7 Eylül 2015 Pazartesi

AKP'nin dış politikası ve sömürgecilere teslimiyet..,





AKP'nin dış politikası  ve sömürgecilere teslimiyet


Teslimiyet Kıbrıs’ta başladı



Eser Özaltındere


Bazı basın-yayın organlarında Başbakan’ın birkaç Rum radyosuyla yaptığı mülâkatta Kıbrıs’tan bir miktar asker çekilebileceğini imâ ettiği ifade ediliyordu. Böyle bir şey olursa da hiç şaşırmamak lazım. Çünkü, Başbakan’ın klasik tavrıdır; atar tutar ondan sonra kapalı kapılar arkasında ortamı yumuşatabilmek için her türlü varyasyonu uygular.


AKP iktidara geldiğinden beri dış politika da elle tutulur hiçbir şey yapmadı. Yaptıkları sadece sömürgecilere yaradı ve Türkiye’yi ulusal çıkarlarının korunması konusunda sürekli geriye götürdü. Eh zaten sömürgecilerin partneri olan ve onların sözlerinden dışarı çıkmayan bir partiden başka bir şey de beklenemezdi.
Daha gelir gelmez Kıbrıs’a el attılar ve çok bilmiş bir edâ ile çözümsüzlüğün mimarı olarak ulusalcılarla Denktaş’ı gösterdiler. Statükocuların çözümü engellediğini ileri sürdüler. Denktaş’a etmedik hakareti bırakmadılar. Mehmet Ali Talat denilen işbirlikçiye her türlü desteği verdiler.
İzledikleri dış politika metodunun “Kazan!Kazan!” olduğunu ileri sürdüler. Yani hem Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı hem de Rumlar kazanacakmış! Nasıl olacaksa!...
Kofi Annan’ın alel acele hazırlanmış köleleştirici planını Kıbrıs Türk halkının özgürleşmesi ve dünya ile buluşmasının tek anahtarıymış gibi göstererek, ayrıca da  metazori bir şekilde Kıbrıs Türk halkının önüne koyarak söyledikleri yalanlarla Annan Planı referandumundan “Evet” çıkmasını sağladılar. Referandum sırasında tüm işbirlikçi güçlerle birlikte “Evet” verilmesi için bir nefer gibi çalıştılar.
Bir evvelki KKTC seçimlerinde de sömürgecilerin “Truva atları” olan CTP ve Talat’ın kazanması anlamında KKTC içerisindeki Türkiyelileri yoldan çıkararak CTP ile teslimiyetçi Talat’a yamamak için Türkiyeliler arasında  Türkiye’den gelen AKP militanları aracılığıyla bizzat propaganda faaliyetlerinde bulundular.

“Kazan Kazan!”dan “Ver! Daha çok ver!”e

CTP-DP koalisyonunda Dışişleri Bakanlığını elinde bulunduran Serdar Denktaş’ın hem soyadından hem de Kıbrıs Türk halkının ulusal çıkarlarını koruma adına sübap işlevi görmesinden rahatsızlık duyarak sinsi M. Ali Talat’ın  KKTC’yi daha rahat pazarlayabilmesine imkan tanıyabilmek için M. Ali Talat ve CTP’nin kışkırtmasıyla KKTC de sivil darbe düzenleyerek CTP-DP koalisyonunu bozdurdular.
Bu bağlamda, şaibeli AKP milletvekili Şaban Dişli’yi görevlendirdiler. Sonraki günlerde rüşvetten suçüstü yapıldığı için istifa etmek zorunda kalan bu AKP milletvekili, Salamis Bay Otel’de başka isim altında bir hafta kalarak aracılık yapan Ahmet Yönlüer adlı Lefkoşa Müftüsü’yle birlikte Ulusal Birlik Partisi Genel Sekreteri Turgay Avcı ve birkaç UBP milletvekilini kafa kola aldılar.
Bunlar partilerinden istifa ederek yeni bir parti oluşumuyla beraber CTP’nin yeni koalisyon ortağı oldular. Hatta, bu “organize işte” büyük paraların döndüğü iddia edildi. Rüşvet iddiası olan bu organizasyondaki aktörlere bir bakın! Biri Lefkoşe Müftüsü, diğeri ise yine rüşvet almaktan istifa etmek zorunda kalan İslamcı AKP’nin bir milletvekili.
Annan Planı’nın kabul edilmemesi AKP’yi kesmedi. Bunun da gerisine giden her türlü müzakere şartına onay vermesi konusunda Talat adlı, KKTC kurulduğu zaman “üzüntüsünden ağlayan” yüce divanlık sözde Cumhurbaşkanı’na sonuna kadar destek vermeye devam ettiler.
Sonunda Talat’ın; Rumların tek egemenlik, tek devlet, tek ekonomi, tek temsiliyet üzerine kurulu üniter devletini kabul ederek KKTC’nin ortadan kalkmasına ve Kıbrıs Türk Halkı’nın azınlık statüsüne sokulmasına bile onay verdiler.
O kadar ki, Hristofyas’a sunulan en son öneride verilecek ödün şuydu; Başkan olarak dönüşümlü başa geçecek olan Türk liderin seçiminde Rumların da %20 oranında oy hakkı bulunacaktı.Yani, başa geçecek Türk liderin kim olacağına karar verilmesine Rumlar da %20 oranında ortak olacaktı. Bunun bir amacı da Türk Başkanın hep Rumlarla işbirliği halinde çalışan CTP’den seçilmesini sağlamaktı. Sanıyorum buna hiçbir şey yapmayıp ta çok şeyler yapıyormuş gibi gözüken Ahmet Davutoğlu da yeşil ışık yakmıştı. AKP’nin çok meşhur olan ve ancak sömürge devletlere bir işe yarayacakmış gibi yutturulan “Kazan!Kazan!” metodu birdenbire ve beklenildiği üzere “Ver! Daha çok ver!”e dönüştü.

Tayyip yeni tavizlere hazırlanıyor!

Peki! AKP ve partneri Talat sürekli “Ver”irken ne kazandı? Hiç bir şey! Kıbrıs’ta çözüm olmadığı gibi, Hristofyas’ın Beş parmaklara işlenmiş Türkiye ve KKTC  bayrak resimlerinin “Kanına dokunduğu” için kaldırılması amacıyla yaptığı başvuru dahi dikkate alınarak bunların kaldırılması konusu AB tarafından bir karar metnine dönüştürüldü. Hristofyas’ın Türkiye’ye etmediği hakaret kalmadı. Türkiye’yi işgalcilikle suçlamaya devam etti. Hatta yanılmıyorsam “Hitler” rejimiyle ilgili göndermeler bile yaptı. Son olarak ta bilindiği gibi Rum Meclis’i garantileri tanımadığını ilan etti. AB’de ondan aşağı kalmadı. Hiç bir zaman AKP ve Talat’ın bu “Vericiliğinin” karşılığını ödemediği gibi her fırsatta Türk limanlarının Rum gemilerine açılması gerektiğini temcit pilavı gibi tekrarlayıp durarak “AB müzakere başlıklarını” görüşmeye açmamakta ısrar etti. Bunun da ötesinde hiç utanmadan bir de “Türk askerinin adadan çekilmesi” konusunda karar alabilme ahlâksızlığını gösterebildi.
Bu karardan sonra Başbakan, AB Büyükelçilerine verip veriştirdi ama, bu Serdengeçti tavırları sadece show işlevi görmenin ötesinde hiçbir işe yaramadı. Hatta son zamanlarda, biraz daha nasıl ödün veririm hesapları yapıyor olabilir. Çünkü, bazı basın-yayın organlarında Başbakan’ın birkaç Rum radyosuyla yaptığı mülâkatta Kıbrıs’tan bir miktar asker çekilebileceğini imâ ettiği ifade ediliyordu.
Böyle bir şey olursa da hiç şaşırmamak lazım. Çünkü, Başbakan’ın klasik tavrıdır; atar tutar ondan sonra kapalı kapılar arkasında ortamı yumuşatabilmek için her türlü varyasyonu uygular.
Bu yüzden, AB Büyükelçilerine çektiği zılgıtın karşılığı olarak Kıbrıs’ta asker azaltılmasına gidilirse pek yadırganmamalıdır. Nasıl olsa, TSK’nın başında da “Mûnis ve kibar”, aynı zamanda da Başbakan ile “paslaşmaya” çok meraklı bir Genelkurmay Başkanı bulunmaktadır. Ayrıca, “Adadan askerler çekilsin” emrinin “yüksek yerden” geldiği de unutulmamalıdır!

Dış politikada ikinci skandal: Ermeni açılımı

Tabii ki, AKP’nin “Vermekten” başka bir işe yaramayan dış politika icraatları sadece Kıbrıs’la sınırlı kalmıyor. Ermenistan konusunda da tam bir dış politika skandalı yaşanıyor. Bir kere hiç kimsenin haberi olmadan daha 2003 yıllarında böyle bir protokolün ısıtılmaya başlanması çok enteresan. Sanki Türkiye Cumhuriyeti bir kabile devleti! Ne meclisi, ne siyasi partileri, ne  Dışişleri Bakanlığı ve diğer ilgili devlet kurumları, ne de Azerbaycan gibi konuya birincil derecede müdahil edilmesi gereken kardeş bir ülke var! Bunlar hiç dikkate alınmadan  ve onlarla istişare ihtiyacı duyulmadan sömürgecilerle AKP kurmayları kapalı kapılar arkasında bir araya geliyorlar ve akıllarınca işi bitiriyorlar. Bir bakıyorsunuz, tarafsız olması gerektiği halde bir çok konuya müdahil olmaktan kendini alamayan Cumhurbaşkanı durup dururken, “Kafkaslardaki donmuş problemlerden” bahsederek “Kürt açılımında” olduğu gibi “Ermeni açılımında” da düğmeye basan kişi oluyor. AKP, her konuyu olduğu gibi bunu da “Ben yaparım, olur!”a getiriyor. Derken aynı dönemde, AKP’li Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından  aynı “Kazan! Kazan!” söylemine benzer şekilde hiç kimsenin bilmediği ve uluslar arası ilişkilerde de bir işe yaraması mümkün olmayan bir görüş, diplomasi literatürüne sokuluyor; “Komşularla sıfır sorun!...”Güleyim bâri! Fakat, işler tabii ki onun ve AKP’nin istediği gibi yürümüyor. Nitekim, Azerbaycan ile ilişkiler bozuluyor ve büyük bir kamuoyu baskısı oluşuyor. Millet, Azerbaycan ile ilişkilerin bozulmasından dolayı ne idüğü belirsiz bu protokole kuşku ile bakmaya başlıyor. Başbakan Azerbaycan’a gidiyor başka konuşuyor, Türkiye’ye geliyor başka konuşuyor. Tarafsız(!) Cumhurbaşkanı ise ayrı telden çalmaya devam ediyor ve Azerbaycan’ı da içerecek şekilde tehditler savurarak “bu süreç ne pahasına olursa olsun yürüyecek” diyerek meydan okuyor. Kısacası, tam bir curcuna yaşanıyor. Zaten o mahut protokolün içeriği de baştan aşağı sakıncalı! Bir de, bu protokolün Meclis’ten geçmesi problemi onun hayata geçirilmesini daha da zorlaştırıyor. Çünkü, Türkiye’deki tüm siyasi partiler bu protokole, hem de kayıtsız şartsız olarak karşı çıkıyorlar! O zaman da  iş haliyle tıkanıyor. Bu sefer, Ermenistan Anayasa Mahkemesi yetkili kurumlara protokolü iptal etme yetkisi veriyor. Bu arada, diaspora protokole ve özellikle Türkiye ile Ermenistan’ın sanal ve hayal yakınlaşmasına karşı çabalarını arttırıyor. 1915 olaylarının araştırılması için bir ortak komisyon kurulmasına tepki koyuyor. Bu karmaşa ortamında Karabağ’daki gerginlik artıyor, silahlar patlıyor ve Azeri Türk’ü askerler hayatlarını kaybediyorlar. Anlaşılan o ki, Ermenistan mesaj veriyor. Gerçekten de, durup dururken sırf sömürgecilerin isteği doğrultusunda, kimsenin rızası alınmadan ve haberi olmadan piyasaya sunulan “Ermeni açılımı”, özellikle ekonomik yönden sıkışmış Ermenistan’daki beklentileri arttırıyor. Protokolün gerçekleşmeme riskiyle birlikte Karabağ’da da ateş yükseliyor. Bütün bu belirsizliklerin, saçmalıkların ya da beceriksizliklerin baş mimarı olan ve sömürgeciler ne emrederse onu yerine getirerek ortalığı birbirine  katan AKP nin çekirdek kadrosu da haliyle tarihteki yerini alıyor.

AKP, icraatlarıyla ABD’ye hizmet ediyor

Öyle böyle derken, “Ermeni Soykırım’ı mevsimi” gelip çatıyor. Yine, mutad olduğu üzere bu dönemde “Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı” Türkiye’ye karşı bir koz ve silah olarak kullanılmak üzere ABD’nin gündeminde birinci sıraya yükseliyor. Ancak, ABD’ye büyükelçi atanan ve bir ara Mardin de Kürtçe, Ermenice, Arapça müzik eşliğinde göbek atarak eğlenirken gazetelere konu olan AKP’nin diplomat prensi Namık Tan iki ay boyunca boşu boşuna oyalanılıp Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı’nın oylanmasına bir hafta kala tayini resmileşerek ABD’ye gidince haliyle yeterli kulis faaliyetinde bulunamıyor. Aynı faaliyetler içerisinde bulunması gereken Türk heyeti de her nedense ABD’ye geç gidiyor. Herhâlde mantık şu; plan zaten hazır! Büyükelçi veya Türk Heyeti oraya erken gitse ne olur, geç gitse ne olur? Çünkü, yasa tasarısının Temsilciler Meclisi’nden geçmesi herkesin işine geliyor. Böyle olmalı ki, bu yasa tasarısı ABD’nin istediğini alabilmesi için Türkiye’nin başında “Demokles’in kılıcı” gibi sallanabilsin ve ayrıca Başbakan’ın elinde “Ermeni Protokolü”nü Meclis’e sunduğu zaman “Bakın! Bunu buradan geçirmezsek, ABD  Ermeni Soykırımı’nı yasalaştıracak!” diyebilecek bir koz bulunsun! Nitekim, bu konuda oylama yapılmadan önce Obama da Türkiye’ye protokolün Meclis’ten bir an önce geçirilmesi konusunda gerekli uyarıyı yapmıştı. Diğer taraftan, doğal olarak Yahudi lobisi de “one minute” krizinden dolayı Türkiye’ye gerekli desteği vermiyor. İnsan ister istemez, yoksa bu “one minute krizi de mi bir tezgâhtı?” demeden edemiyor. Sonuç olarak nereden bakılırsa bakılsın, ister tezgâh olsun ister olmasın, ister beceriksizlik olarak değerlendirilsin, ister taşeronluk; AKP’nin her icraatı sömürgecilere ve onların çıkarlarına hizmet ediyor. Ama, işlerin bir senaryo çerçevesinde yürüdüğü daha akla yakın. Çünkü bir taraftan “one minute”, “alçak koltuk” ve “tatbikat” krizleri yaşanırken diğer taraftan Başbakan her ABD ye gittiğinde “Yahudi Lobisine” uğramadan edemiyorsa veya geçmişte “mayınlı arazilerin” AKP tarafından İsraillilere peşkeş çekileceği iddia ediliyorsa ya da gazetelere yansıdığı kadarıyla “one minute” olayından sonra diplomatik bazda özürler filan dileniyorsa, o zaman işin içerisinde muhakkak bir şeyler var demektir. Bu arada, Saadet Partisi’ne kaçan oyları geri almak için de İsrail krizinin sunî olarak yaratıldığı ileri sürülebilir. Nasıl olsa iktidarı garantiledikten sonra İsrail ile ilişkileri yumuşatacak bir yol bulunacaktır. ABD de bu senaryoya pek itiraz etmeyecektir. Nedeni de çok açıktır: AKP iktidarını sağlama almak…

AKP, AB konusunda da çuvalladı

Gelelim AB ile ilişkilere! Demirel’in şivesiyle “vaaa mı bi kazanç?” Yok! Bakmayın siz o Egemen Bağış adlı AKP milletvekilinin boş konuşmalarına!... Keşke, ilişkiler olduğu yerde saysaydı! Ama böyle olmuyor ve geriye gidiyor. AB ile Türkiye’nin ilişkileri AKP’nin vizyonsuzluğu ve aşırı teslimiyetçi tutumu yüzünden onarılamayacak noktalara taşınıyor. Oysa, dirayetli, onurlu ve ulusal çıkarları her şeyin üstünde tutan hükümetler ile AB ile ilişkileri daha sağlıklı yürürdü. Ama sömürgeci AB, Türkiye ile ilişkilerini sağlıklı geliştirmek istemiyor. Onu bir sömürge ülkesi olarak görmek istiyor. Türkiye’yi bir sömürge olarak söğüşlemek varken, onu laik Atatürkçü ve demokratik bir ülke statüsünde kendisine ortak yapmaya ne gerek var diye düşünüyor? Zaten sömürgecilerin başka türlü düşünmesi de mümkün değil! Onun için de, Osmanlıcı, özellikle de Vahdettin zihniyetli olmaları dolayısıyla AKP gibi kapitülasyonlara meftun iktidarlara sonuna kadar destek veriyor.
Şimdi bir bakalım! AB ile müzakereler başladı da ne oldu? Türkiye’ye bağlar bahçeler mi bağışlandı? Ne gezer!... Sadece onlar istiyor ve AKP  verebileceği kadar veriyor. Daha da verecek ama artık gidemiyor. AB emretti, Türkiye topraklarını sonuna kadar AB vatandaşlarına peşkeş çekti! AB, Vakıflar Yasası dedi, hiç itiraz etmeden onu çıkardı. Akdamar Kilisesi’ni ise ibadete açmak üzere… Diğer taraftan AKP, AB nin istekleri doğrultusunda Türkiye’nin bölünmesi amacına ve  yapay bir Kürt ulusu yaratma hedefine yönelik her türlü etnik kimliksel talebi kayıtsız şartsız hayata geçirmek için takdire şayan bir mücadele  vermekten de kaçınmadı: TRT’de Şeş-Beş kanalını yayına soktu, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürdoloji Enstitüsü’nü kurdurdu, yerleşim yerlerinin Kürtçe isimlerinin iade edilmesinin yolunu açtı. Yine aynı talepler doğrultusunda yüz yıllardır Türk halkı ile bütünleşmiş Roman vatandaşları ayrıştırmak için gereksiz ve anlamsız bir çaba içine girmeyi marifet saydı. Bütün bunlar yapabildikleri… AKP’nin, sömürgecilerin diktesi üzerine ilk fırsatta yapmayı planladıklarının listesi ise şunlar; Özel Kürtçe televizyonlar, Kürtçe reklamlar, Kürtçe harflerin Türkçe alfabenin içerisine sokulması, Kürtçe seçmeli ders, Kürt kimliğinin Anayasada yer alması vesaire, vesaire… Ayrıca  yine AKP, AB istediği için Alevi çalıştayı düzenledi, fakat pek inandırıcı bulunmadı ve pek çok projesi gibi bu da fos çıktı.
Biliyorsunuz değil mi, Başbakan tam üyelik müzakere sürecinin son aşamasında; Almanya eski Dışişleri Bakanı Fischer’in “önce uyutalım, sonra unutalım!” ve İsveç eski Dışişleri Bakanı’nın (Başbakanı da olabilir) “bu dayatmaları nasıl oluyor da  olduğu gibi kabul edebiliyorlar” şeklindeki söylemlerinin gölgesi altında imzayı atmış ve Türkiye’ye “ulusal kahraman” olarak dönerek havai fişekleri ile karşılanmıştı.
Fakat, bütün bu vericiliklere ve AKP’nin olağanüstü teslimiyetçiliğine karşın AB’nin isteklerinin ardı arkası hiçbir zaman kesilmedi. Ve Avrupa Birliği hâlâ, Ruhban Okulu’nun açılmasını, Fener Rum Patrikliği’nin Ekümenikliğinin tanınmasını, Rum gemilerinin Türkiye limanlarına giriş yapabilmelerini ve Ermeni sınırının açılmasını dayatmaya devam ediyor.
Peki, AB Türkiye’ye ne veriyor? Hiç bir şey! Dayattıkları AB mevzuatının gerektirdiği yeni yapılanmalarla ilgili para yardımı yapacak mı? Hayır! Rum gemileri için Türkiye limanlarını açmazsak “fasılları” müzakereye açacak mı? Hayır! En önemlisi, AB ye tam üye olabilecek miyiz? Belli değil! Başta Fransa ve sevimsiz Cumhurbaşkanı Sarkozy  olmak üzere  bazı ülkelerde yapılacak referandumlara bağlı!... O referandumlardaki sonuçlarda  büyük ihtimal olumsuz çıkacaktır.

AKP, Vahdettin teslimiyetçiliğinin devamıdır

Bütün bunlardan sonra AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarını düşündüğünü ileri sürmek mümkün müdür? Bir kez daha; kesinlikle hayır!...
Bu çerçevede, AKP’nin Kürt devletinin resmiyet kazanması bağlamında Barzani ve Talabani’ye  küreselci sömürgecilerin senaryoları  doğrultusunda verdiği destek konusunu tekrardan dile getirmeye herhâlde hiç gerek yoktur! Çünkü bunu artık üç yaşındaki çocuklar bile bilmektedir.
Görünen odur ki, AKP sömürgecilerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikalarını Türkiye  bağlamında  uygulamaya sokan bir aracıdır. Hiç almadan daima vermiştir.
Yakın dönem olaylarının objektif değerlendirilmesinden sonra, aksini düşünmek mümkün değildir.
Nasıl İlkerBaşbuğ’un Genel Kurmay Başkanı olduktan sonraki sesi kısık icraatlarını objektif bir şekilde çözümlediğimizde o icraatların bütünüyle dış güçlere yaradığı sonucuna varıyorsak, aynı değerlendirmeyi AKP için yapmamızda da sanıyorum  hiçbir engel yoktur.
AKP, 1923 felsefesine  ve ilkelerine karşıdır. O, Vahidettin ve Damat Ferit teslimiyetçiliği temsil etmektedir. Hatta, temsil etmenin ötesinde  o teslimiyetçiliğe kendisini adamıştır da denilebilir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder