Eser Özaltındere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eser Özaltındere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2015 Pazartesi

AKP'nin dış politikası ve sömürgecilere teslimiyet..,





AKP'nin dış politikası  ve sömürgecilere teslimiyet


Teslimiyet Kıbrıs’ta başladı



Eser Özaltındere


Bazı basın-yayın organlarında Başbakan’ın birkaç Rum radyosuyla yaptığı mülâkatta Kıbrıs’tan bir miktar asker çekilebileceğini imâ ettiği ifade ediliyordu. Böyle bir şey olursa da hiç şaşırmamak lazım. Çünkü, Başbakan’ın klasik tavrıdır; atar tutar ondan sonra kapalı kapılar arkasında ortamı yumuşatabilmek için her türlü varyasyonu uygular.


AKP iktidara geldiğinden beri dış politika da elle tutulur hiçbir şey yapmadı. Yaptıkları sadece sömürgecilere yaradı ve Türkiye’yi ulusal çıkarlarının korunması konusunda sürekli geriye götürdü. Eh zaten sömürgecilerin partneri olan ve onların sözlerinden dışarı çıkmayan bir partiden başka bir şey de beklenemezdi.
Daha gelir gelmez Kıbrıs’a el attılar ve çok bilmiş bir edâ ile çözümsüzlüğün mimarı olarak ulusalcılarla Denktaş’ı gösterdiler. Statükocuların çözümü engellediğini ileri sürdüler. Denktaş’a etmedik hakareti bırakmadılar. Mehmet Ali Talat denilen işbirlikçiye her türlü desteği verdiler.
İzledikleri dış politika metodunun “Kazan!Kazan!” olduğunu ileri sürdüler. Yani hem Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı hem de Rumlar kazanacakmış! Nasıl olacaksa!...
Kofi Annan’ın alel acele hazırlanmış köleleştirici planını Kıbrıs Türk halkının özgürleşmesi ve dünya ile buluşmasının tek anahtarıymış gibi göstererek, ayrıca da  metazori bir şekilde Kıbrıs Türk halkının önüne koyarak söyledikleri yalanlarla Annan Planı referandumundan “Evet” çıkmasını sağladılar. Referandum sırasında tüm işbirlikçi güçlerle birlikte “Evet” verilmesi için bir nefer gibi çalıştılar.
Bir evvelki KKTC seçimlerinde de sömürgecilerin “Truva atları” olan CTP ve Talat’ın kazanması anlamında KKTC içerisindeki Türkiyelileri yoldan çıkararak CTP ile teslimiyetçi Talat’a yamamak için Türkiyeliler arasında  Türkiye’den gelen AKP militanları aracılığıyla bizzat propaganda faaliyetlerinde bulundular.

“Kazan Kazan!”dan “Ver! Daha çok ver!”e

CTP-DP koalisyonunda Dışişleri Bakanlığını elinde bulunduran Serdar Denktaş’ın hem soyadından hem de Kıbrıs Türk halkının ulusal çıkarlarını koruma adına sübap işlevi görmesinden rahatsızlık duyarak sinsi M. Ali Talat’ın  KKTC’yi daha rahat pazarlayabilmesine imkan tanıyabilmek için M. Ali Talat ve CTP’nin kışkırtmasıyla KKTC de sivil darbe düzenleyerek CTP-DP koalisyonunu bozdurdular.
Bu bağlamda, şaibeli AKP milletvekili Şaban Dişli’yi görevlendirdiler. Sonraki günlerde rüşvetten suçüstü yapıldığı için istifa etmek zorunda kalan bu AKP milletvekili, Salamis Bay Otel’de başka isim altında bir hafta kalarak aracılık yapan Ahmet Yönlüer adlı Lefkoşa Müftüsü’yle birlikte Ulusal Birlik Partisi Genel Sekreteri Turgay Avcı ve birkaç UBP milletvekilini kafa kola aldılar.
Bunlar partilerinden istifa ederek yeni bir parti oluşumuyla beraber CTP’nin yeni koalisyon ortağı oldular. Hatta, bu “organize işte” büyük paraların döndüğü iddia edildi. Rüşvet iddiası olan bu organizasyondaki aktörlere bir bakın! Biri Lefkoşe Müftüsü, diğeri ise yine rüşvet almaktan istifa etmek zorunda kalan İslamcı AKP’nin bir milletvekili.
Annan Planı’nın kabul edilmemesi AKP’yi kesmedi. Bunun da gerisine giden her türlü müzakere şartına onay vermesi konusunda Talat adlı, KKTC kurulduğu zaman “üzüntüsünden ağlayan” yüce divanlık sözde Cumhurbaşkanı’na sonuna kadar destek vermeye devam ettiler.
Sonunda Talat’ın; Rumların tek egemenlik, tek devlet, tek ekonomi, tek temsiliyet üzerine kurulu üniter devletini kabul ederek KKTC’nin ortadan kalkmasına ve Kıbrıs Türk Halkı’nın azınlık statüsüne sokulmasına bile onay verdiler.
O kadar ki, Hristofyas’a sunulan en son öneride verilecek ödün şuydu; Başkan olarak dönüşümlü başa geçecek olan Türk liderin seçiminde Rumların da %20 oranında oy hakkı bulunacaktı.Yani, başa geçecek Türk liderin kim olacağına karar verilmesine Rumlar da %20 oranında ortak olacaktı. Bunun bir amacı da Türk Başkanın hep Rumlarla işbirliği halinde çalışan CTP’den seçilmesini sağlamaktı. Sanıyorum buna hiçbir şey yapmayıp ta çok şeyler yapıyormuş gibi gözüken Ahmet Davutoğlu da yeşil ışık yakmıştı. AKP’nin çok meşhur olan ve ancak sömürge devletlere bir işe yarayacakmış gibi yutturulan “Kazan!Kazan!” metodu birdenbire ve beklenildiği üzere “Ver! Daha çok ver!”e dönüştü.

Tayyip yeni tavizlere hazırlanıyor!

Peki! AKP ve partneri Talat sürekli “Ver”irken ne kazandı? Hiç bir şey! Kıbrıs’ta çözüm olmadığı gibi, Hristofyas’ın Beş parmaklara işlenmiş Türkiye ve KKTC  bayrak resimlerinin “Kanına dokunduğu” için kaldırılması amacıyla yaptığı başvuru dahi dikkate alınarak bunların kaldırılması konusu AB tarafından bir karar metnine dönüştürüldü. Hristofyas’ın Türkiye’ye etmediği hakaret kalmadı. Türkiye’yi işgalcilikle suçlamaya devam etti. Hatta yanılmıyorsam “Hitler” rejimiyle ilgili göndermeler bile yaptı. Son olarak ta bilindiği gibi Rum Meclis’i garantileri tanımadığını ilan etti. AB’de ondan aşağı kalmadı. Hiç bir zaman AKP ve Talat’ın bu “Vericiliğinin” karşılığını ödemediği gibi her fırsatta Türk limanlarının Rum gemilerine açılması gerektiğini temcit pilavı gibi tekrarlayıp durarak “AB müzakere başlıklarını” görüşmeye açmamakta ısrar etti. Bunun da ötesinde hiç utanmadan bir de “Türk askerinin adadan çekilmesi” konusunda karar alabilme ahlâksızlığını gösterebildi.
Bu karardan sonra Başbakan, AB Büyükelçilerine verip veriştirdi ama, bu Serdengeçti tavırları sadece show işlevi görmenin ötesinde hiçbir işe yaramadı. Hatta son zamanlarda, biraz daha nasıl ödün veririm hesapları yapıyor olabilir. Çünkü, bazı basın-yayın organlarında Başbakan’ın birkaç Rum radyosuyla yaptığı mülâkatta Kıbrıs’tan bir miktar asker çekilebileceğini imâ ettiği ifade ediliyordu.
Böyle bir şey olursa da hiç şaşırmamak lazım. Çünkü, Başbakan’ın klasik tavrıdır; atar tutar ondan sonra kapalı kapılar arkasında ortamı yumuşatabilmek için her türlü varyasyonu uygular.
Bu yüzden, AB Büyükelçilerine çektiği zılgıtın karşılığı olarak Kıbrıs’ta asker azaltılmasına gidilirse pek yadırganmamalıdır. Nasıl olsa, TSK’nın başında da “Mûnis ve kibar”, aynı zamanda da Başbakan ile “paslaşmaya” çok meraklı bir Genelkurmay Başkanı bulunmaktadır. Ayrıca, “Adadan askerler çekilsin” emrinin “yüksek yerden” geldiği de unutulmamalıdır!

Dış politikada ikinci skandal: Ermeni açılımı

Tabii ki, AKP’nin “Vermekten” başka bir işe yaramayan dış politika icraatları sadece Kıbrıs’la sınırlı kalmıyor. Ermenistan konusunda da tam bir dış politika skandalı yaşanıyor. Bir kere hiç kimsenin haberi olmadan daha 2003 yıllarında böyle bir protokolün ısıtılmaya başlanması çok enteresan. Sanki Türkiye Cumhuriyeti bir kabile devleti! Ne meclisi, ne siyasi partileri, ne  Dışişleri Bakanlığı ve diğer ilgili devlet kurumları, ne de Azerbaycan gibi konuya birincil derecede müdahil edilmesi gereken kardeş bir ülke var! Bunlar hiç dikkate alınmadan  ve onlarla istişare ihtiyacı duyulmadan sömürgecilerle AKP kurmayları kapalı kapılar arkasında bir araya geliyorlar ve akıllarınca işi bitiriyorlar. Bir bakıyorsunuz, tarafsız olması gerektiği halde bir çok konuya müdahil olmaktan kendini alamayan Cumhurbaşkanı durup dururken, “Kafkaslardaki donmuş problemlerden” bahsederek “Kürt açılımında” olduğu gibi “Ermeni açılımında” da düğmeye basan kişi oluyor. AKP, her konuyu olduğu gibi bunu da “Ben yaparım, olur!”a getiriyor. Derken aynı dönemde, AKP’li Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından  aynı “Kazan! Kazan!” söylemine benzer şekilde hiç kimsenin bilmediği ve uluslar arası ilişkilerde de bir işe yaraması mümkün olmayan bir görüş, diplomasi literatürüne sokuluyor; “Komşularla sıfır sorun!...”Güleyim bâri! Fakat, işler tabii ki onun ve AKP’nin istediği gibi yürümüyor. Nitekim, Azerbaycan ile ilişkiler bozuluyor ve büyük bir kamuoyu baskısı oluşuyor. Millet, Azerbaycan ile ilişkilerin bozulmasından dolayı ne idüğü belirsiz bu protokole kuşku ile bakmaya başlıyor. Başbakan Azerbaycan’a gidiyor başka konuşuyor, Türkiye’ye geliyor başka konuşuyor. Tarafsız(!) Cumhurbaşkanı ise ayrı telden çalmaya devam ediyor ve Azerbaycan’ı da içerecek şekilde tehditler savurarak “bu süreç ne pahasına olursa olsun yürüyecek” diyerek meydan okuyor. Kısacası, tam bir curcuna yaşanıyor. Zaten o mahut protokolün içeriği de baştan aşağı sakıncalı! Bir de, bu protokolün Meclis’ten geçmesi problemi onun hayata geçirilmesini daha da zorlaştırıyor. Çünkü, Türkiye’deki tüm siyasi partiler bu protokole, hem de kayıtsız şartsız olarak karşı çıkıyorlar! O zaman da  iş haliyle tıkanıyor. Bu sefer, Ermenistan Anayasa Mahkemesi yetkili kurumlara protokolü iptal etme yetkisi veriyor. Bu arada, diaspora protokole ve özellikle Türkiye ile Ermenistan’ın sanal ve hayal yakınlaşmasına karşı çabalarını arttırıyor. 1915 olaylarının araştırılması için bir ortak komisyon kurulmasına tepki koyuyor. Bu karmaşa ortamında Karabağ’daki gerginlik artıyor, silahlar patlıyor ve Azeri Türk’ü askerler hayatlarını kaybediyorlar. Anlaşılan o ki, Ermenistan mesaj veriyor. Gerçekten de, durup dururken sırf sömürgecilerin isteği doğrultusunda, kimsenin rızası alınmadan ve haberi olmadan piyasaya sunulan “Ermeni açılımı”, özellikle ekonomik yönden sıkışmış Ermenistan’daki beklentileri arttırıyor. Protokolün gerçekleşmeme riskiyle birlikte Karabağ’da da ateş yükseliyor. Bütün bu belirsizliklerin, saçmalıkların ya da beceriksizliklerin baş mimarı olan ve sömürgeciler ne emrederse onu yerine getirerek ortalığı birbirine  katan AKP nin çekirdek kadrosu da haliyle tarihteki yerini alıyor.

AKP, icraatlarıyla ABD’ye hizmet ediyor

Öyle böyle derken, “Ermeni Soykırım’ı mevsimi” gelip çatıyor. Yine, mutad olduğu üzere bu dönemde “Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı” Türkiye’ye karşı bir koz ve silah olarak kullanılmak üzere ABD’nin gündeminde birinci sıraya yükseliyor. Ancak, ABD’ye büyükelçi atanan ve bir ara Mardin de Kürtçe, Ermenice, Arapça müzik eşliğinde göbek atarak eğlenirken gazetelere konu olan AKP’nin diplomat prensi Namık Tan iki ay boyunca boşu boşuna oyalanılıp Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı’nın oylanmasına bir hafta kala tayini resmileşerek ABD’ye gidince haliyle yeterli kulis faaliyetinde bulunamıyor. Aynı faaliyetler içerisinde bulunması gereken Türk heyeti de her nedense ABD’ye geç gidiyor. Herhâlde mantık şu; plan zaten hazır! Büyükelçi veya Türk Heyeti oraya erken gitse ne olur, geç gitse ne olur? Çünkü, yasa tasarısının Temsilciler Meclisi’nden geçmesi herkesin işine geliyor. Böyle olmalı ki, bu yasa tasarısı ABD’nin istediğini alabilmesi için Türkiye’nin başında “Demokles’in kılıcı” gibi sallanabilsin ve ayrıca Başbakan’ın elinde “Ermeni Protokolü”nü Meclis’e sunduğu zaman “Bakın! Bunu buradan geçirmezsek, ABD  Ermeni Soykırımı’nı yasalaştıracak!” diyebilecek bir koz bulunsun! Nitekim, bu konuda oylama yapılmadan önce Obama da Türkiye’ye protokolün Meclis’ten bir an önce geçirilmesi konusunda gerekli uyarıyı yapmıştı. Diğer taraftan, doğal olarak Yahudi lobisi de “one minute” krizinden dolayı Türkiye’ye gerekli desteği vermiyor. İnsan ister istemez, yoksa bu “one minute krizi de mi bir tezgâhtı?” demeden edemiyor. Sonuç olarak nereden bakılırsa bakılsın, ister tezgâh olsun ister olmasın, ister beceriksizlik olarak değerlendirilsin, ister taşeronluk; AKP’nin her icraatı sömürgecilere ve onların çıkarlarına hizmet ediyor. Ama, işlerin bir senaryo çerçevesinde yürüdüğü daha akla yakın. Çünkü bir taraftan “one minute”, “alçak koltuk” ve “tatbikat” krizleri yaşanırken diğer taraftan Başbakan her ABD ye gittiğinde “Yahudi Lobisine” uğramadan edemiyorsa veya geçmişte “mayınlı arazilerin” AKP tarafından İsraillilere peşkeş çekileceği iddia ediliyorsa ya da gazetelere yansıdığı kadarıyla “one minute” olayından sonra diplomatik bazda özürler filan dileniyorsa, o zaman işin içerisinde muhakkak bir şeyler var demektir. Bu arada, Saadet Partisi’ne kaçan oyları geri almak için de İsrail krizinin sunî olarak yaratıldığı ileri sürülebilir. Nasıl olsa iktidarı garantiledikten sonra İsrail ile ilişkileri yumuşatacak bir yol bulunacaktır. ABD de bu senaryoya pek itiraz etmeyecektir. Nedeni de çok açıktır: AKP iktidarını sağlama almak…

AKP, AB konusunda da çuvalladı

Gelelim AB ile ilişkilere! Demirel’in şivesiyle “vaaa mı bi kazanç?” Yok! Bakmayın siz o Egemen Bağış adlı AKP milletvekilinin boş konuşmalarına!... Keşke, ilişkiler olduğu yerde saysaydı! Ama böyle olmuyor ve geriye gidiyor. AB ile Türkiye’nin ilişkileri AKP’nin vizyonsuzluğu ve aşırı teslimiyetçi tutumu yüzünden onarılamayacak noktalara taşınıyor. Oysa, dirayetli, onurlu ve ulusal çıkarları her şeyin üstünde tutan hükümetler ile AB ile ilişkileri daha sağlıklı yürürdü. Ama sömürgeci AB, Türkiye ile ilişkilerini sağlıklı geliştirmek istemiyor. Onu bir sömürge ülkesi olarak görmek istiyor. Türkiye’yi bir sömürge olarak söğüşlemek varken, onu laik Atatürkçü ve demokratik bir ülke statüsünde kendisine ortak yapmaya ne gerek var diye düşünüyor? Zaten sömürgecilerin başka türlü düşünmesi de mümkün değil! Onun için de, Osmanlıcı, özellikle de Vahdettin zihniyetli olmaları dolayısıyla AKP gibi kapitülasyonlara meftun iktidarlara sonuna kadar destek veriyor.
Şimdi bir bakalım! AB ile müzakereler başladı da ne oldu? Türkiye’ye bağlar bahçeler mi bağışlandı? Ne gezer!... Sadece onlar istiyor ve AKP  verebileceği kadar veriyor. Daha da verecek ama artık gidemiyor. AB emretti, Türkiye topraklarını sonuna kadar AB vatandaşlarına peşkeş çekti! AB, Vakıflar Yasası dedi, hiç itiraz etmeden onu çıkardı. Akdamar Kilisesi’ni ise ibadete açmak üzere… Diğer taraftan AKP, AB nin istekleri doğrultusunda Türkiye’nin bölünmesi amacına ve  yapay bir Kürt ulusu yaratma hedefine yönelik her türlü etnik kimliksel talebi kayıtsız şartsız hayata geçirmek için takdire şayan bir mücadele  vermekten de kaçınmadı: TRT’de Şeş-Beş kanalını yayına soktu, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürdoloji Enstitüsü’nü kurdurdu, yerleşim yerlerinin Kürtçe isimlerinin iade edilmesinin yolunu açtı. Yine aynı talepler doğrultusunda yüz yıllardır Türk halkı ile bütünleşmiş Roman vatandaşları ayrıştırmak için gereksiz ve anlamsız bir çaba içine girmeyi marifet saydı. Bütün bunlar yapabildikleri… AKP’nin, sömürgecilerin diktesi üzerine ilk fırsatta yapmayı planladıklarının listesi ise şunlar; Özel Kürtçe televizyonlar, Kürtçe reklamlar, Kürtçe harflerin Türkçe alfabenin içerisine sokulması, Kürtçe seçmeli ders, Kürt kimliğinin Anayasada yer alması vesaire, vesaire… Ayrıca  yine AKP, AB istediği için Alevi çalıştayı düzenledi, fakat pek inandırıcı bulunmadı ve pek çok projesi gibi bu da fos çıktı.
Biliyorsunuz değil mi, Başbakan tam üyelik müzakere sürecinin son aşamasında; Almanya eski Dışişleri Bakanı Fischer’in “önce uyutalım, sonra unutalım!” ve İsveç eski Dışişleri Bakanı’nın (Başbakanı da olabilir) “bu dayatmaları nasıl oluyor da  olduğu gibi kabul edebiliyorlar” şeklindeki söylemlerinin gölgesi altında imzayı atmış ve Türkiye’ye “ulusal kahraman” olarak dönerek havai fişekleri ile karşılanmıştı.
Fakat, bütün bu vericiliklere ve AKP’nin olağanüstü teslimiyetçiliğine karşın AB’nin isteklerinin ardı arkası hiçbir zaman kesilmedi. Ve Avrupa Birliği hâlâ, Ruhban Okulu’nun açılmasını, Fener Rum Patrikliği’nin Ekümenikliğinin tanınmasını, Rum gemilerinin Türkiye limanlarına giriş yapabilmelerini ve Ermeni sınırının açılmasını dayatmaya devam ediyor.
Peki, AB Türkiye’ye ne veriyor? Hiç bir şey! Dayattıkları AB mevzuatının gerektirdiği yeni yapılanmalarla ilgili para yardımı yapacak mı? Hayır! Rum gemileri için Türkiye limanlarını açmazsak “fasılları” müzakereye açacak mı? Hayır! En önemlisi, AB ye tam üye olabilecek miyiz? Belli değil! Başta Fransa ve sevimsiz Cumhurbaşkanı Sarkozy  olmak üzere  bazı ülkelerde yapılacak referandumlara bağlı!... O referandumlardaki sonuçlarda  büyük ihtimal olumsuz çıkacaktır.

AKP, Vahdettin teslimiyetçiliğinin devamıdır

Bütün bunlardan sonra AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarını düşündüğünü ileri sürmek mümkün müdür? Bir kez daha; kesinlikle hayır!...
Bu çerçevede, AKP’nin Kürt devletinin resmiyet kazanması bağlamında Barzani ve Talabani’ye  küreselci sömürgecilerin senaryoları  doğrultusunda verdiği destek konusunu tekrardan dile getirmeye herhâlde hiç gerek yoktur! Çünkü bunu artık üç yaşındaki çocuklar bile bilmektedir.
Görünen odur ki, AKP sömürgecilerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikalarını Türkiye  bağlamında  uygulamaya sokan bir aracıdır. Hiç almadan daima vermiştir.
Yakın dönem olaylarının objektif değerlendirilmesinden sonra, aksini düşünmek mümkün değildir.
Nasıl İlkerBaşbuğ’un Genel Kurmay Başkanı olduktan sonraki sesi kısık icraatlarını objektif bir şekilde çözümlediğimizde o icraatların bütünüyle dış güçlere yaradığı sonucuna varıyorsak, aynı değerlendirmeyi AKP için yapmamızda da sanıyorum  hiçbir engel yoktur.
AKP, 1923 felsefesine  ve ilkelerine karşıdır. O, Vahidettin ve Damat Ferit teslimiyetçiliği temsil etmektedir. Hatta, temsil etmenin ötesinde  o teslimiyetçiliğe kendisini adamıştır da denilebilir.




28 Mart 2015 Cumartesi

Osmanlı'da Egemen Kürt yapılanması ve Koçgiri İsyanı (2)







Osmanlı'da Egemen Kürt yapılanması ve Koçgiri İsyanı (2)


Eser Özaltındere,


Koçgiri isyanını bastıran Nureddin Paşa (solda), Mustafa Kemal'le birlikte.



II. Abdülhamid'in Hamidiye Alayları

II. Abdülhamit'in "Hamidiye Alayları" yapılandırmasındaki "temel unsurları" kabaca şöyle sıralayabiliriz;


a) Sünnilik (ya da Şafilik); yani Osmanlı'nın "ümmet ideolojisinin" başat "mezhepsel değerleri,"

b) Feodalite ve bu sosyo-ekonomik yapının temel parametreleri olan "Kürt feodal aileleri ile onların aşiretleri,"

c) Hilâfet ve saltanata bağlılık.

Abdülhamit ayrıca, "Kürt aşiret aristokrasisi'nin" payitahta olan bağlılıklarını garantiye alabilmek amacıyla çocuklarının eğitimi için İstanbul'da "aşiret okulları" da açtırmıştır. Böylelikle "geleceğin feodal Kürt beylerinin" padişahın "kapıkulları" olarak hizmet etmelerini sağlama almayı hedeflemiştir. Bu da bir anlamda, bu "Kürt beyzâdelerin" "endurun" okullarında "Osmanlı devşirmesi" hâline getirilmesinden başka bir şey değildir. Nitekim, Kızıl Sultan Sünni Kürt beylerine "Hamidiye alayları paşalıkları" veya rütbeler bahşederken, bunların "eğitimli" mahdumları da daha sonra bölgelerinde kaymakamlık, bucak müdürlü ğü gibi görevlere atanmışlardır. Bu eğitimlerin diğer bir boyutu da, Osmanlı'nın ulus devletlere bölünerek parçalanması sürecinde " Kürt milliyetçiliğinin" bu "beyzâdeler" arasında filizlenmesine zemin hazırlamış olmasıdır.

Hamidiye Alaylarının kuruluşunda dikkate alınan diğer bir "yenilik" de; bölgedeki eski feodal beyler ile hanedanların nüfuzların kırılmasına yönelinmesi ve oralarda süreç içerisinde "kalabalıklaşmış ve güçlenmiş" "farklı aşiretlerin" öne çıkarılarak teşkilatlandırılmasıdır.

Böylelikle Abdülhamit, kendisine bağlı yeni bir "feodal Kürt aristokrasisi" yaratmayı amaçlamıştır.

Koçgirililerin Kimliği

Koçgiri isyanı da bu çerçeve içerisine oturtulduğunda daha doğru bir şekilde kavranabilir. Baki Öz'ün araştırmasına göre Koçgiriler bir "aşiretler  konfederasyonu" olup Alevidirler ve Dersim aşiretler grubuna dâhildirler. Bu konfederasyon Erzincan Refahiye ve Sivas İmranlı merkezlidir. 
Buralara Dersim'den göç ederek gelmişlerdir. İzol ve Şeyh Hasan aşiretlerine dayanmaktadırlar. Bunların Dersim'e gelişleri ise Orta Asya'dandır. Kırmançca konuşurlar. Koçgiri Aşireti bir konfederasyon olduğuna göre bünyesinde farklı etnik kökenden gelen aşiretler de bulunmaktadır. 
Fakat, içerisindeki "Kürtleşmiş Türkmen" aşiretleri, bu konfederasyonun "ana nüvesini" teşkil ederler. Türkolog Irene Melikoff bunların törelerinin Orta Asya'ya kadar uzanan "Türk töreleri" olduğunu belirtir. Asya'nın "al inanışının", ölüm adetlerinin, "on iki hayvan takvimi"nde bayram ve özel günlerin Koçgiriler arasında yaygın olduğunu ifade eder. Koçgiriler, Osmanlı arşivlerinde "Kürtleşmiş göçer Türkmen" anlamındaki "ekrat taifesinden" şeklinde geçer. Vedat Şadillili bu aşiretin "eski bir Türkmen aşireti" olarak "öz be öz Türk" olmakla birlikte, Türkçenin yanında Kürtçe de konuştuklarını dile getirir. Prof. Tankut Koçgirilileri "Dersim Zazaları" grubuna sokar ve "Türk olduklarını" vurgular. Şükrü Seferoğlu bunların Tanrıdağları "Koçungar" bölgesinde bir şubelerinin bulunduğunu ve "Karlukların" bir boyu olduğunu iler sürer. Diğer taraftan hayvancılıkla uğraşan "göçer Türk topluluklarındaki" Karakoyunlular ve Akkoyunlular da olduğu gibi "koyun figürü" ile bağlantılı "koç" adının bir aşiret adı bağlamında öne çıkması da bu aşiretin "Türk soylu" oluşunun göstergelerin den biridir. Nitekim, bir görüşe göre bu aşiret adı "Koç kırı" ya da "Koçu kırlı", yani "kır renkte koçu olan" anlamına da gelmektedir.

"Etnik köken" konusunda farklı görüşler olmasına rağmen Koçgirilerin Alevi olduklarıyla ilgili görüş sahipleri arasında hiçbir anlaşmazlık yoktur. Demek ki, ilk bölümde açıklandığı şekliyle, "Türk soylu" bu aşiret; Yavuz'dan itibaren "devşirme Osmanlı'nın" izlediği "Kürt yanlısı" politikalar sayesinde, "Kürt Kırmançların" bölgede "egemen bir güç" haline gelmesi sonucunda Osmanlı'nın "Alevi Türkmen düşmanlığından" dolayı ücrâ köşelerde kendini saklama ihtiyacı duyarak "dilini kaybetmiş" ve "Kırmançlaşmıştır."

Koçgiri isyanı

Koçgiri bölgesinde başlatılan isyan Ekim 1920 ile Haziran 1921 arasında gerçekleşmiş ve yaklaşık 8-9 aylık bir süreci kapsamıştır. Hatta hazırlık 
safhalarıyla 1920'lerin başlarına kadar gerilere götürmek de mümkündür. Çünkü, Hüseyin Abdal Tekkesi'nde aşiret reisleriyle yapılan ve "bağımsızlık" andı içilen toplantı 1920'lerin başlarındadır. Bu isyan enteresandır, tam da "Ulus Devlet Türkiye Cumhuriyeti'nin" hayata geçirilmesiyle ilgili en "kritik zamanlarda" patlak vermiştir. Bu isyanın palazlandığı ve gerçekleştiği dönemlerde Batı Anadolu'da 15 Mayıs 1919'da başlayan, Güney Marmara'yı da içine alan Yunan işgali bütün hızıyla devam etmektedir. "Ulusal Güçlerin" bütün dikkat ve enerjisi bu işgal üzerine yoğunlaşmış durumdadır. Ama en önemlisi, Sevr Antlaşması'nın Damat Ferit hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920'de imzalanarak yürürlüğe girmesi de isyan sürecine denk düşmektedir. Bunun Kürt Bölgesi maddesinde şöyle denmektedir:

"İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusunda ki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl 
sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecektir." Aynı zamanda o dönem, "Ulusal Güçlerin" tam toparlanmamış olduğu ve belli bir "kırılganlığının" bulunduğu dönemlerdir. Bu durumun ortaya çıkardığı yetersizlikler nedeniyle isyancıların "motive olmalarına" ve isyanın "gelişip yayılmasına" zemin hazırlayan Zaralı Mısto'nun Çulfaali köyü Jandarma karakoluna saldırması, Şadan aşireti reisi Paşo'nun Kuruçay'a gönderilen cephaneye el koyması ya da Kemah baskınları gibi olaylara engel olunamamıştır. Böylesine "zor şartlardaki" Kuvay-ı Milliye güçleri bir taraftan varını yoğunu batıda "Yunan işgaline" yöneltmişlerken diğer taraftan da doğuda Koçgiri isyanı ile uğraşmak zorunda bırakılmışlar, daha doğrusu arkadan vurulmuşlardır. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı'nda Ermenilerin ihanetleri gibi. Dolayısıyla emperyalistlerin 
"maşalarıyla" iki cephede birden savaşmak mecburiyetinde kalınmıştır. Gerçekten de, Ege ile Marmara dışında Karadeniz'de de "Rum çetelerle"  mücadele hâlen devam ederken veya Anzavur gibi çok tehlikeli bir dinci ayaklanma daha yeni bastırılmışken başlatılan Koçgiri isyanıyla açılan yeni cephenin hangi anlama geldiği iyi kavranılırsa, bunun Kuvay-ı Milliye hareketini "yok etme" bağlamında üstlendiği "emperyalist misyon da" daha iyi anlaşılır. Nitekim, Mustafa Kemal Söylev'de; "…Birçok güçlerimiz bir yandan Pontusçuları, bir yandan da bu ayaklananları izleyip tepelemekle uğraşıyorlardı…" demektedir.

Kuvay-ı Milliyecilere "kurtuluş sürecinde" iki güç karşı çıkmıştır. Bunlardan biri "padişah yanlısı" Şeriatçı ayaklanmalar diğeri ise "Kürtçü" Şeriatçı isyanlardır. Aleviler genelde bunların hiçbirisine destek vermeyerek Kuvay-ı Milliyecilerin yanlarında olmalarına rağmen Koçgiri ve Dersim bunun iki istisnasıdır. Fakat bunlardan Koçgiri bir "Alevi isyanı" olarak görülmesine karşılık acaba gerçekten öyle midir?



Nuri Dersimi 


Seyit Rıza 

Koçgiri isyanının en önemli özelliklerinden biri de "Dersim isyanının önceli" ve "parametrelerinin aynı" olmasıdır. Dersim isyanı Koçgiri'nin attığı "temeller" üzerinde yükselir. Nitekim, Seyit Rıza'da bu isyanın "perde arkası" liderlerindendir. Bu isyan sürecinde; kendisinin Ağdat konağına Kürdistan bayrağını çeken, Alişir ile birlikte aşiret beyleriyle Ovacık'ın Larent köyünde 5 Eylül 1920'de toplantı yapan, TBMM'ye seçilen Dersim Milletvekillerinin Dersim'i temsil etmediği, Dersim'in "bağımsız bir Kürt yönetimi" istediği konusunda Ankara'ya telgraf çeken hep "Türk kökenli" bu Seyit Rıza'dır. Nuri Dersimi anılarında Dersimmilletvekillerinin Meclis'e katılmalarından sonraki dönem ile ilgili şunları söyler: "…Dersim fiilen bağımsızdı. Yönetim başkanlığını Seyit Rıza almıştı ve Kürdistan adına faaliyet gösteriyordu…" Kürtçü ideolog Nuri Dersimi de 1937'de Suriye'ye kaçtığına göre, demek ki Atatürk tarafından affedildiği 1921 ile 1937 arasında pek boş durmamış olsa gerektir. Sonuç olarak bakıldığında, Koçgiri kalkışması da dâhil Dersim isyanı; 1920-1937 aralığındaki tamı tamına 17 yıllık bir süreci kapsayan otonomcu, Cumhuriyet karşıtı, saltanat sempatizanı, "despotik aşiret ağırlıklı" ve emperyalizm güdümlü bir isyandır.

Koçgiri bir Alevi isyanı mı?

Bu isyan derinlemesine ve objektif bir şekilde incelenirse bunun "katıksız bir Alevi başkaldırısı" olmadığı ya da Aleviliğin ötesinde başka boyutları nın bulunduğu ve bunda Aleviliğin "bir araç" olarak kullanıldığı görülür. Koçgiri isyanının iç yüzünü kavrayabilmemiz için önce bunun elebaşlarının kimler olduğunu ve onların hangi "sosyal ve siyasi yapıların" ürünü olduğunu iyi analiz etmemiz gerekmektedir.

Burada baş rolde olanlar konfederal Koçgiri aşiretinin reisi ve İbolar şubesinden olan Mustafa Ağa'nın oğulları Alişan ile Haydar Bey'lerdir. 
Bunların dedeleri büyük Alişan Bey, Koçgiri bölgesine değişik nedenlerle Elazığ Palu'nun Şemikderesi'nden göç etmiştir.Ve Şafidir.Yerleştiği bölgenin Alevi ağırlıklı olması nedeniyle o da Baba Mansur ocağının talibi olur ve bu ocak tarafından Alevileştirilir. Yani Alevi ayaklanması olarak nitelendirilen isyanın "önderlerinin bey ailesi" bir "Sünni veya Şafi dönmesidir." Büyük Alişan Bey'in oğlu ve Alişan ile Haydar'ın babaları Mustafa Ağa'ya yöreye gelen bir askerî birliği bir ay boyunca doyurduğu, belki de "Sünni kökenli" olduğu için Erzincan'a çağrılarak hiçbir askerî eğitimi olmadığı halde kendisine "paşalık" rütbesi verilir. Görüldüğü gibi bu Mustafa Ağa da, Abdülhamit'in yukarıda belirtildiği şekliyle, eski ve köklü Kürt aşiret ailelerinin nüfuzunun kırılması, bu nedenle de bölgedeki güçlü veya kalabalık aşiret beylerine "paşalık" ünvanları dağıtılarak kendisine 
bağlı "yeni" bir "Kürt aşiret aristokrasisi" yaratılması amacıyla "paşa" yapılmış aşiret reislerinden biridir. Yine Abdülhamit'in politikası gereği payitahta bağlılıkları sağlanmak üzere oğulları Haydar ve Alişan her ikisi de "Abdülhamit'in mekteplerinde" eğitim almıştır. Başka bir ifade ile "devşirilerek" "kapıkulu" hâline getirilmişlerdir. Osmanlı'ya bağlılıkları pekiştirilmek üzere Haydar İmranlı'da Bucak müdürlüğü ve Divriği de kaymakamlık, Alişan ise Refahiye'de kaymakam lık pâyeleriyle onurlandırılmışlardır. Bütün bu uygulamalar sonucunda "kapıkullaşan" gerek Haydar gerekse Alişan saltanat ve derebeylik karşıtı Mustafa Kemal'in ulusal hareketini bir türlü içlerine sindirememişlerdir. Alişan'a Atatürk milletvekilliği teklif etmiş; "gel, dertlerine milletin meclisinde çare ara" demek istemiş, ama o kabul etmemiştir. Alişan "Kürt Teali Cemiyeti" üyesidir. Bu feodal beyler aynı zamanda bölgelerinde birer despotturlar. Gümüşhane, Mınteval ve Dersim'den getirdikleri çetelerle o çevrede terör estirmişler, kendilerine karşı gelenleri cezalandırmışlar ya da bölgeden uzaklaştırmışlardır. Kimilerini de asker kaçağıdır diye başkalarının yerine askere aldırmışlardır. Bu haksızlıklara dayamayanların çoğu yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmışlar dır." Bölgede "devlet" gibidirler. 

Astığı astık, Kestiği Kestiktirler.

Cemal Şener'in araştırmasında Baki Öz ile yaptığı söyleşi de telefonla bağlanan bir yöre insanı, dedelerinden duyduğu baskıları dile getirirken; "bu ağaların Alevi halka yaptığı 'zulmü' Osmanlı bile yapmamıştır" diyerek, bu despot feodal beylerin "zalimliklerini" ortaya koymuştur. İsyan liderlerinden bir diğeri, aynı zamanda ideologu Nuri Dersimi denilen Kürtçüdür. Babadan Kürt milliyetçisidir. Türklük düşmanıdır. Veteriner binbaşıdır. Milan aşiretindendir. Babası "Mıla", yani "Molladır." Rezalete bakın ki; sözde "Alevi ayaklanmasının" ideologu bir "molla oğlu", önderleri ise "Şafilikten dönme" bir aşiret ailesidir. Dersimi, öğrencilik yıllarında Kürtçülük hareketleri içerisinde yoğun olarak yer almıştır. 
"Kürt Teali Cemiyeti" üyesidir. Bu cemiyetin temsilcisi olarak ayaklanma bölgesinde Alişan'la birlikte görevlendirilmiş ve çalışmalar yapmıştır. Alişan ve Haydar Bey'leri "bağımsız Kürdistan hareketi" konusunda yönlendiren bu kişidir. Çünkü, diğerlerinin ideolojik donanımları yetersizdir. 

İsyan, önceleri o zaman "Kürt Teali Cemiyeti'nin" başında bulunan Seyit Abdülkadir'in görüşleri doğrultusunda "Osmanlı içerisinde bir özerklik" amacına yönelikken daha sonraları Nuri Dersimi'nin ağırlıkta olduğu bir yönlendirme ile "bağımsız Kürdistan" hedefine çevrilmektedir. Esasında "Osmanlı içerisinde özerklik" konusu İngiliz'lerin de desteklediği bir durumdur ve bu çerçevede Kürtleri, bölgedeki "kendi çıkarlarıyla" ulusal güçlerin İstanbul hükümeti lehine "yıpratılması" adına "kullanmayı" planlamaktadırlar. Çünkü o dönemde Irak onların işgali altındadır ve Musul petrolleri kendileri için çok önemlidir. Bu bağlam da "Kürt Teali Cemiyeti" ile iyi ilişkiler içerisindedirler ve Seyit Abdülkadir'in "

Osmanlı içerisinde özerk Kürt bölgesi" projesine de ortaktırlar. Dolayısıyla, İngiliz'e güvensizlik nedeniyle başlangıçtaki "Osmanlı içerisindeki özerklikten" 
sonrasında "bağımsız Kürdistan'a" doğru bir dönüş olmuştur.

İsyanın önder kadro içerisinde öne çıkan isimlerden bir diğeri de Alişir adlı Alevi bir halk ozanıdır. Çok iyi bir ajitatördür. Eğitimlidir ve ideolog yanı da bulunmaktadır. Aşiretlerin ve halkın kalkışmaya katılması konusunda şiirleri ve hatipliği ile propaganda bazında katkı vermiştir. Kendisi önce Mustafa Ağa'nın sonrasında ise Alişan ile Haydar'ın kâtipliğini ve akıl hocalığını yapmıştır. Çok iyi Türkçe bilmektedir ve şiirlerini Türkçe yazmıştır. Büyük ihtimal Türk kökenlidir. Emperyalizme hizmet eden, Kuvay-ı Milliye ve Cumhuriyet'e karşı olan Alevi yakıştırmalı bu baş kaldırı, tüm Alevileri "temsil etmemektedir" ve özellikle "Dede Ocaklarının katılımı" önemsiz kalmıştır. Nitekim, gerek Dersim gerekse Erzincan Alevi Aşiretleri Kürt Şerif ile Ermeni Bogos Nubar'ın "Sevr sürecindeki" ayrılıkçı politikalarına karşı olduklarını Fransız Yüksek Baş Komiserliği'ne 
çektikleri 20 Şubat 1920 tarihli telgrafla da açıkça ortaya koymuşlardır.

Bu telgrafın altında Dersim, Erzincan ve Koçgiri aşiretlerinden Balabanlı (Kürtçü Sabahat Tuncel'in aşireti), Zişanlı, Bal, Abbasanlı, Şadi, Medanlı gibi aşiret başkanlarının imzası bulunmaktadır. Fakat daha sonra,saltanattan "nemalanmış" Alişan ve Haydar gibi bazı aşiret ağaları; yüzyıllardır süre gelen "otonomilerinin ve imtiyazlarının" kaybedilmemesi adına, Sevr'i de fırsat bilerek, Nuri Dersimi ve Alişir gibi Kürt milliyetçisi ideologların da etkisi altında "Kürtçü bir bağımsızlık" doğrultusunda Aleviliği bir "araç" olarak kullanmışlardır. Bu konuda halk ve diğer aşiretler üzerinde "isyana katılmaları" çerçevesinde "despotik" bir baskı oluşturmuşlar dır.

Alevi kesimi işin içine çekmek için Nuri Dersimi'nin önderliğinde yapılan ve "bağımsız Kürdistan" andı içilen Hüseyin Abdal Tekkesi'ndeki aşiretler toplantısın da reislere "Zülfikar" adına yemin ettirilmiştir. Alişir, sağa sola gönderdiği bildirilerde olmadığı halde "Seyit" unvanını kullanmıştır. 

Dersim bölgesindeki birlikteliği kabul eden aşiret reislerine; "bir Zülfikar ile elma getirtip Hz. Ali'nin Zülfikarı'na ve kesip yedikleri Fatmat'ül Zehra" adına şeklinde Alevi motifli antlar içirilmiştir. Buna karşın yine de Alevilerin tümü işin içerisine çekilememiştir. Türk Aleviler bu konuda çekimser kalmıştır. Diğer taraftan İzolli aşireti gibi önemli bir aşiret TBBM'ye 19 Ekim 1920 de telgraf çekerek bağlılığını bildirmiş, Balaban aşireti başkanı Paşo Ağa da Ankara Hükümeti'nin yanında yer almıştır. Hatta Balabanlılar Mutu ve Sansa bölgelerinde köprüleri tutarak Haydar Bey'in Dersim'e geçmesini engellemiştir. Kureyş aşireti de (herhâlde Kılıçdaroğlu' nun aşireti olsa gerek) Haydar Bey'i Tercan'a sokmamış ve jandarmayla birlikte 
ona karşı savaşmıştır. Ayrıca, Diyap Ağa gibi TBMM'ye milletvekili vermiş aşiretleri de dışarı da tutarsak, "Koçgiri Alevi isyanıdır" tezi bütünüyle çökecek tir. Bunun da ötesinde bırakın Alevi isyanı olmasını, "Sünni" Kürt aşiretleri de zaten bu işin içerisinde olmayınca bu isyanın bir "Kürt ulusal hareketi" ya da "Kürt bağımsızlık savaşı" olarak görülmesi de mümkün değildir. Bu şekilde Kürtlerin ve Zazaların "Tamamını kapsamayan" ve "aşiretçilik" üzerine kurulu bu "bölük pörçük" hareketin ulusallığından bahsetmek komik bir savdır. Böylesine bir "Bölünmüşlükle" ve "feodal aşiret ideolojisiyle" bağımsızlık savaşı olamaz.

Koçgiri'den Dersim'e

Koçgiri'de gerçekleşen, Dersimi gibi Kürtçü ideologların güdümündeki "bazı" Kürt feodal ağaların, "Osmanlı'nın kendilerine hediye ettiği" ve yüzyıllardır süre gelen "otonomilerin" üzerinde yükselen çıkarlarını,"Kürdistan bağımsızlığı" kamuflajıyla korumaya çalışmaktan ve "emperyalizme hizmet etmekten" başka bir şey değildir. Bu isyan beraberinde, bölgede o günlerde doruk noktasında olan Türk-Kürt karşıtlığına tarihsel Sünni-Alevi gerginliğinin alevlenmesini de eklemiş ve oralardaki aşiret düşmanlıklarını daha da körüklemiştir. Bu da emperyalistlerin ayrıca işine gelmiştir. Örneğin,İngiliz yetkililerden Albay Stokos devletine "Sünniler ile Şiilerin (Alevilerin) aralarındaki düşmanlıktan yararlanılmasını" 
önermiştir. Koçgiri isyanının en önemli özelliklerinden biri de "Dersim isyanının önceli" ve "parametrelerinin aynı" olmasıdır. Dersim isyanı Koçgiri'nin attığı "temeller" üzerinde yükselir. Nitekim, Seyit Rıza'da bu isyanın "perde arkası" liderlerindendir. Bu isyan sürecinde; kendisinin Ağdat konağına Kürdistan bayrağını çeken, Alişir ile birlikte aşiret beyleriyle Ovacık'ın Larent köyünde 5 Eylül 1920'de toplantı yapan ,TBMM'ye seçilen Dersim Milletvekillerinin Dersim'i temsil etmediği, Dersim'in "bağımsız bir Kürt yönetimi" istediği konusunda Ankara'ya telgraf çeken hep "Türk kökenli" bu Seyit Rıza'dır. Nuri Dersimi anılarında Dersim milletvekillerinin Meclis'e katılmalarından sonraki dönem ile ilgili şunları söyler:

"…Dersim fiilen bağımsızdı. Yönetim başkanlığını Seyit Rıza almıştı ve Kürdistan adına faaliyet gösteriyordu…"

Enteresandır, Koçgiri ayaklanmasının propagandist ve katılımcılarından biri olan Alişir; Alişan ve Haydar'ın, öncesinde de babasının kâtibidir. Bu kişi daha sonra da 1937'de öldürülene kadar Seyit Rıza'nın korumasında onun akıl hocalığını yapmıştır. Kürtçü ideolog Nuri Dersimi de 1937'de Suriye'ye kaçtığına göre, demek ki Atatürk tarafından affedildiği 1921 ile 1937 arasında pek boş durmamış olsa gerektir. Sonuç olarak bakıldığında, Koçgiri kalkışması da dâhil Dersim isyanı; 1920-1937 aralığındaki tamı tamına 17 yıllık bir süreci kapsayan otonomcu, Cumhuriyet karşıtı, saltanat sempatizanı, "despotik aşiret ağırlıklı" ve emperyalizm güdümlü bir isyandır.

Bütün bu isyanların tek sorumlusu da,"devşirme Osmanlı'nın" Yavuz'dan beri süre gelen "İmtiyazlı Feodal Aşiret" yapılanmalı "Kürtçü Politikalarıdır." Bugünkü "Neo Osmanlıcılar da" o yüzden Kürtçü ve Dersimcidirler…



...
..

Osmanlı'da Egemen Kürt Yapılanması ve Koçgiri İsyanı (1)


Osmanlı'da Egemen Kürt Yapılanması ve Koçgiri İsyanı (1)





Eser Özaltındere,



Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim



Anadolu'da Osmanlı-Safevi mücadelesi

Osmanlı'da devlet ve toplum "Sünni" bir "ümmet ideolojisi" çerçevesinde yönetilir ve "yerleşiklik" temellidir. Konar göçer Alevi Türkmen ise 
"yerleşikliğin" anti tezi "göçebedir" ve Sünnî Osmanlı'nın "rafizî", yani sapkın olarak değerlendirdiği bir inanç sistemini temsil etmektedir. 
Bu özelliklerinden dolayı Osmanlı konar göçer ve Alevi Türkmene düşmandır. Buna karşılık İran Safevi Devleti'ndeki durum bunun tam tersidir 
ve bu devlet "Alevi Türkmen"e dayanmaktadır. Dolayısıyla da devlet ve toplumun yönetim şeklinin üzerinde yükseldiği temel olan "din ideolojileri" 
arasındaki karşıtlık nedeniyle Safeviler, siyasî açıdan da Osmanlı için çok büyük bir tehlike teşkil etmektedirler. Bu bağlamda, Anadolu'daki tüm 
"Alevi Türkmen taife"; Doğu Anadolu'dan, Akdeniz'e ve Orta Anadolu'ya kadar Safevi Devleti'nin ve Şah İsmail'in saflarında yer alacak kıvamdadır.

Örneğin; Şahkulu ayaklanması ya da Şah İsmail'in şiirleri ile adının Anadolu'daki "Alevi Türkmen" aşiretleri arasındaki yaygınlığı ve saygınlığı 
bunun en güzel kanıtlarıdır. Bu şekilde Şah İsmail'in Anadolu'da gittikçe artan ve "inanç" ağırlıklı olan nüfûzu Osmanlı için varlığını bile tehdit 
edecek noktalara gelmiştir. İşte 1514 Çaldıran Savaşı bu Safevi ve Şah İsmail ile Osmanlı açısından sapkın "Alevi" ideolojisinin, beraberinde de 
"konar göçer Türkmen" tehlikesinin ortadan kaldırılmasına yöneliktir." Sünni devşirme Osmanlı", Alevi, aynı zamanda da "öz be öz Türk'ü" 
Anadolu'dan, özellikle de İran'la bağlantılı stratejik bölgelerden temizleme ve kökünü kurutma kararlılığı içerisindedir.

Bu savaş öncesi "arka cephenin" temizlenmesi adına "Sünni ve devşirme Osmanlı" tarafından bir Alevi Türkmen "katliamına" girişilir. 40.000 ilâ 
100.000 arasında rakamların zikredildiği bir kıyım gerçekleştirilir. Bu rakamlar abartılı olsalar da önemli bir katliamın söz konusu olduğu 
yadsınamaz.

Yavuz Selim-Şah İsmail mücadelesinde Şafi Kürtler ve Kızılbaşlar

1514 Çaldıran meydan muharebesi Doğu Anadolu'nun bütünüyle Osmanlı'nın eline geçtiği ve 1515'te tamamlanan bir sürecin de başlangıcıdır. 
Yani 1515'te, Diyarbakır'da dâhil olmak üzere Doğu Anadolu'da Osmanlı egemenliği kesin olarak sağlanmıştır. Çaldıran seferi sırasında, öncesinde 
ve sonrasında bölge ile çevresindeki Kürt aşiretleri padişah tarafından "yetkilendirilen" Nakşibendi Kürt Mollası İdris Bitlisi'nin yönetiminde İran'a 
dolayısıyla da "Alevi Türkmen'e karşı" Osmanlı'nın yanında yer almışlardır. Sosyolog Cemal Şener bu konuda şunları yazar:

"Yavuz Selim tarafından Erzincan valiliğine atanan 'dönme' Bıyıklı Mehmet Paşa ile danışmanı İdris Bitlisi bölgede terör estirirler… 
Bıyıklı Mehmet Paşa yönetimindeki Osmanlı ordusu ile İdris Bitlisi'nin topladığı 10 bin Kürt gönüllüsüyle; Munzur dağlarına çekilen Şah İsmail'in 
Erzincan valisi Nur Ali Halife'yi Haziran 1515'te Ovacık yöresindeki Tekir yaylağında bularak maiyetindekilerin bir bölümünü kılıçtan geçirirler, 
diğerleri kaçarlar. Dersim yöresinde Osmanlı ordusu ile Palu beyi Cemşit ve İdris Bitlisi komutasındaki Şafi Kürt gönüllüler; on binlerce Türk 
Kızılbaşı katlederler. Artık Yavuz'un adı Yezit ile birlikte anılmaya başlanır ve lanet okunur…"

O zamana kadar bölgede her açıdan ağırlık olarak "Alevi Türkmen"in yanında pek ismi cismi okunmayan Şafi Kürtler birdenbire "ön plana" 
geçmişlerdir. Görüldüğü gibi burada "Sünni devşirme Osmanlı" ile Sünniliğin içerisinde yer alan "Şafiliği" benimsemiş Kürtler "aynı cephede",
 "Aleviliğe karşı" bir "ittifak oluşturmuşlar" ve "Türkmen'e karşı" savaşmışlardır. Doğal olarak Yavuz'un bu Alevi Türkmen "kırımı" sırasında; 
hatta öncesinde ve sonrasında çok sayıda Alevi Türkmen aşireti "İran'a göç etmiştir." Dolayısıyla bir taraftan "kıyım", diğer taraftan "İran'a göç", 
Anadolu'daki, özellikle de doğusundaki Türkmen nüfusunun çok büyük ölçüde "azalmasına" neden olmuştur.

Eğer o dönem ve süreçler yaşanmamış olsaydı, bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türkmen kaynayacak ve oralarda Türkçeden başka dil 
konuşulmayacaktı. Bu arada Türkmen nüfusunun azalması başka çok önemli bir sonuç daha doğurmuş ve onlardan "boşalan topraklara" Şafi 
(ya da Sünni) Kürtler yerleştirilmiştir. Cemal Şener bu konu ile ilgili olarak ta "Türkmenlerin egemen oldukları beylik ve toprakları 'yurtluk ve 
ocaklık' adı altında Yavuz'un imzaladığı boş fermanları İdris Bitlisi doldurarak '400 Kürt aşiret reisine ve ağasına' vermiştir" demektedir.

Fakat tüm bunların da ötesinde, arkasında Osmanlı bulunan ve onun "ortağı pozisyonunu" elde eden Şafi (veya Sünni) Kürt aşiretleri bölgede aynı 
zamanda "toprak sahipliğinden de güç alan egemenler" durumuna gelmişledir. Yani 1514 Çaldıran Savaşı "Türk yurdu Doğu Anadolu"nun "
devşirme Osmanlı" tarafından "Türkmen'in elinden alınıp" "Kürt'e teslim edildiği" bir milâttır. Kürt aşiret ve ağalarının bu konumu; 
Tanzimat kesintisine rağmen daha sonra Abdülhamit'in "Hamidiye alaylarını" kurarak Kürt beylerine "eski imtiyazlarını" teslim etmesiyle tekrardan 
doğal mecrasına girmiş ve bu egemenlik tam 400 yıla yakın bir süre devam etmiştir.

Kürtlüğün daha doğrusu baskın olarak "Kırmançlığın" Doğu ve Güneydoğu'daki 400 yıllık hâkimiyeti çoğunlukla bölgede "Türklük aleyhine" 
işlemiştir. Hâliyle, Çaldıran Savaşı öncesi ve sonrası Alevi Türkmen'e dönük "yok etme" politikası İran'a göç edemeyen aşiretlerin büyük bir 
bölümünün kuş uçmaz-kervan geçmez yerlere kaçma, saklanma ya da sığınmalarına neden olmuştur. Sonuç olarak da bu ücra köşelerde "Alevi 
inançlarını "korumalarına rağmen oralardaki farklı etnik grupların içerisinde "Kürtleşmişler" veya "Zazalaşmışlardır."

Bu durum aynı zamanda, bölgede egemen güç durumuna getirilmiş Kürt Kırmanç aşiretlerinin "kanatları altına" girme bağlamında "isteyerek de" 
olmuştur. Çünkü, o feodal evrede bölgedeki "üretim araçlarını" temsil eden "büyük toprakları" elinde tutan ve o bağlamda "üretim ilişkileri", diğer 
bir anlatımla "üst yapının da" belirleyicisi olan "hâkim güç"; baskın bir şekilde Sünni veya Şafi Kürt (çoğunlukla da Kırmanç) aşiretleri ile onların 
"bey takımı" idi. Dolayısıyla yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan diğer bir kısım bölünmüş, küçülmüş ve kendini koruyamayacak noktalara 
getirilmiş "Alevi Türkmen", kurtuluşu onlara tâbi olmakta bulmuş ve kendi isteği ile bu büyük Kürt aşiretlerine yamanarak zamanla "Sünnileşmiş" 
ve "Kırmançlaşmıştır."

Bu asimilasyon sadece "Alevi Türkmen" aşiretleri için geçerli olmamıştır. Osmanlı'nın "iskân siyaseti" çerçevesinde veya "konar göçer özellikleri" 
nedeniyle Kırmançlarla çok sıkı teşviki mesaide bulunan "Sünni Türkmen" aşiretleri de "asimilasyona" uğramıştır. Çünkü, 1514 yılında itibaren 
izlenen politika neticesinde çoğunlukla Kürt Kırmanç aşiretlerinin "bölgenin egemenleri" olarak ağırlıkları, üstünlükleri ve belirleyicilikleri ister 
istemez çevrelerinde konuşlanan "Sünni Türkmen" aşiretlerini "etkileri altına" almalarına zemin hazırlamıştır. Böylelikle bunların da "Kürtleşmeleri" 
kaçınılmaz olmuştur.

Çaldıran Savaşı'nın Doğu ve Güneydoğu'daki etkisi



1514 Çaldıran Savaşı


Özetlersek Çaldıran Savaşı süreci Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da;

a) Alevi-Türkmen nüfusu azaltmış ve onları çoğunluktan "azınlık" durumuna indirgemiştir.

b) Bu kitlenin "topraklarını boşaltmasına" neden olmuştur.

c) Bunlara ve o bölgedeki sair topraklara Sünni ve Şafi Kürt aşiretleri yerleştirilmiş beraberinde de Kürtler "nüfus olarak" ağırlık kazanmıştır.

d) Büyük toprak sahipleri olarak ve bölgenin yönetim erkini ele geçirmeleri açısından bu aşiretler ve yönetici aileler "egemen güç" durumuna 
gelmişlerdir.

Kürt (özellikle Kırmanç) aşiretlerinin "egemen ve yönetici güç" hâle gelmelerinin "maddi temellerini" elde etmelerini sağlayan süreç şöyle işlemiştir;

1) Önce, Yavuz Selim tarafından Sünni Kürt Molla Bitlisi'ye tuğralı bir ferman gönderilerek padişah adına bölgenin meselelerinin hâlli için "yetki" 
verilmiştir. Böylelikle Sünni ve Şafi Kürt aşiretlerinin bölgede "toprak sahipliği" ve "yönetici tabaka" olma konusunda "hâkim unsur" kimliği 
kazanması sağlanmıştır. Burada "hâkim unsur" olma olayının "padişah yetkisiyle" açılması önemlidir. Bu resmî bir yetkidir ve Osmanlı'nın 
"güvencesini" simgelemektedir. Yani burada Kürt aşiretler söz konusu avantajlarını kendi güçleriyle elde etmemişlerdir. İran'a veya diğer 
düşmanlara karşı Osmanlı'nın yanında yer almaları veya hizmetleri karşılığında bir bedel olarak kazanmışlardır. Diğer bir deyişle "önemsiz bir 
güçken" birdenbire "hazırlop" bir şekilde Osmanlı tarafından bölgenin "egemeni" ve onun "stratejik ortağı" noktasına taşınmışlardır. 
Verilen bu yetki ile birlikte bölge aynı zamanda Osmanlı'nın "idarî ve siyasî" sisteminin içerisine de dâhil edilmiştir. Çünkü bu yetki Yavuz Selim'in 
ihsan ettiği bir yetki olarak kalmamış, sonrasında Kanuni ve diğer padişahlar tarafından da "onaylanarak" devam etmiştir.

Örneğin, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Irakeyn seferinden önce bu bölgede "yarı bağımsız" olarak yaşayan beylere yollanan bir "
emr-i şerif"te şöyle denmektedir:

"Yavuz zamanında İran'a karşı cephe alarak hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete sadakatle hizmet ifa eden, bilhassa sefere katılarak 
yararlık gösterenlere 'öteden beri' ellerinde ve tasarruflarında bulunan yerler kendilerine 'temlik ve ihsan' eylenmiştir."

Böylelikle bu yapı Tanzimat'a kadar kesintisiz süregelerek kalıcılaşmış, kemikleşmiş ve o bölgede her alanı (özellikle dil) hegemonyasına alan bir 
"Kürtleşmeye" zemin hazırlamıştır.

2) Acaba bu Sünni ya da Şafi Kürt aşiretlerinin idarî ve yönetsel açıdan Osmanlı sistemine dâhil edilmesi nasıl olmuştur?

Ekrat, hükümet ve Mir sancakları

İşte bu noktada bölgedeki bu "aşiretlere" ve "bey ailelerine" Osmanlı tarafından verilen "imtiyazlar" ve sağlanan "özel statü" öne çıkmaktadır. 
Bu imtiyazları ve özel statüyü bölgede "Ekrat" ve "Hükümet" sancakları yapılanmasında görüyoruz.

Bu sancak teşkilatlanmaları Osmanlı'nın diğer bölgelerindeki uygulamalardan "farklılıklar" arz etmektedir ve sadece "bölgeye özgüdürler." 
Gerçi bölgede "klasik Osmanlı sancakları" da bulunmaktadır fakat, Doğu ile Güneydoğu'da Şafi ve Sünni Kürt aşiretlerinin "egemen unsurlar" 
hâline gelerek o coğrafyanın "Kürtleşmesinde" yüzyıllar boyu "belirleyici güç" olmalarını sağlayan bu "Ekrad ve Hükümet sancakları" yapılanmasıdır.
Bunlar "Klasik Osmanlı sancaklarından" farklıdırlar. Klasik sancaklarda mülkî ve askerî âmir olan sancak beyi "merkez tarafından" tayin edilmekte, 
gerektiğinde onun tarafından görevden alınabilmektedir. Dolayısıyla bir "imtiyaza sahip değillerdir. "Merkezin tasarrufuna tâbidirler. Buraların 
vergileri yapılan tahrirlere göre kanunlar çerçevesinde "devletçe toplanır." Buna karşılık "Ekrat ve Hükümet sancaklarında" durum farklıdır.

Bunlardan "Ekrat sancaklarının" "klasik Osmanlı sancaklarından" ayrılan taraflarını basitçe şu şekilde ortaya koyabiliriz;

a) Bu sancaklarda Sancak beyi "merkezden tayin edilmemekte" ve ihanet dışında "görevden alınamamaktadır." Bu statü "babadan oğula" veya 
bey ailesinden birine geçecek şekilde bir "sürekliliğe" sahiptir. Ayrıca ihanet nedeniyle merkez tarafından görevden alınıp yerine atanan sancak 
beyi dahi, yine "aynı aile" içerisinden olmaktadır. Bu sancaklarının beylikleri, o yörelerin köklü aşiret ailelerine verilmektedir.

b) Ekrat sancaklarındaki araziler bu bey ailelerine "yurtluk ve ocaklık" şeklinde tahsis edilerek onların tasarrufuna bırakılırlar. 
Bunların "kuru mülkiyetleri" devlete ait olmasına karşın bunlar üzerindeki "tüm haklar" ve "yönetim" babadan oğula (ya da aileden birine) 
geçecek şekilde" o aileye aittir. Yani toprakların tasarrufunda bir "irsiyet" söz konusudur.

c) Bu sancaklar tahrire (vergilendirmeye) tâbidir. Buralarda aynı zamanda merkez tarafından görevlendirilmiş ve bazı yetkilerle donanmış devlet 
memurları da bulunmaktadır.

Tüm bu "imtiyazlara" "hükümet sancakları" da sahip olmakla beraber bunlara ek olarak bu sancaklar "tahrire" (vergilendirmeye) kapalı tutulmakta 
ve merkezden gönderilmiş devlet memurları buralarda görev yapmamaktadır. Başka bir ifade ile aşiret beyi; kendisine "yurtluk ve ocaklık" olarak 
tahsis edilen topraklarda "irsî" bir "kullanım hakkının" dışında vergisini de kendi belirlemekte, toplamakta ve merkezde dâhil kimseye hesap 
vermemektedir.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki bu "imtiyazlı" ve "özel statülü" "Ekrat ve Hükümet sancaklarının" sayısı her ne kadar devirlere ve yıllara göre 
değişse de 22'si Ekrat ve 10'u da Hükümet sancağı olmak üzere toplam 32 tanedir.

Bu özel gruba bir de; aynı "ayrıcalıkları" kapsayan ve "hizmet ya da itaatleri" karşılığı "yurtluk ve ocaklık" statüsünde toprak bahşedilen 
"Mir aşiretliklerini" de katmak gerekir. Bunların sayıları da değişkenlik göstermekle birlikte 1600'lerin başlarında 400'e kadar ulaştığı ileri sürülür.

Oysa, bu özel statülü "Ekrat ve Hükümet sancaklarıyla" "Mir aşiretliklerinin" bölgedeki sayı çokluğuna karşılık "merkezin denetiminin" ağırlıkta 
olduğu "klasik Osmanlı sancaklarının" sayısı sadece 14'tür.

Bu tablo bile bize; Doğu ve Güneydoğu'da Osmanlı zamanında Yavuz'dan başlamak üzere Kürt aşiretlerine ne kadar büyük "ayrıcalıklar" 
tanındığını ve o bölgenin bütünüyle Kürt aşiretlerine bizzat "Osmanlı'nın eliyle" teslim edildiğini, aynı zamanda da o coğrafyanın tartışmasız tek 
"egemen gücü" hâline getirildiğini gösteriyor. Bu durum ise oralardaki yüzlerce yıl süren "Kürtleşmenin (ya da ağırlıklı olarak Kırmançlaşmanın) 
yoğunluğunun" derecesini ortaya koyuyor.

Her ne kadar buralarda "yurtluk ve ocaklık" şeklinde aşiret ailelerine tahsis edilen toprakların "kuru mülkîyeti" "devlete" ait olsa da, yüzyıllar 
boyunca bölgede bu sistemin geçerli olması bu arazilerin "özel mülkiyet" statüsü kazanması sonucunu doğuracak ve sonuçta da Kürt aşiretlerinin 
hegemonyasındaki "toprak ağalığına" dayanan "koyu bir feodal yapı" Doğu ve Güneydoğu'nun "Kürtleşmesinin" "maddi temelini" oluşturacaktır. 
Bu maddi temel üzerinde de onun "üretim ilişkilerini" yansıtan değerlerden, adetlerden, teamüllerden, töreden vs. oluşan "üst yapısı" yükselecektir. 
Görüldüğü gibi alt yapısından üst yapısına kadar, bölgedeki" "Türklük aleyhine" olan "Kürtleşmenin" baştan aşağı tek sorumlusu 
" ümmetçi ve devşirme Osmanlı"dır.

Yavuz Sultan Selim'den II. Abdülhamid'e Kürt aşiretlerinin durumu


II. Abdülhamid zamanında kurulan ve tamamına yakını Sünni Kürt aşiretlerden oluşan Hamidiye Alayları, Yavuz Selim’den beri yüzyıllardır bölgede "egemen güç olarak" Osmanlı sisteminde yer alan imtiyazlı "feodal Kürt aristokrasisinin" 
yeniden canlandırılmasından başka bir şey olmadığının en güzel göstergesidir.


Bölgede Kürt aşiretlerinin "despotik egemenliğine" dayanan ve "yüzlerce yıl" gibi bir süreçte varlığını sürdüren bu feodal sistemin kaçınılmaz bir sonucu olan Kürtleşmenin (yoğunluk olarak Kırmançlaşmanın) beraberinde de, içerisinde Türkmen aşiretlerinin de bulunduğu birçok "farklı etnik grubun asimilasyonu" söz konusu olacaktır. Nitekim, Kürtçe bünyesinde Süryanice, Ermenice, Rumca vs. kelimelerin yer almasının nedenlerinden biri de bu asimilasyondur. Dolayısıyla Kırmançi veya göreceli olarak da Zazakinin içeriğindeki Türkçe kelimelerin "bir bölümünün" varlığı, sistemin egemen kitlelerinin arasındaki bu "erimeyle" doğrudan bağlantılıdır. Kürtlerin (ya da Zazaların) tarihten gelen "kozmopolit" yapısı Anadolu'nun doğusundaki bu asırları kapsayan "Kürtleşme" (veya nispeten Zazalaşma) süreciyle daha da çeşitlenmiştir.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki "Kürt feodallerine" dayalı bu baskın yapı Tanzimat'a kadar sürmüş ve o periyottaki reformlarla "kısa bir süre" 
kesintiye uğramıştır. Bu dönem de, Fransız İhtilali'nin yansımaları bağlamında merkezî otoritenin güçlendirilmesi hedef alınmış ve bu çerçevede 
yerel aşiret ailelerinin nüfuzlarıyla hâkimiyetlerinin azaltılmasına yönelik uygulamalar öne çıkmıştır. 1870 Vilayet Nizamnamesi'yle gerçekleştirilen 
düzenlemeler hep bu amaca dönük çalışmalardır.




Fakat bu dönem fazla uzun sürmemiş ve II. Abdülhamit zamanında feodal Kürt beylerinin ve aşiretlerinin bölgedeki ağırlıklarının azalması nedeniyle Ermeni faaliyetlerinin yoğunlaşması bahane gösterilerek, geçmişte var olan Kürt feodal yapısının tekrardan ve "yeni bir anlayışla" oluşturulması adına "Sünni Kürt aşiretleriyle beylerinin" içerisinde yer aldığı "Hamidiye Alayları" hayata geçirilmiştir. Bu aşiretlerin tamamına yakınının "Sünni" oluşları; Yavuz Selim'den beri yüzyıllardır bölgede "egemen güç olarak" Osmanlı sisteminde yer alan imtiyazlı "feodal Kürt aristokrasisinin" yeniden canlandırılmasından başka bir şey olmadığının en güzel göstergesidir. Abdülhamit bu alaylar sayesinde; Sünni Kürt aşiretlerine "sahip çıkarak" eskiden beri saltanatın onların destekçisi olduğunu kendilerine hissettirmeyi ve bey ailelerinin de "hilâfet ile Saltanata bağlılıklarını" 
yeniden "güncellemeyi" amaçlamaktadır.

Görüldüğü gibi bütün hedef, Osmanlı sistemi içerisinde yüzyıllar boyunca "Egemen güç" olarak var olmuş "Sünni Kürt aşiretlerine" "Eski İtibarlarını" 
iade etmektir. Yani, Osmanlı'nın Yavuz Selim'den beri süre gelen "Kürtçülüğü" Abdülhamit'le yeniden hayat bulmaktadır.

http://www.turksolu.com.tr/347/ozaltindere347.htm

2 Cİ  BÖLÜMLE DEVEM EDECEKTİR


**