Atatürk’ün Adana’daki Konuşmaları Üzerine
Atatürk diyor ki:
Bu Memleket tarihte Türktü,
O Halde Türktür ve Ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.
1923 (Taha Toros, Atatürk'ün Adana Seyahatleri, S. 23)
Cezmi Eraslan
Cezmi Eraslan
ÖZET
Atatürk gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı
esnasında gerekse Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı sırasında Anadolu’nun
pek çok şehrini ziyaret etmişti. Bu yurt gezilerinde o daima, ülkenin, halkın
ve yeni rejimin problemleri ve kendi projeleri hakkında demeçler verdi. Adana
seyahatleri sırasında Adana bölgesinin ekonomik kapasitesinin bütün ülke için
önemini vurgulamıştı. O aynı zamanda yakın geçmiş olayları hakkında dini,
sosyal ve kültürel hassasiyet gösterilmesi gibi sosyal ve kültürel
önceliklerin altını çizmişti. O’na göre en önemli şey Türk
vatandaşlarının büyük çoğunluğunun bundan sonra milli hâkimiyeti sahiplenmesi
idi.
Anahtar Kelimeler:
Atatürk, Adana, Milli Hâkimiyet, dini hassasiyet,
kültürel öncelikler
ABOUT ATATÜRK’S SPEECHS IN ADANA
ABSTRACT
Kemal Atatürk had visited many cities of Anatolia either
during his presidency of Grand National Assembly or during his Presidency of
Turkish Republic. In these excursions he always declaimed on his main projects
and main problems of the country, people and the new regime. During his Adana
visits he emphasized the importance of economical capacity of Adana region for
whole country. He also underlined the social and cultural priorities of the new
era such as religious, social and cultural sensitiveness about newly past
events frequently in Adana. According to him the most important thing was
taking possession of national sovereignty by the majority of the Turkish
citizens henceforth.
Key Words:
Atatürk, Adana, national sovereignty, religious
sensitiveness, cultural priorities.
“Efendiler, bende bu vakayiin ilk teşebbüs hissi bu
memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur.”1
Atatürk, milli mücadele ilhamını aldığı, “Bu memleket
tarihte Türk’tü, o hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır” dediği
Akdeniz bölgesinin en mühim şehri olan Adana’ya özel bir önem vermiş, bölgeye
yönelik ziyaretlerinde mutlaka uğramış, halkın her kesimi ile temas etmeye özen
göstermiştir. Daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce başlayan bu ziyaretler
değişik vesilelerle daha sonraki yıllarda da devam edecektir.2 Atatürk bu
gezilerinin bilhassa ikisinde etkileri ve geçerlilikleri bu günlere kadar
uzanan temel uyarılarda bulunmuşlardır. Bunların ilki silahlı mücadelenin
ardından başlayacak siyasi hayatın hemen öncesinde Türk halkının her kesimine
fikirlerini aktarmak üzere yaptığı 15–17 Mart 1923 tarihleri arasındaki
ziyaretidir. İkincisi ise istenilen hedefe ulaşamayan Serbest Fırka
deneyiminden sonra ülke çapında yaşanacak siyasi ve sosyal politika değişmeleri
hakkında halk ile istişarelerde bulunmak için 15–18 Şubat 1931 tarihleri
arasında yapılmıştır. Gençlerle, halkla, çiftçilerle, esnaflarla,
öğretmenlerle, kısaca toplumun her kesimi ile yaptığı konuşmalarında Atatürk,
milli birlik ve beraberliğimizi koruyarak çağdaşlaşma hedefine ulaşma
mücadelesinde geçerliliğini bugün de koruyan, önemli mesajlar vermişlerdir. Bu
çalışmada Adana ziyaretlerinin güzergâhı hakkında bilgi vermek yerine yaptığı
konuşmalarda üzerinde durduğu konuların ve verdiği mesajların altını çizmeyi
tercih ediyoruz.
Millî Mücadele’nin bitmesini müteakip başlayacak siyasi
hayatın düzenlenmesine yönelik fikirlerini halk ile paylaşmak istediğinde ilk
ziyaretlerinden birisini Adana’ya yapan Atatürk, gençlerle, yaşlılarla,
çiftçilerle, esnaf ve sanatkârlarla, kısaca toplumun her manada üretici
kesimiyle fikir alışverişinde bulunmuştur.
Konuşmaların mekânı olarak bilhassa Türk Ocağı binasının
seçildiği dikkat çekmektedir. Atatürk, şark milletlerinin en büyük
eksikliklerinden biri olarak gördüğü sivil toplum örgütü eksikliğini bir nebze
de olsa giderdiği için değer verdiği bu ocağı, aslî vazifesini ihmal etmeye
başladığı zaman da uyarmaktan geri durmamıştır.
Atatürk’ün yakın geçmişte yapılan hataları değerlendirip,
bunların ışığında geleceğe yönelik olarak çağdaşlaşma hedefini vurgulayan Adana
konuşmaları bugün de dikkat edilmesi, ders alınması gereken temel ilkelerle
doludur. Cumhuriyetin ilk günlerinde yapılmış uyarıların bugün için de
geçerliliğini koruyor olması elbette üzüntü vericidir. İnsana ilk anda yapılan
uyarıların dikkate alınmadığını, Atatürk’e hitaben yapılan konuşmalarda verilen
sözlerin de maalesef kâğıt üzerinde kaldığını düşündürmektedir. Hâlbuki O,
burada milletine verdiği sözleri yerine getirmişti.
İlk ve en kapsamlı ziyaretlerinde kısıtlı bir zaman zarfında
Türk Ocağı, Belediye, Tümen Komutanlığı ve askerî mahfel, Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti, Hastane, Ulu Cami, Sanayi Mektebi, Öğretmenler Derneği, Kız Öğretmen
Okulu, başta olmak üzere yirmiden fazla ziyaret yaparak, konuşmalar yapan
Atatürk’ü, Adana halkı uhrevî bir iştiyakla karşılamıştı. Karşılamaya
gelenlerin yolun iki tarafını hıncahınç doldurması dolayısıyla Seyhan Nehri’nin
görülemediği; edebiyatçılara Abdülhak Hamid’in “Akardı pâyine mahşer misal bir
millet” mısraını hatırlatan 15 -17 Mart 1923 tarihleri arasındaki ziyaretinde
geleceğe yönelik bir söz de vermişti. Yenice istasyonunda kendisini
karşılayanlar arasında yer alan iki kız çocuğunun, Hatay’ın da kurtarılması
isteklerine karşılık söylediği “Türkün asırlarca yaşadığı bir öz yurt
yabancıların elinde kalamaz.”3 sözünü ömrünün son zamanlarında yaşadığı ağır
sağlık problemlerini de hiçe sayarak yerine getirmiş, milletine verdiği sözü
tutmuştur. Burada Atatürk’ün ziyaretleri sırasındaki uyarılarının zeminini
göstermek üzere Adana’nın genel durumu hakkında da bilgi vermek ihtiyacı
vardır.
1920’li Yıllarda Adana
Zamanın Adana Valisi Hilmi Uran, Atatürk’ün eşi Latife
Hanım ve Fahrettin Paşa’nın da refakat ettiği; Seyhan nehri kıyısındaki Suphi
Paşa konağında misafir edildiği bu gezi sırasındaki Adana’yı: “bir iki dokuma
fabrikası bir tarafa bırakılırsa tamamıyla zirai karakterde” bir şehir olarak
tarif etmektedir. Ancak o vakitler “henüz ziraata traktör ve nakil işlerine
motor girmemişti. Toprak çifte koşulan öküzlerle hazırlanıyor, nakil işleri de
ya mandalar koşulmuş iki tekerlekli arabalarla, ya hayvanlarla ve yahut ta
sokaklardan sessiz sedasız geçen katar halindeki develerle yapılıyordu.”4
Şehrin insan yapısına gelince: “şehir işçi kılık ve kıyafetindekiler başta
olmak üzere her gün her sınıf halkla dolar, taşardı. Bilhassa pamuk ziraatı
işçiliği sebebiyle senenin bir kısım aylarında Adana’da her taraftan gelmiş
yabancılar kaynaşır, dururdu”. Şehircilik hizmetleri açısından da durum parlak
değildi: “Adana’da belediye eli o vakitler henüz iç mahallelere kadar
girebilmiş değildi. Oralara, bazen dize kadar çamura batmayı göze almadan
dalmak büyük bir ihtiyatsızlık olurdu. Şehirde muntazam elektrik tesisatı henüz
yoktu… Adana şehrinde o vakitler su tesisatı da yoktu.”5 Bütün bu hallerine
karşılık Adana vilayeti Mersin, Kozan, Cebelibereket (Osmaniye), livalarının
merkezi ve en gelişmiş mevkii konumundaydı.
Atatürk’ün Adana konuşmalarında vurguladığı hususları şu
başlıklar altında gruplandırabiliriz:
a- Birlik ve Beraberlik İçinde Çalışma İhtiyacı
15 Mart 1923 tarihinde Türk Ocağında Ferit Celal Güven’in
gençler adına yaptığı konuşmaya cevap olarak, genci yaşlısıyla Adana insanına
duyduğu sevgiyi dile getirdikten sonra mevcut durum hakkında uyarılarda
bulunmuştur. Her şeyden önce çok kısa süre zarfında gerçekleştirilen
inkılâpların yerleştiğini düşünmenin yanlış olacağını dile getirerek gençliği
uyanık olmaya davet etmiş, hâlâ eskiyi savunan ve geri dönmek isteyeceklerin
olabileceğine dikkat çekmiştir. Elde edilen kurtuluşun devamı için “daha çok
seneler dikkat ve intibahla (uyanıklıkla) hemahenk olarak çalışmağa mecbur”
olduğunu hatırlatmıştır.6 Milleti baştan sona kadar hazinelerle dolu bir
memleketin üstünde aç kalmış insanlar olarak tanımlayarak memleketin her alanda
sahip olduğu büyük zenginliklerin mutlaka kullanılması gereğine işaret
etmiştir. Bunun yolunun ise nazariye ile değil, ancak sanat, ticaret ve ziraat
gibi verimli sahalarda fiilen çalışmakta olduğunu belirtmiştir.
b-Başarı Milletindir
Muhataplarına daima etkili bir moral takviyesi yapmak
Atatürk’ün bütün konuşmalarında dikkati çeken bir husustur. Uzun savaş yılları
ve işgallerle harap olan ülke ve milletin yeniden harekete geçirilmesi, yeni
atılımlar için desteklenmesi gerekiyordu. Nitekim aynı gün Lise binasında
onuruna verilen ziyafette Belediye Başkanı Ali Münif Bey’in övücü konuşmalarına
hitaben verdiği cevapta bu hususa dikkat çekerek; “Arkadaşlarımız ve milletin
bütün efradı gibi, milli davamızda benim de mesaim sebketmiş ise de, bu mesaide
kuvveti icraat ve muvaffakiyet varsa bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak
bütün milletin şahsiyet-i maneviyesine atfediniz. Ben milletin bu âli, manevî
şahsiyeti içinde bir ferdi naçiz olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet heyet-i
umumiyesiyle mânevî bir şahıs halinde ve bir kitle-i vahdet şeklinde tecelli
eyledi ve bu vahdeti ulviyeyi muhafaza ederek ona düşman olanları bertaraf
eyledi” sözleriyle milletin bir bütün halinde başarılı olduğunu ve olacağını
işaret etmiştir.7 Ertesi gün çiftçilere hitabında da aynı açıdan bakarak
şunları ifade ediyordu; “Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki, şeref
hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse,
gösterilen muzafferiyetler barizse, inkılâbat calibi dikkatse her fert kendini
tebrik etmelidir. Çünkü böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük
milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi böyle en kabiliyetli ve büyük bir
millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin.”8 Bu yaklaşım basit bir
hamaset istismarı olarak görülmemelidir. Zira unutulmamalıdır ki, ancak milli
tarih ve benlik şuuruna sahip olan milletler büyük atılımlar için kendilerinde
güç bulabilirler.
c- Tarih Bilinci
Uluslararası ilişkilerde gerçekçi olmanın dünyada
başarılı olmak ve milleti egemen bir şekilde refaha ulaştırmakta şart olduğunu
bugünkü durumumuzla da görmekteyiz. Atatürk, yapılan iyi işlere karşın
“düşmanların kalplerinde kafalarında ve zihniyetlerinde aleyhimizde olarak
besledikleri olumsuz duygu ve düşüncelerin bağımsızlığımızı ilan etmekle
ortadan kalkmadığının” altını çizmekteydi. Tarihin akıl, mantık ve muhakemeden
çok hissiyat ile yapıldığına dikkat çeken Atatürk, çıkış yolunu da göstermişti.
Bugün Türkiye’nin çağdaşlaşma yolunda maruz kaldığı küçük düşürücü çifte
standart eseri muameleler onun gösterdiği yoldan gidilmediğinin, gösterdiği
hedefi sadece laf ile takip etme iddiasında bulunulduğunun ispatı değil midir?
Atatürk diyor ki; “Bugünkü terakkiyâtı kabul, bugünkü ilmin ve medeniyetin
talep ettiği hususâtın kâffesine tevessül ve bütün medeni milletlerin seviyei
irfanlarına bilfiil muvasalat etmekle yapacağız. Türk milletinin kabiliyeti ve
çalışmağa olan aşkı bize bu ulvî merhaleyi suhuletle kat ettirmeğe kâfidir.”9
Atatürk’e bu güveni veren bir diğer önemli gelişme ise milletin “milli
benliğini idrâk ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiş” olmasıdır.
d- Milli Bilinç
Milletin artık uyandığına milli benliğini idrak etmesi
sayesinde son zaferleri elde ettiğine dikkat çeken Atatürk, milletleri
yükselten bu hislere dikkat çekici ve iyi anlaşılması gereken bir etken daha
ilave etmeyi zaruri addetmektedir: intikam hissi. “Milletlerin kalbinde hissi
intikam olmalı. Bu alelâde bir intikam değil, hayatına ikbaline, refahına
düşman olanların mazarratlarını izaleye matuf bir intikamdır. Bütün dünya
bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez
ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet aciz ve zaaftır. Bu insaniyet göstermek
değil, insanlık hassasının zevalini ilan etmektir10. Ancak bu ifadeleri
zihinlere diğer insanlara karşı düşmanlık fikirleri ekecek mahiyette görmemek
gerekir. Zira o bu hislerin gelişmesini en çok milletin asli unsuru olan
çiftçilerimizden temin etmeyi hedef olarak göstermiştir. Dolayısıyla milletin
üretken kesiminin de diğer kesimler gibi bilinçli, dünya ve bölge
gelişmelerinden haberdar, yaşadıklarından dersler alarak aynı yanlışlara bir
daha düşmeyecek şekilde yetiştirilmesi gerekecektir. Atatürk’ün genel yaklaşımı
da milletler ve devletlerarası ilişkilerde ortaya çıkan meseleleri barışçı
yolla çözmek, silahlı çatışmayı, savaşı en son çare olarak kabullenmektir.
Nitekim o, Lozan barış görüşmelerinin bir türlü beklenen neticeye ulaşmadığı o
günlerde kendisine sorulan sorulara karşı temel hedefin barış olduğunun altını
çizerken çok net ifadeler kullanmıştır: “Behemehal şu ve bu sebepler için
milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayatî olmalı.
Hakiki kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azab duymamalıyım.
Öldüreceğiz diyenlere karşı “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lâkin hayat-ı
millet tehlikeye maruz kalmayınca, harb bir cinayettir.”11 dolayısıyla temel
esas barıştır. Nitekim uzun savaş yıllarından sonra kendine gelmek arzusunda
olan milletin yolu “yurtta sulh cihanda sulh” düsturu ile çizilecek, ancak
millet menfaatleri söz konusu olduğunda diplomasinin her türlü imkânı sonuna
kadar seferber edilecektir ki bunun en güzel örneği de Hatay’ın anavatana
katılışında bütün dünyaya gösterilmiştir.12 Atatürk’ün milletin varlığına kast
edenlere karşı bilinçlendirilmesi için verdiği direktif de diğer pek çokları
gibi lâyık olduğu şekilde değerlendirilmemiştir. Nitekim Ermeniler gerek
Birinci Dünya Savaşı’nda gerekse sonrasında doğuda Ruslar ile Çukurova ve
havalisinde Fransızlar gibi emperyalistler ile işbirliği yaparak milletin
canına, malına, her şeyine kast etmişlerdi.13 Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
eğitim kurumlarında bu süreçteki olaylar hakkında yetişen yeni nesillere
gerekli eğitimi vermezken Ermeniler yaklaşık bir asır önceki ihanetlerini
‘haksız yere zulme uğramışlık’ olarak yeni nesillerinin kin ve intikam duygularına
zemin yapmıştır. Bu zemin üzerinde bu gün aynı işbirlikçileriyle Türkiye
aleyhine çalışmaktan geri durmamaktadır.
e- Çukurova’nın Tarım Potansiyeli
Adana’nın tarım kabiliyeti Atatürk’ün gündemindeki bir
diğer önemli konu olmuştur. Türk toplumundaki esas unsurun çiftçiler olduğunu
ifade eden Atatürk, fethin iki yolundan biri kılıç ise diğerinin saban olduğunu
hatırlatmış, kalıcı olanın sabanla yapılanı yani yerleşik düzene geçebileni
olduğunun altını çizmiştir. Türk Milletinin varlık sebebinin çiftçilerin aynı
zamanda vatan savunmasında da varlıklarını ispat etmeleri olduğuna vurgu
yapmıştır.
Adana’nın herhangi bir şehir ile değil dünya pamuk
üretiminde ilk dörde giren bir ülke olan Mısır’la mukayesesini yapan Atatürk,
sadece Adana’nın bir devleti idare edecek kadar servete sahip olduğuna dikkat
çekmiştir. Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasında kalan deltanın hacim itibarıyla
Nil deltasından daha büyük olduğunu belirten Atatürk, Nil deltasının ancak
modern teknik ve gübre desteğiyle bire on verdiğini, oysa yeterince işlenmediği
için henüz genç ve dinç olan Adana topraklarının ilmî usullerle işlendiğinde
bire yirmi, bire otuz vereceği gerçeğini dile getirmiştir. Ancak Adana’da hem
nüfus çok azdır hem de makineleşme yetersizdir. İlmî ve fennî tesislerden yoksun
olan Adana’nın verimli ovalarının taşkınlar vasıtasıyla denize taşındığını,
bataklıkların her yere yayıldığını da dile getirerek ovaların sıtma yuvası
haline gelmesinin insanların çalışma verimini de en aza indirdiğini ifade
etmiştir. Oysa Adana, coğrafi özellikleri, ılıman iklimi ve ormanları ile daha
çok imkâna sahipti.
Adana ilmin gereklerine göre sulama ve tarım yapıldığında
Mısır’ın yıllık pamuk üretimini yakalayacak kadar verimli bir yerdir. Şehrin bu
özelliğinin Osmanlı Devleti’ni yönetenlerden çok Fransızların dikkatini çekmiş
olması bilhassa üzerinde durulması gereken bir konudur. Birinci Dünya
Savaşı’nda Akdeniz bölgesini sömürmek isteyen Fransa, bilhassa Adana ve
havalisini elinde tutmak için özel bir gayret sarf etmiştir.
Gerçekten de Fransa emperyalist yayılma çabaları arasında
Çukurova bölgesini kontrol etmek için özel bir gayret sarf etmiştir. 1853–1856
Kırım Savaşı sırasında başlayan borç verme sürecinin sonunda Fransa, Osmanlı
Devleti’ndeki yabancı sermaye ve yatırımların %50’den fazlasına tek başına
sahip olmuştur. Mayıs 1916’da bölge, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında pay
edilirken Suriye kıyılarına ilaveten Çukurova merkez olmak üzere Maraş,
Gaziantep ve Mardin Fransızlara bırakılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda yeniden kurulmaya çalışılan
siyasi ve idari dengelerin yanında yeni bir ekonomik düzen de hayata geçirilmek
istenmiştir. Fransız dokuma sanayinin de savaştan en çok etkilenen sahalardan
biri göz önüne alındığında savaş sonu düzenlemelerin bu durumu düzeltmeye
yöneleceği açıktır. Dünyanın sayılı pamuk üreticileri olan Amerika Birleşik
Devletleri, Mısır ve Hindistanda maliyetlerin yüksekliği dolayısıyla azalan
üretiminin yarattığı sıkıntıların yanında üretici ülkelere daima bağımlı kalmak
istememesi Fransa’yı emeğin ucuz olduğu yerlerde ve sömürgelerinde pamuk
üretimini canlandırmaya yöneltmişti.14 Nitekim Çukurova topraklarının verimli
kullanılması ve yeterli işgücünün sağlanmasıyla Fransız dokuma endüstrisinin
ihtiyacını karşılayacak miktarda pamuk üretmenin mümkün olduğunu gören,
Fransa’nın Lübnan ve Suriye Yüksek Komiseri General Gouraud, 26 Temmuz 1920
tarihinde Paris’teki Sömürgeler Bakanlığından Suriye ve Çukurova’da pamuk
tarımının geliştirilmesi amacıyla sübvansiyon isteğinde bulunmuştur.15
Buna paralel olarak Türkiye’deki Fransız çıkarlarını
korumak için Osmanlı Bankası, Paris Komitesi’nin gayretleri ile oluşturulan
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Fransız Çıkarları Topluluğu’nun 20 Ekim 1919
tarihinde Fransız Başbakanı Clemenceau’ya bir muhtıra göndermiştir. Burada
Türkiye’nin politik durumunun netleşmemesinin Fransız şirketlerinin çıkarlarını
zedelediği belirtilerek bir an evvel barış imzalanması için baskı yapması
dikkat çekici bulunmuştur.16 Ekonomik çıkarların siyasi ve askeri gelişmeleri
ne ölçüde etkilediğini gösteren önemli bir örnektir.
f- Demokratik Bilinç
Atatürk, gerçekleştirilecek barışın iyi ve şerefli
olacağının altını çizerek asıl bundan sonrası için vatandaşları millet işlerine
sahip çıkmaya demokratik hak ve görevlerini bilinçli bir şekilde yerine
getirmeye çağırmıştır. Mücadele döneminde Meclis içinde ortaya çıkan farklı
grupların çalışmaları sekteye uğrattığını gören Atatürk, kendisiyle aynı
fikirde olan milletvekilleri ile bir parti kurmanın ve barış dönemini
şekillendirmenin kaçınılmaz olduğunun bilincindeydi. Vatandaşların seçim
olayını “çok mühim bir vatan meselesi olarak değerlendirmelerini” istiyordu.
Zira meclisin memlekette yapmak mecburiyetinde olduğu işler çok ağır ve
mühimdi. Vatandaşlar, içlerinde “memleketi ve milleti en çok seven, aklına
ferasetine, vicdanına en çok güvendiği insanları seçmeliydiler,” çünkü ancak bu
sayede meclis milletin arzularını yerine getirmeye, layık olduğu refahı
gerçekleştirme kudretine sahip olacaktı.17 Bütün bunlar için vazifesini
emniyetle yapabilmek için bir Halk fırkası kurmak istediğini, programını ilan
ettiğinde vatandaşların beğenmedikleri hususları kendisine bildirmelerini
istemiştir. Zira o yapacağı programın şahsi değil, bütün milletin malı olmasını
istiyordu. Halk partisinin öncülüğünde yürütülen siyasi hayatın çok
partilileştirilmesine yönelik gayretlerdeki hayal kırıklığından sonra 15–18
Şubat 1931 tarihleri arasındaki ziyaretinde yaptığı konuşmada Atatürk, “millet
için en faydalı olacak programın kendi programları olduğu inancıyla memur ve
öğretmenlerin mevcut tek partinin program esaslarıyla uyum içinde olmalarını
beklediğini dinleyicilerine aktarmıştır. Böyle bir tercih sırasında öğretmen ve
memurun “reyinde, vicdanının müsterih olması için” partinin izlediği programın
isabetine düşünce açısından inanmış olmaları gerektiğini belirtmiştir. Bunun
için ise “bütün vatandaşların programı iyi incelemeleri ve buna karşı çıkacak
programlarla kıyaslamaları”nı demokratik bilincin en temel gereği olarak
değerlendirmiştir.18
g- Sanat Bilinci
Atatürk’ün 16 Mart 1923’te Türk Ocaklarında Esnaf
Cemiyetinin verdiği çayda yaptığı konuşma yine toplum ve sanat hayatımız
bakımından, dini anlama bakımından önemli mesajlarla doludur. “Bir milleti
yaşatan temellerin en mühimlerinden” biri olarak sanatı işaret eden ve
“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur” diyerek
sanatın önemini vurgulayan Atatürk, sanat erbabının cemiyetleşmesine ve
birikimin gelecek nesillere aktarılmasına özel bir ehemmiyet atfetmiştir.19
Osmanlı döneminde sanatın ihmal edildiğini ve neredeyse
tamamen gayrimüslimlerin eline bırakıldığını hatırlatan Atatürk, Adana üzerinde
kimsenin hakkı olmadığını, “bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve
ebediyen Türk olarak yaşayacaktır” sözleriyle ifade etmiştir. Atatürk gösterdiği
hedefe ulaşmanın en önemli vasıtasını da aynı konuşmada ortaya koymuştur:
Esnafların sofrasında olmaktan mesut olduğunu ifade ederken saadetinin
“sanatkârların ufak dükkânları yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm
gün en hakiki ve en yüksek derecesini” bulacağını, kısaca sanayileşmiş,
modernleşmiş çağdaş bir Türkiye hayalini dile getiriyordu.20
h- Din Bilinci
15–18 Mart 1923 ziyaretinde üzerinde durulan hassas
konulardan birisi de din idi. Esnafların Cuma gününü tatil olarak kabulünün din
dışı bir hareket olduğu iddiasıyla toplumun kafasını karıştırmak isteyenlere
karşı ifade ettiği “Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar
vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık olup olmadığını kolayca takdir
edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, menfaati âmmeye muvafıktır; biliniz
ki, o bizim dinimize de muvafıktır. Bir şey akıl ve mantığa, milletin
menfaatine, İslam’ın menfaatine muvafıksa kimseye sormayın. O şey dinîdir. Eğer
bizim dinimiz aklın mantığın tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel olmazdı,
âhir din olmazdı”21 ilkesi dinin her türlü çıkara alet edilmesini önleyecek
temel bir ölçüdür. İnsanların din gibi ulvi bir müessesenin aynı zamanda süfli
çıkarlara alet edilebilen bir mevzuda istismarcılara alet olmamalarını istemiştir.
Türk insanının aile ocağında edindikleri bilgileri kullandıklarında bile doğru
ve yanlışı ayırt edebileceklerini hatırlatan Atatürk, “her sarıklıyı hoca
sanmayın, hoca olmak sarıkla değil dimağladır” uyarısını yaparken şekilden
ziyade öze bakmayı önermiş, “milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema vardır.
Milletimiz bu gibi ulemasıyla müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin
itimadına mazhardır”22 sözleriyle gerçek durumu dile getirmiştir.
ı- Hak ve Hürriyetler Bilinci
Atatürk’ün ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan en
önemli ziyareti olarak nitelenen23 16 Şubat 1931 tarihli gezisinde verdiği
mesajlar ise iki temel noktada özetlenebilir. Gezi, Serbest Fırka deneyiminin
başarısızlıkla sonuçlanmasına ilaveten Menemen’de ortaya çıkan irtica hareketinin
yarattığı sıkıntıları yerinde tespit etme amacıyla yapılmıştı. Bir kısım büyük
toprak sahipleri ile milletvekillerinin aktardığı malî sıkıntıların yerinde
incelendiği gezide önemli mesajlar verilmiştir. Ekonomik kriz ve para darlığı
dolayısıyla çiftçilerin devlete vergilerini, bankalara kredi borçlarını
ödeyemedikleri şikâyetini dinleyen Atatürk, bazı sıkıntıların olduğunu kabul
etmekle birlikte konunun kısa zamanda büyük servet yapmak için imkânlarının
üstünde kredi alanların sıkıntılarını genele yansıtmalarından kaynaklandığını
tespit etmişti. Vergilerin çokluğundan, dinin ortadan kaldırıldığından şikâyet
eden bu gibi kimselerin devletin yıkılmasını istediklerini belirten Atatürk,
verginin askerlik gibi kutsal bir vatan borcu olduğunu, vatandaşı devlete karşı
tahrik etmenin ise vatana ihanet olduğunu ihtar etmiştir.24 Bu gibi
muhaliflerin istismar ettikleri vasıta daima hürriyet kavramı oluyordu.
Atatürk, fikir ve vicdan hürriyetinin varlığı yanında,
“fertlerin vücuda getirdiği toplumun kurduğu, dayandığı bir devlet, devletin de
yönetimi ve hâkimiyeti” olduğunu hatırlatmıştır. Ferdin hürriyetini korurken
devletin de irade ve hâkimiyetinin felce uğramamasına çok dikkat edilmesi
gerektiğine dikkat çeken Atatürk, “fertlerin hürriyetinin devletin hâkimiyeti
ve iradesinin kuvvetli olmasına bağlı olduğunu, devlet iradesi felce uğrarsa
fertlerin hürriyetini muhafaza edecek hiçbir kuvvet ve vasıtanın kalmayacağı”
gerçeğini dile getirmiştir.25 Ferdi hürriyetlerin daima korunması için
çalışılan kutsal haklar olduğuna değinen Atatürk, bu yapılırken devlet
otoritesi hiçe sayılırsa buna sebep olanlar başka devletin otoritesi altına
girmek zilletine düşecekleri uyarısında bulunmuştur.26 Cumhuriyet hükümetinin
ve partinin izlediği yolun “milletin refahı ve mutluluğu ile vatandaş
hürriyetinin sağlanmasına yönelik” kutsal bir amaç olduğunun ifade eden
Atatürk, bu çerçevede devletin gücü otoritesini korumanın vatandaşlara,
bilhassa hâkimlere düştüğünü hatırlatmıştır. Burada önemli olan: vatandaşların
hürriyetini düşünürken devletin otoritesinin güçlü kalmasına dikkat etmektir.
i- Dil birliği ve Vatandaşlık Bilinci
Atatürk’ün 15–18 Şubat 1931 ziyaretinde üzerinde durduğu
ve Türk Ocağı idarecilerine eleştiri getirdiği diğer önemli husus, şehir
nüfusunun 1/3’ünün Türkçe konuşmaması ve bunun mahzurları üzerine olmuştur. Bir
millete mensubiyetin en belirgin niteliğinin dil olduğunu, dolayısıyla “Türk
Milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve behemehal Türkçe konuşmalıdır.
Türkçe konuşmayan bir insan Türk düşüncesine bağlı olduğunu iddia ederse, buna
inanmak doğru olmaz” diyerek konunun hassasiyetine dikkat çekmiştir. Eğer
toplum, gençler, siyasi ve sosyal bütün kuruluşlar kayıtsız kalırsa neticesi ne
olur? Sorusunu soran Atatürk, cevabı da vermiştir: “ Efendiler, herhangi bir felaketli
gününüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimize
hareket edebilir. Türk Ocaklarımızın başlıca vazifesi bu gibi unsurları, bizim
dilimizi konuşan hakiki Türk yapmaya çalışmaktır. Bunlar Türk vatandaşlarıdır.
Bu gün ve yarın talihimiz ve kaderimiz birdir.”27 sözleriyle yapılması gereken
vazifeleri ifade etmişlerdi. Bu konuşmada da farklı kültürel özelliklere sahip
vatandaşların hiçbir şekilde dışlanmaması gerektiğini bilakis sivil toplum
örgütlerinin bunlarla daha fazla ve yakından ilgilenmesi gerektiği ortaya
çıkmaktadır. Nitekim bu sahada gösterilen ihmalkârlıklar hem Adana’da hem de
memleketin doğu ve güneydoğusunda Atatürk’ün 1930’lu yıllarda işaret ettiği
sakıncaların devam etmesine yol açmıştır.
1924 Anayasasının 88. maddesinde tasrih edilen “Türkiye
ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak
olunur.”28 anlayışını dile getiren Atatürk, bir fert ayırt etmeden bütün
vatandaşlarının Türkiye üzerinde emeli olan emperyalist devletlerin oyunlarına
alet olmalarına kadar gidebilecek ihmallere karşı Türk milletini uyarmıştır.
Sonuç
Bütün hedeflerin gerçekleşmesi için temel şart ekonomik
olarak tam bağımsızlığın sağlanmasıydı. Devletin yıkılmasına yol açan, ülkeyi
baştanbaşa harabeye çeviren sebep devletin ekonomik bakımdan dışa
bağımlılığıydı. Dolayısıyla askeri zaferlerden sonra derhal sanat, zanaat ve
iktisadiyat sahasında hızlı adımlarla yürümek gerekiyordu. Atatürk bu yürüyüşün
gerçekleşmemesi sebebini önceki siyasî-idarî sistemde buluyordu. Devletin halkı
bilgisiz bıraktığını, milletin sadece asker ve vergi gerektiği zaman
hatırlandığını, kuvvetinin gereksiz fetih girişimlerinde boşa harcandığını
belirtmekteydi. Milli olmayan, millet menfaatine olmayan girişimlerle yok
olmanın kenarına gelen Türk milletinin artık bir halk hükümetine sahip olduğunu
dile getiren Atatürk, milli egemenliğe dayalı sistemin bütün gereklerini henüz
yerine getiremediklerini açık yüreklilikle kabul ederken geçen sürenin
yetersizliğine de değinmektedir. Bütün olumsuzluklara karşın yeni idarenin
milli varlığı, şerefi ve haysiyeti kurtardığını, düşmanların ödetmeye çalıştığı
asırların birikimi faturayı da bu millete ödetmediklerini dünyaya
gösterdiklerini gururla ifade etmiştir.
Türk milletinin birlik ve beraberlik içinde her hedefine
ulaşacağına olan imanını dile getiren Atatürk bunun için çok önemli bir şartı
da Adanalıların şahsında Türk milletine bir daha hatırlatmaktadır: “Yeter ki
birbirimize olan emniyet ve itimat münselib olmasın.”29 Millet fertlerinin
birbirine şüphe ile yaklaştığı, güvenmediği bir ortamda halkın yöneticilerine
de güvenemeyeceği tabidir. Karşılıklı güven olmazsa tarafların tabiî
vazifelerini de yerine getirmeyecekleri açıktır. Bir milletin fertlerinde
birbirlerine ve yöneticilerine olan güven sarsılırsa hiçbir şekilde gelişme
kaydedemeyeceği açıktır. Atatürk’ün o günler için bahsettiği tehlikenin bu gün
de ayniyle varit olduğunu ifade etmek durumundayız. Gerek iç gerekse dış
mihrakların elbirliği ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının birbirlerine olan
güveni zedelenmekte, vatandaşların bir kısmı diğerine düşman edilmeye
çalışılmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gerek Doğu –
Güneydoğu Anadolu, gerekse Kuzey Irak’ta emperyalist devletlerin kendi
emellerini gerçekleştirmek üzere kışkırttıkları insanların kısa sürede
düştükleri hatayı görüp TBMM etrafında kenetlendiği unutulmamalıdır. Tarih
ancak ibret alınmadığı zaman tekerrür etmektedir. Yaklaşık bir asır sonra aynı
çevreler benzer kışkırtmalarını yeniden uygulamaya koymuşlardır. Kendi
askerleri yerine sömürgelerin insan gücünü kullanan, Anadolu’da ise Ermeni
vatandaşları olmayacak vaatlerle kandıranlar bugün de sahnededirler.
Türk tarihinin yaklaşık son iki yüzyılında farklı
vesilelerle fakat aynı emelle din ve ırk farklılıklarını kullanan emperyalizmin
Türk milletini sürüklediği uçurum bütün fertlerine yönelik bir tehdit olmuştur.
Bu gün de aynı hataya düşmemek birlik ve beraberliğimizi muhafaza ederek
çağdaşlaşma yolunda ilerlemek zorundayız. Bunun için yeni, farklı rehberler
aramaya ihtiyacımız yoktur. Fikirlerini, uygulamalarını ülke, millet ve tarih
gerçeklerine dayandıran liderin gösterdiği yol, Türk milleti ve devletinin
ilelebet var olmasının şifresidir.
1 Atatürk’ün 15 Mart 1923 tarihinde Adana Türk Ocağında
gençlere hitaben yaptığı konuşma, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (ASD), II,
Ankara 1997, s. 120.
2 15–17 Mart 1923, 13–17 Ocak 1925, 16 Mayıs 1926, 15–18
Şubat 1931, 28 Ocak 1933, 19 Kasım 1937 ve en son 24 Mayıs 1938 tarihlerinde
Adana’da bulunan Atatürk’ün Adana gezileri hakkında ayrıntılı bilgi için bk.
Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, Adana 1981; Ayrıca, Mehmet Önder,
Atatürk’ün Yurt Gezileri, Ankara 1985; Adem Düzgün, Sebepleri ve Neticeleri
Açısından Atatürk’ün Yurt Gezileri, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1988.
3 Atatürk’ün Hataylı çocuklara söylediği söz farklı
kaynaklarda değişik şekillerde kaydedilmiştir. Mesela, gezide yanında yer alan
dönemin kalem erbabı simalarından ve Bölge Maarif Emini olan İsmail Habip
Sevük: “kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz” şeklinde aktarmaktadır
Geziyle ilgili daha geniş izlenimleri için bkz. İsmail Habip Sevük, O Zamanlar
(1920–1923), Ankara 2001, s. 243.
4 Hilmi Uran, Hatıralarım, Ankara 1959, s. 170–173.
5 Hilmi Uran, aynı eser, s. 171.
6 Atatürk’ün 15 Ocak 1923 tarihinde Adana Türk Ocağında
yaptığı konuşma, ASD, II, Ankara 1997, s. 120.
7 15 Mart 1923’de Lise Binasında Halkla Konuşma, ASD II,
s. 119.
8 16 Mart 1923’de Türk Ocağı binasında Adana
Çiftçileriyle konuşma, ASD II, s. 127.
9 Aynı konuşma, ASD II, s. 120.
10 Adana Türk Ocağında Çiftçilerle 16 Mart 1923 tarihli
konuşma, ASD II, s. 121.
11 Aynı konuşma, ASD II, s. 128.
12 Atatürk’ün Hatay meselesini hallederken uyguladığı
yöntem için bkz. Cezmi Eraslan, “Understanding of Atatürk’s Foreign Policy,
Peace at Home, Peace in the World, and Accession of Hatay to Turkey” Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 49,Ankara 2001, s.345–359.
13 Fransa’nın işgal ettiği şehirlerimizde yaptıklarının
bu gün Fransa’nın Ermeni tehciri meselesinde ülkemiz ile olan ilişkilerin
rengini göstermesi bakımından da hatırlanması gereklidir. Mütareke hükümlerine
aykırı olan, ancak güç kullanarak uygulayabilecekleri talepleri üzerine II.
Ordu birliklerinin Adana’dan çekilmesinden sonra 11 Aralık 1918’de Fransız
subayların idaresinde 400 Ermeni’den oluşan bir Fransız taburu Dörtyol’a
girmiştir. Yarbay Romieu komutasında 17 Aralık’ta Mersin’den karaya çıkan
Fransız birliklerinin müfrezeleri Tarsus, Adana ve Misis’i işgal etmişlerdi. 19
Aralık’ta ise Suriye işgal orduları komutanı General Hamlin Adana’ya geldi.
Fransızlar beraberlerinde getirdikleri Ermeni Alayından başka yerli Ermenileri
de silahlandırarak Türklere karşı kullanma yolunu tutmuşlardır. Ermeni
lejyonlarının tedhiş hareketlerine karşı direniş hareketlerinin hız kazanması
üzerine Fransız işgali altındaki yerlerin askeri kontrolü İngilizlere, mülki
idaresi Fransızlara bırakıldı. Fransızların Mısır’da kurdukları Doğu Alayı
(Legion D’Orient) dâhil olmak üzere Adana ve çevresinde Saimbeyli’de 1500,
Adana ve Mersin’de 1000, Osmaniye Haruniye, Bahçe ve Islahiye’de 1000, Kozan’da
300 kişilik silahlı güçleri faaliyet gösteriyordu. Türkler mütareke koşullarına
uymalarına karşın Fransızların gözetiminde Ermeni çeteleri Türk yerleşim
birimlerine saldırmaktaydı.
20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması’na
kadar olan uygulamaları için Fransız resmî belgeleri dikkate şayan hususları
dile getirmektedir. Bunlardan Binbaşı Labonne, 7 Kasım 1919 tarihinde Fransız
Harp Bakanlığına gönderdiği raporda “Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Çukurova
konusunda kendilerine kızgın olduklarını, zira belli şehir ve bölgelere
Müslüman halka eziyet edebilecek sivil ve askeri yöneticiler atadıklarını,
Seyhan kıyılarında belki biraz fazla Ermeni yanlısı bir politika izlediklerini”
kabul etmekteydi. Müslüman halkın “gerek sivil gerek asker Ermenilerin kötü
hareketlerini şikâyet etmekte tamamen haksız olmadıklarını” ifade etmekte
“Antep’e şehri işgal etmek için bir Ermeni Lejyonu göndermekte hata
ettiklerini” itiraf etmekteydi.
14 Aynı subayın 16 Kasım 1919’da gönderdiği raporda ise,
Ermenilerin Çukurova’da işi zorlaştırdıklarından ve Fransız hâkimiyeti
istediklerinden bahsederken, cezalandırılmayacaklarından emin olan Ermenilerin
“Fransız işgal ordularının kanatları altında Türklerden intikam almaya
çalıştıkları”nı dile getirir. İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri,
Defrance’ın 12 Ekim 1919 tarihli bir gizli raporunda Çukurova’nın Suriye ve
Araplara değil Türklere ait olduğunu belirtmekte ancak “himayeye muhtaç
Ermenilerden dolayı özel bir rejime tabi tutulmasını istemektedir. Diğer
taraftan Fransızların bağımsız bir Ermenistan oluşturmayı düşünmedikleri de
belgelerine yansıyan bir husustur. Fransız Kara Kuvvetleri Arşivinde yer alan 1
Kasım 1919 tarihli bir raporda da Ermenilerin Çukurova’da Fransızların
himayesinde huzur içinde yaşadıkları, fakat burada kurulacak bağımsız bir
Ermenistan’ın uzun ömürlü olamayacağı kabul edilmektedir. Bu konuda geniş bilgi
için bkz. Genelkurmay ATASE Başkanlığı, Belgelerle Ermeni Sorunu, Ankara 1983;
Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Fransız Arşiv
Belgeleri Açısından 1919–1922, Ankara 1994.
15 Sadece Fransa’nın değil Almanya’nın da Çukurova’nın
pamuk üretme potansiyeli ile yakından ilgilendiği, Prusya ve Saksonya’daki
tekstil fabrikalarının ihtiyacını buradan karşılama planları yaptığı ve bölge
için “Alman Hindistan’ı” tanımını kullandıkları hakkında bkz. Bige Yavuz,
Türk-Fransız İlişkileri, s. 84.
16 Bige Yavuz, aynı eser, s. 85.
17 Bige Yavuz, aynı eser, s. 86.
18 Aynı konuşma, ASD II, s. 128.
19 Cumhuriyet Gazetesi, 19 Şubat 1931, sayı 2440, s.4;
Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 60.
20 Adana Esnaflarıyla 16 Mart 1923 tarihli Konuşma, ASD
II, s. 129.
21 Aynı konuşma, ASD II; s. 132.
22 Adana Türk Ocağında Esnaflarla 16 Mart 1923 tarihli
konuşma, ASD II, s. 131.
23 Aynı konuşma, ASD II, s. 131.
24 Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, Adana 1981,
s. 56.
25 Gazi Hazretlerinin Çok Mühim Nutku, Cumhuriyet
Gazetesi 19 Şubat 1931, sayı 2440, s. 1 ve 4.
26 Toros, aynı eser, s. 59.
27 Toros, aynı eser, s. 60.
28 Atatürk, Türk Ocağının sağlık meselelerine yönelik
faaliyetleri gerçekleştirirken asıl görevi olan sosyal meselelerde eksik
kaldığı eleştirisini muhtemel sonuçlarıyla birlikte ortaya koymuştur. Taha
Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 61.
29 Adana Çiftçileriyle 16 Mart 1923 tarihli konuşma, ASD
II, s. 127.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder