ALPASLAN TÜRKEŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALPASLAN TÜRKEŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

1954 Seçimleri ve Sonrası Dönem

1954 Seçimleri ve Sonrası Dönem 

2 Mayıs 1954 seçimlerinde DP 503, CHP sadece 31 sandalye kazanmıştır. 
DP ekonomideki gelişme sayesinde seçimlerde de başarı göstermiş ve seçimin galibi olmuştur. Seçim sistemi sayesinde %57’ye yakın oy almış ama 
milletvekilliklerinin %93’ünü kazanmıştır. CHP ise oyların %35’ini almış ama milletvekilliğinin ancak %6’sına sahip olabilmiştir. Köylü Partisi 5, bağımsızlar ise 10 milletvekili kazanmıştır. Parlamento aritmetiği, DP’ye geniş bir hareket alanı sağlamıştır. DP, meclis çoğunluğu ile ulusal iradeyi özdeşleştirmiş tir. 
1954 seçimleri CHP açısından yeni bir umut olarak görünmüştür. Fakat seçim sonuçları 1950 seçimleriyle kıyaslandığında iktidarın gücünü perçinlediği; 
muhalefetin ise erimeye başladığını gösterir nitelikte olunca, CHP için derin bir hayal kırıklığının yaşandığını söylemek mümkündür. 1954 seçim sonuçları 
CHP içinde partinin son iktidar yılında başvekili olan Şemsettin Günaltay tarafından, kısa süreli de olsa bir lider tartışmasının yapılmasına neden olmuştur. Günaltay, başında İnönü’nün bulunduğu bir CHP’nin asla iktidar olamayacağını beyan eden cümleler sarf etmiştir.410 

Menderes’in 1954 seçimlerinde oyunu arttırıp iktidarda kalması, 1950’den beri devlet kurumları açısından duyduğu kuşkuları bir kenara atmasına neden olmuştur. 

DP üst yönetiminin 1950’de büyük bir başarı kazanmalarına rağmen bürokrasiye olan güvensizlikleri belirgindi. İsmet Paşa’ya sadakatinden kuşkulandıkları 
orduya karşı bir tedirginlikleri vardı. 

Karizmatik bir görüntüsü olmamasına rağmen İnönü, Atatürk’ün sadık silah arkadaşı ve ülkenin en kıdemli devlet adamı olarak saygı görmekteydi. 
DP’liler “Paşa Faktörü” dedikleri şeyle, yani ordunun ve bürokrasinin önderlik ettiği “ Zinde kuvvetleri ” temsil eden İnönü ile, Kendilerini karşı karşıya 
bulmuşlardı.411 

1954 yılında ekonomik açıdan sıkıntılı bir dönem başlamıştır. Elverişli hava koşulları bitmiş, tarımsal üretim gerilemiştir. Kore Savaşı bitmiş, dünya 
piyasalarındaki tarımsal ürün talebi de sona ermiştir. DP, seçim havasına girerek iktisadi kuralları bir kenara itmek durumunda kalmıştır. 

Daha az büyüme ve daha az harcama yapmayı tercih etmemiştir. Dünya piyasalarında tarımsal malların fiyatları hızla düşerken Toprak Mahsulleri Ofisi 
(TMO) devreye sokulmuştur. 

Buğday yüksek fiyatla alınmış, ama kentliye de ucuz ekmek yedirilmiştir. 

Aradaki fark TMO’nun zararı olarak görünmüştür. Bu sübvansiyon piyasadaki para miktarının artmasına neden olmuş ve döviz darboğazı gündeme gelmiştir. 
Dış kredi arayışı başlamıştır. Hükümetin başvurusu üzerine Ankara’ya ilk kez IMF heyeti gelmiştir. 

IMF klasik reçetesini önermiştir: “ Harcamaları kısın, KİT ürünlerine zam yapın ve dış ödemeler dengesini için yüksek oranlı bir devalüasyon gerçekleştirin.
” Hükümet seçime giderken “kemer sıkmak” niyetinde değildir. Ekonomik sıkıntı, siyasal gerginliği de beraberinde getirmiştir. Siyasal ve toplumsal muhalefet 
güçlenmiştir. Bu nedenle ekonomik önlemler ertelenmiş, seçim tarihi ise bir yıl erkene yani 1957’ye alınmıştır. 

1954–1957 yılları bir anlamda DP’nin gösterdiği performansın geniş kitleler nezdinde sorgulanır olduğu bir dönem olarak göze çarpmaktadır. 
Bürokrasinin asker ve sivil kanadının var olan geleneksel muhalefetine, iktisadi darboğazın olumsuz etkileriyle bunalan kitlelerin hoşnutsuzluğu da eklenince 
zaten parti içi hizipleşmelerin neredeyse zirve yaptığı DP, bölünme sürecine girmiş, bu süreç Hürriyet Partisi’nin kurulmasıyla somutlaşmıştır.412 

6-7 Eylül Olayları 

6–7 Eylül Olayları olarak anılan süreç, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin yanındaki Türk konsolosluğunun bahçesine atılan iki bombadan birinin patladığı, evin ve konsolosluk binasının camlarının kırıldığı haberi ile başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere, üç büyük kentte halkın sokağa dökülmesi ile başlamıştır. 6–7 Eylül olayların bu şekilde hızlı ve yıkıcı gelişmesinde Selanik’te Atatürk’ün evinin Rumlar tarafından bombalandığı haberinin öğle ajansına saat 13:00’te ulaşıp İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskısını yaparak iki saat 
içerisinde İstanbul’da 1300 adet civarında satılması etkili olmuştur.413 

Bomba haberi üzerine “Kıbrıs Türktür Derneği” ve üniversite öğrencileri tarafından bir nümayiş düzenlenmiş ve gruplar halinde Taksim’e doğru yürüyüş başlamıştır. Taksim alanında saat 19.00’dan itibaren başlayan gösterilere katılanların sayısı gittikçe artmış, büyük bir galeyana kapılan halk; başta Beyoğlu olmak üzere, azınlıkların, çoğunlukta yaşadıkları semtlerde yangınlar çıkaracak, mağazaların vitrinlerini kırarak kiliselere ve mezarlıklara saldırılarda bulunacaklardır. Olaylar kısa bir süre sonra, adeta bir yağmaya dönüşecektir.414 

DP iktidarı olayların ağır bir komünist tertip ve tahribat olduğunu beyan ederek şöyle bir tebliğ sunmuştur: 

“Kıbrıs meselesi etrafında cereyan eden hadiseler dolayısıyla aylardan beri umumi efkârda hâsıl olan şiddetli heyezana inzimamen Selanik’te aziz Atatürk’ün evine ve konsolosluğumuza karşı tertiplenen suikast; kısmen maksatlı ve hainane kısmen de idrak ve şuurdan mahrum tahrikçilerin de tesiriyle büyük kitlelerin vücuda getirdikleri nümayişhareketlerine sebep olmuş ve bu hal bilhassa İstanbul’da gecenin geç saatlerine kadar devam etmiştir. Bu esnada büyük ekseriyeti Rum vatandaşlarımıza ait olmak üzere dükkân ve 
mağazalara girilmek suretiyle büyük tahribat yapılmış olduğunu en derin teessür ve teessülerimizle ifade etmek isteriz. Denilebilir ki dün gece İstanbul ve memleket esas itibariyle ağır bir komünist tertip ve tahrikler ve ağır bir darbeye maruz kalmıştır. Bu şuursuz ve memleketin yüksek menfaatlerine kastedici hareket, bir kısım milli serveti yok etmekle beraber, bütün hakları Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun teminatı altında bulunan Türk Vatandaşlarından bir kısmını da telafisi ağır zararlara uğratmış ve büyük bir felaket halini 
almış bulunuyor. Bu vatandaşlarımızın maruz kaldıkları zararları süratle telafi ve tazmin hiç şüphe yok ki, devletlik vasfının icaplarındandır ve bu icap yerine getirilecektir. Bu hadiselerin şiddete ihlal ettiği amme huzur ve asayişini yeniden ve derhal tesis için bütün gerekli tedbirler alınmış ve alınacaktır. Hadiselerin cereyanı sırasında en acil bir tedbir olmak üzere İstanbul ve İzmir’de fevkalade halin mevcudiyeti ilan edilmiş ve fakat, hükümet kuvvetlerinin vaziyete hakim olmaları üzerine kaldırılmıştır. Maksatlı ve şuursuz tahriklerin de büyük tesiri bulunan bu çok acıklı hadisenin doğrudan doğruya alet ve failleriyle bunu tertip ve tahrik edenler mutlaka ve süratle cezalandırılacaktır. Şimdiye kadar birçok tahrikçiler yakalanmış ve bunlar hakkında kanuni takibata başlanmıştır. Şuur ve idrak sahibi memleketin yüksek menfaatlerine hürmetle bağlı bütün vatandaşlarımızın hükümet icraatına yardımcı olmaları bugün en mühim vatan vazifesidir.”415 

10 Eylül 1955 tarihinde TBMM Yüksek Reisliğine verilen dilekçe çerçevesinde başlayan görüşmelere muhalefet partisi adına CHP Malatya milletvekili İsmet İnönü şunları söyleyerek başlamıştır: 

…6-7 Eylül hadiselerinde kayıplarımız, asıl manevi cihetten pek ağırdır. 
Vatandaşın el sürülmez hakları kanun himayesi, hukuk devleti gibi mefhumlar da ağır sarsıntılar geçirdi. Bu hareketler, vatanı cehennem kılan, Türk milletini 
medeniyet ailesinde lekelemek isteyen teşebbüslerdir. Her manasıyla milli bir 
felakete uğradık. Tecavüzleri büyük, alicenap, masum milletimiz bir baştan öbür 
başa ret ve tel’in eder. Tecavüzlere TBMM asla müsamaha etmeyecektir… 
Hadiselerin her tarafı karanlıktır. Bu kadar tertipli ve teçhizatlı bir tecavüz ne 
vakitten beri, nasıl hazırlanmıştır? 6 Eylül saat, öğleden sonra, 5-6’dan itibaren 
vahim tabiatta başlayan tecavüzler serbestçe nasıl gelişiyor? Nihayet askeri 
kuvvetler, sivil idarenin talebiyle derhal yardıma gelebilirlerdi… Hadise yerleri de 
büyük askeri merkezlerdir. Hep bildiğimiz hicap ve elem verici tereddüt 
mevzularını tekrarlamayacağım. Hadiselerin hazırlanışı ilerleyiş seyrinin mutlaka 
meydana çıkmasını isteriz. Tecavüzlerin karakteri de tetkik edilmeye değerdir…416 
Konuşmadan anlaşılacağı üzere bu olayın karanlık odaklar tarafından tertip edildiği İnönü tarafından dillendirilmiştir. DP’nin İstanbul milletvekili Aleksandros Hacopulos ise olaylarla ilgili şunları söylemiştir: 

…Bu hadiselerin vukuu anından itibara pek muhterem Hükümet Reisimiz Adnan 
Menderes ve kıymetli vekillerimizin sarf etmiş oldukları ve sarf etmekte devam 
ettikleri muazzam gayret ve gösterdikleri hakiki ve kardeşane alakadan dolayı 
kendilerine ne kadar teşekkür etsem azdır. Ellerinden geldiğini yapacaklarına da 
eminim. Dinin Hristiyan olması hasebiyle değil, bir Türk Vatandaşı ve bu milletin 
mümessili olarak medeniyetimize ve tarihimize vurulmuş olan bu darbe beni son derece üzmüştür, üzmemesine de imkan yoktur… Rum vatandaşlarımızın maddi zararlardan ziyade memleketimizin düçar olduğu manevi zarardan dolayı daha ziyade müteessir olduklarını burada kati olarak ifade etmek isterim. Asil Türk milleti bu hareketleri cezasız bırakmayacaktır. Türk milletinin alnına ve tarihine kara leke sürmek isteyenlerin bu alçakça hareketlerinin tekerrürüne meydan verilmeyeceği aşikârdır. Bunlar medeni ve hür milletler camiası içindeki şeref ve haysiyet ve itibarımızı rencide etmek istemişlerdir. Bütün medeni dünyanın gözleri bize çevrilmiştir. Bunun maddi ve manevi zararlarını kısmen dahi olsun muhakkak ki telafi edeceğiz. Hepinizden bunu beklerim.417 
Başbakan Adnan Menderes ise olayların arkasında farklı odakların olabileceğinden bahsetmiştir: 

Talebe Cemiyetleri, Kıbrıs Cemiyeti, daha başka ve bu kabil teşekküller gibi, 
mevcut kanunlarımızın himayesi altında kurulmuş olan Cemiyetler, bir takım 
muzır eşhasın, muzır faaliyetlerin meşrutiyet kisvesini ve siperini teşkil etmiş 
oldular. Hadise nasıl başladı? Hadise bir gençlik, bir talebe grubunun harekete 
geçmesiyle başladı. Bu bir anda İstanbul’un her tarafında hazırlanmış olan 
ruhların ve insanların birden harekete geçmesiyle bütün İstanbul’u sarmış oldu. 
Şimdi bunun teferruatına ve bir takım sebeplerine girmek sizin şu kadarını 
söylemek lazımdır. Polis, emniyet memuru, emniyet amiri hiç vazife görmedi bu 
üç bin kişiyi birkaç saat içinde karakollara hapsedenler kimlerdir? Emniyet 
Teşkilatının 1000–1500 kişilik kadrosu, hadisenin cereyanı esnasında üç bin kişilik bir suçlu grubunu tevkif etmiş bulunuyordu. Bununla emniyet teşkilatının tam kudretiyle vazife görmüş olduğunu söylemek istiyorum. Asla, Mesuller vardır ama hadisede tarif ve tasvir edildiği gibi de değildir... Hadiseler başladığında tamamıyla nezih bir talebe ve gençlik topluluğu şeklinde cereyan etti. Haberimiz yok mu idi? Vardı. Neden önlemediniz, diyeceksiniz, önlemek için kafi kuvvetlerimiz mevcuttu. Fakat hadise bir anda öylesine imbisat etti ve yaratılmış olan psikoz o derece müessir bir şekilde bütün zabıta kuvvetlerini ilk anda hareketsiz bıraktı ki, milletçe milli bir felakete maruz kalındığını, hakikaten baskına uğranıldığını kabul etmek lazımdır…418 

İstanbul’da meydana gelen olaylar, parti içi muhalefeti harekete geçirmiştir. Ancak parti disiplini ve başbakanın siyasal ağırlığı sonucunda gelen ihraç ve istifalar, DP’nin aynı doğrultuda siyasetini sürdürmesine engel olamamıştır. Olaylardan bir ay sonra, DP IV. Büyük Kongre hazırlıklarının yoğunlaştığı günlerde, DP’li 11 milletvekili “ispat hakkı”419konusunu gündeme getirmişlerdir. Basına “ispat hakkı” tanınmasını, böylelikle yayın organlarının kolayca sansür edilmesinin önüne geçilmesini isteyen milletvekilleri bazı önemli isimleri de yanlarına çekerek genişlemişlerdir. Ancak DP, bu milletvekillerinin bir kısmını 
ihraç etmiş, kalanlar da DP’den istifa etmiştir. Ayrılan milletvekilleri 20 Aralık 1955’te Hürriyet Partisi’ni kurmuşlardır.420 

6–7 Eylül olaylarında ortaya çıkan aşırı milliyetçi grupların yanı sıra komünist oluşumların varlığı, hatta olayların komünistlerle ilintili hale getirilmeye çalışılması Türkiye’nin yakın tarihinde ortaya çıkacak sağ–sol, milliyetçi, İslamcı kavgasının da aslında bir yönüyle alt yapısını hazırlamıştır. 

Bu olay Yassıada duruşmalarında da gündeme gelmiştir. Yüksek Soruşturma Kurulu sanık olarak; Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuat Köprülü, Fahrettin Kerim Gökay (İstanbul Valisi), Alaaddin Eriş (İstanbul Emniyet Müdürü), Kemal Hadımlı (İzmir Valisi), Mehmet Ali Balin (Selanik Başkonsolosu), Mehmet Tekinalp (Selanik Başkonsolos Muavini), Hasan Uçar (Selanik Konsolosluğu Kavası) ve Bomba attığı iddia edilen Oktay Engin’i (öğrenci) yargılamıştır.421 

Bunlardan Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, Kemal Hadımlı ise 4,5 yıl hapis cezasına çarptırılmış diğer sanıklar beraat etmiştir.

Burada değinilmesi gereken nokta şudur: Yunan tezine göre, bombayı diplomatik çanta içinde Türkiye’den getiren kişi Selanik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp’tir. 

Bombayı evin bahçesine atan kişi de Türk Başkonsolosluğunda kavas olarak çalışan Hasan Uçar’dır. Onun azmettirdiği kişi ise Selanik Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi ve aynı zamanda Milli İstihbarat Teşkilatının bir elemanı olduğu iddia edilen Oktay Engin’dir. Yunan mahkemesi olaydan sonra Hasan Uçar ve Oktay Engin’i tutuklamıştır.422 

Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmiştir. Dokuz ay Selanik cezaevindeki hücrede yatan Oktay Engin, tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildikten sonra kaçarak Türkiye’ye sığınmıştır.423 Engin, İstanbul’da hukuk eğitimine kaldığı yerden devam etmiş sonra kaymakam olmuştur. Çankaya ve Marmaris’te de bir yıl kaymakamlık yaptıktan sonra 
Kastamonu’nun bir ilçesine atanmış, aynı yıl Emniyet Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu’nun (Nakipoğlu 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı dönemde Beyoğlu Kaymakamıdır) isteği ile Emniyet’e geçmiştir. Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Şube Müdürü olmuştur. Oktay Engin bir röportajında bu durumu ve hızla yükselişini şöyle açıklamıştır: 

O zamanki sisteme göre Siyasi Şube Müdürlüğü benim için 15, 20 senelik bir terfiydi. Beşinci sınıf kaymakamım. Beni davet ettikleri kadro öyle. Böylece 
Emniyetçi oldum. 1967’den 71’e kadar dört sene Siyasi İşler Şube Müdürlüğü yaptım. 1971’de Güvenlik Dairesi Başkanı oldum. Yedi buçuk sene Güvenlik 
Dairesi Başkanlığı yaptım. Ondan sonra da siyasi işlerden sorumlu genel müdür yardımcısı oldum. 1980’e kadar. Ondan sonra kenara çekildim. Nihayet 1991’de 
bir kararname ile Nevşehir’e vali oldum.424 

Sonuç olarak DP’yi içte ve dışta zor duruma düşüren 6-7 Eylül Olayları hala açıklanmaya muhtaç bölümleriyle yakın dönem siyasi tarihin karanlık noktalarından birisini teşkil etmektedir. 

Kıbrıs Meselesi, Türk Mukavemet Teşkilatı ve Fatin Rüştü Zorlu

Bugün hemen hemen herkes Yassıada Adalet Divanı tarafından idama mahkûm edilen ve asılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs’taki Türk varlığını garantiye alan devlet adamı olduğunu kabul etmektedir. Zorlu’nun bu yönü darbe esnasında da bilinmektedir. Londra ve Zürih Anlaşmaları ile Türkiye’nin garantör devlet olması, Kıbrıs’taki Türklerin varlığının garantiye alınması, bilahare bu uluslararası anlaşmalara istinaden Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalede bulunması DP İktidarı döneminde ve Zorlu’nun çabaları sayesinde gerçekleşmiştir. 

Yassıada Adalet Divanı, kısa adıyla KİP olarak bilinen Kıbrıs’ın İstirdadı (Geri Alınması) Projesi’nin mimarı olan Zorlu’yu idama mahkûm etmiş, MBK de bu idam kararını tasdik etmiştir. 

1955’te Yunanistan, Kıbrıs’ta ENOSİS adı verilen ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını öngören EOKA örgütünü kurdurmuş, bu örgüt 1957’ye doğrudan İngiliz Yönetimi’ne ve bilhassa Türk varlığına karşı şiddet eylemlerine başlamıştır. 1 Nisan 1955’te sabotaj şeklinde başlayan gerilla faaliyeti kısa sürede bireysel ve toplu suikastlara dönüşmüş, sadece polis ve asker değil, sivil vatandaşlar da saldırıya uğramaya başlamıştır.425 Yunanistan’ın Kıbrıs’a gizlice silah ve mühimmat sokması, EOKA örgütünün başlattığı ve birçok Türk’ün hayatına mal olan bu saldırılara karşı koymak için Türk Hükümetinin başvurduğu ama Türk Diploması kitaplarında Fatin Rüştü Zorlu adı anılarak pek yazılmayan, anlatılmayan çare Türk Mukavemet Teşkilatı’ydı (TMT). Bu saldırılara cevap vermek üzere benzer bir teşkilatın varlığını zaruri gören Türk Hükümeti ve Zorlu, bunun mümkün olup olamayacağını anlamak için meseleyi önce Genelkurmay Başkanlığı’na iletmiş ve konuyla ilgili olarak Genelkurmay 2. 

Başkanı Org. Salih Coşkun’la kapsamlı bir görüşme yapmıştır. Konuyla ilgili hatıratını yayınlayan İsmail Tansu’ya göre Orgeneral Salih Coşkun 1958’in 
Ocak ayında Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanı Daniş Karabelen Paşa’yı çağırarak “Hükümetten bir soru yöneltildi; Kıbrıs’ta EOKA’ ya karşı silahlı bir örgüt kurabilir miyiz diyorlar. Dairenizin fonksiyonu malum, ancak ben, sizinle görüşmeden cevaplamak istemedim. Siz de yarına kadar dairenizde konuyu gözden geçirin, ne yapabileceğinizi bana bildirin …” demiştir. 426 

Daniş Paşa, Kore’de birlikte bulunduğu Binbaşı İsmail Tansu’yla yaptığı görüşme neticesinde bir direniş örgütü kurabileceklerine kanaat getirdiklerinden göreve hazır olduklarını 2. Başkan Orgeneral Salih Coşkun vasıtasıyla Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya bildirmişlerdir. Kısa bir süre sonra gerekli hazırlıklar yapılmış ve Tansu da, Daniş Karabelen Paşa’nın emriyle Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kuruluş projesini hazırlamıştır. Bu projenin adı KİP’tir. Proje, birkaç ay sonra Genelkurmay İkinci Başkanı Cevdet Sunay’a sunulmuştur. 

1958 Nisanı’na gelindiğinde Başbakan Adnan Menderes’in isteği doğrultusunda örgüt kurulmuştur. Emekliliği gelen Daniş Karabelen Paşa da sivil olarak TMT örgütünü yönetmek için başa geçmiştir. Kıbrıs’ta örgütlenmek için Türkiye’den gidecek subayların görevleri maskelenmiş, bütün bakanlıklar her türlü kolaylığı sağlamıştır. Ancak işin mimarı, en büyük destekçisi Zorlu’dur. Tansu’nun Zorlu ile ilgili ifadelerinde: “Fatin Rüştü Zorlu bu işin başı idi. Çünkü örgüt fikri onundu ve Menderes’ten izni o almıştı. Bütün sorunlar onun aracılığı ile çözülecekti. Kendi bakanlığında bize yardımcı olacakların adlarını vermişti. Gerektiğinde, öteki bakanlarla yapılacak görüşmelerimizde bizzat kendisi aracılık edecekti…Zorlu, 27 Mayıs 1960’da Yassıada’ya gönderilinceye kadar, ne zaman kendisi ile görüşmek istesek derhal bizi kabul etmiş, ilgi ile karşılamış, verdiğimiz haber lerden sevinmiş, takdir ve teşvik edici sözlerle teşekkür etmiştir. Bu arada ‘hiçbir şeyden çekinmeyin, arkanızda ben varım’ demek suretiyle de bize kuvvet vermiştir. İsteklerimizin yerine getirilmesinde derhal harekete geçmiş, vaatlerine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır”.427 demiştir. Yapılan bir görüşmede de Zorlu şunları söylemiştir: “Arkanızda, yani perde arkasında devlet var, hükümet var, silahlı kuvvetlerimiz var ve şahsen ben varım. Görev için gerekli her isteğiniz kesinlikle yerine getirilecektir. Kapım size her zaman açıktır. 

Özel kalem müdürüme emir vereceğim. Karşılaşacağınız her zorluktan beni haberdar ediniz. Sizden ricam kısa zamanda teşkilatın kurulması ve mümkün olduğu kadar çok sayıda silah ve cephane gönderilmesidir. Para ihtiyacınız Bakanlığımca karşılanacaktır. Diğer her türlü destek ilgililerce yapılacaktır. İşlerinizin takipçisi olacağım. Hepinize teşekkür ediyor ve başarılar  diliyorum”. 428 

Ancak 27 Mayıs olduğunda işler sarpa sarmıştır. Çünkü Kıbrıs’ta zamanı gelince Mücahitlere dağıtılmak üzere Silahlı Kuvvetler envanterlerinden çeşitli şekillerde kaydı düşülerek bazı depolara kaldırılan silah ve mühimmatlar darbe ertesinde gazetelerin manşetlerinde yer almıştır. O dönemde akıllara durgunluk veren gençlerin silahlarla öldürüldüğü, kıyma makinelerinden geçirildiği, asfaltlara gömüldüğü haberleriyle bu depolar ve depolarda bulunan silahlar arasında bağlantı da kurulmuş, Diktacı olarak adlandırılan DP veMenderes’in “özel ordu” kurduğu bile iddia edilmiştir. Genelkurmay İkinci Başkanı Cevdet Sunay ise anlaşıldığı kadarıyla gerekli ve yeterli bir girişimde ve bilgilendirmede 
bulunmamıştır. Tansu’nun bu konuyla ilgili ifadeleri de şöyledir: “çürüğe çıkarıldığına dair Milli Savunma Bakanı’nın onayını taşıyan belgelerle askeri depolardan aldığımız ve Kıbrıs’a gönderilinceye kadar gizli yerlerde depo ladığımız silah ve mühimmat 27 Mayıs 1960 ihtilali öncesinin propaganda sına malzeme teşkil etmişti. O sırada bazı muhalefet mensupları, bu dedikoduları ele alarak, “Adnan Menderes’in taraftarlarını silahlandırmakta olduğu” iddialarını ileri sürmüşlerdi. Bu olay gerçek faaliyetimizi gizli tutabilmiş olduğumuzu  göstermekte ise de, bu gizli kalmışlığın esrarengiz bir şekil alarak, ihtilalcilerin haksız propagandasına fırsat vermesi bakımından üzücü olmuştur.”429 Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu, yargılandıkları esnada bile bu gizliliğe riayet etmişlerdir. TMT’nin darbeciler nazarındaki algısından rahatsız olan Tansu, tanıştığı ve aslen Kıbrıslı olan Alpaslan Türkeş’ten randevu almış ve durumu izah etmiştir. Tansu, Türkeş’in örgüt ile kanaatini ve onunla vaki görüşmesini şu şekilde nakletmektedir: “ Türkeş bu anlattıklarım üzerine, şaşkınlığını gizleyememiş “Şimdi her şey anlaşılıyor” diyerek memnunluğunu belirtmişti. Ardından da anlattıklarımdan duygulanan Türkeş, sıcak bir yaklaşımla teşekkür 
ederek bizi kutlamış ve şunları söylemişti. “Sağ ol, bizi zamanında uyardın ve bir skandalı önledin. Merak etmeyin rahat olun, çalışmalarınıza eskiden olduğu gibi devam edin.”430 

Ancak gelişen olaylar tam aksi istikamette cereyan etmiş, hem Daniş Karabelen, hem de TMT’nin Kıbrıs Başkanı Yarbay Rıza Vuruşkan dâhil birçok subay görevinden alınmıştır. 

Kıbrıs bağlamında TMT-Zorlu ilişkisi Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Alpaslan Türkeş tarafından bilinmektedir. 27 Mayıs darbesinin ertesinde basında sıkça yer alan yolsuzluk iddiasının da gerçek olmadığı, şişirilmiş olduğu da anlaşılmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Zorlu, sadece darbenin ilk günleri değil Yassıada’da da fiili saldırılara maruz kalmıştır. 

MBK üyelerinden Numan Esin, Zorlu’nun idamını yolsuzluk iddialarına bağlamaktadır: “ Nitekim Fatin Rüştü Zorlu’nun da hiçbir şeyi kötüye kullanmadığı daha sonra ortaya çıktı. 

Adam asıldıysa, politikasının doğruluğundan ve yanlışlığından değil, bundan asılmıştır. Hasan Polatkan da benim kanaatimce, paraya hükmeden Maliye bakanı olduğu için, suistimalde beraber görülerek, aynı acı sona mahkûm olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi’nin dergilerinde, gazetelerinde yazılıp çizilmiş, sonuçta belki de devlet malını yedikleri kanaatı yaygınlaştığı için asılmışlardır”.431 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

410 Toker, DP Yokuş Aşağı (Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları 1944–1973), ss.42–45. 
411 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1999, s. 34. 
412 Konu hakkında yapılmış yüksek lisans tezi için bkz. Sibel Demirci, Hürriyet Partisi’nin Türk Siyasal HayatındakiYeri, Ankara, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002.
413 İstanbul Ekspres, 6.7.1955, s. 1 (2. baskı)
414 Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Ankara, Phoenix Yayınları, 2004, s.33.
415 Akşam, 7.7.1955, s.1
416 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.668-669.
417 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.675-678.
418 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.689-690
419 Aslında ispat hakkı meselesinin mazisi Öner-Yücel davasıyla birlikte oluşmuş bir Yargıtay içtihadına dayanmaktadır.
Dönemin DP İl Başkanı Kenan Öner’in, bakanlığında komünistleri koruyup kolladığı iddiasıyla Hasan Âli Yücel’i suçlamasıve Yücel tarafından dava edilmesi ertesinde Öner, iddialarını ispatlayabileceğini belirterek kendisine bu imkânın verilmesini talep etmiş ancak yargılananın bir bakan olması nedeniyle kendisine bu olanağın verilmemesinin Yargıtay tarafından karara bağlanmasıyla ispat imkânı ortadan kaldırılmıştır. Görüldüğü gibi ispat imkânının ortadan kaldırıldığı dönem de DP dönemideğildir. Ancak ispat hakkını savunan milletvekilleri DP’nin yasal bir düzenleme yapmasını istemektedirler.
420 Cumhuriyet, 21.12.1955, s.1.
421 Selanik Konsolosluğu Kavası ve Bomba attığı iddia edilen Oktay Engin’i (Öğrenci) yargılamıştır
422 Milliyet, 6.1.1961, s.1.
423 Milliyet, 24.9.1956, s.1.
424 Faruk Mercan’ın Oktay Engin Röportajı, “Bombacı da, MİT elemanı da değildim”,
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-10392-34-bombaci-da-mit-elemani-da-degildim.html, Erişim Tarihi, 30.10.2012.
425 Gürel, Kıbrıs Tarihi (1878–1960) Cilt:2, s.103–104. 
426 İsmail Tansu, Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu, Ankara: Minpa Matbaacılık, 2002, s.28. 
427 Tansu, a.g.e, s.40.
428 Tansu, a.g.e, s.47. 
429 Tansu, a.g.e, s.82. 
430 Tansu, age, s.232–233. 
431 Esin, Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları, s.159. 

***

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU ÖNERGE GEREKÇELERİ BÖLÜM 1




TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU ÖNERGE GEREKÇELERİ BÖLÜM 1

Türkiye demokrasi tarihi maalesef aynı zamanda onun kesintiye uğrayışının, muhtıra ve darbelerin talihsiz hatıraları ile doludur. Oysaki darbelerle 
demokrasilerin sekteye uğratılması, askıya alınması hatta ortadan kaldırılması demokratik hukuk devletlerinde olmaması gereken arizi bir görüntüdür. Ülke yönetimlerinin demokrasi dışı unsurlarla ele geçirilmesi ve sivil iktidarın yerine ara rejimlerin bir darbe ya da muhtırayla birlikte hakim kılınmaya çalışılması o ülke demokrasilerinin olgunlaşmasını ve süreklilik arz etmesini her zaman sekteye uğratır. 

Siyasi tarihimizde neredeyse her on yılda bir gerçekleşen, kimi zaman muhtıra, kimi zaman darbe, kimi zaman da postmodern darbe olarak nitelendirilen, 
demokrasimizi inkıtaya uğratan girişimlerin ülkeye verdiği zararları hep birlikte yaşadık. Parlamenter rejimi yıkmaya dönük bu tür girişimlerin bir daha 
gerçekleşmemesi için söz konusu darbelerin araştırılması, darbecilerin ve darbe zihniyetinin gerek hukuki gerekse idari olarak soruşturulması bu 
anlamda büyük bir önem kazanmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde mevcut olduğu kadarıyla veya asgari ölçüleriyle bile demokratik bir siyasi rejimde yaşamamızı engelleyen, her dönemde kurbanlarına tarifsiz acılar yaşatan ve milletimizde onulmaz yaralar açan darbeler nasıl bu kadar kolay yapılabiliyor? Neden bizde "darbelere dayanıklı" bir sosyo-politik düzen inşa edilemiyor? Neden darbe tehlikesi, sürekli olarak başımızın üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor? Eğer bir gün Türkiye bu beladan kurtulacaksa, bunun zemini ne olabilir? Bu sorulara verilecek sağlıklı cevaplar aynı zamanda "Darbelerle hesaplaşıyoruz" söyleminin sağlıklı bir zemine oturtulmasına da yarayacaktır. 

Bu demokrasi dışı müdahalelerin gerçekleşmesinden önce toplumsal yapı sürekli olarak tahrik edilmiş, toplumsal farklılıklar kaşınmış, bu yıllarda yaşanan çeşitli siyasî olaylar, çatışma ve terör, Türkiye'nin demokratik gelişmesinin önünde ciddî bir engel teşkil etmiştir. 

Özellikle oluşan sağ-sol kutuplaşmasında Sovyetler Birliği'nin ideolojik etkisi olmasına rağmen, bu etkiyi büyük ölçüde Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak isteyen 'Batılı istihbarat' örgütlerinin yönlendirdikleri de bugün ortaya çıkmışı bulunmaktadır. 

Bu kapsamda, 27 Mayıs 1960 yılında darbe yapılmış, sonrasında dönemin başbakanı ve iki bakanı asılarak demokrasi tarihimizde onulmaz bir yaranın açılmasına sebep olunmuştur. Arkasından ülkedeki anarşi gerekçe gösterilerek 1971 Muhtırası ve nihayetinde toplumda daha büyük travmalara yol açacak 12 Eylül 1980 Darbesi gerçekleşmiştir. Yine 28 Şubat 1997 yılında tarihe post modern darbe olarak geçen bir darbenin yanı sıra 27 Nisan 2007 yılında da E-Muhtıra olarak adlandırılan demokrasiyi inkitaya uğratma girişimlerine şahit olduk. Bütün bu yapılan darbeler, demokrasimize dönük siyaset dışı müdahaleler daha çok acıya, gözyaşına, demokrasi bilincimizin yaralanmasına neden olmuş, hükümetler cebir, şiddet ya da baskı yoluyla görevden uzaklaştırılmış, millet iradesinin temsil edildiği parlamento fesh edilmiş, demokrasinin vazgeçilmezi sayılan siyasi partilerin uzun süreli siyaset yapmalarının önüne set çekmiş, her defasında yeni siyasal mühendislik projelerine geçit vermek suretiyle partiler arasında da haksız bir rekabete yol açmıştır. 

Darbelerin toplumumuzda ve siyasi hayatımızda ne büyük yaralar açtığına dair en iyi örnek hiç şüphesiz 12 Eylül 1980 darbesidir. 12 Eylül 1980 Darbesinde yaşanan travmanın ne boyutta olduğunu görmek için rakamlara müracaat etmek yeterli olacaktır. 12 Eylül Darbesinde, 650.000 kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı. 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi 
yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 
Bu darbelerden toplumun her kesimi zarar görmüştür, ancak en çok da demokrasinin olmazsa olması sayılan siyasi partiler darbelerin, müdahalelerin muhatabı olmuşlar en büyük yarayı da onlar almışlardır. Bu dönemde pek çok parti gibi Milliyetçi Hareket Partisi de kapatılmış, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında bu millete vatan aşkıyla bağlı olan ülkücü milliyetçi gençlerden kimisi idam sehpalarında can vermiş, kimisi senelerce zindanlarda kalmıştır. 33 duruşmaya sahne olan "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası"nda 587 kişi 
yargılanmış, 220 ülkücünün idamı istenmiş, 9 ülkücü genç idam edilmiştir. Bu anlamda MHP bu darbenin en büyük mağdurudur. 

Bütün bu soruşturmalar, idam kararları, ölümler, işkenceler 12 Eylül beş generalin yönetime el koymasıyla sınırlı bir hadise olarak görmüyoruz. İki generali yargılamak 12 Eylül'ü yargılamak demek değildir. Çünkü bütün bunlar askeri, bürokratik pek çok fail tarafından gerçekleşmiştir. Bu nedenle darbelerle hesaplaşırken, hesaplaşmanın sembolik olmaktan öteye geçmesi için darbeye zemin hazırlayan, darbeyi yapan, darbe zihniyetini sürdüren bütün bir sistemin ve zihniyetin ele alınması kaçınılmazdır. MHP, milli egemenliğe ve demokrasiye aykırı hukuk dışı müdahaleleri siyasi ve hukuki meşruiyetten yoksun olduğunu ifade etmektedir. MHP'nin kurucusu Sayın Alpaslan Türkeş "En kötü demokrasi en iyi darbe idaresinden daha evladır." Şeklinde demokrasiye bakışını ortaya koymuştur. MHP'ne mensup milletvekillerinin 12 Eylül 1980 darbesi sürecinde yapılan uygulamalar hakkında 13 Ocak 1993 tarihinde TBMM'ne verdiği ve 21 Ocak 1993 tarihinde okunan araştırma önergesinin gerekçesi MHP'nin siyasal duruşunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır: 

"Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına 

1980-1983 yılları arasında, yönetim birimleri ile güvenlik araştırma, yargılama yapan birimlerin dönemin başlatılan tüm soruşturma ve yargılamalarında, işkenceler, C-5 işkence barakalarına da feryatlar yükselmiş, bugüne kadar bu dönem araştırılmamış, sorgulanmamış ve sorumlular belirlenmemiştir. 
1980 askerî müdahalesi, 11 Eylül 1980 günü dorukta olan anarşiyi, her ne hikmetse, aynı görev, aynı silah, aynı eleman ile 12 Eylül sabahı birden kesivermiş ve işledikleri Anayasa suçunun kılıfını yönetimleri zamanında hazırlayarak, anarşinin ve faili meçhul olayların taraf ve müsebbipleri şunlardır diyerek kamu karşısında, belki de kendilerinden sonra dahi bu suçu 
işleyebilecekleri, demokrasiyi ihlal ve çiğnemenin kolaylığını sergilemiş ve sivil idare, demokrasi, insan hakları, kişilik dokunulmazlığı ayaklar altına alınmıştır. 
Dünyanın her yerinde demokrasi ve anayasanın ihtilalle kesintiye uğratılması suçtur. Ancak, bizde ihtilalle teamül haline getirilmek istidadı göstermiştir. 
Biz, bu ihtilal dönemini aralamalıyız. 

Bu nedenle; 

1. Bu dönemde yapılan sorgulamalar sırasında işkenceler yapılmış mıdır? 
2. "C-5" adı altında işkence barakaları hazırlanmış ve kurulmuş mudur? Kimler, ne için, nerelerde kurmuşlardır? 
3. İşkencelerin ve C-5 işkence barakalarının müsebbip ve failleri kimlerdir? Bugün devletin hangi kademe ve noktalarındadırlar? 
4. İşkence iddialarına karşı konsey, zamanın Hükümeti ve ilgili bakanlar ve sıkıyönetim komutan-lıkları ne gibi işlem yapmıştır. 
5. Bu olaylar sırasında faili meçhul olayların çözümünde ödül, ikramiye, para yardımı veya teşviki yapılmış mıdır? 

Bu hususların Yüce Meclis çatısı altında araştırılmasını istiyoruz. Anayasanın Geçici 15 inci maddesi bu araştırmaya yasal engel değildir. Çünkü; 

1. Medeni Kanun yönünden; 12 Eylül sonrası suç ve faili araştırmalarında bu kanun yokmuş gibi sınırsız bir şekilde cümle medeni haklar ihlal edilmiş, 
bu ihlâlin gerekçesi veya varılmak istenen neticesi nedir? 
2. Türk Ceza Kanunu yönünden; Suç izafe edilen kişi yargılanıp aleyhine hüküm tesisine kadar masum kabul edilir. 
Yargılama organları karşısındaki kişiyi suçlu değil, suç işlediğinden şüphelenilen olarak görür. Bu, kişiye saygıdır. Kişinin, insan oluşundan kaynaklanan haklarına saygıdır. 
12 Eylül yönetimi döneminde kişi bu yönüyle masum kabul edilerek mi yargılanmıştır? Yoksa, önce mahkum edilip, sonra mı yargılanmıştır? 
3. Ceza Usulü Muhakemeleri Kanunu yönünden de yasal kriterler çiğnenmiştir. 
4. Bütün bu işler yürürken suç veya suçlar oluşmuş mudur? Araştırma talebimize konu 5 ana maddede sıraladığımız hususlar araştırılmalı ve bütün bu 
hususların cevapları verilmelidir. 

Çünkü : 

- Dönemde işkenceler, işkenceciler vardı ve bu insanlık suçu, failleriyle araştırılmalıdır. 
- Özel işkence barakaları vardı. Kuranlar, kurulması emrini verenler ve yararlananlar araştırılmalıdır. 
- Bu işkence suçluları halen yetkili noktalarda sinsice yeni bir ihtilal, yeni bir demokrasi çiğneme özlemi içerisinde faal olup olmadıkları, gelecek nesillere ibret 
   olması bakımından araştırılmalıdır. 
- Dönemin sıkıyönetim mahkemelerinin bildikleri gibi, çalışma sistemi ile yasaları aşarak, çiğneyerek verdikleri kararları, yargılama dosyaları araştırılmalıdır. 

Çünkü: 

a) Bunu işkencelere maruz kalanlar istiyor. Bu istek gök gürültüsünü geçecek boyutlarda ve feryatlar halindedir. 
b) Bunu, işkenceye maruz kalanların babaları, anaları istemektedir. 
c) Bunu, işkence sonucu devletinden korkan, şüpheye düşen, devletine güvenmek isteyenler istemektedir. 
d) Sayın vekil arkadaşlarım, bunu millet istiyor, bunu asil istiyor. 

Ben biliyorum ki, tarih denilen tanık, çok hassas bir ses ve görüntü kaydedici edasında her şeyi işlemekte, kaydetmektedir. 
Öyleyse, hep birlikte bu tarihi aralayalım. Çünkü tarihi aralamazsak, bizi de, aynı tozlanacak sayfaları arasına atacaktır ve bu tozlu sayfaların her on yılda bir 
yakılmasına devam edilecektir. 
Gelin bu tarihin sayfalarını, bu on yılın sonu yaktırmayalım. 
Gelin hep beraber tarih yazalım. 
Demokrasinin kendi bünyesinde, problemlerini kendisinin çözeceği Türkiye'ye yelken açalım. 
Bu yüz yıl sürse de. 

Yukarıdaki konuların tespiti için Anayasa ve içtüzüğün ilgili maddeleri uyarınca Meclis araştırması açılması hususunda gereğini saygılarımızla öneririz." 
MHP Genel Başkanı 3 Nisan 2012 TBMM Grup toplantısında şu tesbiti yapmıştır: "Bilinmelidir ki, 12 Eylül 1980 ihtilali; öncesi ve sonrasıyla tarafsız, objektif ve sağlıklı bir değerlendirmeye ihtiyaç duyan kara bir dönemin adıdır. 
Ve o talihsiz ve cinnet döneminin en büyük zararını görmüş, çilesini çekmiş ve azabıyla yüz yüze kalmışların başında MHP ve ülkücü hareket gelmektedir." 
Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi başlatılan bir kovuşturma münasebetiyle siyasetin gündeminde yer almıştır. İşte MHP olarak yargı sürecine müdahil olmuştur. MHP Genel Başkanı bu iradeyi şu şekilde ifade etmiştir: "Milliyetçi Hareket Partisi son derece haklı ve yerinde bir şekilde, 32 yıl önceki demokrasi karşıtı müdahaleden en çok zarar gören taraflardan birisi olması bakımından, yürüyen söz konusu davaya müdahil olmuştur. 

Zira milliyetçi-ülkücü hareket, 12 Eylül askeri ihtilalinin gerçek anlamda çilesini ve müşkülatını yaşamış, bunun bedelini de işkencelerle ve idamlarla ağır bir şekilde ödemiştir. 
Bahsi geçen konu kapsamında partimizin ve camiamızın herkesten önce ve fazla söyleyecek sözü ve karşılanması gereken hakkı bulunmaktadır." 
MHP genel başkanı Sayın Devlet Bahçeli son olarak 3 Nisan 2012 tarihinde darbelerle ilgili olarak şu tesbitleri ifade etmiştir: 
"Türkiye, 1960 sonunda içine girdiği sosyal şiddet ve toplumsal cepheleşmenin doruğunu 1980'den önceki puslu ve kanlı yıllarda yaşamıştır. 
12 Eylül ihtilaline giden sürecin parke taşları 1970'li yılların tehlikeli ve tuzaklarla çevrili ortamında döşenmiştir. 
Ölümler, kavgalar, kinler, öfkeler sosyal ve toplumsal yapıyı yangın yerine çevirmiştir. İdeolojik ayrışma gönüllerin, duyguların ve müştereklerin altını oymuş; kurtarılmış mahalleler, işgal edilmiş okullar, bölünmüş şehirler, birbirine hasım kamplarda mevzilenmiş toplumsal kesimler yaşanan faciaların ve felaketlerin özeti olmuştur. 
Üstelik 12 Eylül öncesinin Soğuk Savaş şartlarında, Türkiye'nin stratejik pozisyonu, dönemin küresel iki bloğunun karşılaşma arenası ve oyun sahası olması ülkemizin sıkıntıya girmesinde önemli bir rol oynamıştır. 
Başkalarının nam ve hesabına çalışan ajan provokatörlerin ektiği fitne tohumları denetimsiz ve kontrolsüz büyüyen habis ur gibi toplum ve devlet bünyesine yayılmış ve tesiri altına almıştır. 
Bu nedenle yabancı ve yıkıcı emeller, tezgâhlar, oluşumlar, istihbarat düzenekleri aradıkları imkân ve iklimi kolayca bulmuşlardır." 
MHP'nin 12 Eylül 1980 darbesine karşı duruşu ve bu darbenin mağduru olarak 1993 yılında verdiğimiz araştırma önergesindeki işkenceler, kötü muameleler, yargı sürecine müdahaleler olmak üzere belirtilen hususların da araştırma konusu yapılması siyasi ve hukuki meşruiyetin bir gereğidir. Kaldı ki bu hususların yargı kapsamı dışında bırakılması ancak ve ancak bu muamelelerin üstünün örtülmesine hizmet eder. 

12 Eylül 1980 darbesine yönelik bir yargılamanın başlaması ile bu süreç öncesinde 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum sonucunda geçici 15. Maddesinin kaldırılmasına yönelik Anayasa değişikliği sürecinde siyasi partilerin tavrı da yine tartışma konusu yapılmıştır. MHP söz konusu Anayasa değişikliğinin esası itibariyle yargının siyasallaşması, kuşatılması ve gücün vesayeti altına alınması sonuçlarını doğurabileceğini ifade ederek karşı tavrını oluşturmuştur. Öyle ki demokratik bir hak olarak yapılan Anayasa değişikliğine yönelik ortaya koyduğumuz tavıra karşı maalesef "Hayır diyenler darbecidir." Denmek suretiyle demokrasi dışı bir yaklaşım sergilenmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası 1982 
Anayasası için yapılan referandumda Kenan Evren'in "Anayasaya hayır kampanyası açan vatan hainleri!" ifadesiyle 12 Eylül 2010'da yapılan referandumda "Hayır diyenler darbecidir" yaklaşımı arasındaki benzerlik ilginçtir. 1982 yılında Anayasa'ya hayır diyen yüzde 8.5 oyu vatan haini, 2010'da da yüzde 42 oyu da darbeci ilan eden zihniyet esasen ötekileştirici ve 
baskıcı zihniyetin bir yansıması benzer mahiyette olmuştur. 

28 ŞUBAT TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUKASIM 2012

KAYNAK PDF FORMATLI

https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,



***

1 Haziran 2017 Perşembe

27 MAYIS NEDEN OLDU BÖLÜM 6

27 MAYIS NEDEN OLDU BÖLÜM 6


27 Mayıs neden oldu


27 Mayıs 1960'a giden gelişmeler... Gökhan Cebeci yazdı

27.05.2015 20:36
Bu yazının amacı, 1960 ihtilali ile sonlanan filmin unutulan sahnelerini bir şerit halinde gözlerinizin önünden geçirmektir.
Ayrıca, Cumhuriyet’in ilk ‘tek parti iktidarı’ yıllardır masaya yatırılırken, ikinci ‘tek parti iktidarı’nı konuşmamak da olmazdı doğrusu. Hele bir de bu iktidar sırf askeri bir darbe ile indirilmesi nedeni ile -yanlış bir şekilde- demokrat kabul ediliyorsa…
Niyetimiz askeri müdahalenin haklılığını ya da haksızlığını kanıtlamak değil, 27 Mayıs’a giden sürecin nedenlerini yalın bir şekilde ortaya koymaktır. On yıllardır ‘konuşulan olay’ın –ister geçerli görün ister geçersiz- ‘konuşulmayan nedenleri’ni irdelemektir.
* * *
Demokrat Parti nasıl kuruldu, öncelikle buna bakmak da fayda var.
1945 yılında Meclis’te kabul edilen ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ büyük toprak sahibi olan milletvekillerini rahatsız etmişti. Bu milletvekillerinden biri de Menderes’ti. Meclis’te yaptığı ateşli konuşmalar ile kanunu eleştiren Menderes’in hoşnutsuzluğu daha sonra ‘Dörtlü Takrir’deki imzası ile resmi bir hal kazanmıştı.
Toprak reformuna karşı çıkan ‘Toprak ağası’ Menderes ile birlikte Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Celal Bayar, bir dizi isteklerini sıralayan takrir (önerge) verdiler. Önerge sonrası muhalif politikalara devam eden bu dört milletvekilinden önce Menderes ve Köprülü, sonra Koraltan partiden ihraç edildi. Celal Bayar ise istifa edecekti.
Kısa bir süre sonra ise bu dörtlü başı çekecek ve 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulacaktı.
Menderes, Aydın’da çiftlik sahibi bir ailenin çocuğu olarak 1899’da doğmuş, İzmir Koleji’nde okumuş, Ankara Hukuk Mektebi’ni bitirmiş, 4 dönem (15 yıl) CHP milletvekilliği yapmıştı. (1) ‘Zulüm dönemi’ diyerek yerden yere vurduğu 27 yıllık tek parti iktidarının yarısından fazlasında CHP içerisinde kendisi de yer almıştı. Celal Bayar ise 23 yıl siyaset yaptığı CHP’de 15 yıl bakanlık yapmış ve Atatürk’ün son Başbakanı olmuştu. (2)
1945 sonbaharına kadar CHP’nin hiçbir politikası Demokrat Parti’nin kurucuları, özellikle de Menderes için eleştiri konusu olmamıştı. Ne ilginçtir ki, Menderes, İş Bankası Müdür Yardımcılığı yapmış ve 1950-1960 yılları arasında İş Bankası’ndaki kişisel hesabını yönetmiş olan Zekeriya Akçalı’ya, ‘CHP’nin kendisine çok istediği ve yararlı olacağından emin olduğu Tarım Bakanlığını bir türlü vermediğini; şayet verseydi, ne DP’nin kurulacağını ne de kendisinin ayrı bir siyasi partiye katılacağını’ anlatacaktı. (3)
Ancak DP iktidarında, kendilerinin de yer aldığı CHP dönemini, sanki kendileri o dönemde CHP’de değillermiş, evden gelip Demokrat Parti’yi kurmuşlar gibi yerden yere vurmakta hiçbir sakınca görmeyeceklerdi.
Cumhuriyet’i ve CHP’yi kuranları eleştirebilme adına Adnan Menderes bazen imkansızı savunacak, “İstiklal Savaşı diyorsunuz, pekala üç ayda bitebilirdi” bile diyebilecekti. (4)
* * *
Daha önce, 1924 ve 1930’da iki kez çok partili hayata geçiş denemesi yaşanmış ancak Cumhuriyet karşıtlarının bu partilerde yuvalanmaları ve rejim için tehdit oluşturmaları nedeni ile başarısız olunmuştu. Atatürk’ün vefatı sonrası bu ilk denemede bu sefer sahnede Demokrat Parti vardı. Büyük ölçüde Menderes’in kaleme aldığı DP tüzüğünde bir sözcükle de olsun Atatürk’ün ve devrimlerinin adının geçmemesi bu açıdan bir hayal kırıklığıydı. (5)
‘Şaibeli seçim’ olarak anılan 1946 seçimleri Demokrat Parti’nin ilk sınavıydı. Çok partili hayatla birlikte ilk kez birden fazla partinin katılımı ile gerçekleşen bu seçimde 465 milletvekili seçilmişti. Ancak hiçbir şaibe olmasa ve bütün adayları seçilse dahi Demokrat Parti’nin iktidar olma şansı yoktu. (6) Baskın seçim nedeni ile DP hazırlıksız yakalanmış ve iktidarı elde edebilecek  sayıda aday çıkaramamıştı. Ama matematiksel olarak imkansız olan bu olasılığı Adnan Menderes ‘mağduriyet’ siyaseti olarak her fırsatta kullanacaktı.
14 Mayıs 1950 yılında yapılan seçimlerde ise Demokrat Parti rüzgarı esecek ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez iktidar el değiştirecekti. Artık Türkiye’nin yeni bir hükümeti, yeni bir heyecanı vardı.
Seçim zaferinden 15 gün sonra, 29 Mayıs 1950’de, DP hükümetinin programını Meclis’te okurken Adnan Menderes’in dudaklarından şu sözler dökülecekti: “Millete mal olmuş devrimlerimiz saklı kalacaktır.” (7) Mal olmayanlar ise ortadan kaldırılacaktı. Böylelikle merakla beklenen yeni hükümet Atatürk Devrimleri’nde gedik açacağını daha ilk günden haberdar ediyordu. Zaten hükümet programında Atatürk’ün adı da bir kez bile geçmiyordu. (8)
Hükümet programının okunmasından sadece 7 gün sonra, Zafer gazetesine Arapça ezan ile ilgili verdiği demeçte Menderes, ‘Vaktiyle zaruri görülen bu tedbire artık ihtiyaç kalmadıktan sonra bunda ısrar, bu sefer vicdan hürriyetine karşı bir taassup teşkil eder’ (9) sözleri ile ortadan kaldıracağı ilk devrimin işaretini de verecekti. Bu demeçten 11 gün sonra Arapça ezan yasağı kaldırılacak, böylece 18 yıldır okunan Türkçe ezan, DP iktidarında, 18 günde yerini Arapça ezana bırakacaktı.
3 Aralık 1950’de Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırılacak ve böylece Kur’an kurslarına yeşil ışık yakılacaktı. (10)
Menderes’in, 1951 yılında DP İzmir İl Kongresi’nde söylediği: “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devlettir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.” (11) sözleri işin burada kalmayacağının habercisi olacaktı.
Devrimlerin yara alması, irticanın ise palazlanması bundan sonra hız kazanacaktı.
Radyoda Kur’an ve mevlit okutulmaya başlanmış, 1951’de 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun’un 1. maddesi değiştirilerek 19 türbenin açılmasına izin verilmişti. 1930’larda öğrenci yetersizliği nedeni ile kapatılan, 1949’da kurs şeklinde açılan imam-hatipler 1951’de okula dönüştürüldü. (12)
DP Konya Kadınhanı ilçe kongresinde dile getirilen; fes ve sarık giyimine izin verilmesi, tekke ve zaviyelerin açılması, birden fazla evlenmeye izin verilmesi gibi laiklik ve Cumhuriyet karşıtı istekler daha iktidarın ilk yılında diğer il ve ilçe kongrelerinde de seslendirilmeye başlandı. (13)
Nisan 1951’de, Menderes’in de konuşma yaptığı Aydın İl Kongresi’nde, bazı delegeler, ‘Anayasaya devlet dininin İslam olduğu ifadesinin yeniden koyulmasını, kadınların çalıştırılmamasını, kızların ilköğretimden sonra okutulmamasını’ isteyeceklerdi. Afyon milletvekili Kemal Özçoban delegelerin isteklerinin birer birer yerine getirileceğine dair namus sözü verecekti. (14)
DP Samsun Milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu, 3 Ekim 1952 tarihli Büyük Cihad adlı gazetede, ‘Kurtuluş Savaşı’nın ulemanın önderliğinde ve İslam için yapıldığını’ yazacak, yazısında devrimlerin zararlı olduğunu savunacaktı. (15)
Yine bir Devlet Bakanı’nın katıldığı Çorum İl Kongresi’nde bazı delegeler kadın resimlerinin yasaklanmasını, kadın memurların işten çıkarılmasını önerecek, bu öneriler kongrece kabul edilecekti. (16)
Menderes ise bu isteklerin büyütülmesinin, ‘memlekette irtica var’ diye heyecan uyandırılarak vicdan hürriyetine karşı baskı oluşturmak amacı taşıdığını söyleyecekti. (17)
Atatürk büst ve heykellerine saldırılar yine bu dönemde başlayacaktı.
22 Kasım 1952’de, gazeteci Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Üzmez tarafından Malatya’da silahla vurulacak ve yaralı olarak kurtulacaktı.
Öncesinde, çocuğunun din dersi almasını isteyen veli okula bir dilekçe yazarken, 1952’de bu DP tarafından değiştirilecekti. Artık çocuğunun din dersi almasını istemeyen veliye, çocuğunun bu dersten muaf olabilmesi için dilekçe yazma zorunluluğu getirildi. (18) ‘Dinsiz’ damgası yememek adına bir velinin böylesi bir dilekçe yazması güç olduğundan din dersi bir anlamda ‘zorunlu’ hale getirilmiş oluyordu.
1945 yılında dili sadeleştirilmiş olan Anayasa, 1952 yılında, DP iktidarında, Fuat Köprülü ve arkadaşlarının verdikleri kanun teklifinin yasalaşması ile yeniden 1924’teki haline sokulacaktı. Örnek vermek gerekirse; Genelkurmay’ın önüne yeniden ‘Erkanı Harbiyei Umumiye Riyaseti’, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın önüne ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti’ yazılacak, milletvekilinin adı ‘mebus’, bakanın adı da yeniden ‘vekil’ olacaktı. (19)
1954’te DP Maraş Milletvekili Abdullah Aytemiz, Medeni Kanun yerine Mecelle’yi isteyecek, Ekim 1958’de Diyanet İşleri Bakanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, ‘Kura’an-ı Kerim Türkçe yazılamaz’ diyecek, Aralık 1958’de DP Trabzon Milletvekili Osman Nuri Nerminoğlu, erkeklere bazı durumlarda ikinci evlilik hakkı tanıyan bir kanun teklifinde bulunacaktı. Nisan 1959’da Karabük, Akşehir, Tire ve Ödemiş’te hocalar, Atatürk, İnönü ve CHP aleyhine vaaz verecek, Kasım 1959’da DP Manisa delegesi hilafet isteyecekti. (20)
Gericilik 10 yıllık DP iktidarının değişmez parçası olacaktı.
* * *
Dış politikada, DP hükümetinin tercihi batı güdümlü bir siyasetti.
Demokrat Parti’nin ana hatlarıyla nasıl bir politika izleyeceğini 27 Temmuz 1948 tarihinde İzmir’de yaptığı konuşmada Menderes: “Milli veya bağımsız diye adlandırılan dış siyaset gerçekte Birleşmiş Milletler’deki demokrasi anlayışından uzaklaşmak demektir” sözleri ile belirtmişti. (21)
25 Temmuz 1950’de, Kore’ye 4.500 kişilik bir tugay gönderme kararı alındı. Ertesi gün CHP’nin bu kararın Anayasa’nın ihlali olduğunu belirten açıklaması yayınlandı. Anayasa’ya göre bu tür bir karar hükümetin değil, Meclis’in onayı ile verilebilirdi. Ancak bütün itirazlara karşın hükümet kararından dönmeyecek ve Meclis onayı almayı da gerekli görmeyecekti. (22)
NATO’ya girebilme adına, Kore Savaşı’nda ABD’ye askeri destek veren hükümet, yine aynı ülkeye Türkiye’de istediği üsleri kurma izni vermekte de tereddüt etmeyecekti. (23)
Yine DP hükümeti benzer şekilde meclis onayı almayı gerekli görmeden, ABD ile, karşı tarafa birçok siyasal, ekonomik ve askeri ayrıcalık tanıyan 54 ikili antlaşma imzalayacaktı. (24)
7 Mart 1954’te çıkarılan Petrol Yasası ile yabancı şirketlere Türkiye’de petrol çıkarma ve elde edilen karın yarısına sahip olma hakkı tanınıyordu. Böylece petrolü millileştirmişken bundan vazgeçen ilk ülke Türkiye oluyordu. (25)
Adnan Menderes Ortadoğu’ya komünizmin sızma olasılığından son derece irkilmekteydi. Mısır ile birlikte anti-emperyalist çizgide Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kuran Suriye’ye karşı saldırgan tutum sergiliyordu. ABD ve İngiltere bu tutumdan rahatsızlık duymuş ve Sovyet saldırısını tahrik ederek iki süper gücün bölgede çatışmasına yol açabileceğinden çekinmişti. (26)
Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamalarda, bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir’in değil de emperyalist Fransa’nın yanında yer alan, Arap ülkelerinin iç işlerine karışarak yaşanan buhranlarda batı yanlılarını destekleyen Türkiye, batı aleyhtarlığının bölgede artması sonucu bölge ülkeleri tarafından da dışlanacaktı. 
* * *
İç politikada ise ara ara gerçekleşen ve çok kısa süren bahar havalarının oluşmasına karşın genelde tartışmalı, bol kavgalı, olaylı günler yaşanacaktı.
Başta Menderes olmak üzere, Demokrat Partililerin hedefindeki bir numaralı isim de İsmet İnönü’ydü.
Cumhuriyet’in ilk 15 yılı da dahil olmak üzere CHP politikaları yerden yere vurulurken, iktidar tarafından sorumlu olarak İsmet İnönü gösterilecek ancak tıpkı bugün olduğu gibi yandaş basın ve çevreler İnönü ile birlikte Atatürk’e de saldıracaktı.
Belki de gerçekleşen ilk somut olay DP Bolu Milletvekili ve Tarih öğretmeni Zuhuri Danışman’ın yazdığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca yardımcı ders kitabı olarak kabul edilen tarih kitabında İsmet İnönü’ye hiç yer vermemesiydi. Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan, Kurtuluş Savaşı komutanlarından İnönü’nün adı kitapta yoktu. İnönü Savaşları bile kitapta yer almamıştı. (27) Sanki İsmet İnönü diye biri yaşamamıştı.
DP’li İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, İsmet İnönü’nün yurtdışına sürgüne gönderilmesini isteyecek, yine DP’li bir ilçe başkanı ise daha da ileri giderek İnönü’nün idam edilmesi gerektiğini söyleyecekti. (28)
8 Ağustos 1951 tarihinde DP Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver Meclis’te yaptığı konuşmada vites yükseltecek, ‘Atatürk diktatördür’ diyecekti. (29)
İktidarın el değiştirmesinden çok kısa bir süre sonra DP Tokat milletvekili Ahmet Gürkan ise, 5 yıl önce İstanbul’da gerçekleşen ölümlü bir trafik kazası ile ilgili İçişleri Bakanlığı’na soru önergesi verecekti. Faili bulunmuş, fail kusurunu itiraf etmiş ve dava kapanmışken, yalancı şahit ve sahte mektuplarla önce Meclis’e ve sonrasında da yeniden yargıya taşınan bu olayda İsmet İnönü’nün oğlu Ömer İnönü cinayetle suçlanacaktı. 14 ay boyunca basında her türlü suçlama ve iftiraya maruz kalan Ömer İnönü dava sonunda suçsuz bulunarak beraat edecekti. (30) İnönü’ye yapılan saldırıların belki de en çirkini, oğlu üzerinden gerçekleşen bu karalama kampanyası olmuştu.
5 Ekim 1952’de İzmir’de yapılan CHP mitinginde, İnönü, partileri kapatma konusunda yapılan hazırlık ile ilgili hükümeti eleştirmişti. Menderes’in buna yanıtı sert oldu: “İsmet İnönü’nün bu nutku bir ihtilal beyannamesine benzemektedir. Dünkü diktatör böyle konuşmaya başlarsa buna nifak çıkarmak ve tehlike yaratmak isteğinden başka bir mana verilemez.” (31) Benzetme çok ağırdı. 
Menderes, daha sonraları İnönü’ye, ‘tiyatrocu’, ‘yalancı’, ‘vatandaş düşmanı’ gibi sıfatlar kullanmaktan çekinmeyecek, (32) yine İnönü için ‘baykuş’ ve hatta ‘profesyonel bir cani’ yakıştırmalarında bulunacaktı. ‘Çişini tutamayan İsmet Paşa’yı bu millet hiçbir zaman iktidara getirmez’ diyecekti. (33)
İzmir mitingi sonrası gerçekleşecek olan Balıkesir mitingi ise, valiliğin aynı meydanı DP’ye tahsis etmesi, CHP’nin mitingini de iptal etmesi üzerine gerçekleşememişti. Ancak miting alanında her iki partinin yandaşları karşı karşıya gelecek, birbirlerine girecek ve yaralananlar olacaktı. Ne acı ki, Devlet Bakanı Yunus Muammer Alakant gerek basına verdiği demeçte gerek de meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada, olaylara karışan ‘Demokrat kardeşleri’ni kutlayacak, “Bu mukaddes milli galeyan Halk Partisi’nin İnönü hizbine, ‘milli irade’ye hürmet etmek lüzum ve zaruretini öğretmiştir” diyecekti. (34)
Ne var ki ihtilalcilikle suçladıkları İnönü haklı çıkacak, hükümet, dini ön plana çıkaran politikalarda kendisine rakip olarak gördüğü Millet Partisi’nin kapatılmasını sağlayacaktı. CHP’nin karşı durması yeterli olmayacak, o zamanki yasalar gereği tek hakimli Sulh Ceza Mahkemesi Millet Partisi’ni feshedecekti. (35)
Artık çanlar CHP için çalıyordu.
* * *
DP iktidarı, halk iktidarı olarak adlandırılmasına karşın, halkın eğitiminde ve gelişiminde önem sahibi olan kurumları yok etmekte tereddüt etmedi.
4 Mayıs 1951’de Menderes, Meclis'te yaptığı konuşmada "Halkevleri, Halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır" diyecekti. Oysa Halkevleri, Atatürk'ün ölümüne dek geçen ilk sekiz yıl içinde dahi 23.750 konferans, 12.350 temsil, 9.050 konser, 7.850 film gösterisi ve 970 sergi gerçekleştirmişti. Aynı dönem içinde 2.557.853 yurttaş Halkevleri kütüphanelerinden yararlanmış, 48 bin yurttaş çeşitli kurslara katılmış, 50 dergi yayımlanmıştı. (36)
Atatürk tarafından kurulan; müzik, şiir, resim, tiyatro dahil çeşitli kültür ve sanat çalışmalarından spora kadar birçok etkinliğe ev sahipliği yapan Halkevleri DP iktidarı tarafından 1951’de kapatıldı. (37) Kapatan iktidarın başındaki isim olan Menderes, ne ilginçtir ki, eski Aydın Halkevi Başkanı’ydı. (38)
CHP’ye ilk darbe olarak düşündükleri ‘Halkevlerinin kapatılması’ sonrası hedef büyütüldü. 1953 yılı biterken, el konmak istenen artık CHP’nin tüm mallarıydı. Meclis’te tamamı DP’li milletvekillerinden oluşan bir geçici komisyon kuruldu. Komisyon, CHP’nin parti örgüt binalarına, eşya ve araçlarına, Ulus gazetesi ve matbaasına, kısacası parti ile ilgili tüm varlığa el konulması ve bunların hazineye devredilmesi ile ilgili kanun teklifini kabul ederek Genel Kurul’a gönderdi. (39) Teklif Meclis’te de kabul edildi. CHP, malı, mülkü ve hatta beş kuruş parası olmayan bir partiydi artık. Ve genel seçimlere sadece 4.5 ay kalmıştı.
DP hükümetinin ise hız kesmeye niyeti yoktu.
Yeni yılın ilk ayında, 27 Ocak 1954’te, 6234 sayılı yasayla aydınlanmanın kaleleri, Köy Enstitüleri kapatıldı. Köy Enstitülerini kapatma sürecini ilk başlatan aslında CHP olmuştu. DP tarafından daha hızlı bir biçimde içleri boşaltıldı ve nihayet kapılarına kilit vuruldu. Kapatıldıklarında, o güne kadar yetiştirmiş oldukları insan sayısı, 16 bin 400 öğretmen, 7 bin 300 sağlık memuru, 8 bin 756 eğitmendi. (40)
Bütün bunların elbette bir bedeli olacaktı. Demokrat Parti’nin aydınlanmaya ve eğitime yönelik bu tür olumsuz tutumları sonrası Cumhuriyet döneminde okuma yazma oranının düştüğü tek dönem yaşanacaktı. 1960 yılının 23 Ekim günü yapılacak olan nüfus sayımı ile Cumhuriyet dönemimizde okur-yazar oranının 1955-60 döneminde gerilediği, 1955’te % 41 iken 1960’da % 39,5 e düştüğü görülecekti. (41)
* * *
Menderes, basının eleştirilerine hiçbir zaman hoşgörü ile yaklaşamamıştı: “Her gün kalemi alıyorlar ellerine, bir Derviş Vahdeti edebiyatıyla bu memleketi baştan başa zehirliyorlar” (42) sözleri onun özgür basına bakış açısını gösterir nitelikteydi.
İktidar, devlet kontrolü altındaki kağıt ve resmi ilan tahsisi ile kredi açma olanaklarını kullanarak kendisini destekleyen gazeteleri teşvik ederken, muhalif olanları baskı altına alıyor ve yayın politikalarını değiştirmeye çalışıyordu. (43) Tirajları çok düşük ama devletin ilan ve kağıt olanaklarından sorunsuzca yararlanabilen iktidar destekçisi ‘besleme basın’ yaratılmıştı.
Yine de hükümet için bu tedbirler yeterli değildi.
1954 seçimleri öncesi basını baskı altında tutacak olan kanun değişiklikleri yapıldı. Bu değişikliklerde en çok tartışmalara neden olacak olan ‘ispat hakkının ortadan kaldırılmasıydı.’ Örneğin gazetenizde, bir Bakan hakkında yolsuzluk haberi yaptınız. O Bakanın itibarını zedelediğinizi öne sürerek savcı hakkınızda dava açabilirdi. Ancak haberiniz yüzde yüz doğru ve Bakanı ömür boyu hapse mahkum edecek dahi olsa elinizdeki belgeleri mahkemede ortaya koyarak haberinizin gerçekliğini ispat etme hakkınız yoktu. Üstelik bir de üstüne siz suç işlemiş sayılıp hapis ve para cezası alıyordunuz. Konu edilen Bakan da meclis çoğunluğu kararıyla bir soruşturma açılıp Yüce Divan’a sevk edilmediği takdirde kurtuluyordu. (44)
Bu kanun DP içerisinde çalkantılara neden oldu ve yasaya karşı çıkan 19 DP milletvekili partisinden istifa etti. Bu vekiller daha sonra Hürriyet Partisi’ni kuracaklardı.
1954 seçimleri öncesi Halkevleri, Köy Enstitüleri, Millet Partisi kapatılmış, CHP’nin bütün mal varlığına el konulmuştu. Basın iyice baskı altına alınmıştı.
İktidarın 1954 genel seçim kampanyasına, tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katılımı da eklenince (45) Türkiye eşit koşulların olmadığı seçimlere bir hayli sıkıntılı bir şekilde gidiyordu.
* * *
1954 seçimlerinden büyük zaferle çıkan Demokrat Parti, halkın onayı ve desteğini aldığı düşüncesi ile biraz daha dozu artırıyor; yüksek yargıçlar ve üniversite hocalarını, yaş sınırı getirip bu bahane ile emekliye sevk edebilmek için yasa değişikliği yapıyordu. DP Seyhan milletvekili Sinan Tekelioğlu, mahkemelerin ‘Meclis’e bağlı bir teşekkül’ olması gerektiğini söylüyordu. (46)
Yargıtay Başkanı dahil, tüm yüksek yargıçları görevden alma yetkisi doğrudan doğruya Adalet Bakanı’na verilmişti. Aynı şekilde üniversite öğretim üyelerini görevden alma yetkisi ise artık Milli Eğitim Bakanı’ndaydı. (47)
İktidar için kuvvetler ayrılığının bir önemi de anlamı da yoktu artık. Yargı bağımsızlığı, hukuk devleti, basın özgürlüğü… Bütün bunlar, iktidar ne kadar izin verir, nasıl uygun görürse o şekilde olabilirdi. Demokrat Parti için ‘demokrasi’ demek sadece ‘sandık’ demekti. Sandıkta da halk Demokrat Parti’yi seçmiş ve politikalarına onay vermişti. Kendilerine muhalefet eden her kim olursa, milleti karşısına alıyor demekti. Milli iradenin seçtiği iktidar eleştirilemezdi.
O yılların tanığı olan gazeteci Altan Öymen DP iktidarının demokrasi anlayışını şöyle tanımlıyordu: ‘Seçimi kazanırsam her istediğimi yaparım. Hukukun ilkeleriymiş, Anayasa’nın kurallarıymış, bunların anlamını ben belirlerim. Yanlış yapsam bile, gene seçilirsem gene yaparım. Çünkü seçmen bana bu hakkı vermiştir’ (48)
Kendisine bu hakkı vermeyen seçmen için ise artık ceza vaktiydi.
1954 seçimlerinde Cumhuriyetçi Millet Parti’li Osman Bölükbaşı’nı seçen Kırşehir il olmaktan çıkarılacaktı. (49) Kırşehir cezalandırılırken, muhalefete destek veren ya da verecek olan tüm illere de gözdağı veriliyordu.
İnönü’nün memleketi olan ve CHP’nin birinci geldiği Malatya ise ikiye bölünüyor , Adıyaman il oluyordu.
Muhalefetin sesini radyodan duyurması da bundan sonra imkansız olacak, 1954’ten 1961’e kadar muhalefet radyodan uzak tutulacaktı. (50)
* * *
Seçim sonrası antidemokratik uygulamalar tam gaz devam ederken yapılan yanlış iktisat politikaları nedeni ile ekonomik sıkıntılar baş göstermeye başlayacaktı.
Plansız yapılan yatırımlar ve uygulanan liberal ekonomi sonrası yokluk ve pahalılık baş göstermişti. Önce nal çivisini, fiyatı 4 katına çıkmış olmasına karşın, piyasada bulmak imkansızlaşmıştı. Sonra, kahve, otomobil ve kamyon lastiği, ilaç, şeker, röntgen filmi vs. nal çivisini izleyecekti. (51)
İkinci Dünya Savaşı koşulları olmasına nedeni ile ülkede yokluk yaşanmasını ve bazı gıda maddelerinin karneye bağlanmış olmasını her fırsatta dile getirerek CHP yi yerden yere vurmuştu DP. Şimdi ortada bir savaş olmamasına karşın, kahve, şeker gibi gıda maddeleri aile ya da kişi başına belli miktarlarda veriliyordu.
5 Ekim 1954’te piyasada nal çivisi bulunamamaktaydı. 14 Mart 1955’te kişi başına 250 gram şeker dağıtımına başlandı. 18 Nisan 1956’da İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, ‘Her gün et yemeyin, yumurta da faydalıdır’ dedi. Eylül 1956’da kahve karneye bağlandı. Ocak 1957’de İstanbul’da et ve ekmek sıkıntısı baş gösterdi, akaryakıt dağıtımı karneye bağlandı. Kasım 1957’de Brezilya’dan 300 ton kahve getirildi, kişi başı 12 gram kahve dağıtıldı. Haziran 1958’de Tabipler Odası ilaç sıkıntısından yakındı. Temmuz 1958’de Ankara’da benzin, İstanbul’da şeker ve gazyağı sıkıntısı başladı. Aralık 1958’de gazinolarda zamlarla ilgili espri yapmak yasaklandı. (52)
Avrupa’nın başlıca buğday ihracatçısı olarak görülen Türkiye, 1954’te buğday ithal etmeye başladı. (53)
Menderes döneminde demiryolu politikasından vazgeçilip, karayolu yapımına ağırlık verilirken, uçak fabrikaları da bir bir kapatıldı. (54)
Bütün bunlar yaşanırken, hükümet ana muhalefet partisi ile uğraşmaktan ve baskı altına almaya çalışmaktan da asla geri durmayacaktı.
20 Temmuz 1955’te polis CHP Isparta İl Kongresini dağıttı. Genel Sekreter Kasım Gülek kürsüden indirildi. (55)
1955 Ağustos’unda, yine Kasım Gülek, Zonguldak’ta yaptığı bir konuşma nedeni ile Sinop’ta tutuklandı, elleri bağlı bir şekilde İstanbul’a getirildi ve Bayrampaşa’da cezaevine kondu, bir gün hapiste kaldı. (56) Ertesi yıl benzer bir geziye kalkışması ve Rize'de dükkân sahiplerinin elini sıkması, gösteri yürüyüşü sayılacak, 6 ay hapse mahkûm olacaktı. (57)
Gazetecilerden sonra muhalefet politikacıları hakkında soruşturmalar ve tutuklamalar da böylece gerçekleşmeye başlamıştı.
Bir önceki sene geçirilen kanun sayesinde Yargıtay Başkanı, Yargıtay İkinci Başkanı ve Yargıtay Savcısı’nı da içeren bir çok yüksek yargı mensubu tasfiye edildi. Suçları, çıkarılan bazı yasalar ile ilgili öneri ve eleştirilerini Adalet Bakanı’na iletmek istemeleriydi. Böylece geride kalan yüksek yargıçlar için de gözdağı verilmiş oluyordu. (58)
Benzer uygulama üniversite hocaları için de geçerliydi. Fakültenin açılış gününde öğrencilerine, ‘Nabza göre şerbet vermeyin’ öğüdünde bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu vekalet emrine alınacaktı. ( Yani yeni bir emre kadar işine son verilmişti. ) Aynı durum, derste öğrencilerine, ‘Devletin olağanüstü durumlarda bile hukukun dışına çıkamayacağını’ anlatan Anayasa Hukuku hocası Prof. Dr. Hüseyin Naili Kubalı için de gerçekleşecekti. (59) 1958 yılında, pasaport verilmediği için, Kubalı uluslararası hukuk kongresine de katılamayacaktı. (60)
* * *
1955 sonbaharında çok üzücü toplumsal olaylar da yaşandı.
Bugün de utanç içerisinde hatırlanan, 6-7 Eylül 1955’te azınlıkların can ve mallarına yapılan saldırılar toplumda kapanması mümkün olmayan derin yaralar açacaktı.
Kışkırtma sonucu yaşanan bu vahim olaylar sonrası hükümet yetkililerden bilgi istemişti. Emniyet müfettişinin olayları ‘milli galeyan’ olarak nitelemesine Fuat Köprülü karşı çıkacak, Adnan Menderes ve kendisinin, bu olayların sorumlularının komünistler olduğunu düşündüklerini söyleyecekti. Bunun üzerine İstanbul Emniyet Müdürü, İstanbul Başsavcısı ve Milli Emniyet Şefi operasyon başlatacak ancak komünistlerin suçlu olduğuna dair hiçbir kanıt elde edemeyeceklerdi. Yine de değişen bir şey olmayacak, Aziz Nesin’den Kemal Tahir’e, 40 kadar ‘komünistlik şüphelisi’, 6-7 Eylül Olayları’nın da şüphelisi olarak Harbiye Askeri Cezaevi’nde yatmaktan kurtulamayacaklardı. (61) DP Burdur Milletvekili Mehmet Özbey bu komünistlerin yıktıkları (!) mağazaların önünde asılmalarını isteyecekti. (62) Ancak gelin görün ki Yassıada yargılamalarında bu olaylar ile ilgili yargılananlar DP’liler olacaktı.
Ülkede yükselen tansiyon ve yaşanan tatsız olaylar Meclis’teki DP Grubu’nu da etkileyecek, Adnan Menderes yeni bakanlardan oluşan bir kabine kurmak zorunda kalacaktı.
29 Kasım 1955 günü DP grup toplantısında zor durumda kalan Adnan Menderes, partisinin milletvekillerine hitaben, ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ diyecekti. (63)
* * *
1956 yılına gelindiğinde, iki sene önce kabul edilen ‘Neşir yoluyla veya radyo ile işlenecek bazı cürümler hakkındaki kanun’ hükümet için artık yetersiz gelmekteydi. Önce, ‘Bir kısım basın’ın ne kadar yalancı ve yıkıcı olduğu besleme basın tarafından işlendi ve yeni tedbirlerin gerektiği yazılıp çizildi. (64) Sonrasında ise hükümet sazı eline aldı ve basını ilgilendiren yasalar, 1956 Haziran’ında, iki yıl öncesine göre daha da ağırlaştırıldı.
Nitekim bu yasalar sonucu basın üzerindeki baskıda son nokta denebilecek bir olay yaşanacak, 15 yaşında bir gazete satıcısı çocuk, istifa eden bir bakana ait haberin başlığını bağırarak gazete satması nedeni ile yargılanacaktı. (65)
Bu dönemin bir başka can alıcı yasa değişikliği ise ‘Milli Koruma Kanunu’nda yapıldı. İkinci Dünya Savaşı döneminden kalan bu kanunun bazı maddeleri yürürlükteydi. Savaş sırasında ekonomi ile ilgili kontrol mekanizmaları o kanuna göre oluşturulmuştu. Ekmeğin karneye bağlanması, ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının kontrol altına alınması gibi tedbirler bu kanuna göre yapılmıştı. Şimdi ise savaş olmamasına karşın birçok maddenin yokluğu baş göstermiş ve karaborsa fiyatları alıp başını gitmişti. Bunun sorumlularını basın ve muhalefet ile birlikte işadamları olarak gören hükümet, atıl durumdaki Milli Koruma Kanunu’nu 10 yıl önceki halinden daha ağır önlemler ve cezalar içerecek şekilde yeniden yürürlüğe koydu. Öyle ki ‘ekonomi suçları’ işleyenler için, savaş yıllarındaki Milli Koruma Kanunu’na göre, yeni yasa 10 kata kadar daha fazla cezalar içeriyordu. (66)
Tedbirler öylesine sertti ki, Ankara’da 21 kuruşluk düğmeyi 25 kuruşa sattığı gerekçesiyle bir esnaf 1 yıl hapis, 3 yıl ticaretten uzaklaştırma ve 1.000 lira para cezası alacaktı. (67)
(İkinci Dünya Savaşı zamanı başta ABD ve İngiltere olmak üzere birçok ülkede tüketim maddeleri karneye bağlanmışken Türkiye’de de bunun yaşanması çok ayıplanamazdı. Ama Menderes’in mirasçısı olduklarını söyleyen politikacılar İnönü’yü bu konuda yerden yere vururken, savaşın bitiminden 11 yıl geçmiş olmasına karşın DP iktidarında uygulanan Milli Koruma Kanunu’ndan bugüne dek hiç bahsetmediler.)
Üç düşmandan, basın ve iş dünyası gerekli ayarlamalar ile hizaya getirilmişti. Şimdi sıra yine yeni yeniden muhalefetteydi. 1956 Haziran ayı bitmeden muhalefetin de icabına bakılacaktı.
Çünkü Başbakan Adnan Menderes’e göre muhalefet, ‘Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik’ yapmaktaydı. (68)
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerini düzenleyen kanun ile artık siyasi partiler bu tür etkinliklerini seçimler öncesindeki propaganda günleri dışında yapamayacaktı. Sivil Toplum Kuruluşları için ise durum daha kötüydü. Yapacakları her türlü toplantıyı kapalı yerlerde yapmak zorundaydılar. Üstelik kanuna aykırı sayılan bir toplantıda, güvenlik kuvvetlerine önce ihtar etme, sonra havaya üç el ateş ettikten sonra hedef gözetmeksizin silahlarını ateşleyebilme yetkileri verilmişti. (69)
İnönü: "Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakiyetten bugüne geldik, siz bugünden mutlakiyete gidiyorsunuz." diyecekti. (70)
Yeni yasa ile muhalefetin seçim dönemi dışında yapacağı toplantılar, vatandaşlar arasına nifak sokma gayreti olarak görülüp yasaklanmıştı. Ancak bu yasak iktidar için geçerli değildi. Onların yaptıkları, hükümet adına vatandaşa bilgi vermek olarak kabul edilecek ve yasağa takılmayacaktı. (71)
Yasa muhalefet üzerindeki etkisini hemen gösterdi.
1956 Ağustosunda Cumhuriyetçi Millet Partisi Giresun İl Kongresi savcının kararı üzerine sıcakta kapı ve pencereler kapatıldı, alkış yasaklandı. Osman Bölükbaşı’yı alkışlayan delegeler karakola götürüldü. (72)
Cumhuriyetçi Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı dokunulmazlığı kaldırılarak tutuklandı. ( 1957 seçimlerinde yeniden milletvekili seçilmesi üzerine tahliye olabilecek ve yeniden meclise dönecekti. ) (73)
Menderes ise ‘hükümet adına vatandaşa bilgi vermeye’ devam ediyordu. 20 Ekim 1957’de Adana’da yaptığı konuşmada, ‘İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir Kabe yapacağız’ diyecekti. (74)
Toplumsal desteği azalan, ancak azaldıkça da hırçınlaşan DP iktidarında Türkiye 1957 seçimlerine bir önceki seçime nazaran daha gergin gidiyordu.
* * *
1957 seçimlerinde Demokrat Parti’nin çok ilginç üç adayı vardı. Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri komutanları ordudan istifa ederek DP’den milletvekili adayı olmuşlardı. (75) Bu bile CHP’nin kaderini değiştiremeyecek, o günlerden bugünlere, yıllardan beridir ihtilalcilikle, ordu ile içli dışlı olmakla suçlanan hep CHP olacaktı.
Seçim günü Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri olmayan bir olay yaşandı.
1957 genel seçimlerinde seçim günü oy verme sürerken saat 14: 30’da radyodan DP’nin önde olduğu sandık sonuçları verilmeye başlanacak, bütün itirazlara karşın yayın sandıklar kapanana kadar da sürecekti. DP’li kimi belediyelerce belediye hoparlörlerinden bu yayın halka dinletilecekti. Böylece seçmen üzerinde baskı oluşturulmuş ve yine DP iktidara geliyor algısı ile seçmen tercihi değiştirilmeye çalışılmıştı. Kimi DP’li yöneticiler tarafından seçmenlere, ‘Öğleden sonra radyoda ilan edilecek seçim sonuçlarını bekleyin, ondan sonra karar verin’ denmişti. (76)
Yaşananlar bununla sınırlı kalmadı.
Seçmen kütükleri hazırlanırken, CHP’li seçmenler ‘kütük’ten yok ediliverdi! Yerlerine DP’li seçmenlerin adı, hem de birkaç kütükte, yer aldı. Yani bir DP’li birkaç sandıkta oy kullandı. DP kurduğu seyyar ekiplerle bu seçmenlerini sandık sandık taşıdı. CHP’li kimi seçmenler kütükte isimlerini göremeyince oy kullanamadan evlerine döndüler. (77)
Oy kullanımında olduğu gibi sayımında da usulsüzlükler ve olaylar eksik olmadı.
Gaziantep’te 27 Ekim gecesi seçimi CHP’nin 700 oy farkla kazandığı ilan edildi. Hatta DP’nin gazetesi Zafer bile bu sonucu yazdı. Fakat, ertesi gün köylerden ‘sayılmamış, unutulmuş oylar’ getirildi ve bin kadar oyla seçimi bu kez DP’nin kazandığı açıklandı.
CHP’liler haklı olarak il seçim kuruluna itiraz etti. İtirazları kabul edildi. Oylar, tutanaklar, gerekli belgeler adliye binasına götürüldü; pazartesi inceleme başlayacaktı. O gece adliye binası yandı! Bütün oylar yok oldu! DP’nin galibiyeti resmiyet kazandı! Şehirde gergin bir hava oluştu. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde Gaziantepliler belediyeye yürüyüp seçimleri protesto etti. Vali kitlenin üzerine itfaiye araçlarıyla su sıktırınca olaylar çıktı. Belediye tahrip edildi. Polisin halkı dağıtmak için ateş açmasıyla, DP binasından da kitleye mermiler yağdırıldı. Olaylarda bir komiser muavini ile bir çocuk yaşamını yitirdi; çok sayıda kişi yaralandı. Zırhlı askeri birliklerin şehre girmesiyle olaylar yatıştı. Ardından şehirde “
‘CHP’li cadı avı’ başladı. Gazeteci Mehmet Barlas’ın babası olan CHP’li Cemil Sait Barlas ve Ali İhsan Göğüs tutuklandılar. Yozgat Cezaevi’nde 5.5 ay hapis yattılar. (78)
Mersin’de çıkan olaylarda ise CHP’li Mahmut Boytunç, DP’liler tarafından öldürüldü. Sadece Gaziantep ve Mersin’de olaylar çıkmadı. İstanbul, Ankara, Sivas, Giresun, Kütahya, Kayseri, Çanakkale, Samsun gibi birçok şehirde oyların çalındığı iddiası halkı sokağa döktü.
Olayları bastırmak için şehirlerin üzerinden uçaklar alçaktan uçuş yaptı. İsmet Paşa, “Savaşta bile askeri uçakların sivil halk üstüne dalış yapmadığını” söyledi. (79)
1957 seçimleri, 1946 seçimleri ile birlikte tarihimizin en şaibeli seçimleri oldu. Bugüne kadar hep 1946’dan bahsedilirken 1957 seçimleri ısrarla göz ardı edildi.
* * *
Seçim sonrası oyları azalmasına karşın Demokrat Parti yeniden tek başına iktidar oldu. Bu üst üste üçüncü seçim zaferleriydi. Ama kuşku yok ki en sancılısıydı. Bir sonraki seçim bir kez daha başaramama olasılıkları belirmişti.
Ancak Menderes ve arkadaşları demokrasi dışı kararlar almaktan vazgeçmeyecekti. 27 Mayıs’a giden bu son düzlükte basın, yargı, muhalefet, iş dünyası, üniversiteler, ordu… Herkes hükümetin hedef tahtasına oturtulacaktı.
Yeni hükümetin kurulması ile birlikte bir kararname yayınlandı. Buna göre, gazetelere özel kişiler tarafından verilen ilanlara da düzenleme getirildi. Artık isteyen istediği gazeteye ilan veremeyecekti. İlanını hangi gazeteye verebileceğine, hükümetin tayin edeceği bir kurul karar verecekti. Resmi ilanlar zaten hükümete yakın gazetelere gidiyordu. Artık özel ilanlar da öyle olacaktı. (80)
Basın nefes alamaz durumdaydı. 1958 yılına gelindiğinde, Adalet Bakanı, Türkiye’de son sekiz yılda basın mensuplarına açılan dava sayısını 2.324 olarak açıkladı. Bunlardan 811’i mahkumiyet ile sonuçlanmıştı. (81)
4 Ağus­tos 1958’de de­va­lü­as­yon ol­du, do­lar 2.80’den 9 TL‘­ye çık­tı. Si­ya­si kri­ze eko­no­mik kriz de ek­len­di. (82)
Hayat pahalılığı konusunda Türkiye dünyada Brezilya’dan sonra ikinci durumdaydı ve işsizlik çok ciddi boyutlara varmıştı. (83) Plansız, programsız keyfi kararlara göre yapılan çalışmalar ciddi israflara yol açarken ağır bir dış borç yükü oluşmuştu. (84)
Dış borç 1950 yılında toplam 2 milyar 450 milyon iken 1959’da tam iki katına çıkarak, 4 milyar 894 milyona yükselecekti. (85)
Siyaset ise giderek sertleşmekteydi.
6 Eylül 1958’de Başbakan Adnan Menderes, ‘İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya’ diyerek muhalefeti tehdit edecekti.
Sonradan DP’li Bakan Ethem Menderes’in günlüklerinden öğrenileceği üzere Bayar da çalışma arkadaşlarına: “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” (08.11.1957) “İcap ederse İsmet Paşayı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem.” diyecekti. (14.11.1957) (86)
Cumhurbaşkanı da, Başbakan da demokrasiyi askıya almaktan ve muhalifleri ölüm cezası ile cezalandırmaktan söz etmeye başlamışlardı. Ülkeyi yönetenler kontrollerini tamamen kaybetmişlerdi.
Muhalefet partilerine tahammülü kalmayan Başbakan Adnan Menderes, Ekim 1958’te, başta CHP olmak üzere tüm muhalefeti ‘nifak cephesi’ ve de ‘kin ve husumet cephesi’ olarak nitelendirecek, onlara karşı ‘Vatan Cephesi’nin kurulması gerekliliğini vurgulayacaktı. (87) Böylece DP parti teşkilatlarına bizzat başvurarak ya da mektup telgraf yolu ile Vatan Cephesi’ne katılımlar başlayacak, katılanların isimleri her gün radyoda tek tek okunacaktı.
Ocak 1959’da, Devlet Bakanı Medeni Berk işadamı Vehbi Koç’u görüşmek üzere Ankara’ya çağıracaktı. Vehbi Koç uzun yıllardır CHP üyesiydi. Vatan Cephesi oluşumu ile birlikte baskıyı artıran iktidarın Bakanı Medeni Berk, DP’ye geçmesini istediği Vehbi Koç’a şunları söyleyecekti: “Bütün İktisadi Devlet Teşekkülleri’ndeki müdür ve idare meclisi azaları partiye girmeye davet edilecekler ve girmedikleri takdirde girmeyenlerin not edilmesi kararlaştırıldı. Şimdi hamle yapıyoruz. Birçok tüccar da DP’ye girecektir. Eğer düşündüğümüz gibi birçok tüccar DP’ye kaydedilir ve siz de girmezseniz bankalardaki kredileriniz kesilebilir, kotalardan istifade edemeyebilirsiniz, birçok işinizde müşkülat çıkarılır, haberiniz olsun diye söylüyorum” (88)
10 Mart 1960’a kadar dayanacak olan Vehbi Koç, bu tarihte CHP’den istifa edecek ancak DP’ye üye olmayacaktı. (89)
Hükümet eliyle Atatürk Devrimleri’ni hiçe sayan uygulamalarla her zaman olduğu gibi bu dönemde de gerici kitlelere cesaret verilmeye devam edildi.
19 Ekim 1958’de Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. Menderes’in Emirdağ’ı bu ziyaretini özel bir destek işareti olarak değerlendiren Said-i Nursî, bu olaydan sonra ülke içinde gezilere başladı. ( Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da talimat vermiş ve kağıt tahsisi yapmıştı) (90)
2 Mart 1959’da Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Cami’sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği vermiş, Korur’un imzasıyla davetlilere gönderilen iftar çağrıları, 2 Mart 1959 değil, 2 Ramazan 1378 tarihini taşımıştı. (91)
Yurt gezileri esnasında İnönü’ye ve CHP heyetlerine saldırılar hız kazanmıştı. Ekim ayında Tokat Zile’ye gelen İnönü’yü karşılayan halkı polis cop, asker ise dipçik kullanarak dağıtacaktı. Dağılmamakta direnen CHP taraftarlarının üzerine İtfaiye su sıkacak, 45 kişi gözaltına alındıktan sonra altısı tutuklanacaktı. Bir hafta sonra benzer sahneler Çankırı’da yaşanacaktı. (92)
Mayıs 1959’da Uşak gezisi sırasında İnönü ve beraberindekiler DP’liler tarafından taşlı saldırıya uğrayacaklar, İnönü başına taş isabet etmesi üzerine yaralanacaktı. Menderes’in örtülü ödenekten 147.000 lira verdiği Ne­cip Fa­zıl, ‘Bü­yük Do­ğu­’ der­gi­sin­de, ‘Kü­çük bir ça­kıl ta­şı­nı bu ka­dar bü­yüt­me­ye ge­rek yok. Onu leş ha­li­ne ge­ti­re­cek gül­le­den ne ha­be­r’ di­ye yazacaktı. (93)
Aynı ay yapılacak olan CHP İzmir İl Kongresi valilikçe yasaklanacaktı. (94)
Birkaç gün sonra İstanbul’a geçen İnönü, Topkapı’da arabasının camlarının kırılmasına neden olan saldırılara maruz kalacak, orada tesadüfen bulunan bir askeri birlik sayesinde linç edilmekten kurtulacaktı. Bu olayların basında yazılması yasaklanacak, Başbakan Menderes yaşananlar nedeni ile CHP’yi suçlayacak, ihtilal tahrikçiliği yapan nifak partisi olarak tanımlayacaktı. (95)
DP’nin valileri, yargıçları, polisi vs.den sonra imamları da ortaya çıkacak, Haziran 1959’da Eskişehir’de bir temel atma töreninde, imam ‘Allat muhalefeti kahretsin’ diye beddua edecekti. (96)
CHP’liler nereye gitseler fiili müdahale yaşamamaları imkansız hale gelmişti.
Yine 1959 yılı Eylül ayında CHP’li birkaç milletvekilinin Çanakkale ziyaretinde, Geyikli ilçesinde DP’li vatandaşların saldırılarına uğramaları üzerine olaylar çıkacaktı. Daha sonra çıkan bu olayları incelemek üzere CHP iki milletvekilini bölgeye gönderecek, Menderes de DP Çanakkale milletvekillerini bölgeye göndererek vapurla gelen CHP’lilerin vapurdan inişine izin vermemelerini sağlayacaktı. Ertesi gün vapurdan gizlice inen CHP milletvekillerinin olayların yaşandığı Geyikli ilçesine hareket etmeleri de engellenecekti. Kamyonlarla yollar kapatılacak, taşlı sopalı saldırılar gerçekleşecekti. İçişleri Bakanlığı’na ‘seyahat özgürlüklerinin kısıtlandığına’ dair yazı yazan CHP’li vekiller, ne acıdır ki, Bakanlıktan gelen ‘Hadiseleri siz tahrik etmişsiniz’ suçlamasına maruz kalacaklardı. (97)
* * *
1960’a gelindiğinde basının üzerindeki baskı tam anlamıyla zirve yapmıştı. ABD gazetesi Indianopolis Star’da Türk hükümetini eleştiren makaleyi aynen çevirip yayınlayan Vatan gazetesi 1 ay kapatılacak, başyazarı 15 ay, yazı işleri müdürleri ise 16 ay ağır hapis cezasına çarptırılacaktı. (98)
Mart 1960’ta İstanbul’da İnönü’yü alkışlayan 31 kişinin ifadesi alınacaktı. (99)
Bu arada Kayseri Yeşilhisar’da CHP ve DP’liler arasında süregelen gerginlikler yaşanmakta ancak kolluk kuvvetleri tarafından sadece CHP’liler gözaltına alınmaktaydı. Bu yüzden, İnönü, 3 Nisan 1960’da toplanacak olan Kayseri Kongresi sonrası Yeşilhisar’a geçip olayları yerinde inceleme kararı almıştı. Ancak Kayseri’ye hareket edeceği günün sabahı saat 4’te Kayseri Valisi’nin telgrafı İnönü’ye ulaşacak, kendisine “Kayseri’de tahrik ve tertipler sonucu hava gergindir. Bu yüzden 3 Nisan’da yapılacak CHP Kongresi yasaklanmıştır. Gelmenize gerek yoktur.” denecekti.
İnönü, Vali’ye yanıtını hemen yazacaktı: “Kayseri Kongresi’nin ertelendiğini teşkilata bildirdim. Ancak Yeşilhisar olayları Meclis’e yansımıştır. O olayları incelemek üzere Kayseri’ye geliyorum.”
İnönü ve beraberindeki heyetin Ankara’dan bindikleri tren Kayseri’ye 49 km kala Himmetdede İstasyonu’nda askerlerce durdurulacaktı. Trene binen Vali Yardımcısı İnönü’ye Kayseri’ye giremeyeceğini söyleyecek, 2 saat 55 dakika süren tartışmalar sonrası tren Kayseri’ye hareket edecek ve haberi duyan büyük bir kalabalık İnönü’yü sevgi gösterileri ile karşılayacaktı.
Fakat Kayseri’den karayolu ile Yeşilhisar’a gitmek isteyen CHP heyetine izin verilmeyecekti. Yol askeri birlikler tarafından kesilmişti. Kayseri Valisi Ahmet Kınık olay yerine gelen CHP heyetine, Ankara’dan aldığı emrin kesin olduğunu bildirecekti.
Yapılan uzlaşma sonucu Vali askeri birlikleri kaldıracak, CHP heyeti de Yeşilhisar’a gitmeyi erteleyip Ankara’ya geri dönecekti. (100)
Nisan 1960’da yaşanan bu olayların sonucunda Demokrat Parti ülke siyasetine bomba etkisi yaratacak bir önerge ile meclise geldi. Özetle ‘ihtilalcilik’ ve ‘isyancılık’ ile suçladıkları ve memleket genelinde siyasi tansiyonun yükselmesinin nedeni olarak gördükleri CHP ve bir kısım basına yönelik Tahkikat Encümeni kurulması önerisiydi bu.
7 Nisan 1960 tarihli grup konuşmasında Menderes: “Ahlaksızlar, namussuzlar sizi kapatıyoruz, diye TBMM kararı ile CHP’yi kapatmak lazımdır (…) Bunların hakkından ancak Meclis gelir. Meclis de muhalefet değil DP grubudur.” sözleri ile öncesinde işaret fişeğini yakmıştı. (101)
Şimdi Meclis’e gelen ve Anayasanın ve Millet Meclisi’nin üzerinde yetkiler ile donatılacak olan Tahkikat Encümeni önerisi tam anlamı ile hukuk dışıydı.
Öneri lehine konuşma yapan bazı DP milletvekilleri çok ağır ifadeler kullanmaktan geri durmayacaklardı.
DP Grubu’nda encümenin gerekliliği ile ilgili bir konuşma yapan Gaziantep milletvekili Bahadır Dülger: “İsmet Paşa ölür ama leşi ortada kalır. Onu da bertaraf etmeye mecbursunuz. O halde tahkikat açalım” diyecekti. (102)
Önergeye göre kurulacak olan encümen, Türkiye’de her türlü siyasi faaliyeti durdurma kararı da dahil olmak üzere lüzumlu göreceği bütün karar ve tedbirleri almaya yetkili kılınacaktı. (103)
Bu encümen hem davacı olacak, hem hükmü verecek hem de verdiği hükmü uygulayacaktı. Oysa hukukun ‘H’sinin olduğu bir ülkede böylesi bir yetki hiçbir kişi ya da zümrede olamazdı.
İhtilalcilik ve isyancılık ile suçlanan CHP’nin lideri İnönü önergeye şiddetle karşı çıkacaktı. Asıl ihtilalin, iktidarı bir defa eline geçirmiş olanlar tarafından yapıldığını belirtecek, seçimle gelen DP’nin seçimle gitmek ihtimalinin ufukta gözükmesi nedeni ile ‘ben buradan gitmem’ telaşına düştüğünü söyleyecekti. (104)
Hiçbir uyarılarının dikkate alınmaması üzerine CHP grubu meclisi terk edecek, o sırada kürsüde bulunan DP Rize milletvekili Osman Kıvrakoğlu onlara hitaben şunları söyleyecekti: “Sizin, Demokrat Parti liderine, her gittiği yerde milletçe gösterilen muhabbetten haberiniz yok mu? Yüzbinlerin nasıl akın akın koşarak, Menderes’i bağrına bastığını işitmediniz mi? Söyleyin, Amerika’da mı, Fransa’da mı, İngiltere’de mi, İtalya’da mı veya Almanya’da mı, nerede, dünyanın neresinde ve hangi partinin başında Demokrat Parti lideri gibi sevilen bir reis vardır?” (105)
18 Nisan 1960 günü meclis oturumunda yaşanan bu olaylardan sonra 15 DP milletvekilinden oluşan Tahkikat Encümeni kurulmasına karar verildi.
Ve sadece 3 saat sonra Encümen radyodan ilk bildirisini açıkladı. Buna göre bütün siyasi faaliyetler durdurulmuştu. Partilerin bırakın miting yapmasını, üye kaydı yapması dahi artık yasaktı. Ayrıca basının meclis tutanaklarını yayınlanması da, encümenin yaptığı tahkikatların basında yer alması da yasaklanmıştı. Gazeteler sadece encümenin bildirilerini yayınlayabileceklerdi. (106)
Böylece, muhalefetin siyasi faaliyetler ile de, basın yolu ile de halka düşüncelerini anlatabilmesi olanaksızlaşmış, seçmen ile bütün bağı koparılmıştı. DP’liler ise ‘hükümet faaliyeti’ adı altında hiçbir yasağa takılmadan çalışmalarını yapmaya devam edecek, ‘siyasi faaliyet’ yasağı sadece muhalefet için uygulanacaktı.
Radyoda encümenin bildirileri okunuyor, İnönü hakkında suçlayıcı ifadeler yer alıyor olmasına karşın İnönü’nün bu suçlamalara vereceği yanıt yasak olduğu için hiçbir yerde yer alamıyordu.
Yaklaşan seçimlerde iktidarı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan Menderes’in, ‘Ben kendime sabık (eski) başbakan dedirtmem’ sözleri bütün bu yaşananlara ışık tutuyordu. (107) Amaç, CHP’nin siyasi faaliyetlerini askıya alarak kurulacak baskı rejimi ile seçimde olası bir yenilginin önüne geçmekti. Menderes, ‘demokratik’ yollarla elde ettiği iktidarı antidemokratik yöntemler kullanarak bırakmamayı tercih etmişti.
Encümen henüz çalışmalarına başlayalı iki gün olmuşken Ulus gazetesi yöneticilerini sorguya çekti. Gazetenin genel yayın yönetmen yardımcısı Erdoğan Tamer’e, encümen üyesi Bahadır Dülger’in söyledikleri tüyler ürperticiydi: “Biz Meclis’iz Erdoğan Bey. Biz temyiz tanımayız. Adama avukat tutturmayız. Hiçbir yere itiraz ettirmeyiz. Tevkif ederiz. Hapsederiz.” (108)
Dülger’in sözleri gerçek olacak, Çorum’da CHP İl Başkanı, ‘siyasi faaliyet’ yasağını ihlal ediyor diye, üstelik ‘halkı isyana teşvik ettiği’ de öne sürülerek tutuklanacaktı. Oysa yaptığı şey, Osmancık CHP İlçe Başkanı’nı ziyaret etmekten ibaretti. (109)
Tahkikat Encümeni kurulalı daha bir hafta olmuştu ki, meclise encümenin yetkilerini arttıran ‘Yetki Kanunu’ teklifi geldi. Filmin kopuşu da bundan sonra oldu.
Kanun teklifi, encümeni; savcılara, sorgu hakimlerine, sulh hakimlerine, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarla verilmiş olan yetkilerle donatıyordu. Tahkikat Encümeni; ‘göz altına alma’, ‘arama yapma’, ‘tutuklama’, ‘gazete ve dergileri toplatma ve kapatma’, ‘her türlü belgeye el koyma’ gibi kararları alabilmeye ve bu kararları ‘hükümetin bütün vasıtalarından yararlanarak’ uygulamaya yetkili oluyordu. Ayrıca Tahkikat Encümeni’nin kararları kesin olacak ve kararlara hiçbir mercide itiraz edilemeyecekti (110)
Teklifin görüşüldüğü oturumda çok sert tartışmalar oldu. Konuşması yarıda kalan İnönü’ye, verilen ara sonrası, Adnan Menderes’in talimatı ile, meclisten çıkarılma ve 12 birleşime de katılamama cezası verilecek, İnönü’nün konuşması Meclis tutanaklarından silinecekti. Sonrasında İnönü gibi meclisten çıkarılma cezası alan üç CHP milletvekili karara direnmeleri sonucu meclis genel kuruluna çağrılan polisler tarafından saldırıya uğrayacaktı. Dokunulmazlığı olan CHP Gümüşhane Milletvekili Nihat Sargınalp polisler tarafından yerde sürüklenerek kargatulumba meclis binasının dışına atılacaktı. (111)
Günün sonunda Demokrat Parti milletvekillerinin oyları ile Yetki Kanunu da kabul edildi.
* * *
Yetki Kanunun Meclis’te kabul edilmesi, ertesi gün – 28 Nisan 1960 – İstanbul Üniversitesi bahçesinde üniversite öğrencileri tarafından protesto edilmek istendi. Yetkisiz bir şekilde üniversite bahçesine giren polisin silah kullanması, üniversite rektörü Ord. Prof. Dr. Sıdık Sami Onar ve Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’i de darp etmesi sonucu olaylar çığırından çıktı. Gösteriler üniversite bahçesinden dışarı taştı, polisin müdahalesinin daha da sertleşmesi sonucu 20 yaşındaki Turan Emeksiz hayatını kaybetti, onlarca öğrenci yaralandı. (112)
Aynı gün İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi.
Ertesi gün – 29 Nisan 1960 – Ankara Üniversitesi öğrencileri protesto gösterileri yapacak, bu sefer sadece bahçeye girmekle kalmayacak olan polis, fakülte binalarında öğrencilere karşı güç kullanacaktı. Öyle ki, Siyasal Bilgiler Fakültesi verilen ‘ateş’ emri sonrası taranacak ve birçok öğrenci yaralanacaktı. (113)
30 Nisan günü bu kez liseliler sokaklardaydı. Galatasaray, İstanbul Erkek, Vefa, Kabataş Lisesi öğrencileri üniversiteli ağabey ve ablalarına destek verdi. (114)
Demokrat Parti Grubu’nda olayları değerlendiren Menderes ise ne yazık ki yangına körükle gidiyordu. ‘Bütün bu gazeteleri kapatacağız, bu adamları içeri tıkacağız. Üniversitenin temelinin altına gireceğiz. Belki bu akşam, belki yarın akşam, bir hususi mahkeme derhal kuracağız’ diyecekti. ‘Gerekirse tek başımıza silahları alır onları mahvederiz’ (115) sözleri tam bir talihsizlikti.
Aynı gün, Başbakan’ın halka hitabı radyoda tekrar tekrar yayınlanıyordu. Buna göre Menderes vatandaşlardan, ‘şüpheli gördükleri kişiler ile ilgili kurumlara haber vermelerini ve güvenlik güçlerine yardımcı olmalarını’ istiyordu. (116) Bu çok ama çok tehlikeli bir istekti.
İçişleri Bakanı Namık Gedik de 3-4 gündür uykusuz görev yaptığını söylediği – orantısız güç kullanan - polise takdir ve minnetlerini sunacaktı. (117)
Artık pim çekilmiş ve geri sayım başlamıştı. 2 Mayıs günü sıkıyönetim Komutanlığı gece sokağa çıkma yasağı getirdi. Sokakta 5 kişiden kalabalık topluluklara ateş edileceği bildirildi (118)
Aynı gün Sultanahmet’teki Adliye Sarayı’nın önünde toplanan avukatlara polis saldırdı. 20 kadar avukat gözaltına alındı. (119)
5 Mayıs günü Kızılay’da, göstericiler hükümeti istifaya davet edecek, orada bulunan Menderes yuhalanacaktı. Menderes, Bayar ve İçişleri Bakanı Namık Gedik Başbakanlıkta bir araya gelecek, Bayar Namık Gedik’e dehşet verici talimatını verecekti: “Şimdi Kızılay’a git, halkla göstericileri birbirinden ayır, sonra göstericilere ateş açtır.” Kızılay’a giden Gedik kalabalık etrafını sardığından çok şükür ki Bayar’ın emrini yerine getiremeden geri gelecekti. (120)
19 Mayıs günü kutlamaları hükümet tarafından yasaklanacak ancak halk Anıtkabir’e akın edecekti. Fakat bunun bedeli o insanlar için ağır olacak, ziyaretçiler Polis Enstitüsü civarında polisin saldırısına uğrayacaktı. Çoğu kadın birçok kişi coplanıp, yerlerde sürüklenecekti. (121)
21 Mayıs günü ise Harbiyeliler Kızılay ve Çankaya’ya doğru resmi üniformaları ile sessizce yürüyecekti. (122) Artık ihtilal bağıra bağıra gelmekteydi.
Bu arada bunca yaşanan gösteri, yaralanmalar, ölümler sansür nedeni ile vatandaşlardan gizlenmekte olduğundan, Türk halkı yaşananların çoğunu 27 Mayıs’tan sonra öğrenebilecekti.
Hükümet üyeleri sinirlerine hakim olamıyor, yangına körükle gidiyordu. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise 22 Mayıs 1960 tarihinde yapılan son Bakanlar Kurulu toplantısında: “Tek çare vardır, Halk Partisi’ni kapatmak ve bütün mebuslarını tevkif etmektir” diyecekti. (123)
Menderes ise ‘Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm’ sözleri ile milletvekillerine… ‘Kara cüppeliler’ yakıştırması ile üniversite hocalarına… ‘Battal Gazi ordusu’ ve ‘Ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim’ (124) sözleri ile de askerlere olan sert tutumunda her zaman ısrar edecekti.
DP taraftarı, anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ali Fuat Başgil olaylar nedeni ile hükümetin istifa etmesini önerecek ancak Bayar bu öneriye karşı çıkacaktı. Cumhurbaşkanı’nın, “Tenkit zamanı geçti, şimdi tenkil (ortadan kaldırma) zamanıdır” sözleri son şansın da yitirilmesine neden olacaktı. (125)
Ülke 27 Mayıs sabahı Albay Alpaslan Türkeş’in radyodaki sesi ile uyanacak ve bir grup subay, emir-komuta zinciri dışında hareket ederek yönetime el koyacaktı. 10 yıllık Demokrat Parti iktidarı sona ermişti.
* * *
Yaşanan bu 10 yıllık çok partili dönemde görüldü ki, yeni bir partinin (DP) kurulup seçimlerde kazanarak iktidarı geçmişin tek partisinden (CHP) devralması tek başına demokrasi demek değildi. Demokrasi, sadece sandık kurulması ya da seçimlere birden fazla partinin katılması da değildi. Demokrasinin olmazsa olmazı ‘özgür muhalefetti.’
Demokrat Parti hükümetinin demokratlığı ne yazık ki sadece parti isminde kaldı. ‘Halk beni seçti, öyleyse ben ne dersem o olacak’ anlayışı, en ufak eleştiriye bile hoşgörü ile yaklaşmayı bırakın sert tedbirler ile karşılık verilmesi sivil siyasete büyük darbe vurdu.
27 Mayıs askeri müdahalesi hep konuşuldu ama…
Demokrat Parti’nin otoriter bir iktidar olarak muhalefetin siyasi çalışmalarını yasaklaması, sivil toplumu, üniversiteleri, basını sürekli cezalandırması, yargıyı yürütmeye bağlamaya çalışması apaçık bir ‘sivil darbeydi.’
Gökhan Cebeci