Arap Birliği Kurulmadan Filistin Özgür Olamaz
Kaya Ataberk
|
Filistin’de sömürgeci katliam, Türkiye’de Şeriatçı fırsatçılık
İsrail’in Gazze’ye gerçekleştirdiği sömürgeci katliam harekatı neredeyse bir ayı dolduracak. İsrail saldırısı ardında sadece bini aşkın ölü ve yıkılmış bir halk bırakmıyor geride... Bu son derece acı ve somut gerçeklerin ötesinde saldırının esas bilançosunu ortaya koyduğumuzda, Filistin direnişinden ve Arafat’ın mirasından geriye kalan son kırıntıların da ortadan kaldırıldığını görüyoruz. Aslına bakılırsa bugün İsrail’in yaptıklarına şaşıran ve dehşet içinde kalan kesimlerin unuttuğu bir şey var: İsrail’in yaptığı soykırım, Batılı Beyaz Adam açısından yeni bir şey değil. Sömürgecilik çağının ilk başlarında, Avrupalı girdiği her ülkenin halkını hem sömürdü hem de işine geldiği anda fiziksel olarak da ortadan kaldırdı. Bu açıdan İsrail’in Filistin halkını tamamen katletmesi, Siyonizmin bir aşırılığı değil sömürgeciliğin karakterinden ileri gelen bir tavrıdır. Ancak bizim üzerinde durmamız gereken nokta şu ki, artık Filistin davası neredeyse 1947’deki durumuna kadar geriletilmiştir. Ama bunu yapan İsrail’den çok Hamas’ın Şeriatçılığından ileri gelen çözümsüzlüğü ve El Fetih’in Arafat’ın devrimci çizgisinin değil Abbas’ın işbirlikçiliğinin egemenliğindeki zavallı durumudur.
Filistin’deki bu durum ayrıca tartışmaya değer. Ancak bizim Filistin’deki hatalardan da önce Türkiye’deki ihaneti mercek altına almamız gerekiyor. Filistin’de ölen bir halk ve dağılan bir direniş varken bu duruma çok üzülür görünen ama içten içe sevinen bir kesim var Türkiye’de. Bu kesim Türkiye’nin her meselesinde Batının karşısında demagoji ile ayakta duran ama istisnasız olarak işbirlikçi tavır alan Şeriatçılardan başkası değil. Sahte göz yaşlarıyla eylemler düzenleyen, Türk Milletinin samimi tepkisini sömüren Şeriatçılara Filistin katliamıyla beraber gün doğdu. Eylemlerle beraber en dikkati çeken şeyse tüm Şeriatçı dernek ve vakıfların düzenlediği yardım kampanyaları oldu. Toplanan paraların büyüklüğünü tahmin ederken bir taraftan da 90’lı yıllarda Yugoslav iç savaşı sırasında Bosnalı Müslümanlar için toplanan ama Şeritaçılar tarafından iç edilen yardımları da hatırlamadan edemiyoruz. Bir taraftan da AKP’nin Filistin’deki durumu iç politikada bir rahatlama fırsatı olarak sonuna kadar kullanışına şahit oluyoruz. Vıcık vıcık ikiyüzlülüğün ve fırsatçılğın karşısında midemizin bulanmaması mümkün değil.
Peki bize düşen ne? Bu olanlanlara kızıp Filistin davasını Şeriatçılara bırakmak mı?
Filistin davası Şeriatçılara bırakılamaz
Geldiğimiz bu nokta Atatürkçü-sol kesimler açısından da önemli bir karar verilmesini gerektiriyor. Filistin davasının Türkiye koşullarında Şeriatçı grupların istismarına maruz kalması, yaşanan acının AKP tarafından yüzsüzce sömürülmesi, Atatürkçü-sol kesim açısından bir tepkinin doğmasına neden oluyor. Bir taraftan ezilen insanın yanında olmak doğal bir refleks olarak gelişirken diğer taraftan da Şeriatçılar yüzünden Filistin davasından soğumak iki çelişkili eğilim olarak doğuyor. Burada olayları soğukkanlı ve devrimci bir tarzda ele almak yaşanan çelişkinin aşılmasının temel yöntemi olmalı. Bunu yapabilmek de gene her kritik kararda olduğu gibi antiemperyalizmin ve mazlum millet solculuğunun bakış açısından dünyaya bakmayı gerektiriyor. Burada ilk önce yapılamayacak olanı söyleyerek işe başlayalım: Filistin davası ne olursa olsun Şeriatçılara terk edilemeyecek kadar önemli ve kritik bir meseledir.
Tabi, bunu sözde bir insancıllığın sahteliğiyle söylemiyoruz. Filistin, sadece Arap halklarının değil tüm ezilen dünyanın davası olduğu için ve Türk devrimi için verilen mücadelenin Filistin halkının mücadelesinden hem ideolojik hem de stratejik olarak ayrı düşünülemeyeceği için söylüyoruz.
Her şeyden önce Atatürkçüler ve solcular olarak şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Filistin mücadelesi bir İslamcılık mücadelesi değildir. Mücadeleyi ilk başlatanlar Arafat, Habaş, Havatme gibi solculardır, milliyetçilerdir. Bunların kimisi Arap sosyalistidir, kimisi daha Marksist-Leninist bir çizgidedir ancak ortak noktada antiemperyalizm vardır.
Şeriatçılar ise en başından beri Filistin davasına zarar verdiler. İlk önce Arafat ve El Fetih’i zayıflatmak için İsrail tarafından desteklendiler, Filistin direnişinin solcu, devrimci özünden korkan Arap sağcıları tarafından kollandılar. Gelinen noktada İsrail’le çatışan bir Hamas varsa da onun yanlış Şeritaçı stratejisinin Arap ulusal direnişine verdiği zarar da ortadadır. Türkiye’ye geldiğimizde ise Filistin direnişine solcular dışında gerçek anlamda sahip çıkanın da olmadığını görürüz. Şeritaçılar için Filistin, Türkiye’de hep bir prim yapma fırsatı olmak dışında bir anlam kazanamamıştır.
Bunların da dışında İsrail’in yerinin sağlamlaşması Amerikan emperyalizminin Ortadoğu planlarının garantiye alınması anlamına geldiği için birebir Türk Milleti için gerçek bir tehdittir. Sadece bu bile Filistin davasının Şeritaçılara terk edilemeyecek kadar merkezi önemde olmasının nedenini açıklar.
“Bu Araplardan hiçbir şey olmaz” mı?
Geçtiğimiz günlerde Filistin’deki katliam üzerine Arap ülkelerinin liderleri Kuveyt’te bir araya geldi. Suudi Kralı Abdullah, Filistin için 1 milyar dolar bağışlayacağını açıklama lütfunda bulunurken İsrail’i kınamadı bile. Diğer Arap şeyhleri de benzer tavırlar aldılar. Mısır’ın Amerikancı devlet başkanı Hüsnü Mübarek ise İsrail yerine Hamas’ı eleştirmeyi tercih etti. Tüm bu sağcı rejim yöneticileri Filistin için kılını bile kıpırtdatmadan sanki çok şey yapıyormuş gibi davranırken, cılız da olsa tek farklı ses Suriye devlet başkanı Esad’dan geldi. Esad, İsrail’in terörist unsur olarak adlandırılmasını istedi. Doğal olarak zirvenin sonucunda Filistin için hiçbir olumlu sonuç çıkmadı.
Tam da bu noktada Türkiye’de bir propaganda işlemektedir. Bu propaganda “bu Araplardan hiçbir şey olmaz” diyerek işe başlayıp, “zaten bizi sırtımızdan vurmuşlardı” noktasına kadar uzanan bir Arap düşmanlığıdır. Aynı ses Araplara da “sizin geri kalmanızın nedeni Türklerin yüzyıllarca sizi yönetmesidir” diyor yıllardır. Bu bizzat Amerika’nın sesidir. Türk ve Arap halklarını birbirinin mücadelesine karşı duyarsızlaştırmak ve hatta birbirine düşman etmek istemektedir. Sesin sahibini bildiğimiz için rahat davranabiliriz. Ama gene de yakından bakalım; Araplardan bir şey olmaz mıymış görelim.
Filistin meselesinin en başından beri Araplar arasında ciddi ayrım sağcı ve solcu Araplar, milliyetçi ve işbirlikçi Araplar olarak gerçekleşti. Arap milliyetçileri ve solcuları emperyalizmle, siyonizmle gerçekten mücadele ederken diğerleri onlara karşı çıkmaktan başka bir şey yapmadılar. Bugün bir şey yapmayan Araplar duruma hakimse bunun nedeni Arap solu ve milliyetçiliğinin son dönem liderleri olan Saddam Hüseyin’in ve Arafat’ın emperyalizm tarafından katlinden sonra yaşanan boşluktur. Son Kuveyt toplantısında bile cılız da olsa İsrail’e tavır alan tek isimin Baas geleneğinin izlerini hala taşıyan Esad olması da anlamlıdır. Gerçekten de Arap yakın tarihine baktığımızda gerçek antiemperyalist stratejiyi uygulayanların Arap sosyalist milliyetçisi Nasır ve Suriye Baasçıları olduğunu görürüz. Bir milletin devrimcilerin, milliyetçilerin liderliğinde yapabileceklerinin de kanıtıdır bunlar…
Nasır, Birleşik Arap Cumhuriyeti ve antiemperyalizm
1 Şubat Nasır’ın devrimci Mısır’ının, Baas Suriye’si ile kurduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC)’nin 51. Yıldönümü. İçinden geçtiğimiz günlerde ezilen dünyanın tarihinde önemli bir deneyim olan BAC’nin verdiği antiemperyalist strateji dersi dolayısıyla daha da önemli olduğu açıktır. Biraz daha geriye gidelim…
Mısır, yıllarca Arap dünyasının büyük bir bölümü gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kalmıştı. Bu süre içinde ise ne kimliğine ne de halkına karşı bir tehditle karşılaşmadı. Hatta diğer Arap ülkeleriyle aynı Arap dünyasının parçası olarak kalmaya devam ettiler. Ancak emperyalizm Amerika’yı, Kara Afrika’yı ve Asya’nın büyük kısmını sömürgeleştirmesinin ardından yüzünü Şarka çevirdi. Artık hem Türkler hem de Araplar sömürgeciliğin tehdidi altındaydı. Biz Türkler, Araplara göre daha şanslıydık. Atatürk’ün devrimci önderliği ile verdiğimiz Ulusal Kurtuluş Savaşımız bizi sömürge olmaktan kurtardı. Ancak Arap halkları ayağa kalkmak için II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bekleyeceklerdi. 1882’de İngiltere Mısır’ı işgal ederek sömürge imparatorluğunun bir parçası yapmıştı. Nasır, 1918 yılında artık sömürge bir ülke olan ve kukla bir kral tarafından yönetilen Mısır’ın büyük liman kenti İskenderiye’de doğdu. Mısır sözde bir bağımsızlığa kavuştuktan sonra kurulan ordunun Sudan’da görev yapan bir subayıyken, Hür Subaylar adında milliyetçi, sol eğilimli bir örgüt kurdu. Nasır, I. Arap-İsrail Savaşı’na katılmıştı ve esas düşmanın İsrail ile onun hamisi İngiliz emperyalizmi olduğunu çok iyi biliyordu.
24 Temmuz 1952’de Nasır ve Hür Subaylar Örgütü, Kral Faruk’u devirdiler. Artık devrimci Mısır dünya sahnesine çıkmıştı. Nasır, bir taraftan Arap ülkelerinin tüm milliyetçiler ve devrimcileri tarafından günden güne daha da saygıyla karşılanırken, bir taraftan da Bandung Konferansı’nın öncülerinden biri oldu. O artık tüm ezilen dünyanın efsaneleşmiş isimlerinden biriydi. 1956 yılında Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinin ardından Mısır, emperyalizmin müdahalesiyle karşılaştı. Nasır ise bu dönemde artık Arap birliği ve Arap sosyalizmi üzerine geliştirdiği fikirlerini olgunlaştırmıştı. Aynı yıllarda Mişel Eflak’ın ideolojik önderliğinde “birlik, özgürlük, sosyalizm” sloganıyla hareket eden Arap Sosyalist Baas Partisi, Suriye’de iktidara geldi. İki ülkenin Arap devrimcileri de tek yolun kendine has bir sosyalizmden geçtiğinin ve emperyalizme, siyonizme karşı birleşmenin, Arap ulusunun bir bütün olmasının gerekliliğinin farkındaydılar.
1 Şubat 1958 tarihinde, Suriye ile Mısır birleşti. Artık BAC ile birlikte Arap birliği bir rüya olmaktan çıkarak gerçek bir stratejiye dönüşüyordu. Aynı yıl içinde General Abdülkerim Kasım’ın önderliğinde Irak Devrimi gerçekleşti. Artık emperyalistlerin de İsrail’in de Ortadoğu’da durumu zayıflamıştı.
BAC, yaşanılan iç sıkıntılar nedeniyle çok uzun ömürlü olmadı. Ancak hem Arap halklarına hem de dünyanın tüm ezilenlerine milliyetçilik ve sosyalizmin nasıl kopmaz bir ikili olduğunu yarattığı maddi-manevi güçle gösterdi. Diğer taraftan da emperyalizm tarafından parçalanmış ulusların birliğinin, sosyalist ve devrimci bir zeminde vazgeçilemez bir strateji olduğunu da kanıtladı. Filistin davasına gerçekten sahip çıkanlar ise Araplar arasında sadece Nasır ve onun açtığı yoldan gidenler oldu. Aynı şeyi ideolojik anlamda Türkiye açısından da söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda bir devrimci strateji çizme zorunluluğunun da açıklanması olmalıdır.
AKP’nin “çok taraflı” işbirlikçiliği ve Filistin’de devrimci tavır
Önce AKP’nin Filistin stratejisini yeniden gözden geçirelim. AKP’nin dış politikasını esas yönlendiren kişi olarak bilinen Ahmet Davutoğlu’na bakılırsa; “İsrail’le arada alınganlık oldu ama ilişkiler kopma noktasına gelmedi. Türkiye entegre dış polikita izlemektedir”. AKP uzun süredir bu çok taraflı politika söylemi sayesinde her istediğini yapıyor, ardından da kendisini aklıyor. Filistin meselesinde de aynı şeyin tekrarını izledik. Tayyip Erdoğan, yıllardır İsrail’le en ileri düzeyde ilişkileri geliştirenler kendileri değilmiş gibi bugün İsrail’i eleştiriyor. Gerçi tabi ki bu eleştiriler kuru sözlerden ibaret. Ortada ne bir anlaşmanın iptali ne de dişe dokunur bir tavır alış var. Ancak AKP burada İsrail’e eleştiride bulunarak kendi kitlesini diriltmenin peşinde. Aslına bakılırsa bu durumdan İsrail’in de çok rahatsız olduğu söylenemez. Ortada ciddi bir danışıklı dövüş olduğu çok açık. AKP’nin Gazze saldırısından haberi olduğuna ve buna göz yumduğuna dair iddialar zaten ortadadır. İsrail, Gazze’yi vurarak Filistin karşısında durumunu sağlamlaştırıyor, AKP ise İsrail’i eleştirerek Türkiye içinde bir fırsat yakalamış oluyor. Yani bir taraftan AKP de durumunu İsrail saldırısı dolayısıyla sağlamlaştırıyor, kendi kitlesine bir hareketlilik sağlayabiliyor.
AKP’nin güç kazandığı bir Türkiye’de ise güçlenen Amerikancı Kürt-İslam faşizminden başka bir şey değil. Bir taraftan da Ortadoğu’nun ikinci İsrail’i olarak yapılanan Kürt devletinin kurulmasının önü de bu şekilde açılmış oluyor. İsrail ve AKP’nin danışıklı harekatında kazanan hem İsrail, hem de Ortadoğu çapında faşizm ve emperyalizm oldu. İşte AKP’nin çok taraflı ihaneti bu kadar kurnazca…
Peki, tüm bu karmaşanın içinde devrimci tavır ve antiemperyalist duruş nasıl olmalı? Her şeyden önce Türkiye’de Filistin direnişinin başından beri bu davaya samimiyetle sahip çıkanlar sadece antiemperyalist devrimciler oldu. 1968’lerde Deniz’lerin yaptığı gibi bu sahip çıkış Filistin’e gidip birebir savaşmaya kadar vardı kimi zaman. Burada Ortadoğu çapında bir antiemperyalizmin mantığı vardı. Deniz’ler, İsrail’in Filistin’i yenmesinin Türk devriminin işini Ortadoğu çapında zorlaştıracağını biliyorlardı. Bu nedenle Denizlerin tavrı öğreticidir.
Diğer taraftan Arap dünyası açısından da Filistin davasına gerçekten sahip çıkanların Nasır’la başlayan Arap milliyetçisi ve sosyalist akım olduğunu gördük. Burada da Araplar arasındaki kıtasal birliğin, ezilen ulusun parçalanmışlığa karşı giriştiği birlik mücadelesinin önemini görüyoruz. Kısacası Filistin’i savunmak solun ve antiemperyalistlerin görevi ve bu görev başka kimsenin de yerine getiremeyeceği bir şey.
İsrail’in Filistin’i ezmesinin esas anlamı Arap halkının katli ve vatanından sürülmesi. Ancak bunun da ötesinde ABD emperyalizminin en sağlam müttefikinin Ortadoğu’da daha da kök salması söz konusu. Bu nedenle İsrail’in güç kazanmasının ABD’nin İran’a saldırı planlarından ve Kürt devletinin kuruluşundan bağımsız ele alınamayacağını bilmeliyiz. Bu nedenle Filistin’in yanında yer almanın Türk devrimi açısından da Türkiye’nin bölünmesine karşı tavır alınmasında da stratejik önemi var. Filistinlilerle davamızın aynı olduğunu bilmeliyiz.
Peki Filistin için yapabileceğimiz en iyi şey ne? Bizim davamız nasıl Filistin halkıyla ortaksa, AKP’nin Amerikancılığının da İsrail’in en önemli destekçisi olduğu o kadar açık bir gerçektir. Bizim Türk solcuları olarak Türkiye’de geliştireceğimiz antiemperyalist mücadele Filistin için yapacağımız en iyi şeydir. AKP’nin Kürt-İslam Faşizmini durdurmak, Kürt devletinin ikinci bir İsrail olarak Ortadoğu’ya yerleştirilmesini, Türkiye’nin bölünmesini engellemek aslında İsrail’e verilecek en büyük zarar, Filistin halkına yapılabilecek tek gerçek yardımdır.
Türk devrimcileri ve milliyetçileri olarak bunları gerçekleştirmemiz Ortadoğu’da emperyalizme karşı yeni bir cephe açmamız anlamına gelecek. Bugün Chavez’in ve diğer Latin Amerikalı devrimcilerin açtığı cephe gibi. Alınabilecek tek devrimci tavır da budur.
(Sayı 221, 26/01/2009)
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder