DERİN DÜŞÜNCE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DERİN DÜŞÜNCE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2017 Pazartesi

HÜKUMET DEVİRMEK BÖLÜM 3


HÜKUMET  DEVİRMEK BÖLÜM 3

G20’nin Kimyası bozulacak, dengeler değişecek 

Çin’i tek başına ele almak yerine Türkiye’deki olaylara ışık tutabilmek için G20’ye ve önümüzdeki yıllarda G20’de meydana gelecek değişıkliklere hızlıca bakalım: 

Dünyada 180’den fazla ülke var ama G20 ülkeleri dediğimiz en zengin 20 ülke aynı zamanda en etkili olanlar. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bu ilk 20 dünya ticaretinin %85’ini ellerinde bulunduruyorlar; bütün ülkelerin GSMH’ların toplamı da büyük bir paya sahip (%90). Dünya nüfusunun üçte ikisi yine bu 20 ülkede olduğundan G20’ye sadece bir “zenginler klübü” gibi görmek doğru olmaz; G20 uluslararası meselelerde meşru bir karar mekanizması olmaya aday. Buna ek olarak BM’in etkin biçimde işlemediği, veto hakkı bulunan güvenlik konseyi üyeleri yüzünden herşeyin kilitlendiği bir gerçek. Ayrıca en zengin 7 ülke + Rusya’dan oluşan G8 ülkelerinin dünya ekonomisi içindeki payları 1989’da %70 iken 2009’da %55’e düştü. 2008 kriziyle birlikte bir tür kutuplaşma çıktı ortaya, G20 ülkeleri iki gruba ayrıldılar: Hantallar ve dinamikler. 

Aşağıdaki listede ismi işaretlenen ülkeler dinamik olanlar. 

Hantallar grubunda[2] zengin ama kötü giden ülkeler var. Yani GSMH’sı artmayan hatta küçülme riski bulunanlar: 
Japonya, Fransa, Birleşik Krallık, İspanya, İtalya, Kanada… 

Yavaş da olsa toparlanmaya başlayan Almanya ve ABD için kesin konuşmak zor. Oysa dinamikler hiç kriz olmamış gibi %5 ila %8 arasında büyümeye devam 
ediyor: 
Brezilya, Rusya, Hindistan, Endonezya, Türkiye, Güney Afrika ve Çin. 

Bu listeye G20 içinde olmayan ama gerilerden hızla yükselen bazı ülkeleri de eklemek gerek: Polonya ve Arjantin. 

Tahmin edersiniz ki Hantallar Klübü’nün dünya pastasından aldığı pay her sene azalıyor ve dinamikler tam tersine her sene paylarını arttırıyorlar. 
Sadece ticaret değil endüstri ve sermaye de dinamiklere kayıyor. [3] Üstelik sadece spekülatif sermaye değil yatırım amaçlı gelen, uzun süre kalacak olan 
kapital de yön değiştirmekte. 

Yakın gelecekte ne olur? 

Hanttallar grubu bu manipülasyonu ıskalarsa yani büyüme hızları değişmezse dinamikler klübü içinde sivrilen ülkeler gelip hantalların en zayıfları ile yer değiştirir. Zira gelecek 8-9 yıl içinde dünya ekonomisinin %50’den fazlası dinamiklerin eline geçmiş olabilir. 
Zaten üçüncü sırda olan Pekin ne yapar? O da pastadaki payını arttıracak haliyle. Bir başka deyişle yaklaşık 60 trilyon dolar büyüklüğünde olan dünya 
ekonomisinde ABD, Avrupa ve Japonya lehine olan güç dengesinde avantaj dinamiklerin tarafına geçmek üzere. Yani dinamikler yukarı çıkarken aşağı düşmekte olan hantallar ile karşılaştılar. “Vurguncular Umudunu Keserken” isimli makalede özetlendiği gibi: 

“… Şu anda Türkiye, İspanya, Uruguay, Kolombiya, Endonezya gibi ülkelerle aynı duruma geldi. Ama burada ilginç olan, Latin Amerika ve Asya ülkelerinin 
çoğu ile bu aynılaşmayı, onların bizden önce yukarı çıkması ile İspanya gibi Avrupa ülkeleri ile de bu ülkelerin bizden önce aşağıya düşmesi ile yakalamış 
olmamız. Yani Asya’nın önemli bir bölümü Türkiye’nin bulunduğu şu andaki yeri çok önce yakalamış. Bu gerçeği zaten, çoğu zaman oldukça aldatıcı olan ‘not’ seviyesine bağlı olarak da gözlemlemiyorduk. Başta G. Kore olmak üzere birçok gelişmekte olan Asya ülkesinin sanayide ve teknolojide bizim 
çok ilerimizde olduğu herkesin malumu …” 

Bu kadar radikal bir değişiklik elbette ekonomi ile sınırlı kalmaz. Diplomatik dengeler muhakkak yerinden oynar. Ne olabilir meselâ? Çin’in borusu daha çok öter. 

Diğer yandan Endonezya, Türkiye ya da Brezilya uluslararası meselelerde Washington’u, Paris’i, Berlin’i Tokyo’yu sıkıştırabilirler. İsrail’in işgali altındaki 
topraklardan tutun da Petrol için savaş çıkarmaya, küresel ısınmaya kadar her sorun bu “etki ve yetki” sahasına girebilir. Bu arada Madrid, Roma, Lizbon, 
Atina gibi merkezler inişe geçtiğinden AB’nin akibeti belli değil. Yani 2030 veya 2040 gibi bir ufukta sadece G20 değil G8 de çok farklı ülkelerden oluşabilir. 
Bu yeni durum BM güvenlik konseyi yeniden pazarlık konusu olabilir. 

Sonuç 

Son haftalarda İngiliz, Fransız ve Amerikan basınında garip bir hareketlenme var: Çin, Türkiye, Güney Kore, Malezya, Polonya, İran, Güney Afrika, Endonezya, Brezilya konusunda çok karamsar haber ve yorumlar peşpeşe yayınlanıyor. İlk bakışta birbiriyle ilişkisiz gibi görünen bu ülkelerin ortak yanı krize rağmen çok hızlı büyümeye devam etmeleri. Diğer yandan BM güvenlik konseyi, G8 gibi köşeleri kapmış eski zengin ülkeler 2008 krizinde ağır bir yıkıma uğradılar. Hantallaşan eski zenginler ile yükselen yeni zengin ülkeler kıyasıya bir rekabet içindeler: Sermaya çekme rekabeti. Gerek spekülatif, sıcak para 
gerekse uzun vadeli yabancı yatırımlara her iki grubun da ihtiyacı var. 

  Yüzmilyarlarca dolarlık yatırımı ve bununla gelen politik, diplomatik, askerî avantajları elbette her devlet ister. “Hantallar” krizden kurtulmak için muhtaçlar 
buna. Dinamikler ise IIci Dünya savaşından beri süregelen kristalleşmiş statükoyu değiştirmek üzereler. Bu şartlar altında Türkiye’deki Gezi olayları ve aynı günlerde başlayan Brezilya ayaklanması ister istemez bu olayların eşgüdümlü ve uzaktan kumandalı olma ihtimalini akla getiriyor. 

Dahası demokrasiye ve halk iradesine saygı duymayan, para ile hükümet deviren, 1992’den beri Londra’da, Paris’te, Madrid’de hükümet mühendisliği oynayan bir Georges Soros var sahnede. Soros’tan resmen maddî destek alan Sırp örgüt OTPOR’un yöntemleriyle hareket eden Türk ve Brezilyalı “isyancılar” haliyle bir halk hareketinden çok sipariş üzerine isyan çıkartan 
profesyonel taşeronlara benziyorlar. Atatürk ve Abdullah Öcalan posterlerini yanyana taşıyan, “ölmek var dönmek yok” diyen Mustafa Kemal’in askerleri 
aslında daha büyük planın parçası mıydılar? Geceleri birayla sarhoş olup adam bıçaklayan, gündüz diz üstü etekle ünisex saf tutup cuma namazı kılan İslâmcılar(!) gerçekten ağaçları korumak için mi gelmişlerdi oraya? 

Belki de göstericiler bilmedikleri büyük bir senaryonun parçası idiler: 

 “… Senaryo şudur: Fed’in önderliğinde yaratılan algı, ABD’nin çok yakın gelecekte düşük faizle desteklenen genişleme politikasının son bulacağına bağlı olarak oluşturulan bir yatırım belirsizliğidir. Böylece, ilk elde, Londra merkezli, yaklaşık 17-18 trilyon dolar hacmindeki fonların bu amaç doğrultusunda yönetilmesi sağlanacaktır. Gelişmekte olan ülkeler daha yüksek faizden borçlanacak ve sabit sermaye-alt yapı yatırımları, Doğrudan Yabancı Sermaye 
girişleri durarak, merkez Avrupa ile aralarındaki farkın kapanmaması sağlanacaktır. İkinci olarak, bu ülkelerde, artan ekonomik sorunlar siyasi kargaşaya yol açacak ve buralarda tıpkı kriz sırasında İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi ‘geçiş’ teknokrat hükümetler oluşturulacak, mevcut siyasi yapılar, kadrolar tasfiye edilerek, geçiş sürecinden sonra, eski IMF politikalarının yeni versiyonunu ezbere uygulayacak ‘modern-batıcı’ hükümetler inşa edilecektir. 
Bunun için Türkiye ve Brezilya modeldir. 

Çünkü Türkiye’de pek ‘söz dinlemeyen’ İslam referanslı bir Başbakan varken Brezilya’da da pek ‘söz dinlemeyen’ solcu-eski gerilla-otpor devlet başkanı vardır …

” (Amaç; Türkiye gibi ülkelerde kriz ve teknotrat hükümetler, Cemil Ertem) 


Dipnotlar 

1° Özel bankaların kredi vermek yoluyla “para bastıklarını”, sorumsuzca hareket ederlerse ülkeye zarar verebileceklerini daha önce anlatmıştık. 
Çünkü kolay verilen (=riskli) kredi iç talebi YAPAY OLARAK arttırıyor. Emlâk veya başka bir sektörde yığılan talep fiatları yükseltiyor, yatırımcıları aldatarak bir 
balon oluşmasına yol açıyor. Yine o makalede bankacılığın meşru hatta elzem olduğunu ama kredi faaliyetlerinin kanunî denetim altında kalması gerektiğini 
savunmuştuk. “Banka Ordudan Tehlikelidir!” isimli e-kitabımızda ise 2008 krizi sırasında büyük kârlar toplayan kravatlı eşkiyalardan bahsetmiştik. 

2° Dikkat ediniz, ekonomik hacmi ve çıkarlarının paralelliği sebebiyle Washington + Brüksel + Tokyo çoğu meselede birlikte hareket ediyorlar. 
Hatta krizle mücadele yöntemleri ve yaptıkları yanlışlar bile benziyor. Bu üçünün nüfus ve GSMH’sına (cari fiyatlarla) bakarsak: 

. ABD: 315 milyon insan, 15.064 milyar dolar 
. AB: 503 milyon insan, 17.600 milyar dolar 
. Japonya: 127 milyon insan, 5391 milyar dolar 


Bu eşgüdüm salt ekonomik uyum sınırlarını da aşıyor. Diplomasi, istihbarat ve NATO kanalıyla güvenlik politikaları da paralel. 
Moskova ve Pekin’in bundan rahatsız olacağını kestirmek için ise uzman olmaya gerek yok. 

3° Avrupa ve ABD kriz altında inim inim inlerken geleceğin süper güçleri olarak görülen bu ülkeler büyümeye devam ediyorlar. Eskiden kriz olduğunda dinamik 
ülkeler de zarar görürdü zira zenginler klübüne yönelik ihracatları darbe alırdı. Ama artık durum değişti: Türkiye de dahil olmak üzere çoğu dinamik ülke 10-15 
yıldır zenginleşiyor ve bu zenginlik halka yayıldı. 
Yani bir orta sınıf oluştu. ABD ve Avrupa’ya ihracat düşmüş olsa bile bu dinamik ekonomiler iç piyasa sayesinde ayakta durabiliyorlar. 

Sistem bozuk Değildir, Bozuk artık sistemdir! 

Sermaye Adaletin Üzerine Nasıl Çıktı? 

Adalet küçük patronlara lâzımdır, eşkiyadan korur onları. Ama ulusal ekonomiden daha büyük sermayesi olan firmalar için savcılar, hakimler 
koruyucu değil ayakbağı olabilir ancak. Yasalar ve yasaklar sıradan ölümlüleri bağlar, firavunları değil. Eğer elinizde Almanya ekonomisi büyüklüğünde bir sermaye varsa dünya görüşünüz değişir. Artık kanunlar sizin gözünüze ihlâl edilmez kırmızı çizgiler değil halledilmesi gereken küçük problemler gibi gözükür. Gazeteci gerçekleri yazan adam değil sizin gerçeklerinizi halka yutturan satılık bir kalemdir. Milletvekili milletin vekili olmaktan çıkar, size uygun yasalar yapan bir tür noter olur. Buna rüşvet denmez, ayıptır, “lobi faaliyeti” denir. Yapılan gayrımeşrudur ama yasaldır. İngiliz edebiyatının büyük hiciv ustası Jonathan Swift’in söylediği gibi : “Kanunlar örümcek ağlarına benzer, küçük sinekler yakalanır, eşek arıları ise delip geçerler” 

Ancak Jonathan Swift’ten bu yana bazı şeyler değişti. Artık eşek arılarının yerini boynuzlu öküzler aldı. Eskiden meşru bir ekonomik – politik sistem için 
“bozukluk var” diyebilirdik. 

Bugün ise bozukluk sistemin kendisi oldu. Meselâ 2012’de İtalya’nın en büyük bankası 65 milyar dolar likidite ile mafya idi. 
Ülke GSMH’nın %7si kadar yani 140 milyar dolar ciro yapan İtalyan Mafyasının kârı 100 milyar dolar. (Bkz. Il Tempo Gazetesi: 
“In Italia la mafia è la prima banca”) Bakkal, çiçekçi, otel veya lokanta fark etmiyor. 1800’den fazla işyeri mafya-bankanın yüksek faizlerini ödeyemediği için kapanmış. Toplam kurban-müşteri sayısı 200.000’den fazla. 
İtalya tek örnek değil. Fransa’da bakan müdahelesiyle mahkeme by-pass edildi ve halkın 400 milyon avrosu mafyaya altın tepside sunuldu. 

ABD ve Avrupa’da mafyalaşma devletin en üst kademelerinde. Yapay olarak emlâk krizi üreten bankalar halkın parasıyla kurtarıldı. 
(Bkz. Banka Ordudan Tehlikelidir) Müşterilerine kasıtlı olarak para kaybettiren finansal kuruluşlara Amerikan adaleti el süremedi. Bu hırsız 
şirketler 2008 krizinden daha da zenginleşerek çıktılar. “Peki ya Türkiye temiz mi?” diye soracak olanlara da iyi habervermek biraz zor. 
Türk ekonomisinin yaklaşık 5 misli büyüklüğündeki dünya şike sektörü gelecek yıllarda herkesin başına belâ olacak gibi görünüyor. 
AKP uykuda. “Uykuda” diyoruz. Yoksa “ Suç ortağı ” demek gerekirdi: 

. AKP, Futbol ve Beyaz Kadın Ticareti 
. Şike Yasası: TBMM’deki Müslümanlara açık mektup 


Kırılma Noktaları 

Nedir değişen? Eskiden ABD, Avrupa veya Türkiye’de Adalet’ten kaçmaya çalışan kravatlı eşkiyalar nasıl oldu da sistemi dönüştürdü; bütün bir adalet sistemi nasıl mafyalaştı? Bu soruya cevap vermek için Jonathan Swift’tin yaşadığı 1700’lerde SERMAYENİN BİRİKMESİYLE TETİKLENEN bir kırılmayı hatırlatalım hızlıca. 1700’ler çok uzak görünebilir ama o kırılma süreci bugün de devam etmekte, israr etmemiz ondandır: 

Fransız ihtilâlinden Birinci dünya savaşı sonuna kadar haritalar sürekli değişti; kıtalara hükmeden imparatorluklar çöktü. Ulus algısı ve ulus-devletler üretildi bunların yerine. Soyluların yerine geçen burjuva sınıfının (tüccarın, esnafın, zanaatkârın) elinde biriken sermaye ve bu değişimi mümkün kılan teknoloji (matba, tren, telgraf, makineli tüfek…) sürecin iki temel ögesidir elbette. (Bkz. Türkiye’nin ulus-devlet sorunu) Ama bu süreçte dünya düzeni değişti: Fransa Krallığı, Prusya, Osmanlı, Avusturya-Macaristan ortadan kalktı… Britanya kabuk değiştirdi. Yerlerine ulus-devletler kuruldu. Kıtalara değil ulusal kaynaklara ve “ulus” denen insan gruplarına hükmeden siyasî yapılardı bunlar. 1918’den 1980’e kadar iş adamının ve sermayenin perspektifi işte buydu. İş adamı iş yaparak GSMH’ya, istihdama katkıda bulunurdu. Elbette iş adamı sıradan bir vatandaş değildi. 
Ekonomideki yeri ona belli bir nüfuz veriyordu.[1] Ama netice itibariyle hukuk devleti dediğimiz yapı ulusal sınırlar için olup bitene hakimdi. 
Ulusun oylarıyla seçilen ulusal meclisin yaptığı ulusal kanunlar herşeyi, herkesi ve bu arada endüstriyel faaliyetleri ve sermaye hareketlerini bağlıyordu.
(Bkz. Tayyip’i devirmek için kaç para lazım? – Bölüm II) 

Siyaset _ Banka

Bugün ikinci bir kırılma yaşıyoruz. Geçmişte zenginleşerek soyluların yerini alan burjuva vardı. 
Bunlar soylu sınıftan olmayan, kendi bilgisi, emeğiyle, çoğu zaman ticaret ile zenginleşen insanlardı. 
Hem artan servetlerini korumak istediler hem de iktidarda söz sahibi olmak. 
Zira soylularca kurulan bir sistemde ne mülkiyet ilişkileri ne de vergi vs onların çıkarlarına uygun değildi. 

Bugünkü sınıf mücadelesi ise uluslar ile “süper burjuvazi” diyebileceğimiz bir sınıf arasında oluyor. Bir önceki kırılmada olduğu gibi muazzam bir sermaye 
birikimi ile güçlenen bir azınlık ulusal adalet sistemlerinden rahatsız. Süper Burjuva parasını ve parayla satın alabildiği herşeyi kullanarak ulus-devletlerin 
kapasitesini zorluyor. G20 içindeki ulus-devletlerin yatırımcı çekmek için işçi haklarından ve çevre korumadan fedakârlık etmeleri, hatta birbirleriyle yarışmaları bunun en bariz örneklerinden. [2] Yakın zamanda İtalya’da ve Yunanistan’da halkın arzusu yönünde değil bankaların çıkarları doğrultusunda hükümet ve kanun değişiklikleri yapıldı. Demokratik karar mekanizmalarının giderek ekonomik mekanizmalarla yer değiştirdiği bir dünyada yaşıyoruz artık. 
Bir başka deyişle Piyasa demokrasiyi ortadan kaldırıyor. (Bkz. Liberalizm Demokrasiyi Susturunca) 

 Banka devleti Döver mi? 

Bankalar ile devletin kavgası yeni değil. Modern devletlerin çağında ulusal adalet büyük sermaye için hep bir engel teşkil etti. 
Banka patronlarının iştahına “DUR!” diyen dirayetli siyasetçiler ise her zaman kravatlı eşkiyaların taarruzuna maruz kladılar ve kalacaklar. 
Bu liderlerden biri olan F.D. Roosevelt şöyle diyordu: 

 “… Barışın ezelî düşmanları ile mücadele ettik: Endüstriyel ve finansal tekeller ile, spekülasyon, kurtlanmış bankalar, sınıf tahakkümü, çetecilik ve savaş 
tacirleri. Amerikan Hükümetini kendi günlük işlerinin bir parçası gibi görmeye başlamışlardı. Artık iyi biliyoruz ki örgütlü bankalar tarafından yönetilmek 
örgütlü mafyalar tarafından yönetilmek kadar tehlikeli. Tarihimizin hiç bir aşamasında bu güçler bir aday karşısında bu gün olduğu kadar ittifak etmediler. Bana karşı duydukları nefret onları birleştiriyor ve benden nefret etmeleri hoşuma gidiyor …” (Madison Square Garden, 1936) 

Ancak bugün İnsanlık tarihinde daha önce görülmemiş miktarlarda sermaye çok az insanın elinde, bir süper burjuvazide toplanmış vaziyette. 
İnternet ve küreselleşen borsalar bu birikimin tek sebebi değil. 1980’lerden beri bazı finansal faaliyetlerin hukukun üzerinde kabul edilmesi de bu birikimi 
hızlandıran etkenler arasında. (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı) Fakat biriken paranın miktarı birikme şeklinden daha büyük bir önem arz ediyor. 
Sözkonusu sermaye birikimi trilyon dolarla ölçülüyor ve bir çok ulus-devletin GSMH’sının çok ama çok üzerinde. 

Bir hedge fon[3] yöneticisi olan Soros’un Avrupa ulusal para birimleri üzerinden Paris’e, Madrid’e ve Londra’ya saldırması ve bu savaşlardan zaferle çıkması 
ekonomik açıdan elbette önemli. (Bkz. Tayyip’i devirmek için kaç para lazım? – Bölüm I) 
Ama bu saldırılar ekonomiyi aşan bazı siyasî, ahlâkî ve felsefî sonuçlar da doğurdu. Spekülasyon yoluyla en güçlü ulus-devletlere Süper Burjuva önünde 
diz çöktürüldü. Halkın iradesiyle seçilen hükümetler artık bankalara hükmedemiyor, söz geçiremiyor. Süper Burjuva amacına ulaştı, yani de facto ulusal iradenin üzerine çıktı. 2008 krizinde bu diz çöküşü daha da yakından müşahede ettik. 
ABD adalet sistemi dahi kendi bankalarına karşı koyamadı. (Bkz. Banka Ordudan Tehlikelidir) 

Sonuç 

1980’lerden itibaren hem dünyada hem de zihinlerde bir devrim meydana geldi, para ile olan ilişkimiz baştan aşağı değişti. (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı) 
Yeni dünyada para sadece bir ticaret aracı değil. Para ile silah alınabileceği gibi sermayenin kendisi doğrudan bir silah olarak da kullanılabilir. 
Spekülatif para hareketleri kâr amaçlı olabileceği gibi politik amaçlı bir hedefi de vurabilir. Sosyal projeleri veya vergi politikaları sebebiyle Süper Burjuva’yı “rahatsız eden” bir hükümet para ile düşürülebilir. Bu hükümetin demokratik olarak seçilmiş olması Süper Burjuva’nın gözünde bir değer taşımıyor. 
“Parası neyse veririz” diyen birileri olduğu müddetçe seçimle gelen para ile gidebilir. 

Brezilya ve Türkiye’de bankaların desteğiyle çıkartılan “anti-kapitalist halk isyanları” ve Çin emlâk sektörü üzerinde yapılan kriz denemesi ile Süper Burjuva yeni bir evreye girdi.(Bkz. Gezi Parkı’ndan sonra sıra Çin’e mi geldi?) CNN ve BBC gibi saygın(?) kuruluşların bile para için yalan söyleyebildiği bu düzen yeni bir totalitarizme gebe. Direnme hakkının engellendiği bir diktatörlük değil direnme fikrinin, ahlâki tercihlerin engellendiği bir totalitarizm. Artık düşüncelerimiz ve değer yargılarımız bizim değil. Fiyatını verip satın almaya hazır olan kim ise ona ait. (Bkz. 2 milyon Dolarla Anti-Kapitalist isyan olur mu?) 

 Dipnotlar 

1° Hele bir de gazetesi, televizyon kanalı varsa. Seçimlere etki edebilme kapasitesi sermayedarları demokrasinin atipik aktörleri haline getirdi. 
“Atipik” ya da anti-demokratik! 

2° Üstelik G20 ülkelerinde borsa denetçileri, finans ve ekonomiden sorumlu bakan ve danışmanların önemli bir kısmı finans sektöründe çalışmış insanlar, 
özellikle de Goldman Sachs’ta. Dünya Bankası, IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Amerikan FED’de de etkili ve yetkili isimler aynı profilden. 
(Detaylı bilgi ve örnek isimler için bkz. Banka Ordudan Tehlikelidir) 

3° “Hedge fon” deyimi, kısa vade stratejiyle hareket eden ve yüksek kar amacı güden, piyasadan piyasaya dolaşan fon demektir. 
Bu fonlar yüksek kâr beklenen yerlere hızla girip, kâr düşünce hızla çıkarlar. İstikrar bozucu bir faktör olarak bu fonlar küresel ekonomide krize 
neden olabilen en önemli etmenler arasında. Şu anda 10 bin civarındaki hedge fonlar dünyada 2 trilyon dolarlık dev bir varlığı yönetiyor ve bu 
rakam de ABD’de borsalarında işlem gören varlıkların toplam değerinin yüzde 20'sine eşdeğer. Üstelik “normal” bankaların, finansal 
kurumların uymak zorunda oldukları kanunlar hedge fonları bağlamaz. Zira bu fonlar vergi cennetlerinde kurulmuşlardır, saydamlık gibi zorunlulukları yoktur. 

Mısır’daki Darbeden beter: Fransa Artık bir Demokrasi değil 


Bankalar kâr ederse ortaklara dağıtılır, zarar ederse halk öder. “Biz çökersek sistem çöker” diyerek şantaj yapan bankalar fena alıştılar hortumlamaya. Ancak Avrupa’da mesele biraz daha ileri gidiyor. 

Fransa’da halk artık zenginleri rahatsız etme özgürlüğüne sahip değil. Halktan toplanan vergilerin harcanma şekli üzerine söz söylemek, hesap sormak neredeyse imkânsız. Fransa Cumhuriyeti’nde cumhurun kaybettiği siyasî irade bankaların ve büyük servet sahiplerinin eline geçmekte. Bu sebeple Paris’in siyasî rejimi için demokrasi değil plütokrasi demek daha uygun olacak. Örnekler çok ama iki tanesiyle yetinelim : 

OLAY 1: Bir çok iş adamını ve siyasetçiyi kapsayan Woerth-Bettencourt skandalı (fr. ing. alm. rus.) hakkında yazmak mahkeme kararıyla yasaklandı. 
Seyşellerde ada satın alan, vergi kaçırmak için yurtdışında hesap açan, kâr eden şirketi zararda gösterip tazminat ödemeden işçi çıkartan, siyasî partilere 
gayrımeşru yolla gelir sağlayanları kimse rahatsız edemeyecek. 
Görevini kötüye kullanarak gazetecilerin telefonlarını dinleyen, izinsiz arama yapan devlet memurlarını da rahat bırakmak gerekiyor. 

OLAY 2: Kerviel skandali (fr. ing. rus.) sebebiyle bir kaç milyar dolar zarar eden fransız bankası Société Générale’i hatırlayacaksınız. 
Uzmanların karşı çıkmasına rağmen finans bakanı Christine Lagarde ülkenin en büyük bankalarından biri olan Société Générale’e 1.7 milyar dolarlık bir vergi 
indirimi yapmıştı, sene 2008. Bankanın da olayda zarar eden müşterilerine (kâr payı ve hisse alımı yoluyla) dağıttığı paranın miktarı tam bu kadar! 
Unutmayın: “Bankalar kâr ederse ortaklara dağıtılır, zarar ederse halk öder.” funny-capitalism-chess-game-cartoon-political

Diyebilirsiniz ki “Mısır’da insanlar ölüyor”. Evet, aslında Fransa’da da ölüyor. Belki daha çok. Ama polis ve asker kurşunuyla değil. Onun için belli olmuyor. 
Fakirlere, kimsesizlere, yaşlılara yönelik kamu hizmetleri gerilemekte. Hastahanede kalması gereken insanlar evlerine gönderiliyor. 
Daha geçen hafta sohbet ettiğim bir hemşire isyan ediyordu: 

“Sadece göstergeleri düzeltmek için kanserli bir hastayı evine gönderdik. Durumu ağırdı. Aldığı ilaçlar ve yaşı itibariyle yoğun bakımda kalmalıydı. 
Ama emir geldi. 
Evine yolladık. Bir gün sonra ölüm haberi geldi. Hastahanede kalsaydı da ölebilirdi. Ama o zaman istatistiklerimizde ölüm sayısı artardı. 
Evinde ölmesi idarenin işine geliyor.” 

Elbette kamu harcamalarındaki gerileme yeni değil. Meselâ Acil servislerin küçültülmesinin ardından Fransa’yı vuran 2003 Sıcaklarında resmî rakamlara göre bir kaç hafta içinde 14 binden fazla insan öldü. Cesetleri koyacak yer bulamayan devlet sebze ve meyve depolarına el koymak zorunda kaldı. 

Evet… Göstergeler “ İYİ ” olsun diye işini kötü yapmak zorunda bırakılan polisler ve hemşireler arasında intihar artıyor. Ama bu da bir gösterge ve rahatsız 
edilmek istemeyenler rakamları saklamanın yeni yollarını bulacaklar elbet. 

Her Başarılı Diktatörün arkasında., bir Batı Ülkesi vardır! 

Mısır’daki darbeyi kınayamadı demokrasi şampiyonları. Ne Avrupa ne de ABD adam gibi tavır koyamadılar. Aslında şaşıracak bir şey yok. Her başarılı diktatörün arkasında bir Batı ülkesi vardır. Batı ülkeleri diktatörleri severler çünkü halkın nefret ettiği bu adamlar bol bol silah alır ve Batı istihbaratına gebedir. Çoğu diktatörün güvenliği CIA gibi batının gizli servisleri tarafından sağlanır. Karşılığında diktatör onlara ülkenin yeraltı zenginliklerini verir. 
Yani diktatörler Batının sömürge valileridir. 

Örnek? Saddam’a yıllarca destek olan ABD, Almanya, Fransa ve Britanya. Halepçe Katliamında Kürtlere atılan bombaları üreten fabrika “ Made in Germany ” idi. Atan uçaklar ise Fransız Dassault firmasının Mirage tipi jetleriydi. Pilotlar Fransa’da eğitim görmüştü. Arap sonbaharının starlarına bakın isterseniz. 
Libyalı diktatör Kaddafi meselâ. Eski Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin seçim kampanyasını finanse etti. Fransa’dan istihbarat ve silah desteği alarak yıllarca ayakta durdu. Tunuslu Ben Ali de öyle. İşkence tezgâhlarında can veren direnişçileri yakalatan elektronik sistemler fransız malıydı ve fransız teknisyenlerce destek veriliyordu. Güney Amerika’da Şili’de onbinlerce insanın kanına giren Pinochet Londra’nın koruması altındaydı. Komşu ülke Arjantin’de 1976’dan 1983’e kadar halkın anasını ağlatan cunta Fransa himayesindeydi. Mısır’daki darbeyi tebrik eden Suudi Arabistan Washington’un himayesinde. Mali’ye bakın ya da Nijerya, Çad, Sudan… 

Altın, petrol ve muazzam uranyum yatakları olan bu ülkelerde milyonlarca insan açlıktan öldü. 

Nasıl oluyor? 

Diktatörler herşeyi Batıya verdikleri için halka bir kuru ekmek kalmıyor. 
Mısır’da Mursi iktidara geldikten kısa bir süre sonra yaptığı kanunlarla petrol tekellerini rahatsız etmişti. Darbeyle devrilmesi ve batının buna alkış tutması 
raslantı mı? 

Peki hani batı demokrat idi? Hani demokrasiyi destekliyordu? Yalan. Yok böyle bir şey. Gerçek şu ki demokrasi bir değer değil, adalet, iyilik, vicdan gibi bir şey 
değil. Demokrasi sadece fiziksel çatışmaları önlemek için bir teknik. Bir ateşkes yöntemi. (Bkz. “Banka Ordudan Tehlikelidir!” isimli e-kitap) Asırlarca mezhep 
savaşı, sınıf kavgası, dünya savaşı derken adamlar bunu buldular. Ama bir değerler manzumesi olmadığı için çıkar birliği bozulunca demokrasi de çöküyor. 
Yani fizikî şiddeti yok etmedikçe o zulüm zemin değiştiriyor; “meşru” kabul edilen bürokrasi veya piyasa gibi yerlere sirayet ediyor. Piyasa demokrasinin ve halk iradesinin düşmanı olup çıkıyor. (Bkz. “Liberalizm Demokrasiyi Susturunca” isimli e-kitap) 

Son resim: Kuzey Irak’ta Halepçe’de uygar (?) Avrupa Malı kimyasal silahlarla ölen bir Kürt bebek. 

Müslümanlar ortak para birimine geçmek zorunda kalacak! 

10 sene önce bir başkası söyleseydi fazla ütopik bulurdum bu fikri. Ancak 2008 krizi ve takip eden kur savaşlarında gerek ABD gerekse Avrupa’da hükümetler 
öyle sorumsuzca davrandılar, öyle büyük hatalar yaptılar ki… Daha doğrusu halkları fakirleştirecek, bankaları zenginleştirecek büyük işlere imza attılar. 
İster “hata” deyin ister “komplo” netice aynı. Atlantik okyanusunun iki yakasında demokrasi geriliyor, plütokrasi yükseliyor. Müslüman dünyası kendi ticaretini, 
endüstrisini, insanların alın terini bu Dolar – Avro ablukasından kurtarmak zorunda. Bu bir lüks değil, mecburiyet. Bu ortak para birimi Türk lirası da olabilir. Ama dolar ve avroya uzun vadede bel bağlamak imkânsız. Kendimiz için ürettiğimiz mal ve hizmetler üzerinden Washington’a, Paris’e, Londra’ya ve 
Brüksel’e ödediğimiz haracın haddi hesabı yok. Uzun vadede ya bunu başaracağız ya da Atlantik okyanusunun serin sularına gömülüp gideceğiz. 
Tabi ötekilerle (Washington ve Brüksel) beraber. Neden? 

2008 Krizi tıpkı 1929’daki büyük buhran gibi etik bir krizdi. Yani karşılığı olmayan teminatların ticareti yapıldı, yani insanlar GÖZ GÖRE GÖRE KANDIRILDI. 
“Oyuna” yeni katılan yatırımcılar ( Kazlar ) sayesinde kumarhane sahipleri (kaz yolucular) ceplerini doldurdular. 
Spekülasyon balonu patlayınca “ Uzman ” ekonomistler binlerce sayfa teknik analiz yaptı. Yazılan kitap, konferans vs herhalde onbinleri bulmuştur. Sanki kriz ekonominin tabiatından ve finansal mekanizmalardan kaynaklanmış gibi bir hava estirdiler. Ekoller, ideolojiler çarpıştı durdu. 

Oysa Gerçek İNANILMAYACAK KADAR BASİT: 

1. Serbest piyasanın en temel kuralları çiğnendi. Piyasalar, finansal ürünler saydam değil. Bilgide asimetri aşırı noktalara ulaştı. 

2. Bankalar ve finansal kurumlar Hukuk’un üstüne çıktı. Zira 1980’den beri bankalar ve finansal kurumlar fazlasıyla küresel, bunları denetlemesi gereken 
hukuk sistemleri ise ulusal. Tıpkı bir ülkede patlayan nükleer santralin 50 ülkeyi kirletmesi gibi bir durum. Suç/kaza/sorumluluk ulusal hudutların ötesinden 
geliyor, zarar ise “içeride”. 
3. Piyasadaki aktörlerin bir kısmı fiyatla oynayabilecek kadar büyük. Spekülatif para reel ekonominin kat kat üzerinde. Projelerin gerçek değeri (potansiyel kâr) 
için değil ürünlerin spekülatif kısa vadeli getirisi için “yatırım” yapılıyor. Buna piyasa denmez, kumarhane denir! 
4. Birbiriyle rekabet etmesi gereken bankalar kartelleşti. Ulusal borç faizi ve kredi notu gibi baskı yöntemlerini kullanarak ulus-devletleri birbirleriyle rekabete soktular. Hükümetler küresel sermayeyi çekmek için ASIL korumaları gereken, meşruiyetlerinin dayanağı olan değerleri feda ediyorlar: 
İnsan hakları, işçi hakları, tabiat, aile, inanç… 
5. Köpek sahibini ısırmıyor. Derecelendirme kurumlarının “uzmanları” ve finansal yayınlarda çalışan gazeteciler tarafsız değiller; çok riskli ürünlere “risksizdir” 
mührünü vuruyorlar. Anglosaxon tabirle “Moral Hazard” (fr. aléa moral) istisna değil kuralın kendisi oldu. Yani ciğerlerimiz kedilere emanet. 

Cemil Ertem meseleyi güzel özetlemiş: 

“… Diyanet, bu yılın Ramazan ayının temasını ‘Helal Kazanç-Helal Lokma olarak belirlemiş. Oldukça anlamlı olduğunu düşünüyorum tam şu günlerde… 
Bu son krizin, tam da şu ‘helal’ olmayan-yani fiziki olarak pek ortada olmayan- karşılıksız varlıklardan patladığını biliyoruz. 2008 yılında krizi ortaya çıkaran 
ABD mortgage sisteminin büyüklüğü 14 trilyon dolardı ama bu büyüklüğün çok büyük bir kısmı karşılığı olmayan ‘kâğıtlardan’ oluşuyordu. 
Buradaki ‘üçkâğıt’ şöyleydi: ‘ABD’li yarı resmi mortgage kurumları binlerce ailenin borçlu-ipotekli evlerini ve buna bağlı borçlarını paketleyip, cilaladıktan sonra satıp buradan yeni krediler yarattılar. Bankalarda bunları maddi teminatlı borç yükümlülükleri adı altında (CDO) yeniden paketlediler ve bu paketler Norveç’in gariban belediyelerine kadar, bütün ‘moderin’ Batı dünyasına sokuşturuldu. İşte bu CDO’lar, Amerikalılar ve onları yönlendiren Londra finans oligarşisi tarafından on yıl vadeli Amerikan Hazine kâğıtlarından bile daha güvenli (tabii daha yüksek getirili) sihirli finansal paketler olarak sunuldu. Tabii 
bunları sigorta eden dev sigorta yapıları da vardı, bunlar da milyarlarca dolar prim yaratarak bu kâğıtlara garanti(!) veriyordu. Federal Home Loan, Mortgage 
Association ve tabii AIG gibi sigorta devleri battı ve kamusallaştırıldı …” 

 Son olarak… Şu sıralar şişmekte olan iki kriz balonu var, sonumuz hayrolsun ve bu balonculara insaf verilsin. İki balon derken kasdettiğim altın ve gıda. 
Kâğıt üzerinden satılan altın anormal boyutlarda. Gerçek altın olarak karşılığı var mı yok mu? İnsanlar ve/veya kurumlar hatta ülkeler “verin altınımı” dedikleri 
zaman ne olacak belli değil. 

Gıda konusunda ise üç kırmızı alarm: 

(1) Pirinç gibi ürünler ve 
(2) sulanabilir toprakların spekülasyonu feci boyutlarda. Bu ikinci tehdit Ukrayna’da, Beyaz Rusya’da, Somali’de ve Madagaskar’da kendini hissettiriyor. Üstelik Ulus-Devletler bu spekülatörlerin elinde oyuncak. 
Rüşvet ve döviz/vergi geliri umuduyla kendi köylülerinin toprağını alıp küresel firmalara kiralıyorlar. Yerel ekonomik doku üzerinden aile bağları ve gelenek 
darbe yiyor. Topraksız kalan köylüler şehirlere yığılıp suç örgütlerince devşiriliyorlar. İngiliz kapitalizminin ilk yılları gibi, insan bir kez daha şeyleştiriliyor, eşya mertebesine indiriliyor. 
Son alarm ise
(3) Monsanto gibi firmaların genetik ablukası. Bu bilim eşkiyalarının geçtiği yerde ot bitmiyor. 

Sadece genleriyle oynanmış mısır ve soya fasulyesi yetişiyor. 
Tabi her sene tohum, ilaç vs Monsanto’dan almak şartıyla. 
Güney Amerika’da, Hindistan’da ve Avustralya’da büyük yıkıma yol açtılar. 
Türkiye’de de çalıştıklarını biliyoruz. AKP / CHP meselesi değil. Çok Büyük bir küresel tehdit. 

Bilim Eşkiyaları bugünkü açlık tehdidini kat kat arttıracak bir oyun oynuyor. 


***

HÜKUMET DEVİRMEK BÖLÜM 2


 HÜKUMET  DEVİRMEK BÖLÜM 2


Bütün bu Anormallikler böyle bir küresel hazırlığa işaret etmiyor mu? 

Bu birinci hedef tutmazsa en azından “ Etkili/Yetkili ” birilerinin çalısma odasını talan etmek, devletin artık işlemediği, kendini dahi koruyamadığı mesajını 
vermek. Yani Saddam’ın veya Kaddafi’nin devrildiği sıralardaki görüntülere benzer birşeyler yakalamak. 

Üçüncü bir hedef ise paniğe kapılan Polislerin gerçek mermiyle kalabalığa ateş açması, 200-300 göstericiyi öldürmesi olabilirdi. 
İlk kurbanlar verildikten sonra ölenlerin kimliklerine göre provokasyonun gerisi gelirdi: 

Kürtler, Alevîler… 

Paranoyak mı göründü size? 
20 gün boyunca ağaç/park konusundan çok “ Polis gerçek mermi kullanıyor yaralanan var, ölen var, polisler lütfen emirlere itaat etmeyin” türünden 
mesajların Twitter’da dolaşması da mı dikkatinizi çekmedi? 

Manipülasyon… Olmasını istediğin şeyleri zaten olmuş gibi göster, medyayı kendi zaferine inandır, zihinleri hazırla, polisi, valiyi mağlubiyete ikna et. 
Onlar da tam bunu yaptılar. Kısaca küçük bir kamp ateşi yakıp büyük bir ormanı tutuşturmak istediler. Ya da 50 milyon dolar dolar harcayıp 5-6 milyarlık 
rantlarını kurtarmak diyelim. Kısaca “rantabl” bir operasyondu hedeflenen. Bu seferlik olmadı. 

Dipnotlar 

0° Halk iradesi Avrupa’da kutsaldır ama beyaz adam içindir bu hak. Hatta ideali beyaz olmanın ötesinde zengin ve Hristiyan olmaktır. Hem fakir, hem zenci hem de Müslüman olan Afrikalı bir halkın iradesine kolay kolay saygı gösterilmez. Avrupa’nın elitleri beyaz olmayan ırklara hâlâ tepeden bakarlar. Bırakın böyle bir halkın kendi kendini yönetme hakkını, yaşam hakkını bile tanımazlar. Meselâ Kızılderililerin veya Güney Amerikalıların uğradığı soykırımlar Avrupalıları meşgul etmez. Pol Pot gibi veya Kaddafi, Saddam gibi eli kanlı diktatörler Avrupa ile her zaman işbirliği yapabilmiştir. Kaddafi sadece ingilizleri veya fransızları öldürdüğünde “terörist” ilân edilmiştir. 

Hitler’in affedilmemesindeki birinci sebep de budur: Beyaz adamı öldürmüştür o. Yoksa 6 milyon Avrupalı Yahudi değil de 66 milyon Kongoluyu öldürseydi bugünkü kadar konu edilmezdi. 

1° Fransa’nın Mali operasyonu ile ilgili olarak: 

. Tombuktu’da çocuk öldürmenin Paris’teki faydaları 
. Mali: Fransa para etmeyen “değerler” için savaşır mı? 
. Fransa ve Amerika neden teröre destek oldu? 
. Uranyum ve Altın için İnsan Öldüren Uygar(!) Batı Geliyor! 
. (Sakın!) Kurtarma Operasyonu – Cezayir şike mi yaptı? 

Ayrıca Afrika üzerine: 

. Somali: Korsan mı, balıkçı mı? 
. Özgür Bırakılan Kölelerin Ülkesi: Sierra Leone (1) 
. Özgür Bırakılan Kölelerin Ülkesi: Sierra Leone (2) 


2° Tepeden inmeci, neo-liberal ideolojisi “competitive markets are the best way to organize society” olan Georges Soros’un parasıyla destek olduğu bir kaç 
eylemi sayarsak: 

. Ulusal paraların dayanışması yerine ortak para avro, 
. Doğu Avrupa’da portakal vs “renkli devrimler” yoluyla Rus nüfuzunun azaltılması, 
. Doğu Avrupa’nın AB’ye entegre edilmesi, 
. Avrupa güvenliği için bağımsız bir ordu değil NATO’nun tercih edilmesi, 
. Eşcinsel evliliklerin resmen tanınması, 
. Olur olmaz yerlerde soyunan Femen ekibiyle “eski ahlâkî düzenin” protesto edilmesi… 


Tayyip’i Devirmek için kaç para lazım? (Bölüm II) 

Banka Darbe ister mi? 

Türkiye’de hükümet devirmekten bahsedince akla hemen ordu gelir. Normal. Adamların sabıkası kabarık. 
( Bkz. Cemile Bayraktar’ın e-kitabı: Kendi Ülkesini işgal eden ordu) 

Türkiye dışında da örnek çok. Ortadoğu, Latin Amerika ve Afrika’nın önemli bir kısmında ülkeler kendi orduları tarafından işgal edilir durur. Peki ya bankalar? 
Onlar da hükümet darbesi yapar mı? 

Mevduat ve yatırım bankaları ya da endüstriyel faaliyetleri olan özel şirketler “normalde” darbe istemez. Seçim zamanında bile stres yapan bir patron neden 
kendi ülkesinde darbe yapsın değil mi? Bırakın darbeyi, koalisyon hükümeti dahi istemez onlar. Zira ekonomik faaliyet en çok siyasî istikrara ihtiyaç duyar. 
İşçilerin grevden uzak durması, müşteri ve yatırımcının güveni, ülkenin dışarıdaki itibarı vs bütün bunlar firmaların kârlarını doğrudan etkileyen faktörler. Ammaaaa… işin bir de “ama” kısmı var. Nedir? 

Kendi ülkesinde mülteci durumuna düşmek! 

Biz “ülke / devlet / hükümet” deyince ulus-devlet anlıyoruz. Yani Birinci Dünya Savaşı ile imparatorlukların yıkılmasından sonra yaygınlaşan devlet modeli. 
Ulusal sınırlar, ulusal kanunlar, ulusal ordular, ulusal gümrükler vs. Biz vatandaşlar da ulus-devletin pasaportu ile gezeriz, ona vergi öderiz, onun ordusunda askerlik yaparız.Gerçekten de ulus-devletin gücü, menzili ulusaldır. ( Bkz. Ulus-Devlet isimli e-kitabımız) Türkiye eğer sınırları dışında bir şey 
yapmak isterse öteki ulus-devletlerle işbirliği yapmak zorundadır: Gümrük anlaşmaları, sınır ötesi askerî harekâtlar, suçluların iadesi, yabancılarla evlilik… 


Yani “ Hükümet darbesi firmaların işine gelmez ” derken eğer menzili sınırlı ulusal firmaları kasdediyorsanız, evet doğrudur. 100-150 işçi çalıştıran, fabrikası, müşterisi, satış mağazası vs Türkiye’de bulunan bir patron başbakanı sevsin ya da sevmesin, darbe istemez. Çünkü darbe bu tür patronları iflasa götürür. Fakat başka tür patronlar da vardır. 

Parazit adamlardır bunlar. 

Yani ekonomik mânâda katma değere sahip mal ve hizmet üretMEyen, diğer firmaların ve sıradan vatandaşların sırtından geçinenler. 
Stokçuluk yaparlar, milleti dedikodu yoluyla paniğe sevk edip spekülasyon yaparlar; ucuza arsa, bina, altın, hammadde vs kaparlar. 

Dürüst patronlar gibi riske girmezler, yatırım niyetiyle alıp satmazlar, doğrudan fiatlarla oynamak isterler çünkü başkasının emeğini sömürmenin en kolay yolu 
budur. Aman dikkat! Ne kapitalizmi ne de moderniteyi suçlamayın, mesele özünde insanlık kadar eski. Teknik ya da ekonomik değil hukukî bir mesele. 
Parayı kullanarak başkasına eziyet eden ticaret eşkiyasına Hamurrabi kanunlarından İbn Haldun’a kadar her yerde rastlanabilir! 

İşte bu kravatlı eşkiyalarla mücadele etmek, vampir patronlar ile dürüst patronları ayırd etmek bugün için ulus-devletin görevi. 
Dürüst olan tüccarlara zarar vermeden; faaliyetlerini aksatmadan vampirlerin yıkıcı vurgunlarını önceden görmek ve halkı korumak gerek. 
Peki ulus-devletin adalet mekanizması işlemediği zaman ne olur? 2001 krizindeki gibi “hortumcular” gelip devletin kasasını boşaltabilir. 
“Kasa devletin, bana ne?” demeyin tabi. 30 veya 40 milyar dolarlık bir ulusal kayıp yüzlerce hastahane, binlerce okul, kilometrelerce yolun çalınması demek. 
Çalınması ya da bir düşman işgali esnasında bombalanması. 2001 krizini sonuçları bakımından bir savaşa benzetebiliriz. 
Türkiye’nin her yerine düşman bayrakları asılmadı tabi ama “ulusal egemenlik” kavramının içi boşaldı o dönemde. 
Dış borçlarını ödeyemeyen, yol, köprü, hastahane yapamayan, doktorun, polisin, öğretmenin maaşını ödeyemeyen bir devlet neye yarar? 
Gücü sıfırlanmış bir devletin vatandaşları kendi ülkelerinde mülteci durumuna düşmez mi? 

  Yunanistan’daki duruma bir bakın: Devlet televizyonunda yayının durması, halkın pazarlarda yere düşen sebze meyveyi kapışması, kilise önlerinde bedava bir çorba için saatlerce sıra beklemesi… ( Bkz. Yunanistan artık Yunanlıların değil ) Gerçek şu ki ırkçı Altın şafak partisinin yollarda gezdirdiği dev Yunan bayrakları dışında ulusal egemenlik namına bir şey kalmadı Yunanistan’da. Yunan limanlarını satın alan Çinli firmalar iş güvenliği, fazla mesai vb konularda Yunan kanunlarını değil Çin kanunlarını uyguluyorlar. Yunanlı işçileri çok daha fazla ezen bu uygulama Yunan hükümetinin göz yumduğu geçici bir durum değil. Çin firmaları bu şartla geldiler yatırım yapmaya. Yani hükümet liman bölgesinde bir egemenlik transferi yaptı! (Adalet ve vicdan transferi de diyebilirsiniz buna) 

Devlet ulusal, düşman küresel! 

Ulus-devletlerin işi giderek zorlaşıyor. Zira vampir patronlar 1980’lerden beri statü değiştirdiler. Son 30 yılda meydana gelen bir dizi gelişme aslında bütün dünyayı değiştirdi. [1] Ulusal adalet sistemlerinin, ulusal polis ve mahkemelerin küresel şirketler üzerindeki etkisi neredeyse sıfırlandı. 
Eskiden şirketler birbirleriyle rekabet ederdi; şimdi devletler Sayın Piyasa’nın gözüne girmek, kredi notlarını yükseltmek için rekabet ediyor. 
İşçi hakları, çevre koruma, tüketici koruma yasaları bu açık arttırmada feda ediliyor. Ticaret için Adalet’i feda eden ulus-devletler yatırımcıları hoşnut ediyor 
ve alkışlanıyor. Eskiden “haddi aşan” şirketler devlet eliyle cezalandırılıyordu. Artık “haddi aşan” devletler Sayın Piyasa tarafından cezalandırılıyor. Çünkü menzil değişti: Devlet hâlâ ulusal ama düşman küresel. Peki nasıl gelindi bu noktaya? 

Eskiden sermaye sahibi gibi kâr getirecek işlere yatırım yapardı. Az risk, çok kâr arardı. Endüstri, tarım, ticaret… Meşru ekonomik sahalar bu yolla para kaynağı 
bulurdu ve istihdam artardı. Yani bankalar birer buluşma yeri, birer çöpçatan idiler. Kimle kim? FAZLA parası olan sermayedar ve küçük tasarrufçu ile 
EKSİK parası olan üreticinin. Yatırımcı uzun vadeli bir vizyon ile neticeyi beklerdi. Tarım ise hasat zamanını, fabrika ise üretim ve satış döngüsünü 
(imalat, montaj, lojistik…). Yıl sonunda dağıtılan kâr payı sermayedarın hakkı idi. Göze aldığı risk gerçekleşirse parasını kaybederdi. 

Bugün sermayedarın yerini fon yöneticisi dediğimiz aracılar aldı. Kâr payını gölgede bırakacak kadar büyük kazanç imkânları söz konusu. 
Fon yöneticisi kısa vadeli, çoğu zaman günlük, hatta saatlik alım-satımlar ile spekülatif kârlar peşinde. Bu sebeple istikrar değil tersine panik ortamı onlara 
daha fazla kâr getiriyor. Endüstri patronu ile borsadaki broker müttefik değil düşman oldu. Bu başlı başına bir sorun. 

Bir çok savaşı ve ekonomik krizi besleyen küresel bir sorun. 

Fakat daha da beteri var. Aracı kurumlar ve fon yöneticileri bazen kendi müşterilerine para kaybettirerek kâr etmenin yolunu seçiyorlar! 
Muazzam komisyonlar ve saydam olmayan kompleks finansal ürünler sebebiyle bu da mümkün hale geldi. Yani “bizim” broker kendisine para emanet 
eden zengin müşterilerin de düşmanı oldu. 
Üstelik Goldman Sachs gibi firmalar yandaş siyasetçileri, yandaş gazetecileri ve yandaş akademisyenlerinden oluşan ilişki ağı ile muazzam bir dokunulmazlık 
elde etti. Bu güce sahip olan bankalara soruşturma açmaya yeltenen ulus-devletler tehdit ediliyor: “ Sakın bankalara dokunmayın, biz çökersek 
sistem çöker, siz de batarsınız! ”. 

Emlâk krizini tetikleyen ve büyüten, yüzbinlerce Amerikalıyı evsiz bırakan bu firmanın suçlu olduğunu herkes biliyor ama kimse dokunamıyor… 

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbDzQTRYalYPl6VDe214l2tfImqOPjvx1yQrYNWwQ2NXqEakBH_s0uDvbivxX1-W9fY-_k7ohOU-hXTs9SDe1Ax32QQIe87goaxz-PpxT5v1cj_42ZEpnRN1l5IbAJgBL3ty1q_62yVvg/s400/misere-usa.jpg 


Dipnotlar 

1° 1980’lerden bu yana sürmekte olan bu köklü değişimi önceki kitaplarımızda inceledik: 

. Banka Ordudan Tehlikelidir! 
. Liberalizmin Kara Kitabı 
. Liberalizmin Ak Kitabı 
. Liberalizm Demokrasiyi Susturunca 


Rusya ve Britanya’nın müthiş ortaklığı (Cemil Ertem) 

Dün 2013’ün ilk (çeyrek) büyüme rakamları açıklandı ve az da olsa beklentinin üzerinde geldi. 
TÜİK’in üretim yöntemi ile GSYİH tahmini, Sabit fiyatlarla yüzde 3 artış gösterdi. Burada dikkat çekici olan turizm sektöründeki yüzde 13, 7 lik şaşırtıcı yükseliş. 
Bunun temel nedenleri bizce; barış süreci ve bu bağlamda demokrasi ile sağlanacak siyasi istikrar beklentisi… Ayrıca başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin önemli merkezlerine havayolu trafiğinin, artan kapasite ile birlikte artması… 

Örneğin Muş havalimanı’na ya da Van’a indiğinizde en yakın Bitlis olmak üzere, yapılan/yapılmakta olan yeni duble yollar sayesinde Doğu’nun tüm merkezlerine 
hızla ulaşabiliyorsunuz artık. Kilis’den yola çıkın, kuzeye Ankara’ya doğru, eskiden eğer hava koşulları kötü ise Gülek Boğazı’nı nasıl geçeceğinizi düşünürdünüz; şimdi ise Gülek Boğazı’ndan geçerken dağların yamaçlarından size doğru gelen çam ormanlarını seyrediyorsunuz. Çünkü sarp kayalıkların üstünden geçen sayısız viyadük ayağınızı gazdan çektirmiyor bile. 

İpek Yolu’ndan beri ilk… 

Bakın işte Türkiye’de ‘birilerinin’ endişelenmesinin temel nedenlerinden birisi budur. Türkiye’nin batısı ile doğusu, İpek Yolu’ndan beri ilk defa, böylesine 
buluşuyor. Doğudan batıya-batıdan doğuya müthiş bir trafik tam da 2013’ün başından itibaren, barış süreci beklentisiyle başladı. Ama bu trafiği 
kaldıracak alt yapı ve ekonomik entegrasyon zaten çoktan hazırlanmış. Yani, kendi çıkarları için, Türkiye’nin doğusunu ulaşılmaz kılanlar şimdi bu avantajlarını yitiriyorlar. Üstelik Türkiye’nin doğusundaki sınırları geçtiğinizde sizi müthiş bir yeraltı zenginliği karşılıyor. Bugün K.Irak’daki doğal gaz ve petrol rezervlerinin ortaya çıkarılması ve ticarileşmesi ile, yaklaşık 45 milyar varillik petrol rezervi olduğu hesaplanan zenginliğe ulaşmaya başlayacağız. 
Kuzey Irak’ta tahmin edilen doğalgaz miktarı ise 3,2 trilyon metreküp, yani Türkiye’nin gaz ihtiyacını 300 yıl karşılayabilecek büyüklükte. 
Öte yandan bu enerji hatlarının Bakü-Hazar enerji hatlarıyla birleşip, Türkiye üzerinden, Avrupa içlerine kadar gideceğini söyleyelim. 


Yani bırakın Irak’ın güneyini, yalnız Kuzey Irak, Azerbaycan, Hazar enerji hatları bile yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu ve sonrasında yeni bir dünya doğurur. 
Bakın bu yalnız yeni bir Ortadoğu demek değildir, yeni bir AB demektir aynı zamanda… 

Şu Mayıs ayı ve Özlü Gezi Dersleri 

Şimdi Mayıs ayının başından beri olan gelişmelere tekrar bakalım; Türkiye’de barış süreci sorunsuz işlemeye başladı, halk hem batıda hem de doğuda süreci 
sahiplendi. K. Irak ve Türkiye bütünleşmesi gündeme geldi ki bu Türkiye açısından yarım kalmış bir sorundur. 
Ama bu bütünleşme, yalnız Türkiye’nin değil, K. Irak’lı Kürtlerin de çıkarınadır. Erbil, Musul, Kerkük, Süleymaniye doğunun yeni zengin kentleri olmaya bu 
bütünleşme ile adaydır. Yani Britanya’nın Lozan’da masa başında aldığını şimdi Türkiye ve Kürtler, ekonomik koşulların gereği, yeniden Britanya’dan alma 
aşamasına gelmişlerdir. Çünkü buralardaki zenginliklerin, pazarın ve beşeri sermayenin denetimi Anglosakson egemenliğinin altındadır. 

Aşağıdaki paragrafta anlatacağımız BP gibi Anglosakson şirketler bu kaynakları denetlemekte, beşeri sermayeyi sürekli gerginlik ortamı oluştururak 
denetlemektedirler. 
Türkiye’nin doğusuna ve K.Irak’tan başlamak üzere, Ortadoğu’ya barış gelmesi demek, batının savaş ve gerginlikle denetleyemeyeceği bir genç nüfus demektir. 

Tam da bu açıdan, Kürt barışının sağlanmasından hemen sonra, genç nüfus kullanılarak çıkan olaylara bakalım: Türkiye, barış süreciyle birlikte, havalimanı, 
köprü ihalelerini yaptı, enerjide çok önemli adımlar attı, Erdoğan- Obama görüşmesi olumlu sonuçlandı ve ABD-Türkiye, ilişkilerinde ilk defa, 
doğrudan Britanya’yı falan işin içine sokmadan siyasi ve ekonomik kararlar aldılar. Bu çok önemlidir, bu aynı zamanda İsrail özrünü de getirmiştir. 

Şimdi tam burada gelelim Gezi’ye… 

Tabii ki, teknolojiyle iç içe yeni bir gençlik dinamizmi vardır. Gezi olayları bu dinamizmin açığa çıkmasıdır da. 
Ancak, bu dinamizmi kullanmak isteyenlere ve dinamizmin yönüne dikkat edelim. Şüphesiz ki, Gezi deneyimi Türkiye’de var olan muhalefet yapısının, 
Partilerinin de gerçek yüzünü, yetersizliğini ortaya çıkarmıştır. Artık bize herşeyi dayatamazsınız diyen bir gençlik olduğunu / olacağını herkes gördü. 
Türkiye, demokrasi hem de katılımcı demokrasi kanallarını daha fazla açmak durumundadır. 
Bunu yaparsa bundan sonra gençliğin bu dinamizmini şimdi olduğu gibi, global finans oligarşisi ve onun yerli işbirlikçileri, neo-faşist unsurlar kullanmaz. 

Rusya ve Britanya’nın Müthiş ortaklığı 

Türkiye’de barış süreci ile birlikte gündeme gelen bu enerji atılımından ve Türkiye’nin kendi doğusuna doğru büyümesinden kimler, neden rahatsız oluyor size bir örnek: 

İngiliz petrol devi BP, geçen yıl Rus oligarlarının Rusya’da ortak olduğu TNK-BP ortaklığındaki yüzde 50 hissesini Rus devlet şirketi Rosneft’e satmıştı. 
Ama bu satışın şöyle bir yanı da vardı; BP, bu satışdan 17,1 milyar dolar nakit aldı ama bu satışla dünyanın en büyük kamu enerji şirketi olan Rosneft’e de 
yüzde 12,84’le ortak oldu. Ama BP, Rosneft’in yüzde 5.6’lık payını daha 4,9 milyar dolar ödeyerek satın aldı çünkü bu hamle, BP’nin Rosneft’teki payını yüzde 19,75’e çıkartıyor ve BP’ye Rosneft Yönetim Kurulu’na iki kişiyi atama hakkı veriyordu. 

Şimdi düşünün Britanya, Rusya ile böyle bir ortaklık kurarak, yalnız Rusya coğrafyasında değil, Hazar ve Ortadoğu coğrafyasında da yeniden sömürgecilik 
dönemlerine dönmek istiyor. Bu ‘alışverişten’ Rusya’da memnun çünkü Britanya’nın, eskiden olduğu gibi, Türkiye gibi ‘sorun’ olacak ülkelerle uğraşarak 
enerjideki tekelini yitirmesini engelleyeceğini umuyor. Nitekim Rusya’nın bu ‘umudunu’ bugünlerde güçlendiren gelişmeler de oluyor biliyorsunuz. 


Şimdi Rosneft-BP ortaklığının en büyük korkusu, Türkiye’nin hem K. Irak hem de Azerbaycan’la birlikte henüz hesap bile edilemeyen büyüklükteki fosil yakıt 
rezervlerini Güney Gaz Koridoru gibi projelerle denetlemesi ve BP-Rosneft-Gazprom tekelini kırmaya başlamasıdır. 

Bunun olması yalnız Rusya ve Britanya için bir kabus değildir, Almanya için de korkulu rüyadır. Çünkü Güney hattından ve daha düşük fiyatlardan enerji 
sağlayan Doğu Avrupa, Almanya’dan bağımsız büyüme konusunda büyük bir avantaj yakalacaktır. Kaldı ki, Almanya, özellikle Gazprom üzerinden, 
Rusya bağlantılı enerji projelerine ortaktır. İşte bunun için İngiliz basını Gezi olaylarının üzerine atladı ve bunu bir rejim sorunu gibi gösterme gayreti 
içinde oldu. Hatta The Economist, Kabakçı Mustafa ayaklanması ile tahtdan indirilen ve bir yıl sonra ‘eskinin’ silahlı gücü Yeniçeriler tarafından boğdurulan 
3. Selim resmine Erdoğan’ı montajlayarak Başbakan’ı ( ve tabii Türkiye’yi ) tehdit etti. 

İşte böyle Londra direniyor arkadaşlar, hem de Rus oligarklarla birlikte… 

Finans-Kapital… 

Başbakan bu olaylar başladığından beri faiz lobisi diyor. Birileri de bu çok soyut bir kavram, sakın ‘çıkar lobisi’ falan olmasın, faizin de lobisi olur mu diye 
itiraz ediyor. Doğrudur, bu soyut bir kavram ama Başbakan’da somut bir olguyu böyle formüle ediyor aslında. Bunun açıkcası Finans Kapital’dir. 
Yani Rudolf Hilferding’in 1910 yılında büyük başarıyla anlattığı ahtapottur… Kısaca bir toplumdaki toplumsal sermayeyi yönlendiren hakim ‘çekirdek’ sermayedir bu. İçiçe geçen ‘gerici’ banka ve sanayi sermayesidir. Bu çekirdek sermaye, bugün Türkiye’de olduğu gibi, güç kaybettiğinde önüne gelen herşeyi kullanarak kaos yaratır. Tabii ki bu yapı yalnız değildir, mesela benim biraz önce yukarıda anlattığım ahtapot hikayesi ile bunlar ortaktır. BP ve Rosneft, Türkiye’de yeni rafineriler, yeni enerji boru hatları, yeni limanlar ne kadar istemiyorsa bunlar da o kadar istemez… Çünkü rekabet edemezler… 

Sonuçta faiz “lobisi”, yalnız faizden ibaret değildir. 
Gezi Parkı’ndan sonra sıra Çin’e mi geldi? 
Ekonomi meteorolojiye benzemez! 

Reuters, CNN, BBC, Fransız ekonomi gazetesi Les Echos ve geçen gün (24 haziran) de Le Monde gazetesi’nin manşeti aynı felâketi(?) haber veriyor: 

“Brezilya, Çin, Hindistan, Türkiye: Gelişmekte olan ülkeler yıkılacak gibi”. Artık takip etmek mümkün değil, haberler ve yorumlar sağnak halinde 
yağıyor. 
Bir haftadır Washington, Londra, Paris kaynaklı ekonomi siteleri Çin’de krize çıkacağını yazıyor; yani 2008’de ABD’de olduğu gibi bir emlâk krizi. Kolay 
kredi ile şişen bir emlak balonu patlayacakmış. Tabi olabilir. Ama açıp baktığınızda şaşırıyorsunuz. Ekonomistlerin soğuk kanlı teknik analizleri yok bu haber ve yorumlarda. Bunun yerine adeta futbol haberi gibi taraftar hatta duygusal bir üslup var. Hani neredeyse “ah keşke kriz çıksa” diyecekler. 
Bilgi olarak? Yeni bir şey yok, yıllardır bilinen bazı sorunların abartıldığını, bir bölgeye has bir meselenin ülke çapındaymış gibi gösterildiğini görüyorsunuz. 
Bozuk plak gibi aynı şeyleri tekrar edip duruyorlar: çevre kirliliği, gelir dağılımı dengesizliği, kalifiye eleman azlığı, altyapıların yetersizliği… Bu 
sorunlar elbette gelişmenin önünde birer fren olabilir ama bir kriz başlatmaz. 

Nasıl oldu da FARKLI lisanlar konuşan, FARKLI patronlardan maaş alan, FARKLI ülkelerde hatta FARKLI kıtalarda çalışan gazeteciler birden bire aynı gün Çin 
ekonomisi hakkında TIPATIP AYNI şeyleri yazmaya başladılar? Nasıl oldu da Fitch gibi kredi derecelendirme kuruluşları ve “akademik uzmanlar” aynı gün bu 
koroya katıldı? 

Sürekli “yağmur yağacak” diyerek bir şey elde edemezsiniz. Ama karamsarlık pompalayarak ekonomik dengeleri değiştirebilirsiniz. Takdir edersiniz ki bir ülke ve/veya sektör için sürekli “ Kriz Çıkacak ” derseniz sonunda yatırımcılar kaçar ve siz çıkmayacak olan o krizi bizzat çıkarmış olursunuz. Bu yüzden Çin ekonomisinin böylesi bir YAPAY kriz taarruzu altında olduğunu söylersek çok büyük bir risk almış olmayız. Peki kim ister Çin’in yükselişini frenlemek? Cemil Ertem’in Türkiye ve Brezilya konusunda yazdıkları sanırım büyük ölçüde Çin’e de uyarlanabilir: 

“… Tabii ki Brezilya ve Türkiye, Batı-Doğu arasındaki, tam şimdilerde de ortaya çıkan, çatışmanın iki simge ülkesi. Gösterileri, batı medyasının Türkiye ve 
Brezilya’da bir iç savaş varmışçasına aktardığı görüntüler tamamlarken bir takım bankalardan da şöyle açıklamalar hemen geldi: 
  ‘ Standard Bank Ekonomisti Tim Ash: ‘Fed’in tahvil azaltımına karşı TL’nin en kırılgan gelişen ülke para birimleri arasında… ‘ Ash, ‘Yüksek cari açık, kısa vadeli borçların yüksekliği ve son dönemde artan riskler nedeniyle TL en kırılgan para birimleri arasında yer alıyor’ diyor. 

Şu cari açık, kısa vadeli borçlar falan bu konularda dilimizde tüy bitti. Bunların ısıtıp ısıtıp önümüze koyduğu gibi değil bu ‘sorunlar.’ Ama işin ilginci tam bunlar 
olurken bizde de Türkiye’nin GSYİH’sından, dış borcuna kadar ekonominin aslında ne denli kötü olduğuna dair operasyon yazıları yazılmaya başlandı. 
Şu milli gelirin cari fiyatlarla mı, yoksa sabit fiyatlarla mı hesaplanması gerektiği bile tartışıldı …” 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***