı, Avrupa merkezli bir kavram olup dünyanın diğer bölgelerini bu merkeze (Avrupa’ya) olan uzaklıklarına göre; yakın, orta ve uzak şeklinde tanımlayan bir anlayışın yansımasıdır. Coğrafi olmaktan ziyade, siyasi bir içeriğe sahip olan Ortadoğu kavramını ilk kez kullanan Mahan, kavramı Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek amacıyla kullanmıştır. Kavrama resmiyet kazandıran ise, 1911 yılında Hindistan’da Lord Curzon olmuştur. Lord Curzon, ilk kez Ortadoğu kavramını resmi konuşmalarda kullanmıştır. “Ortadoğu” kavramı; yüz yılı aşan bir süredir kullanılıyor olmasına karşın, bölgesel ve küresel gelişmelere bağlı olarak, bu kavramın mekânsal açıdan sınırları bir türlü netlik kazanamamıştır. Genel olarak Ortadoğu denildiğinde, Arap yarımadası ve bu yarımada üzerindeki devletler akla takılmaktadır. Oysa bunların arasında Türkiye de bulunmaktadır.
[1] Burakkillioglu@milligazete.com.tr
[2] Milli Gazete, Mustafa Kurdaş
[3] Abdulkadirozkan@milligazete.com.tr
[4] http://www.haber7.com/guncel/haber/2242227-cia-ajanindan-carpici-turkiye-aciklamasi
http://www.millicozum.com/mc/duyurular/abd-stratejik-zalimdir-akp-ise-trajik-isbirlikcidir
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder