HÜKUMET DEVİRMEK BÖLÜM 2
Bütün bu Anormallikler böyle bir küresel hazırlığa işaret etmiyor mu?
Bu birinci hedef tutmazsa en azından “ Etkili/Yetkili ” birilerinin çalısma odasını talan etmek, devletin artık işlemediği, kendini dahi koruyamadığı mesajını
vermek. Yani Saddam’ın veya Kaddafi’nin devrildiği sıralardaki görüntülere benzer birşeyler yakalamak.
Üçüncü bir hedef ise paniğe kapılan Polislerin gerçek mermiyle kalabalığa ateş açması, 200-300 göstericiyi öldürmesi olabilirdi.
İlk kurbanlar verildikten sonra ölenlerin kimliklerine göre provokasyonun gerisi gelirdi:
Kürtler, Alevîler…
Paranoyak mı göründü size?
20 gün boyunca ağaç/park konusundan çok “ Polis gerçek mermi kullanıyor yaralanan var, ölen var, polisler lütfen emirlere itaat etmeyin” türünden
mesajların Twitter’da dolaşması da mı dikkatinizi çekmedi?
Manipülasyon… Olmasını istediğin şeyleri zaten olmuş gibi göster, medyayı kendi zaferine inandır, zihinleri hazırla, polisi, valiyi mağlubiyete ikna et.
Onlar da tam bunu yaptılar. Kısaca küçük bir kamp ateşi yakıp büyük bir ormanı tutuşturmak istediler. Ya da 50 milyon dolar dolar harcayıp 5-6 milyarlık
rantlarını kurtarmak diyelim. Kısaca “rantabl” bir operasyondu hedeflenen. Bu seferlik olmadı.
Dipnotlar
0° Halk iradesi Avrupa’da kutsaldır ama beyaz adam içindir bu hak. Hatta ideali beyaz olmanın ötesinde zengin ve Hristiyan olmaktır. Hem fakir, hem zenci hem de Müslüman olan Afrikalı bir halkın iradesine kolay kolay saygı gösterilmez. Avrupa’nın elitleri beyaz olmayan ırklara hâlâ tepeden bakarlar. Bırakın böyle bir halkın kendi kendini yönetme hakkını, yaşam hakkını bile tanımazlar. Meselâ Kızılderililerin veya Güney Amerikalıların uğradığı soykırımlar Avrupalıları meşgul etmez. Pol Pot gibi veya Kaddafi, Saddam gibi eli kanlı diktatörler Avrupa ile her zaman işbirliği yapabilmiştir. Kaddafi sadece ingilizleri veya fransızları öldürdüğünde “terörist” ilân edilmiştir.
Hitler’in affedilmemesindeki birinci sebep de budur: Beyaz adamı öldürmüştür o. Yoksa 6 milyon Avrupalı Yahudi değil de 66 milyon Kongoluyu öldürseydi bugünkü kadar konu edilmezdi.
1° Fransa’nın Mali operasyonu ile ilgili olarak:
. Tombuktu’da çocuk öldürmenin Paris’teki faydaları
. Mali: Fransa para etmeyen “değerler” için savaşır mı?
. Fransa ve Amerika neden teröre destek oldu?
. Uranyum ve Altın için İnsan Öldüren Uygar(!) Batı Geliyor!
. (Sakın!) Kurtarma Operasyonu – Cezayir şike mi yaptı?
Ayrıca Afrika üzerine:
. Somali: Korsan mı, balıkçı mı?
. Özgür Bırakılan Kölelerin Ülkesi: Sierra Leone (1)
. Özgür Bırakılan Kölelerin Ülkesi: Sierra Leone (2)
2° Tepeden inmeci, neo-liberal ideolojisi “competitive markets are the best way to organize society” olan Georges Soros’un parasıyla destek olduğu bir kaç
eylemi sayarsak:
. Ulusal paraların dayanışması yerine ortak para avro,
. Doğu Avrupa’da portakal vs “renkli devrimler” yoluyla Rus nüfuzunun azaltılması,
. Doğu Avrupa’nın AB’ye entegre edilmesi,
. Avrupa güvenliği için bağımsız bir ordu değil NATO’nun tercih edilmesi,
. Eşcinsel evliliklerin resmen tanınması,
. Olur olmaz yerlerde soyunan Femen ekibiyle “eski ahlâkî düzenin” protesto edilmesi…
Tayyip’i Devirmek için kaç para lazım? (Bölüm II)
Banka Darbe ister mi?
Türkiye’de hükümet devirmekten bahsedince akla hemen ordu gelir. Normal. Adamların sabıkası kabarık.
( Bkz. Cemile Bayraktar’ın e-kitabı: Kendi Ülkesini işgal eden ordu)
Türkiye dışında da örnek çok. Ortadoğu, Latin Amerika ve Afrika’nın önemli bir kısmında ülkeler kendi orduları tarafından işgal edilir durur. Peki ya bankalar?
Onlar da hükümet darbesi yapar mı?
Mevduat ve yatırım bankaları ya da endüstriyel faaliyetleri olan özel şirketler “normalde” darbe istemez. Seçim zamanında bile stres yapan bir patron neden
kendi ülkesinde darbe yapsın değil mi? Bırakın darbeyi, koalisyon hükümeti dahi istemez onlar. Zira ekonomik faaliyet en çok siyasî istikrara ihtiyaç duyar.
İşçilerin grevden uzak durması, müşteri ve yatırımcının güveni, ülkenin dışarıdaki itibarı vs bütün bunlar firmaların kârlarını doğrudan etkileyen faktörler. Ammaaaa… işin bir de “ama” kısmı var. Nedir?
Kendi ülkesinde mülteci durumuna düşmek!
Biz “ülke / devlet / hükümet” deyince ulus-devlet anlıyoruz. Yani Birinci Dünya Savaşı ile imparatorlukların yıkılmasından sonra yaygınlaşan devlet modeli.
Ulusal sınırlar, ulusal kanunlar, ulusal ordular, ulusal gümrükler vs. Biz vatandaşlar da ulus-devletin pasaportu ile gezeriz, ona vergi öderiz, onun ordusunda askerlik yaparız.Gerçekten de ulus-devletin gücü, menzili ulusaldır. ( Bkz. Ulus-Devlet isimli e-kitabımız) Türkiye eğer sınırları dışında bir şey
yapmak isterse öteki ulus-devletlerle işbirliği yapmak zorundadır: Gümrük anlaşmaları, sınır ötesi askerî harekâtlar, suçluların iadesi, yabancılarla evlilik…
Yani “ Hükümet darbesi firmaların işine gelmez ” derken eğer menzili sınırlı ulusal firmaları kasdediyorsanız, evet doğrudur. 100-150 işçi çalıştıran, fabrikası, müşterisi, satış mağazası vs Türkiye’de bulunan bir patron başbakanı sevsin ya da sevmesin, darbe istemez. Çünkü darbe bu tür patronları iflasa götürür. Fakat başka tür patronlar da vardır.
Parazit adamlardır bunlar.
Yani ekonomik mânâda katma değere sahip mal ve hizmet üretMEyen, diğer firmaların ve sıradan vatandaşların sırtından geçinenler.
Stokçuluk yaparlar, milleti dedikodu yoluyla paniğe sevk edip spekülasyon yaparlar; ucuza arsa, bina, altın, hammadde vs kaparlar.
Dürüst patronlar gibi riske girmezler, yatırım niyetiyle alıp satmazlar, doğrudan fiatlarla oynamak isterler çünkü başkasının emeğini sömürmenin en kolay yolu
budur. Aman dikkat! Ne kapitalizmi ne de moderniteyi suçlamayın, mesele özünde insanlık kadar eski. Teknik ya da ekonomik değil hukukî bir mesele.
Parayı kullanarak başkasına eziyet eden ticaret eşkiyasına Hamurrabi kanunlarından İbn Haldun’a kadar her yerde rastlanabilir!
İşte bu kravatlı eşkiyalarla mücadele etmek, vampir patronlar ile dürüst patronları ayırd etmek bugün için ulus-devletin görevi.
Dürüst olan tüccarlara zarar vermeden; faaliyetlerini aksatmadan vampirlerin yıkıcı vurgunlarını önceden görmek ve halkı korumak gerek.
Peki ulus-devletin adalet mekanizması işlemediği zaman ne olur? 2001 krizindeki gibi “hortumcular” gelip devletin kasasını boşaltabilir.
“Kasa devletin, bana ne?” demeyin tabi. 30 veya 40 milyar dolarlık bir ulusal kayıp yüzlerce hastahane, binlerce okul, kilometrelerce yolun çalınması demek.
Çalınması ya da bir düşman işgali esnasında bombalanması. 2001 krizini sonuçları bakımından bir savaşa benzetebiliriz.
Türkiye’nin her yerine düşman bayrakları asılmadı tabi ama “ulusal egemenlik” kavramının içi boşaldı o dönemde.
Dış borçlarını ödeyemeyen, yol, köprü, hastahane yapamayan, doktorun, polisin, öğretmenin maaşını ödeyemeyen bir devlet neye yarar?
Gücü sıfırlanmış bir devletin vatandaşları kendi ülkelerinde mülteci durumuna düşmez mi?
Yunanistan’daki duruma bir bakın: Devlet televizyonunda yayının durması, halkın pazarlarda yere düşen sebze meyveyi kapışması, kilise önlerinde bedava bir çorba için saatlerce sıra beklemesi… ( Bkz. Yunanistan artık Yunanlıların değil ) Gerçek şu ki ırkçı Altın şafak partisinin yollarda gezdirdiği dev Yunan bayrakları dışında ulusal egemenlik namına bir şey kalmadı Yunanistan’da. Yunan limanlarını satın alan Çinli firmalar iş güvenliği, fazla mesai vb konularda Yunan kanunlarını değil Çin kanunlarını uyguluyorlar. Yunanlı işçileri çok daha fazla ezen bu uygulama Yunan hükümetinin göz yumduğu geçici bir durum değil. Çin firmaları bu şartla geldiler yatırım yapmaya. Yani hükümet liman bölgesinde bir egemenlik transferi yaptı! (Adalet ve vicdan transferi de diyebilirsiniz buna)
Devlet ulusal, düşman küresel!
Ulus-devletlerin işi giderek zorlaşıyor. Zira vampir patronlar 1980’lerden beri statü değiştirdiler. Son 30 yılda meydana gelen bir dizi gelişme aslında bütün dünyayı değiştirdi. [1] Ulusal adalet sistemlerinin, ulusal polis ve mahkemelerin küresel şirketler üzerindeki etkisi neredeyse sıfırlandı.
Eskiden şirketler birbirleriyle rekabet ederdi; şimdi devletler Sayın Piyasa’nın gözüne girmek, kredi notlarını yükseltmek için rekabet ediyor.
İşçi hakları, çevre koruma, tüketici koruma yasaları bu açık arttırmada feda ediliyor. Ticaret için Adalet’i feda eden ulus-devletler yatırımcıları hoşnut ediyor
ve alkışlanıyor. Eskiden “haddi aşan” şirketler devlet eliyle cezalandırılıyordu. Artık “haddi aşan” devletler Sayın Piyasa tarafından cezalandırılıyor. Çünkü menzil değişti: Devlet hâlâ ulusal ama düşman küresel. Peki nasıl gelindi bu noktaya?
Eskiden sermaye sahibi gibi kâr getirecek işlere yatırım yapardı. Az risk, çok kâr arardı. Endüstri, tarım, ticaret… Meşru ekonomik sahalar bu yolla para kaynağı
bulurdu ve istihdam artardı. Yani bankalar birer buluşma yeri, birer çöpçatan idiler. Kimle kim? FAZLA parası olan sermayedar ve küçük tasarrufçu ile
EKSİK parası olan üreticinin. Yatırımcı uzun vadeli bir vizyon ile neticeyi beklerdi. Tarım ise hasat zamanını, fabrika ise üretim ve satış döngüsünü
(imalat, montaj, lojistik…). Yıl sonunda dağıtılan kâr payı sermayedarın hakkı idi. Göze aldığı risk gerçekleşirse parasını kaybederdi.
Bugün sermayedarın yerini fon yöneticisi dediğimiz aracılar aldı. Kâr payını gölgede bırakacak kadar büyük kazanç imkânları söz konusu.
Fon yöneticisi kısa vadeli, çoğu zaman günlük, hatta saatlik alım-satımlar ile spekülatif kârlar peşinde. Bu sebeple istikrar değil tersine panik ortamı onlara
daha fazla kâr getiriyor. Endüstri patronu ile borsadaki broker müttefik değil düşman oldu. Bu başlı başına bir sorun.
Bir çok savaşı ve ekonomik krizi besleyen küresel bir sorun.
Fakat daha da beteri var. Aracı kurumlar ve fon yöneticileri bazen kendi müşterilerine para kaybettirerek kâr etmenin yolunu seçiyorlar!
Muazzam komisyonlar ve saydam olmayan kompleks finansal ürünler sebebiyle bu da mümkün hale geldi. Yani “bizim” broker kendisine para emanet
eden zengin müşterilerin de düşmanı oldu.
Üstelik Goldman Sachs gibi firmalar yandaş siyasetçileri, yandaş gazetecileri ve yandaş akademisyenlerinden oluşan ilişki ağı ile muazzam bir dokunulmazlık
elde etti. Bu güce sahip olan bankalara soruşturma açmaya yeltenen ulus-devletler tehdit ediliyor: “ Sakın bankalara dokunmayın, biz çökersek
sistem çöker, siz de batarsınız! ”.
Emlâk krizini tetikleyen ve büyüten, yüzbinlerce Amerikalıyı evsiz bırakan bu firmanın suçlu olduğunu herkes biliyor ama kimse dokunamıyor…
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbDzQTRYalYPl6VDe214l2tfImqOPjvx1yQrYNWwQ2NXqEakBH_s0uDvbivxX1-W9fY-_k7ohOU-hXTs9SDe1Ax32QQIe87goaxz-PpxT5v1cj_42ZEpnRN1l5IbAJgBL3ty1q_62yVvg/s400/misere-usa.jpg
Dipnotlar
1° 1980’lerden bu yana sürmekte olan bu köklü değişimi önceki kitaplarımızda inceledik:
. Banka Ordudan Tehlikelidir!
. Liberalizmin Kara Kitabı
. Liberalizmin Ak Kitabı
. Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Rusya ve Britanya’nın müthiş ortaklığı (Cemil Ertem)
Dün 2013’ün ilk (çeyrek) büyüme rakamları açıklandı ve az da olsa beklentinin üzerinde geldi.
TÜİK’in üretim yöntemi ile GSYİH tahmini, Sabit fiyatlarla yüzde 3 artış gösterdi. Burada dikkat çekici olan turizm sektöründeki yüzde 13, 7 lik şaşırtıcı yükseliş.
Bunun temel nedenleri bizce; barış süreci ve bu bağlamda demokrasi ile sağlanacak siyasi istikrar beklentisi… Ayrıca başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin önemli merkezlerine havayolu trafiğinin, artan kapasite ile birlikte artması…
Örneğin Muş havalimanı’na ya da Van’a indiğinizde en yakın Bitlis olmak üzere, yapılan/yapılmakta olan yeni duble yollar sayesinde Doğu’nun tüm merkezlerine
hızla ulaşabiliyorsunuz artık. Kilis’den yola çıkın, kuzeye Ankara’ya doğru, eskiden eğer hava koşulları kötü ise Gülek Boğazı’nı nasıl geçeceğinizi düşünürdünüz; şimdi ise Gülek Boğazı’ndan geçerken dağların yamaçlarından size doğru gelen çam ormanlarını seyrediyorsunuz. Çünkü sarp kayalıkların üstünden geçen sayısız viyadük ayağınızı gazdan çektirmiyor bile.
İpek Yolu’ndan beri ilk…
Bakın işte Türkiye’de ‘birilerinin’ endişelenmesinin temel nedenlerinden birisi budur. Türkiye’nin batısı ile doğusu, İpek Yolu’ndan beri ilk defa, böylesine
buluşuyor. Doğudan batıya-batıdan doğuya müthiş bir trafik tam da 2013’ün başından itibaren, barış süreci beklentisiyle başladı. Ama bu trafiği
kaldıracak alt yapı ve ekonomik entegrasyon zaten çoktan hazırlanmış. Yani, kendi çıkarları için, Türkiye’nin doğusunu ulaşılmaz kılanlar şimdi bu avantajlarını yitiriyorlar. Üstelik Türkiye’nin doğusundaki sınırları geçtiğinizde sizi müthiş bir yeraltı zenginliği karşılıyor. Bugün K.Irak’daki doğal gaz ve petrol rezervlerinin ortaya çıkarılması ve ticarileşmesi ile, yaklaşık 45 milyar varillik petrol rezervi olduğu hesaplanan zenginliğe ulaşmaya başlayacağız.
Kuzey Irak’ta tahmin edilen doğalgaz miktarı ise 3,2 trilyon metreküp, yani Türkiye’nin gaz ihtiyacını 300 yıl karşılayabilecek büyüklükte.
Öte yandan bu enerji hatlarının Bakü-Hazar enerji hatlarıyla birleşip, Türkiye üzerinden, Avrupa içlerine kadar gideceğini söyleyelim.
Yani bırakın Irak’ın güneyini, yalnız Kuzey Irak, Azerbaycan, Hazar enerji hatları bile yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu ve sonrasında yeni bir dünya doğurur.
Bakın bu yalnız yeni bir Ortadoğu demek değildir, yeni bir AB demektir aynı zamanda…
Şu Mayıs ayı ve Özlü Gezi Dersleri
Şimdi Mayıs ayının başından beri olan gelişmelere tekrar bakalım; Türkiye’de barış süreci sorunsuz işlemeye başladı, halk hem batıda hem de doğuda süreci
sahiplendi. K. Irak ve Türkiye bütünleşmesi gündeme geldi ki bu Türkiye açısından yarım kalmış bir sorundur.
Ama bu bütünleşme, yalnız Türkiye’nin değil, K. Irak’lı Kürtlerin de çıkarınadır. Erbil, Musul, Kerkük, Süleymaniye doğunun yeni zengin kentleri olmaya bu
bütünleşme ile adaydır. Yani Britanya’nın Lozan’da masa başında aldığını şimdi Türkiye ve Kürtler, ekonomik koşulların gereği, yeniden Britanya’dan alma
aşamasına gelmişlerdir. Çünkü buralardaki zenginliklerin, pazarın ve beşeri sermayenin denetimi Anglosakson egemenliğinin altındadır.
Aşağıdaki paragrafta anlatacağımız BP gibi Anglosakson şirketler bu kaynakları denetlemekte, beşeri sermayeyi sürekli gerginlik ortamı oluştururak
denetlemektedirler.
Türkiye’nin doğusuna ve K.Irak’tan başlamak üzere, Ortadoğu’ya barış gelmesi demek, batının savaş ve gerginlikle denetleyemeyeceği bir genç nüfus demektir.
Tam da bu açıdan, Kürt barışının sağlanmasından hemen sonra, genç nüfus kullanılarak çıkan olaylara bakalım: Türkiye, barış süreciyle birlikte, havalimanı,
köprü ihalelerini yaptı, enerjide çok önemli adımlar attı, Erdoğan- Obama görüşmesi olumlu sonuçlandı ve ABD-Türkiye, ilişkilerinde ilk defa,
doğrudan Britanya’yı falan işin içine sokmadan siyasi ve ekonomik kararlar aldılar. Bu çok önemlidir, bu aynı zamanda İsrail özrünü de getirmiştir.
Şimdi tam burada gelelim Gezi’ye…
Tabii ki, teknolojiyle iç içe yeni bir gençlik dinamizmi vardır. Gezi olayları bu dinamizmin açığa çıkmasıdır da.
Ancak, bu dinamizmi kullanmak isteyenlere ve dinamizmin yönüne dikkat edelim. Şüphesiz ki, Gezi deneyimi Türkiye’de var olan muhalefet yapısının,
Partilerinin de gerçek yüzünü, yetersizliğini ortaya çıkarmıştır. Artık bize herşeyi dayatamazsınız diyen bir gençlik olduğunu / olacağını herkes gördü.
Türkiye, demokrasi hem de katılımcı demokrasi kanallarını daha fazla açmak durumundadır.
Bunu yaparsa bundan sonra gençliğin bu dinamizmini şimdi olduğu gibi, global finans oligarşisi ve onun yerli işbirlikçileri, neo-faşist unsurlar kullanmaz.
Rusya ve Britanya’nın Müthiş ortaklığı
Türkiye’de barış süreci ile birlikte gündeme gelen bu enerji atılımından ve Türkiye’nin kendi doğusuna doğru büyümesinden kimler, neden rahatsız oluyor size bir örnek:
İngiliz petrol devi BP, geçen yıl Rus oligarlarının Rusya’da ortak olduğu TNK-BP ortaklığındaki yüzde 50 hissesini Rus devlet şirketi Rosneft’e satmıştı.
Ama bu satışın şöyle bir yanı da vardı; BP, bu satışdan 17,1 milyar dolar nakit aldı ama bu satışla dünyanın en büyük kamu enerji şirketi olan Rosneft’e de
yüzde 12,84’le ortak oldu. Ama BP, Rosneft’in yüzde 5.6’lık payını daha 4,9 milyar dolar ödeyerek satın aldı çünkü bu hamle, BP’nin Rosneft’teki payını yüzde 19,75’e çıkartıyor ve BP’ye Rosneft Yönetim Kurulu’na iki kişiyi atama hakkı veriyordu.
Şimdi düşünün Britanya, Rusya ile böyle bir ortaklık kurarak, yalnız Rusya coğrafyasında değil, Hazar ve Ortadoğu coğrafyasında da yeniden sömürgecilik
dönemlerine dönmek istiyor. Bu ‘alışverişten’ Rusya’da memnun çünkü Britanya’nın, eskiden olduğu gibi, Türkiye gibi ‘sorun’ olacak ülkelerle uğraşarak
enerjideki tekelini yitirmesini engelleyeceğini umuyor. Nitekim Rusya’nın bu ‘umudunu’ bugünlerde güçlendiren gelişmeler de oluyor biliyorsunuz.
Şimdi Rosneft-BP ortaklığının en büyük korkusu, Türkiye’nin hem K. Irak hem de Azerbaycan’la birlikte henüz hesap bile edilemeyen büyüklükteki fosil yakıt
rezervlerini Güney Gaz Koridoru gibi projelerle denetlemesi ve BP-Rosneft-Gazprom tekelini kırmaya başlamasıdır.
Bunun olması yalnız Rusya ve Britanya için bir kabus değildir, Almanya için de korkulu rüyadır. Çünkü Güney hattından ve daha düşük fiyatlardan enerji
sağlayan Doğu Avrupa, Almanya’dan bağımsız büyüme konusunda büyük bir avantaj yakalacaktır. Kaldı ki, Almanya, özellikle Gazprom üzerinden,
Rusya bağlantılı enerji projelerine ortaktır. İşte bunun için İngiliz basını Gezi olaylarının üzerine atladı ve bunu bir rejim sorunu gibi gösterme gayreti
içinde oldu. Hatta The Economist, Kabakçı Mustafa ayaklanması ile tahtdan indirilen ve bir yıl sonra ‘eskinin’ silahlı gücü Yeniçeriler tarafından boğdurulan
3. Selim resmine Erdoğan’ı montajlayarak Başbakan’ı ( ve tabii Türkiye’yi ) tehdit etti.
İşte böyle Londra direniyor arkadaşlar, hem de Rus oligarklarla birlikte…
Finans-Kapital…
Başbakan bu olaylar başladığından beri faiz lobisi diyor. Birileri de bu çok soyut bir kavram, sakın ‘çıkar lobisi’ falan olmasın, faizin de lobisi olur mu diye
itiraz ediyor. Doğrudur, bu soyut bir kavram ama Başbakan’da somut bir olguyu böyle formüle ediyor aslında. Bunun açıkcası Finans Kapital’dir.
Yani Rudolf Hilferding’in 1910 yılında büyük başarıyla anlattığı ahtapottur… Kısaca bir toplumdaki toplumsal sermayeyi yönlendiren hakim ‘çekirdek’ sermayedir bu. İçiçe geçen ‘gerici’ banka ve sanayi sermayesidir. Bu çekirdek sermaye, bugün Türkiye’de olduğu gibi, güç kaybettiğinde önüne gelen herşeyi kullanarak kaos yaratır. Tabii ki bu yapı yalnız değildir, mesela benim biraz önce yukarıda anlattığım ahtapot hikayesi ile bunlar ortaktır. BP ve Rosneft, Türkiye’de yeni rafineriler, yeni enerji boru hatları, yeni limanlar ne kadar istemiyorsa bunlar da o kadar istemez… Çünkü rekabet edemezler…
Sonuçta faiz “lobisi”, yalnız faizden ibaret değildir.
Gezi Parkı’ndan sonra sıra Çin’e mi geldi?
Ekonomi meteorolojiye benzemez!
Reuters, CNN, BBC, Fransız ekonomi gazetesi Les Echos ve geçen gün (24 haziran) de Le Monde gazetesi’nin manşeti aynı felâketi(?) haber veriyor:
“Brezilya, Çin, Hindistan, Türkiye: Gelişmekte olan ülkeler yıkılacak gibi”. Artık takip etmek mümkün değil, haberler ve yorumlar sağnak halinde
yağıyor.
Bir haftadır Washington, Londra, Paris kaynaklı ekonomi siteleri Çin’de krize çıkacağını yazıyor; yani 2008’de ABD’de olduğu gibi bir emlâk krizi. Kolay
kredi ile şişen bir emlak balonu patlayacakmış. Tabi olabilir. Ama açıp baktığınızda şaşırıyorsunuz. Ekonomistlerin soğuk kanlı teknik analizleri yok bu haber ve yorumlarda. Bunun yerine adeta futbol haberi gibi taraftar hatta duygusal bir üslup var. Hani neredeyse “ah keşke kriz çıksa” diyecekler.
Bilgi olarak? Yeni bir şey yok, yıllardır bilinen bazı sorunların abartıldığını, bir bölgeye has bir meselenin ülke çapındaymış gibi gösterildiğini görüyorsunuz.
Bozuk plak gibi aynı şeyleri tekrar edip duruyorlar: çevre kirliliği, gelir dağılımı dengesizliği, kalifiye eleman azlığı, altyapıların yetersizliği… Bu
sorunlar elbette gelişmenin önünde birer fren olabilir ama bir kriz başlatmaz.
Nasıl oldu da FARKLI lisanlar konuşan, FARKLI patronlardan maaş alan, FARKLI ülkelerde hatta FARKLI kıtalarda çalışan gazeteciler birden bire aynı gün Çin
ekonomisi hakkında TIPATIP AYNI şeyleri yazmaya başladılar? Nasıl oldu da Fitch gibi kredi derecelendirme kuruluşları ve “akademik uzmanlar” aynı gün bu
koroya katıldı?
Sürekli “yağmur yağacak” diyerek bir şey elde edemezsiniz. Ama karamsarlık pompalayarak ekonomik dengeleri değiştirebilirsiniz. Takdir edersiniz ki bir ülke ve/veya sektör için sürekli “ Kriz Çıkacak ” derseniz sonunda yatırımcılar kaçar ve siz çıkmayacak olan o krizi bizzat çıkarmış olursunuz. Bu yüzden Çin ekonomisinin böylesi bir YAPAY kriz taarruzu altında olduğunu söylersek çok büyük bir risk almış olmayız. Peki kim ister Çin’in yükselişini frenlemek? Cemil Ertem’in Türkiye ve Brezilya konusunda yazdıkları sanırım büyük ölçüde Çin’e de uyarlanabilir:
“… Tabii ki Brezilya ve Türkiye, Batı-Doğu arasındaki, tam şimdilerde de ortaya çıkan, çatışmanın iki simge ülkesi. Gösterileri, batı medyasının Türkiye ve
Brezilya’da bir iç savaş varmışçasına aktardığı görüntüler tamamlarken bir takım bankalardan da şöyle açıklamalar hemen geldi:
‘ Standard Bank Ekonomisti Tim Ash: ‘Fed’in tahvil azaltımına karşı TL’nin en kırılgan gelişen ülke para birimleri arasında… ‘ Ash, ‘Yüksek cari açık, kısa vadeli borçların yüksekliği ve son dönemde artan riskler nedeniyle TL en kırılgan para birimleri arasında yer alıyor’ diyor.
Şu cari açık, kısa vadeli borçlar falan bu konularda dilimizde tüy bitti. Bunların ısıtıp ısıtıp önümüze koyduğu gibi değil bu ‘sorunlar.’ Ama işin ilginci tam bunlar
olurken bizde de Türkiye’nin GSYİH’sından, dış borcuna kadar ekonominin aslında ne denli kötü olduğuna dair operasyon yazıları yazılmaya başlandı.
Şu milli gelirin cari fiyatlarla mı, yoksa sabit fiyatlarla mı hesaplanması gerektiği bile tartışıldı …”
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder