15 Mart 2021 Pazartesi

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 4

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 4


Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,

1.3.3. Küresel Güç Dengesi:

Güç dengesi kavramı değişik anlamlarda kullanıldığından tek bir tanımı yapılamamaktadır. Realist yaklaşıma göre, her biri mevcut statükoyu sürdürmek veya yıkmak arzusunda olan devletlerin güç kazanmak istemelerinden dolayı, zorunlu olarak güç dengesi denen bir durum buna uygun politikalar ortaya çıkmaktadır .  Genel olarak güç dengesine; bir durum, bir politika ve bir sistem olarak üç şekilde bakılabilir.  Güç dengesi ya ağır tarafı hafifleterek ya da hafif tarafa ağırlık kazandırarak uygulanır.

Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir. Bazen birden fazla birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Bazen de tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişmiş eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezinde olduğu yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Hegemon güç kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, diğer hegemon güç adaylarını ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmiştir.

Tablo 10: 19. Yüzyıldan Günümüze Hegemonya ve Güç Dengesi


Uluslararası güç dengesi sıralaması 1900’de sırasıyla, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya ve ABD şeklindeydi. 1945’te liderlik ABD ve Rusya (SSCB)’ya kaydı. Bu yıllarda Japonya, Çin ve İngiltere çok geride kaldı. 2000’de ABD tek başına tepede, Çin, Almanya, Japonya ve Rusya onu izlemektedir . 19’ ncu Yüzyılın başlarında Almanya’nın, 20’ nci Yüzyılın başlarında ABD’nin dünya dengelerini etkileyecek şekilde ortaya çıktığı gibi, 21’ nci Yüzyılda küresel güç olma yolunda ilerleyen ülkelerin dünyanın jeopolitik dengelerini değiştirebileceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyeceği tahmin edilmektedir. 

II nci Dünya Savaşı sonunda İngiltere hegemonyayı ABD’ye devretmiştir. Soğuk Savaş’ın 2 + 3 (ABD – Sovyetler Birliği + Çin – Japonya - Almanya) dengesinin yerini son 15 yıldır Rusya’nın bir alt kademeye düşmesi ile 1 + 4 (ABD + Rusya – AB – Japonya – Rusya) dengesi almıştır . Soğuk Savaş sonrası dönem tek süper gücü daha müdahaleci yaparken, büyük güçleri ise bölgesel güvenlik ortamlarındaki konumlarını güçlendirmeye itmiştir. 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte iki kutuplu dünyadaki ideolojik ve stratejik temel tehditler ortadan kalkmıştır. 

Soğuk Savaş sonrası oluşan global güç dengesini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz ; 

(1) ABD, uluslararası sistemin merkezi, ekonomik, politik ve stratejik süper gücüdür. 

(2) Almanya, Avrupa Birliği’nin merkezi ekonomik gücüdür. Ancak nüfusu gerilemeye devam etmektedir. 

(3) İngiltere, Atlantik-Avrupa ekseninin denge ve köprü gücüdür. 

(4) Fransa, Avrupa’nın BM’deki daimi temsilcisi ve nükleer gücüdür. Etkinliği giderek azalmaktadır. 

(5) Rusya, Avrasya Ana Kıtası’nın jeopolitik ve merkez askeri gücüdür. 

(6) Çin, Asya-Pasifik ekseninin demografik ve ekonomik, denge gücüdür. 

(7) Japonya, uluslararası ekonomi-politiğinin denge gücüdür. 

        1.3.4. Güç Kategorileri:

Güç kategorisinin belirlenmesinde Buzan’ın yukarıdan aşağıya; süper güç – büyük güç – bölgesel güç sıralaması bugün için geçerli bir yaklaşım sağlamaktadır. Buzan’a göre süper güç; sahip olduğu birinci sınıf askeri-politik kabiliyetler ve bunları destekleyen ekonomisi ile uluslararası güvenliğin aktif oyuncusu, her istediği bölgede tehdit, garantör, müttefik veya müdahaleci konumundadır. Bu yönünün dışında uluslararası toplumu kendi yanına çekecek evrensel değerleri sahiplenmiştir. Büyük (great/major) güç ise bütün sektörlerde süper güç ile yarışacak kabiliyetlere sahip değildir ve küresel ile karşı karşıya gelme riski olduğunda güç kullanımı ve isteklerinde orantılı olmak zorundadır. 

                       Şekil 2 : 21. Yüzyılda Güç Dengesi Piramidi 


Bölgesel güçler ise kabiliyetleri ancak belirli bir bölge için etkili olan, küresel gelişmelerin pek çoğuna katılamayan güçlerdir. Bu güçlerin konumları ve ne istedikleri küresel hesaplamaların dışında tutulur. Örneğin Soğuk Savaş döneminin Vietnam, Kore ve Mısır’ı böyle bir konuma sahipti. Bölgesel güç olma konumunda olmamakla birlikte sınırlı da olsa bölgesinde etkili olan ülkeler için ‘alt bölgesel güç’ diyebiliriz. Buzan böyle bir kategoriye yer vermemekte ve bu ülkeleri bölge içi (domestic) ülkeler olarak adlandırmaktadır. Buzan ayrıca bazı ülkeleri birkaç bölgenin güçlerini ayırması nedeni ile tampon (buffer) ya da birkaç bölgeye ait olmakla birlikte tecrit edici (insulator) olarak tanımlamakta ve Türkiye’yi bölgesel güç olmamakla beraber tecrit edici kategorisine koymaktadır .   

Güç dengesi piramidinin en üstünde askeri-politik konular ile ilgili askeri gücü temsil eden tek bir kutup ve bu tabakada hegemon olan ABD bulunmaktadır. Ancak orta tabakadaki ekonomik boyutta Amerika hegemonyayı özellikle Avrupa ile paylaşmaktadır. Ulusaşan konuların yer aldığı en alt tabakada ise gücün dağılımında kaotik bir durum söz konusudur. Burada gücünü kullanma kabiliyetini kaybetmiş güçsüz güçler ve devlet dışı aktörlerin yer aldığı kaotik bir güvenlik ortamı söz konusudur. Nye’e göre eğer ilk üç kategorideki tabakalardan birini ihmal ederseniz oyunu kaybedersiniz. Öte yandan El-Kaide ağı (en alttaki) ulusaşan tabakadaki oyunu kazanma kabiliyetini artırmaktadır . 

        1.3.5. Güç Merkezleri ve Güvenlik Bölgeleri:

21’ nci Yüzyılda güç merkezi veya egemenlik bölgesinde hegemonya olma şartları değişerek gelişmiş; parayı kontrol etmek, gündemi belirlemek, düğüm noktalarında askeri güç bulundurmak, cazibe merkezi olmak gibi stratejik ve politik etmenler gücün olmazsa olmazları içine girmişlerdir. Bu bağlamda güç merkezi olma şartlarını, her alanda diğerlerine göre fazlasıyla sağlayan, hatta diğerlerini kendine mecbur eden, muhtaç eden, bağımlı hale getiren aktör bölgesel hegemonyasını ilan edecek, bu şartları dünya çapında sağlayabilirse küresel bir güç merkezi haline gelecektir.

Bazı kaynaklara göre güç merkezi olabilmek için, bir ülkenin aşağıdaki yedi genel kuralı sağlamış olması gerekmektedir ; (1) Ekonomik Alan: Yeteri kadar zengin olmak. (2) Teknolojik Alan: Enerji ve iletişim alanındaki gelişmelere hakim olmak. (3) Parasal Alan: Uluslararası alanda itibarı olan ve tasarruf edilebilir olarak değerlendirilen bir paraya sahip olmak. (4) Askeri Alan: Nükleer silahlara ve deniz aşırı kullanılabilecek düzeyde 10 kadar Piyade Tümenine sahip olmak. (5) Coğrafi Alan: Hayati bir müttefiki, esas deniz ulaştırma yollarını, içilebilir su rezervlerini ve enerji kaynaklarını ülke sınırları dışında koruyabilecek pozisyona sahip olmak. (6) Kültürel Alan: Ulusal ya da dinsel boyutta, diğerlerinin menfaatleri ile işbirliği yapmaya müsait ve eserleri ile diğerlerini kendisine çeken evrensel bir kültüre sahip olmak. (7) Diplomatik Alan: Emperyalist bir dış politikayı tasarlayan ve uygulamaya koyan, uyumlu ve yeteri kadar kuvvetli bir devlet yapısına sahip olmak.

Tablo 11: Güvenlik Bölgesi Çeşitleri

Güç merkezleri ile ilgili çeşitli kategorik (jeopolitik, ekonomik vb.) veya coğrafi (küresel, kıtasal vb.) sınıflandırmalar yapılmaktadır. 

Jeopolitik güç merkezleri; “Kendi coğrafyası içerisinde ve dışında sahip olduğu ve kontrolü altında bulundurduğu güç kaynaklarını, diğer ülkelere oranla geliştirerek bu kaynakları kendi lehine etkileyebilen devletler veya devletler topluluğu”  olarak tanımlanmaktadır. Bu kapsamda jeopolitik güç merkezlerini aşağıdaki gibi tasnif edilmektedir ; 

(1) Küresel (ABD), 
(2) Kıtasal (Çin, Rusya Federasyonu), 
(3) Bölgesel (Hindistan, Brezilya, İran, Japonya), 
(4) Birleşik  (NATO, Şangay İşbirliği Örgütü), 
(5) Sınırlı (Kanada, Meksika, Türkiye, İsrail, G.Kore). 
Ekonomik güç merkezleri arasında ise AB, NAFTA ve APEC’e yer verilmektedir.
Son dönemde oluşan dünya ekonomik güç merkezleri üç kutuplu bir görünüm yansıtmaktadır. 
Birinci kutup, bütünleşme sürecine girmiş olan 
Avrupa Birliği’dir. 27 ülkeden oluşan bu ekonomik blok, kendi içinde entegrasyon ile birlikte, genişlemeyi amaçlamaktadır . 
İkinci kutup, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA)’dir. ABD, Kanada ve Meksika’dan oluşan NAFTA, bu üç ülke arasında giderek gümrük 
duvarlarını indirmeyi ve zamanla diğer Latin Amerika ülkelerini de kapsayacak gerçek bir serbest ticaret sistemi oluşturmayı hedeflemektedir. 
Üçüncü kutup ise, henüz ilk tohumları ekilen APEC, yani Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği’dir. ABD ve Japonya dahil 17 ülkeyi bir araya getiren bu forum, 
ileride Pasifik Havzası’nın bir nevi Serbest Ticaret Bölgesi’ni veya ekonomik topluluğunu oluşturma gayesi gütmektedir.
 

Şekil 3: 21. Yüzyılın Başında Güvenlik Bölgeleri 

Güvenlik bölgeleri de kendi güç merkezlerine ve güç dengelerine yani kutupluluk çeşidine sahip olabilirler. Güney Afrika; tek kutuplu, Güney Asya; 
iki kutuplu, Orta Doğu, Güney Amerika ve Güney Doğu Asya ise çok kutupludur. Güvenlik bölgeleri standart (birden çok bölgesel gücün bulunduğu) 
veya tek merkezli bölgeler olarak ikiye ayrılmaktadır. Buzan’ın güç dengelerine göre güvenlik bölgesi yapısı analizi Tablo 11’de verilmiştir. 
Bazen yapısız güvenlik bölgeleri de meydana gelebilir. Bunun nedeni bölgedeki güçlerin yetersiz kabiliyetleri ve diğer bölge dışı güçlerin isteksizliği olabileceği gibi güçlü bir uluslararası düzenlemenin bölgedeki güçlerin işlevlerini engellemesi de olabilir. Tablo 12’de güvenlik bölgelerinde yer alan güç aktörleri ve muhtemel trendlere yer verilmektedir.
Tablo 12: Güvenlik Bölgeleri; Güçler ve Trendler



      1.3.6. Güç Aktörleri ve Muhtemel Değişimleri:

ABD, dünyanın tüm bölgelerine her türlü müdahalede bulunabilecek tek süper devlettir. Dünyanın tek kutuplu hale gelmesinin iki temel sonucu; ABD’nin hegemonik gücünün kontrol edilemez ve sınırlandırılamaz hale gelmesi ve diğer ulusların, ulusal çıkarlarına yönelik dış politika uygulama olanağına kavuşmalarıdır . Ne var ki, diğer ülkelerin ulusal dış politikalara yönelmelerinin ABD’nin kontrolü dışında olamayacağı kısa sürede anlaşılmıştır. Güç dengesindeki bu tarihsel dönüşümle ABD, dünyayı yeniden şekillendireceği, tarihin en büyük fırsatını yakaladığını görmüş ve vakit kaybetmeksizin kurallarını kendi koyduğu bir yeni dünya düzenini şekillendirmeye başlamıştır.

Mevcut aktörlerden ABD; sert, yumuşak ve askeri güç açısından en üst seviyededir. Ancak yapısı çatırdamaktadır. ABD gibi hegemon bir gücün uluslararası ilişkilerdeki etkisinin artması ve politikalarını uygulamasının daha az maliyetli olması, yumuşak gücünü sert gücü kadar etkili kullanabilme yeteneğine bağlıdır. Irak savaşı ve ardından yaşanan gelişmeler ABD'nin diğer ülkelerle kıyaslandığında çok ileri olan yumuşak gücünü özellikle Orta Doğu'da kullanamadığını ve üstelik kontrolsüz bir şekilde kullanılan sert gücünün, yumuşak gücüne zarar verdiğini göstermektedir. Oysa yumuşak gücün kaynakları olan kültür ve politik değerler açısından ABD büyük bir çekim gücüne sahiptir. ABD kendisini zorlayan takipçilerine rağmen yapısındaki gerekli onarım ve geliştirmeleri yaparak yerini korumaya devam etmektedir. 

Yükselen güçlerin ABD’nin rakibi olması henüz kesin değildir. Avrupa, Japonya ve belki de Rusya’nın, yaşlanan nüfuslarının etkilerine rağmen, güçlerinde herhangi bir değişim olmayacağı tahmin edilmektedir. ABD’nin en yakın rakibi AB’dir, ancak AB’nin de bu yüzyılın ilk çeyreğinde, mevcut problemlerini, askeri ve siyasi alanlardaki eksikliklerini gidererek ABD’nin karşısına bir süper güç olarak çıkması pek mümkün gözükmemektedir. Avrupa’nın ABD’nin rakibi olabilecek bir siyasi güç için gerekli bütünlüğe ulaşması çok zaman alacaktır. Eski ana Avrupa güçleri olan İngiltere, Almanya ve Fransa; ABD ile aradaki güç boşluğunu kapatamayacak kadar zayıftırlar.  

Şekil 4: ABD, Japonya ve Çin’in Tahmini Güç Hareketleri  


21’ nci Yüzyılda tek başına sıçrama yapma şansı olan ülkeler arasında dört ülkenin ismi öne çıkmaktadır. Bunlar dünya imalat sanayinin en büyük gücü olma yolunda ilerleyen Çin, yazılım alanında başlattığı atılımı ekonomik büyümesiyle hızlandıran Hindistan ile atılım yapmaları halinde bu ülkelere katılma potansiyeli olan Rusya ve Brezilya’dır. Brezilya ve Rusya; Çin ve Hindistan gibi benzer politik etkiler yaratacak olmamalarına rağmen, ekonomik gelişimlerini sağlayacaklardır . Brezilya, Güney Afrika, Endonezya ve hatta Rusya’nın Çin ve Hindistan’ın yükselen rolünü destekleyecekleri öngörülmektedir.

20’ nci Yüzyıla Amerikan yüzyılı denildiği gibi, 21’ nci Yüzyıla -başta Çin ve Hindistan olmak üzere, yeni gelişen bazı ülkelerin güç merkezi olarak ortaya çıkış zamanı denilebilir. Politik ve ekonomik gücü hızla artması beklenen Çin ve Hindistan’ın hızlı ekonomik gelişimi, büyüyen askeri kapasitesi, yüksek teknolojiyi etkin kullanmaları ve artan nüfusları bu değişimin temel faktörleri olacaktır. Ekonomisi giderek gelişen Asya kaplanı Çin’in de diğer aktörlere rağmen yumuşak ve sert gücünü geliştirerek bir süper güce dönüşme ihtimali en azından bu yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmeyecektir.

Küresel güç merkezi olma arzusundaki Çin’in, askeri gücünün etkisine paralel olarak ekonomik büyümesi de bölgedeki diğer ülkeleri etkileyecektir. Doğu Asya ülkeleri, yakın ekonomik ve politik bağ kurarak güçlenmiş Çin’in gelişimine adapte olurken, ABD, Çin’in yükselişini engelleyecek arayışlar içerisinde olacaktır . Çin’in rekabet edecek bir güce ulaşması için en az iki nesil zamana ihtiyaç vardır. Çin, yüksek oranlı ekonomik büyümesini ve iç siyasi istikrarını korusa bile alt yapı sorunları ve sınırlı cazibesinden dolayı ancak bu dönemde büyük bir güç olarak kalabilir. 

Rusya’nın enerji kaynaklarının ekonomik büyümesinde etkin rol oynayacağı öngörülürken, Rusya’nın küresel bir oyuncu olmasının önündeki engeller şu şekilde öngörülmektedir; (1) Düşük doğum oranı, yetersiz sağlık hizmetleri ve AIDS hastalığının yayılma riski sebebiyle Rusya’nın nüfusunda muhtemelen büyük oranda azalma yaşanacaktır. (2) Rusya’nın güçsüz güney komşularında ortaya çıkan radikal İslami terör ve etnik sebebe dayalı çatışmaların, gelecek on beş yılda daha da artacağı tahmin edilmektedir. (3) Kafkaslardaki özerk devletlerin bağımsızlık istekleri ve yıkılma riski, bölgedeki gerilimi ve çatışmaları kalıcı kılacaktır. 

Rusya’nın ana hedefi doğudaki sınırlarını Çin’e kaptırmamak için sosyo-ekonomik olarak kendine gelmektir. Hali hazırdaki nüfus, ekonomi ve askeri alanlardaki problemlerine çözüm bulamayan RF’nin bu yüzyılda büyük güç konumundan yukarıya çıkması zor görülmektedir. Bütün bu sosyal ve politik faktörler dahilinde 2020’nin kompleks dünyasında, Rusya eğer hem ABD ve Avrupa hem de Çin ve Hindistan ile ortaklık kurabilirse önemli bir güç olabilecektir. Bununla beraber Asya’da ABD’yi bekleyen en büyük tehlikenin Çin-Rusya ittifakı olacağı açıkça görülmektedir. 

Siyasal ve askeri bir cüce olan Japonya’nın da ABD hegemonyasına rağmen gelişerek süper bir güç olma ihtimali yoktur. Japonya, dalgalanan ekonomisini yeniden yapılandırmada yaşlanan nüfus krizi ile karşılaşacaktır. Ancak Japonya bölgede statüsünü ve rolünü artıracak bir güce de sahip olacaktır. Japonya’nın ilgi alanı Güney Doğu Asya’dan; Çin, Japonya ve Kore üçgeninden oluşan Kuzey Asya’ya doğru yer değiştirecektir . Bu bölgede ABD için en büyük tehlikelerden birisi Japonya’nın önümüzdeki dönemde Batı ittifakı yerine Çin ile gücünü ve konumunu güçlendirme seçeneğini kabul etmesidir. 

Hindistan’ın yükselişi ise bulunduğu coğrafyada stratejik komplikasyonlar oluşturacaktır. Hindistan bölgesinde ekonomik cazibe merkezi olacak ve onun gelişimi sadece Asya’da değil aynı zamanda Merkezi Asya, İran ve diğer Orta Doğu ülkelerinde de etkiler yaratacaktır. Uzun vadeli olarak ulusal bütünlüğü ile ilgili sorunlarla karşı karşıya olan Hindistan’ın bir süper devlet olması zor görünmektedir . Diğer bölgesel güç merkezi durumundaki aktörler de boy olarak ne uzayacak ne de kısalacaklardır. Ancak bu çeyrekte mevcut statükoları değişmeyecektir . 

Türkiye’nin ekonomik boyutları, eğitim düzeyi ve teknoloji birikimi ile küresel olarak yükselen ülkeler arasında yer alması zor gözükmektedir. Türkiye’nin ulusal gücünü artırması küreselleşmeden ağır darbe almadan gelişebilmesi ve küresel ekonomide ağırlığı olan bir grup içerisinde yer almasına bağlı olacaktır . Türkiye’nin gerçekten bir güç merkezi olabilmesi ise ulus-devlet yapısı, egemenliği ve bağımsızlığı ile birlikte ülke bütünlüğünü koruyarak; ulusal gücünü artırmasına ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bağımsız güç politikaları uygulayabilme yeteneğini elinde bulundurmasına bağlıdır.

       1.3.7. Amerika Birleşik Devletlerinin Gücü:

A. Tarihsel Süreç:

II nci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde uluslararası sistemde uzun dönemli güç ilişkilerini inceleyen bazı modelleme çalışmaları yapılmıştır. Bunlar arasında ‘güç geçişi (power transition)’, ‘hegemonik istikrar (hegemonic stability)’ ve ‘uzun döngü (long cycle)’ gibi çalışmalar büyük güçlerin zamanla yükselip düşüşe geçtikleri ve aktörlerin güç konumlarının sürekli değiştiğine ilişkin fikirler ortaya koymuşlardır. Örneğin Doran, herhangi bir gerileyişin ancak aktörün kaydettiği ortalama büyüme oranının sistemin kaydettiği ortalama büyüme oranını geçmesi halinde aksi yöne döndürülebileceğini ortaya koymuştur . 1990’lı yıllar bu düşüncenin en önemli argumanı olmuş çünkü ABD tekrar yükselişe geçmiştir. 

Ortaya konan teoriler bir aktörün güç döngüsündeki konumunu üç temel faktörün belirlediğini göstermektedir. Bunlardan birincisi aktörün gücü ve rolü arasındaki farktır. Güç ve rol arasında önemli bir fark varken kritik bir noktadan geçilmesi riski çok yükseltir . İkinci faktör birçok aktörün aynı zaman diliminde farklı da olsa kritik noktalardan geçmesidir. Bu da büyük bir savaşın çıkması ihtimalini yükseltmektedir. Üçüncü önemli faktör ise içinde bulunulan güvenlik ortamında karar alıcıların esnek olmayan tutumlarıdır ki bu da çatışma riskini artırmaktadır. Ancak risklerden uzaklaşmak fırsatların da kaçması anlamına gelir . 

19’ ncu Yüzyılda güçler dengesine katılan ABD’nin uluslararası sistemdeki payı 1930’larda en üst düzeyine ulaşmış, sonrasında başlayan düşüş süreci Soğuk Savaş sonuna kadar devam etmiştir. Ancak düşüş sürecinde güç eğrisi üç dönemde yeniden toparlanma dönemine girmiştir; İkinci Dünya Savaşı ile birlikte 1960’lara kadar olan dönem, Reagan dönemi ve Clinton dönemi. ABD gücünün gerilemesi için tam başlangıç tarihi 1938’dir. II nci Dünya Savaşı dönemindeki rakiplerinin zayıflığı bu gerilemeyi gizlemiş ancak 1970’lerde en belirgin konumuna gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın savunma sanayini körüklemesi ve edinilen hegemon rol ile artan ABD güç kapasitesi özellikle Avrupa ve Japonya’nın ekonomik toparlanması ve sisteme 1950 yılında giren Çin’in baş döndürücü yükselişi ile düşüşünü hızlandırmıştır . 

Nixon ve Carter dönemleri ABD’nin en çok sendelediği dönemler olmuş, Reagan ile birlikte gerek güvenlik gerekse ekonomi alanında uygulanan stratejiler ile yeniden toparlanan ABD; Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile tarihi bir fırsat daha yakalamıştır. Bu fırsat dünyanın şekillendirilmesi için değil Amerikan kapasitesinin iyileştirilmesi içindi. Ancak bu iyileştirme oranı Çin kadar başarılı olamadı. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası sistemdeki payı %30’dan % 33’e çıkarken Çin aynı dönemde % 18’den %25 civarına yükselmiştir .

 B. ABD Gücünün Kaynakları:

ABD, küresel gücün belirleyici dört alanında en üstün durumdadır. Askeri olarak eşi olmayan bir küresel erişime sahiptir. Ekonomik olarak, her ne kadar Japonya ve Almanya bazı bakımlardan rakip olsalar da küresel büyümenin lokomotifi olmaya devam etmektedir. Teknolojik olarak yeniliğin tüm ileri uçlarında önderliği elinde tutmaktadır ve kültürel olarak, bazı aşırılıklara karşın, özellikle dünya gençleri arasında rakipsiz bir cazibeye sahiptir. Tüm bunlar Amerika’ya başka hiçbir devletin yakınlarına bile yaklaşamadığı siyasi bir nüfuz sağlamaktadır. Amerika’yı tek kapsamlı küresel süper güç yapan bu dördünün birleşimidir .

Bir Amerikalı yazara göre: "Bugünün uluslararası sistemi güç dengesine göre değil, Amerikan hegemonyasına göre oluşturulmuştur.” ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan, o zaman kadarki en öncü güç olarak çıktı. Teknolojik ve üretimde üstünlüğü ele geçirdi. Dünya altın arzının desteğini arkasına alan dolar en değerli para ve bu paranın askeri aygıtı diğerlerine en güçlü ordu haline geldi. Uluslararası ilişkilerde ABD, kendisini özgürlüklerin ve özel mülkiyet haklarının baş savunucusu olarak sundu. “Özgür Dünya” içinde ABD, ticaret, ekonomik kalkınma ve hızlı sermaye birikimi için açık bir uluslararası düzen oluşturmaya çalıştı. ABD onyıllardır olduğu gibi bugün de dünyanın, kendisini sonsuz sermaye birikimine adamış kesimine liderlik etmektedir. 

Amerika’nın dünyadaki rolü zamanımızın iki yeni ana gerçekliğinden kaynaklanmaktadır; daha önce benzeri görülmemiş amerikan askeri gücü ve küresel karşılıklı iletişim . Bunlardan ilki Amerikan hegemonyasının uluslararası ilişkiler tarihinde tek kutuplu dönemini, ikincisi ise küreselleşmenin ulus-devletleri aşındırdığı süreç ile tanımlanmaktadır. ABD, sahip olduğu idealler, uyguladığı diplomasi ve askeri gücü ile dünya olaylarına şekil verecek güç ve kudrete sahip bulunmaktadır . Demokrasiyi yayma, güçlü bir ekonomi ve silahlı kuvvetlere sahip olma ve serbest pazar ekonomisini yaygınlaştırma politikasını etkinlikle uygulamaktadır. Uluslararası sorunlardaki rolü işbirliği rolünden ''dünya polisi'' rolüne doğru kaymaktadır. 

Soğuk Savaş döneminde kurulan siyasi ve askeri bölgesel ittifaklar ile ABD’nin resmi güç projeksiyonu ABD’nin askeri gücünün temel çerçevesini oluşturmaktadır. Atlantik-Batı Avrupa-Türkiye arasında kalan bölgede; NATO, Güney ve Doğu Asya başta olmak üzere çeşitli ikili ve çoklu anlaşmalara dayanan savunma ittifakları (Japonya, Filipinler vb.) ABD askeri gücünün denizaşırı varlığına meşruiyet sağlamaktadır. ABD, terörizm ve kitle imha silahlarına karşı kampanyada kendisine destek veren ve yardım edenlere koruma sağlamaktadır. Kitle imha silahlarının peşinde olanlar ve teröristlere yardım edenler ise, düşman tarafındadır. Onlara verilen tek şans ise, kitle imha silahı üretme hırsı olmayan ya da ABD ile dost olan bir hükümete sahip olmak için “rejim değişikliğine” gitmeleridir.

Amerikan ekonomisi dünyanın en büyük ekonomisidir. Dünya üretiminde %27'lik bir paya sahiptir ki bu oran Amerika'yı izleyen üç ülkenin (Japonya, Almanya, Fransa) toplam üretimine eşittir. Dünya nüfusunun yirmide birinden az bir nüfusa sahip olmasına rağmen dünyadaki ekonomik faaliyetlerin dörtten birinden fazlasını yapmaktadır. Dünyadaki merkez bankalarının üçte ikisi dolar ile rezerv yapmakta ve 60 yıldır ABD uluslararası finans pazarlarına hakimdir. Dünyadaki 500 büyük şirketin 219'u Amerikandır. Piyasa değeri açısından dünyanın en büyük yüz şirketinin elli dokuzuna sahiptir. Doğrudan dış yatırımda ABD ikinci sıradaki İngiltere'nin iki kat önündedir. 100 büyük markadan 62'si Amerikandır. 

Diğer ülkeleri etkilemede ABD’nin göreceli avantajları bulunmaktadır ; karşı konulmaz askeri kabiliyetleri, ekonomisi, bilim ve teknolojik yenilikler konusunda lider rolü bunların başında sayılabilir. ABD, uluslararası siyasi düzende BM Örgütü ve G-8’ler vasıtasıyla, uluslararası ekonomik politik düzende ise finans kuruluşları IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vasıtasıyla hegemonyasını sürdürmektedir. ABD, ekonomik ve politik bölgesel ittifaklar; NAFTA, APEC, ve AB-Transatlantik ittifakı’nda da son derece güçlü bir konumdadır. DTÖ’nün yardım toplantılarındaki gündem, dünya ticaretinin yaklaşık üçte ikisini oluşturan ABD, Kanada, Japonya ve AB’nin oluşturduğu “dörtlü” tarafından belirlenmektedir. Dünya Bankası’na başkanlık eden kişi antlaşma gereği Amerikalıdır. ABD oy kullanma gücünün en yüksek oranına sahiptir. IMF’de önemli kararların çıkması için %85 oy gerekmekte ve ABD %17 oy gücü ile etkili ve tek veto gücüne sahip ülkedir. Bu yüzden IMF ve Dünya Bankası’na ‘ABD Hazine Bakanlığı’ yakıştırması yapılmaktadır .

ABD kültür ve değerleri Hollywood sayesinde tüm dünyayı etkilemektedir. Amerikan popüler kültürü İkinci Dünya savaşından sonra tüm Avrupa'ya yayılmış ve Avrupa'nın demokratikleşmesini hızlandırmıştır. İngilizce dünya dili ve Amerikan kültürü bir mıknatıs gibi herkesi çekmektedir. Amerika eğitimde ve idari becerilerde olduğu kadar film, popüler müzik, internet, markaların bilinirliği, mutfak, dil ya da kısaca bilim adamlarının Amerikan hegemonyasının “acıtmayan gücü” dedikleri alanların tamamında dünyanın her yerinde egemen durumdadır. Amerika’nın geniş çaplı kültürel egemenliğinin ne benzeri ne tarihsel anlamda öncülü ne de ufukta bir rakibi vardır .  

Bugünün jeopolitiğinin ana gerçeği, Amerikan askeri gücüdür. ABD, dünyanın askeri gücünün % 38’ine ve askeri kapasitesinin büyük bölümüne sahiptir. 2002 yılı verilerine göre 347.9 milyar dolarlık savunma bütçesiyle ABD rakipsizdir. Dünyada Amerika’ya savaş açıp kazanabilecek bir konvansiyonel güç bulunmamaktadır. Dünyanın tüm güçleri bir araya gelse bile ABD’yi yenmeleri garanti değildir. Amerika; askeri güç açısından, hem nükleer silahlara hem de dünyanın her yerine ulaşabilen Konvansiyonel kuvvetlere sahip dünyanın tek ülkesidir. Amerikan askeri gücü dünyaya yayılmış üsleri ile küresel olarak yayılmıştır. Bölge komutanları bulundukları coğrafyaların valisi gibidir. 

Dünyada ABD’ye karşı savaş kazanabilecek hiçbir konvansiyonel güç olmadığından, onu ilgilendiren tehditlerin her ikisi de konvansiyonel silah sahası menzilinin üstünde ve altında kalmaktadır; bir yanda kitle imha silahları, diğer yanda terörizm. ABD’nin caydırıcılık politikası her iki tehdidi de önlemeye yöneliktir. Kitle imha silahları olan ülkeler, özellikle nükleer silahları var ise ve bu silahları New York’a ulaştırabiliyorlarsa potansiyel tehlike yaratmaktadır. İkinci tehdit, bu silahların daha geniş bir alan yayılması ve terörist grupların eline geçmesi olasılığıdır. 11 Eylül saldırıları iyice belirginleşen uluslararası terörizmle mücadele de yaşanan başarısızlıklar; Irak, Afganistan ve Filistin’de sonu gelmeyen intihar saldırıları ve terörist faaliyetlerdeki artış; caydırıcılığın, hiçbir sabit adresi olmayan ve inandıkları amaç uğruna ölmeye hazır olan insanların üzerine etkili olmasının zor olduğunu gösterdi.

   C. Amerikan Gücünün Düşüşü:

Bazı düşünürlere göre, ABD İmparatorluğu doğanın normal akışında oluşan bir gerekliliktir. Ancak ABD’nin üstlendiği görevlerin şüphesiz ki bir sonu vardır ve bu uzun vadeli değil orta vadeli bir gelecekte gerçekleşecektir. Tarihçi E.H. Carr’ın bir zamanlar belirttiği gibi geçmişte dünya toplumu yaratma çabalarının hepsi mevcut olan tek gücün çöküşüyle gerçekleşmiştir. Bu düşüşler, dünya genelinde her türlü bağlantının düzen ve istikrar ortamında yapılabilmelerini sağlamıştır. 

1990’ların sonu ve 2000’lerin başında ABD, yumuşak gücünün zirvesinde idi. Amerikanın bilgi teknolojisindeki üstünlüğü ekonomisine güç vermiş, internet ve bilgi teknolojisi devriminin keskin uçlarındaki liderlik iş dünyasına yerleşmişti. Amerikan müzik, sinema ve televizyonları dünyanın her yerindeki yerel piyasalara hakimdi. İş, turizm veya çalışmak için ABD’ye yapılan yasal ve yasal olmayan göç zirvedeydi. Doğu Avrupa, Doğu Asya ve Afrika’daki demokratik değişimler Amerikan demokratik kültürü ve kurumlarına olan küresel ilginin bir tezahürü idi. Amerikan sembolleri ve ABD liderlerinin karşılanış biçimi tüm dünyada ABD’nin temsil ettiklerinin ve etkisini kabullenişin görülmemiş örnekleri idi.

Ancak bu dönemde bir yandan yumuşak gücün azalışının tohumları ekilmekteydi. II nci Dünya Savaşı’ndan beri hükümet destekli kamu diplomasi programları yurt dışında kamuoylarının ABD dış politikası yönünde etkilenmesi için önemli bir vasıta olmuştu. Radyo Free Europe Sovyet Bloku’nda yaşayanlara yönelik olarak Batılı haberlerin verildiği ve değerlerinin teşvik edildiği bir araçtı. Dışişleri Bakanlığı uluslararası değişim programları Margaret Thacther’dan Hamid Karzai’ye kadar geleceğin liderlerini yetiştirmekte kullanılmıştı. 

Amerikan Tanıtma Ajansı (USIA) tarafından çalıştırılan Kütüphaneler ve Amerikan Merkezleri ile ABD Elçilikleri hükümet desteği ile yabancılara Amerikadan pop, caz ve diğer sanat faaliyetleri için programlar düzenlemekteydi.  Ancak gücünden çok emin olan Clinton yönetimi USIA’nın bütçesini kısmanın yanında bu organı bakanlığın Eğitim ve Kültür Dairesi’ne katınca değişim programları yıllık 1995’de 45.000’den 2001 yılında 29.000’a düştü. Kamu diplomasisi personeli dörtte bire düşerken kütüphanelerin çoğu kapandı .

  Yumuşak gücünün azalmasının diğer faktörleri ise Amerikanın çirkin yüzünün ortaya çıkışı ile ilgili idi. Sovyetlerin çöküşünden sonra tek süper güç olarak kalan ABD 1990’larla birlikte dışarıdan göçlere karşı çok sıcak bakmamaya başladı. Küresel ısınmayı önleme konusunda Kyoto Protokolünü onaylamaması, Uluslararası Ceza Mahkemesi kararlarını tanımaması gibi gelişmeler imajını olumsuz etkilemeye başladı. Küreselleşmenin vahşi kapitalizm nedeni ile Amerikan sosyal modelinden kaynaklandığı düşüncesi de ABD imajını olumsuz etkilemeye devam etti. Bunu Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası ile ilgili küreselleşme ve ABD karşıtı protestolar izledi. Amerikan kültürünün yayılması, iş dünyası ve politik liderlerde Amerikan film ve medyasının kendi yerel sanayilerine hakim olacağı korkusu ile birlikte istenmezliğe katkıda bulundu. Ancak hepsinden öte Irak Savaşı ABD’nin dünyadaki rolü ve meşruluğunun küresel kabul oranını keskin bir şekilde düşürdü. 

ABD yönetiminin uluslararası forumlardaki girişimleri ABD’nin dünyayı düşünmekten çok kendi çıkarları peşinde olduğu imajına katkıda bulundu. Ekim 2003’de yapılan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Konseyi’ne katılan Bush’un getirdiği ticari kısıtlamalar yerine kendi güvenlik sorunlarına odaklanmasının yarattığı memnuniyetsizlik buna örnek olarak verilebilir. Colin Powell, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde öncekilere göre çok daha az yurt dışı ziyaret yaptı, Avrupa ve Asya’daki çokuluslu forumların çoğuna katılmadı. Bu trende devam eden Rice’da 2005 yılı yazındaki ASEAN toplantısına katılmadı. 

Son on yılda ABD 95 ülke veya bölgeye tek taraflı ekonomik yaptırım uyguladı . Bunların en sonuncuları olarak Filistin bölgesinde bankacılık faaliyetlerinin durdurulması, İran’a uygulanan ciddi sınırlamalar ve Sudan ile ticarette dolar kullanımının önlenmesi sayılabilir. Ancak bugün bu zorlayıcı dış politika uygulamaları ABD’nin politik saygınlığını, ekonomik dayanıklılığını ve rekabet gücünü olumsuz etkileyecek hale geldi. Artık uluslararası kuruluşlar dolardan, New York ile bankacılık işlemi yapmaktan ya da ABD’ye dayalı finansal kuruluşlarla işbirliği yapmaktan kaçmanın yollarını aramaktalar. Finansal gücünün istismarı ABD’yi kaybedenler yoluna soktu. Amerikalı yatırımcılar bile dolar dışındaki dövizleri ve borç araçlarını kullanmaya eğilimliler. İhracat kontrolörleri de yabancı alıcıları tetkik etmesi ABD’de yabancı korkusunun nasıl bir ulusal paranoya halini geldiğinin göstergesi oldu. Usame Bin Ladin ülke içinde istihdam yaratan ülke dışında ise Amerikan mallarını almayın diyen en büyük faktör konumuna geldi.

Abu Garip ve Guantanamo hapishaneleri ile ilgili haberler ABD’nin küresel sahnede insani ve adaletli bir aktör olduğunu imajını yok etti. Bu imajın oluşumunda Arap ve Asya uydu TV.leri de etkili oldu. Beyaz Saray’da hatalara kamu diplomasisi alanında Amerikanın Sesi Radyosu’nu (VOA) artan şekilde siyasileştirerek yaptı. VOA’nın Irak savaşı ile ilgili şüpheli hikayeleri Amerika’da özgürlük ve hukukun üstünlüğü ile ilgili algılamaları olumsuz etkiledi. Bush yönetimi dış işleri çalışanlarının gazetecilerle temaslarına sıkı tahditler koydu. Arap ülkelerini etkilemek için kurulan VGA ise Amerikan değerleri ve politikalarını geliştirmek için iletişim kurmakta başarısız oldu. Bush’un Kamu Diplomasisi’nin başına getirdiği Karen Hughes Orta Doğu’ya yaptığı ziyaretler ve yoğun medya kullanımına rağmen yerel yönetimlerden sınırlı karşılık alabildi.  

11 Eylül saldırıları sonrası ABD’nin göçmenlere Kongre’de getirdiği sıkı kontroller Amerikanın iş, öğrenim ve turizm için ne kadar iyi bir fırsatlar ülkesi olduğu sorusunu tetikledi. ABD üniversitelerine uluslararası öğrenci başvuruları 2003-2004 yıllarında %28, 2004-2005 yıllarında ise %5 düştü. 2000-2003 yılarındaki turist gelişi de 10 milyon civarında azaldı. 2000 yılından beri yasal göçlerin de azaldığı dikkat çekmektedir . ABD’nin cazibesinin azalması başka yönlerden de daha belirgin ve yaygın hale gelmektedir. Amerika’ya gelmek için çoğu bilim adalarına ait vize başvuruları ile ilgili güvenlik tedbirleri 20 kat arttırıldı. Artık dünyanın hemen hiçbir yeri Amerikalılar için de güvenli değil ve Amerikalıları da her yerde can sıkıcı güvenlik tedbirleri beklemektedir.

Tablo 13: ABD’de Savunma ve İç Harcamalar (2000-2004)

ABD, uygulamaya çalıştığı dış politikanın yanında iç problemlerle de karşı karşıya bulunmaktadır. Clinton yönetimi ile kıyaslandığında Bush yönetiminin ekonomik güç kapasitesi de oldukça sönüktür. Artan bütçe açıkları ve sallanan ekonomik dengeler bir yandan savunma harcamaların da gittikçe alarm vermektedir. Hazine Bakanı’nın kabinedeki ağırlığı Savunma ve Dışişleri Bakanları yanında oldukça azdır. Birçok etnik grubun yanı sıra lobicilik en önemli sorunları arasındadır . Lobicilik ve savunma harcamalarının giderek sosyal programları daha fazla göz ardı etmesi ABD içinde etnik ve sosyal kapsamlı sorunların iç çatışmalara yol açma riskini artırmaktadır. 2000-2004 yılları arasında ABD savunma harcamalarının ve ülke içi gelişim programlarının GDP içindeki yüzdesi Tablo 13’de olduğu gibi gerçekleşmiştir.

Sert güç kapsamında ABD savunmasının dönüşümü  kritik bir safhaya girmektedir. Savunma Bakanlığı 1950’li yıllardan beri dünya genelindeki üs ve kuvvet kullanımları ile ilgili en zor değişikliklerin yapılmakta olduğu bir dönemde bulunmaktadır. Bununla beraber en zor konu savunma harcamalarının artan soysal bütçe ihtiyaçları karşısında nasıl yerine getirebileceğidir. Örneğin yaşlanan nüfusa karşın sosyal güvenlik sistemi için gerekli olan emeklilik ve sağlık reformları bütçe beklemektedir. 

Savunma Bakanlığı’nın öngörüleri ise 2005-2009 arasında ortalama 500 milyar dolar olacak yıllık savunma harcamalarının 2010-2022 yılları için yıllık 550 milyar dolardan daha fazla olacağını söylemektedir . Buna karşılık ABD bütçe açığı 2002-2004 yıllarında toplam 950 milyar dolara ulaşmışken açığın 2005-2009 yılları sonunda yaklaşık 1.4 trilyon dolara ulaşacağı hesaplanmaktadır. Savunmaya bütçesinin % 16’sını harcayan ABD dış ilişkilere %1'ini harcamaktadır. 

Amerika’nın hegemonyasını sadece sert güç ile devam ettiremeyeceği Irak Savaşı ile daha açık olarak ortaya çıkmıştır. Irak harekatının ABD hegemonyasını ne kadar etkilediği ABD yumuşak gücü kapsamında analiz edilmelidir. ABD yumuşak gücünün üç unsuru bulunmaktadır ; (1) Amerikan değerlerinin ve kültürünün cazibesi, (2) AB hegemonyası algılamasının yaygın olması, (3) Amerikan güç uygulamalarının meşruiyeti. Irak’ta zor kullanma politikası yeni düşmanlar yaratmakta ve Amerika hegemonik bir bataklığa saplanmaktadır. ABD’nin teröre odaklı Irak savaşında özellikle işkenceye varan uygulamalarında uluslararası normları ve kurumları göz ardı etmesi yabancılaşmasına yardım etmektedir. 

    D. ABD’nin Yumuşak Gücünün Rakipleri:

1990’ların aksine Amerikan Rüyası vizyonunun yerini bugün yabancılar için Avrupa Birliği almaktadır. Genişleyen AB, Amerika’dan daha fazla nüfusa ve eşit iç üretim hasılasına sahiptir. Bankacılık, mobil telefon, uzay ve diğer keskin uçlu endüstri alanlarında, Nokia gibi Avrupa şirketleri ile ABD şirketlerine meydan okumaktadır. Avrupa’nın genişlemesi AB’yi Doğu Avrupa, Balkan ve Eski Sovyet Ülkeleri için daha nüfuz edilebilir ve cazip hale getirdi. 

Brüksel’in yumuşak gücü Türkiye’yi radikal siyasi değişiklikler için ikna etmekte, Balkanları kanlı geçmişinden sıyırmakta, Eski Sovyet Ülkelerini ekonomik ve sosyal reformlar için razı etmektedir. AB bir yandan kamu diplomasisi ve ekonomik yardımlar için kaynak ayırarak dünyanın en büyük kalkınma yardımı sağlayıcısı olmaktadır. Artık yeni demokrasiler bu nedenle Amerikanın değil Avrupa’nın parlamentolarını, kurumlarını ve yasama sistemlerini örnek almaktadır. Yakın zamandaki göç kısıtlamaları, pahalı sosyal refah bütçeleri ve AB Anayasası’nın reddi bile AB’nin cazibesini azaltmadı.

Orta Doğu’da Amerikan yumuşak gücünün azalması İslamcı alternatiflerin cazibesini artırmaktadır. Asya’da ise Çin, Amerikan yumuşak gücünün potansiyel rakibi olarak ekonomisini geliştirmekte, kendi değerlerini, kurumlarını ve kültürünü pazarlamaktadır. Çinli yetkililer ve diplomatlar Asyalı komşularına Çin’in çok kutuplu bir dünyada güçlü bir merkez olacağını söylerken diğer ülkelerin işine saldırgan bir biçimde karışmayacakları mesajını da vermektedir. Bunun için Çin Uluslararası Radyosu, Güney Asya’ya 24 saat yayın yaparken, Pekin Asya’nın pek çok ülkelerine yardım bütçesi uygulamakta, artan bir şekilde öğrenci ve akademik çalışma gruplarını ülkeye çekmektedir. 

Kamu diplomasisi, kalkınma yardımı, ASEAN gibi uluslararası kuruluşlar ile artan ilişkiler Çin’in çok kutupluluk temasını ve bölge hakimiyeti niyetini desteklemektedir. Çin, Asya ülkesi olmayan ABD’nin Asya’nın çıkarlarını ve gündemini göz ardı eden tek taraflı politikalarına karşı en iyi politikayı uygulamaktadır. Nitekim Çin’in istenirliği artma eğilimi göstermekte ve şirketleri kendi isimleri ile diğer ülkelere girmektedir. Anketlere göre Avustralyalıların %70’i, Taylandlıların % 76’sı Çinlilere pozitif baktıklarını ifade ettiler. 2005 yılında BBC’nin 22 ülkede yaptığı anketler Çin’in ABD’den daha olumlu bir imaja sahip olduğunu gösterdi. 

Çin ve AB’nin cazibesi artarken ABD’ye terörist gruplar ile mücadele kalmaktadır. 2004 yılında yapılan bir anket Fransız ve Alman tüketicilerin %60’ının Amerikan markalarına olumsuz baktığını sonucunu ortaya koydu. Bundan Barbi bile etkilenmektedir. Washington’un kötü şöhreti nedeni ile Kuzey Kore gibi kritik konularda Çin Asya’da daha merkezi bir rol oynamakta, tarafsız ve arabulucu konumu edinmektedir. Aynı durum İran karşısında ABD’nin BM’yi harekete geçirmesinde veya Pakistan ve Tayland’ı teröre karşı mücadelede işbirliği sağlamada da ortaya çıkmaktadır.

Bununla beraber ABD henüz oyunu kaybetmemiştir. 2004 yılında Asya’da meydana gelen Tsunami olayındaki ABD kamu diplomasisi Amerikanın imajına olumlu yönde yardım etmiştir. ABD hala dünyanın en büyük ekonomik gücü ve yumuşak gücünü takviye etmek için gerekli sert güç unsurlarına ve paraya sahiptir. Hükümet dışı kuruluşlar, sanat ve kültür vakıfları, özel sektörü ile yumuşak gücü uygulayabilecek en iyi vasıtalara sahiptir. Yeni ve etkili bir strateji ile cazibesini yenileyebilir. Hatta Çin ve AB’ye uyuşturucu trafiği, nükleer silahların yayılması gibi ABD çıkarlarını da tehdit eden bölgesel sorunlarda liderliği bırakabilir. Kyoto ve Uluslararası Ceza Mahkemesi ile ilgili kötü şöhretini yenebilir. Aksi takdirde bir gün İngiltere ve Avustralya da ABD operasyonlarına asker göndermek istemeyebilir.

5. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 3

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 3


Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,

1.3.  GÜÇ VE GÜÇ MERKEZLERİ:

Fiziksel olarak güç, mevcut kuvvetlerin kullanılması ile elde edilen verimliliktir. Davranışsal bir tanımlama ile güç istenilen sonuçları elde etmek için başkalarının davranışlarını değiştirme yeteneğidir. Uluslararası ilişkilerde güç, bir devletin başka bir devlete karşı uyguladığı ve normal şartlar altında o devletin yapmak istemeyeceği bir şeyi yapmasını sağlamaya yönelik etkidir . Bir devletin uluslararası ilişkilerde uyguladığı politikanın yegane vasıtası güçtür. Bu vasıtaya sahip olmak devletin amaçlarından biridir. Siyasetin bir vasıtası olarak kullanılmayan veya kullanılma becerisi gösterilmeyen yeteneğin güç olma niteliği yoktur. Kısaca güç ancak kullanılabilirse ‘güç’tür. Bu yüzden günümüz hegemonya kurgusunun temelinde ülkelerin içeriden ve dışarıdan ağ stratejisi ile kuşatılarak etki ve kontrol altına alınması, güç kullanamaz hale getirilmesi yatmaktadır. 

1.3.1. Hegemon Gücün Kaynakları: 

Geleneksel olarak, bir ülkenin büyük bir güce sahip olup olmadığını anlamak için o ülkenin savaş gücüne bakılırdı. Yüzyıllar içinde, teknoloji geliştikçe, güç kaynakları değişti. 17 ve 18’ nci Yüzyıl Avrupa’sının tarım ekonomilerinde nüfus önemli bir güç kaynağı durumunda idi. Çünkü halk vergiler ve çoğunlukla paralı askerlerden oluşan kara orduları için temel kaynak oluşturuyordu. Nitekim bu dönemde Fransa üstün bir konuma sahipti. Ancak 19’ ncu Yüzyılda, sanayinin öneminin artması, önce eşsiz bir donanma ile denizlerin hakimi olan Britanya’nın sonra demiryollarına hakim Almanya’nın işine yaradı . Yirminci yüzyılın ortalarında ise ABD ile Sovyetler Birliği’nin süper güç konumunu belirleyen faktörler sınai üstünlük ve ideolojik çerçeveleri yanında özellikle nükleer silahlar başta olmak üzere askeri karşı konulmazlıkları idi.

Hegemonya-güç ilişkisi bakımından dikkati çeken bir çalışma Frankfurt Okulu olarak adlandırılan bilim adamları tarafından geliştirildi. Bu okulun önerdiği Eleştirel Kuram’a göre gücün üç boyutu vardır ;

          -    Açıkça, bir diğer devletin davranışını istenen yönde etkilemek için uygulanan aktif “üzerinde güç”, boyutlardan birisidir. 

          -   İkinci boyut, güçlü tarafın gündemleri belirlediği, göze açıkça çarpmadan uygulanan; daha edilgen ve fakat örgütleyici bir yönü olan “gizli (covert) güç”tür. Gizli güç, belli siyasa sınırlarını çizerek, bazı konuları gündem dışı bırakmak yolu ile uygulanır. 

- Üçüncü boyut, “yapısal güç”tür; maddi ve normatif yönleri ile belirli özendirme ve sınırlandırma sistemleri oluşturarak, tarafların ilişkilerini yapısal güç koşullandırır.

Hegemon gücün özellikleri ile ilgili bazı genel belirlemeler yapılmıştır; para biriminin uluslararası alanda geçerli olması, dünyanın her yerinde üsler ve müttefikler bulundurması, bölgesel kriz ve çatışmalara liderlik etmesi, nükleer silahlara sahip olması, diğer ülkeler üzerinde ikna gücünün olması, kültürel olarak kendi yaşam biçimini ve değerlerini tüm dünyaya yayarak konumunu meşrulaştırması gibi . Brezinski’ye göre; para, üretim kapasitesi ve askeri güç hegemonyanın üç sacayağıdır .

Susan Strange; Amerikan hegemonik gücünü uluslararası ekonomi politikteki güvenlik, üretim, finans ve bilgi yapılarından kaynaklanan, bölgeselliği aşan yapısal gücünün sağladığını ifade etmektedir. Strange’e göre, yapısal güç aşağıda sıralanan dört temel öğeye dayanmaktadır ; Uluslararası politik ekonomide bu unsurlara en fazla sahip ülke en güçlüdür; (1) Şiddete karşı güvenliklerini tehdit etmek ya da savunmak, inkar etmek ya da artırmak yoluyla, diğer ülkeleri etkileme yeteneğini elinde tutmak. (2) Mal ve hizmet üretim sistemlerinin kontrolünü elinde tutmak. (3) Finans ve kredi yapılarını belirleme yetkisini ve olanağını elinde tutmak ve (4) İster teknik, ister dinsel olsun, bilgi ve bilişim üzerinde edinim, oluşturma ve iletişim yoluyla en fazla etkili olacak imkanları elinde tutmak.

Yumuşak güç kavramını ortaya atan Joseph S. Nye’e 21’ nci Yüzyılda hegemonyanın güç kaynaklarını şu şekilde sıralamaktadır ; (1) Teknolojik liderlik, (2) Askeri ve ekonomik büyüklük, (3) Yumuşak güç, (4) Uluslar üstü iletişim ağının düğüm noktalarını kontrol etmek. Nye’e göre; bilgi çağında yumuşak güce sahip olacak ülkeler aşağıdaki hususları sağlamış olmalılar ; (1) Global normlara (liberalizm, çoğulculuk, otonomi) hakim olmaya yakın kültür ve fikirler, (2) Etki ve gündem oluşturacak global iletişim kanalları, (3) Ülke içi ve uluslararası performansı ile global saygınlık uyandırmak.

1.3.2. Ulusal Güç:

Dünya üzerinde kaynakların sınırlı, buna karşılık gereksinimlerin ve isteklerin sınırsız olduğu düşünülürse, ülkeler arasındaki çatışmalar ve güç kullanımı her zaman söz konusu olacaktır. Ulusal güç devletlerin ulusal stratejilerini yürütmeleri ve hedeflerine ulaşmalarında bir araçtır. Ulusal güç, ulusal güvenlik politikalarının ve uygulamalarının ana kaynağıdır . Ulusal güç bir milletin ulusal hedeflerine ulaşma yolunda ulusal çıkarlarını sağlamak maksadıyla sahip olduğu ve kullanacağı siyasi, askeri, coğrafi, demografik, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve ekonomik kapasitelerinin bir araya gelmesi ile oluşan genel yetenektir .

Bir ulus-devlet ancak güç politikası uygularsa büyük bir güç olarak adlandırılır. Diğer bir deyişle güç kullanmaya istekli olur ve birçok kayıp vermeye razı olursa, küçük düşürülmeyi reddederse ve saygı uyandırırsa büyük bir güç olur . Ülkelerin güç politikalarının yavaş yavaş yok olması en güçlü temsilcilerinin de dahil olduğu ulus-devlet sisteminin değişmekte olduğunun önemli ve açık bir kanıtıdır. Ulus-devletin gerileyişinin bir temel faktörü de onun egemenliğini sınırlayan veya yerini alan yeni aktörlerin ortaya çıkışıdır. 

Yeni aktörler arasında güç yeniden biçimlenirken çeşitli otorite kaymaları meydana gelmesi muhtemeldir. Bu durumda ulus-devletler, gücün yeniden biçimlendirilmesi ile ilgili süreci nasıl idare edeceğini ve geriye kalan kapasitesini uluslararası ve bölgesel misyonları arasında nasıl bölüştüreceğini belirlemelidir. Ulus-devletlerin, küreselleşen dünyada belli bir miktarda dönüşüm ihtiyacı gittikçe bir güvensizlik kaynağı olarak ortaya çıkmakta ve kontrollü kaybetme duygusu yaratmaktadır.

Ulusal güvenlik politikalarının başarılı bir şekilde uygulanması ile ülkenin sahip oluğu ulusal güç ve bu gücü etkin olarak kullanma kabiliyeti arasında doğrudan bir ilişki vardır . Ülke yönetimini üstlenen siyasal mekanizmanın başlıca görevlerinden biri, ulusu, saptanmış olan ulusal hedeflerine ulaştırmaktır. Uluslar, varlıklarını sürdürebilmek ve hedeflerine ulaşabilmek için ulusal güçlerini sürekli olarak geliştirmeli, etkinleştirmeli ve kullanmalıdır. 

Ulusal hedefler sadece savaş yolu ile elde edilmeyeceği için ulusal güç genellikle barışta ve askeri güce dayanmadan ulusal çıkarları temin edecek vasıtalar sağlamalıdır. Politikacıların kabiliyeti ise bu vasıtaları hedefe tatbik etme ve sonuç alma hünerinde saklıdır. Ulusal güç vasıtaları, çağdaş değerlere uygun olarak yenilenmeli, güçlendirilmeli, nitelik ve nicelik olarak rakiplerine üstünlük sağlamalı ve zinde tutulmalıdır. 

        Ulusal gücün sürekli geliştirilmesi, devleti yönetenler ile birlikte öncelikle topluma düşen ve toplumun bilinçlendirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Ulusal gücün kaynakları, ulusun içinde doğar, ulusça beslenir ve gelişir . Ancak bilinçli toplum haline dönüşen bir ulus, kendilerini yönetmek, ulusal varlığını korumak ve nihayet saptanmış olan ulusal hedeflere ulaşmak amacıyla, kendi içlerinden çıkardıkları siyasal iktidarlara yetki vermek suretiyle onları iş başına getirirler. O halde siyasal iktidarların, ulusal gücün sürekli olarak geliştirilmesi ve çağdaşlaştırmasında görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Bu sorumluluğun ana niteliği, kesintiye uğramadan sürekli inceleme ile gereken çarelerin bulunması olmalıdır. 

Bilgi teknolojilerinin gelişimi, özellikle bilgisayar ve iletişim alanlarındaki gelişmeler dünyayı süratle küçültmüş, fiziki sınırları kaldırmış, hükümetlerin gücünü özellikle ekonomik alanda ve bunun uzantısı olarak da siyasi alanda zayıflatmış, buna karşılık olarak her alanda hükümet dışı organizasyonların türeyerek, gelişmesine ve daha güçlü bir duruma gelmelerine sebep olmuştur. Öte yandan ülkeler de sanayileştikçe savaşarak kayıp vermek yerine toplumlarının refahını sağlayacak başka güç kullanma yöntemleri keşfettiler. Bugün gelinen aşamada artık tüm ülkeler güç kullanmanın ekonomik hedeflere zarar verdiğinin farkında ve kimse son aşamaya gelmeden askeri güç kullanmak taraftarı değildir. 

Ulusal gücün niteliği konusuna geçmeden önce niceliği ile ilgili yapılan bazı çalışmalara değinmekte fayda vardır. Ulusal gücün hesaplanmasında pek çok formül arayışı olmuştur. Bu tür formüller genellikle bir savaşı göze almada ilgili ülkenin tahmin edilen ulusal gücünü ortaya koyma amacına yöneliktir. Örnek olarak bu formüllerden biri tahmin edilen ulusal gücü (Pp) şu şekilde formüle etmektedir ;


Pp = (C + E + M) X (S + W)

Yukarıdaki formül içinde;

C = Kitle; Nüfus ve Toprak

               E = Ekonomik Yetenek

M = Askeri Yetenek

               S = Stratejik Maksat

               W = Ulusal Stratejiyi Uygulama Azmi’ni temsil etmektedir.

Bu formül içinde daha elle tutulur olan (C,E,M) sayılabilir değerlere sahip olmakla beraber gene de sübjektif değerlendirme dereceleri ile ortaya çıkmaktadır. Örneğin toprağın büyük bir bölümü işlevsiz olabilir ya da nüfusun eğitimsiz ve niteliksiz oranı bu derecelendirmeye nasıl yansıtılacaktır.  Askeri unsurda bulunan bilimsel ve teknolojik üstünlüğünüz karşı tarafın liderlik ve moral üstünlüğü karşısında değerini yitirebilir. Bununla beraber ulusal gücün hesaplanmasında önemli olan; unsurların tek tek toplanmasından ziyade bunların ortaya koyacağı ürün ya da sonuçtur. ABD’nin Vietnam’daki C, E ve M üstünlüğünün karşı tarafın ölçülemez değerleri olan S ve W karşısında etkisiz kaldığı hatırlanmalıdır . 

Ulusal güç unsurları değişik kaynaklarda farklı şekilde sınıflandırılmaktadır. Üzerinde en çok mutabık kalınan sınıflandırma ulusal gücü; coğrafi güç, psiko-sosyal güç, siyasi güç, ekonomik güç, bilimsel ve teknolojik güç, askeri güç olmak üzere altı ayrı grupta toplamaktadır . Bazı kaynaklar ise ulusal güç unsurlarını; doğal (coğrafya, nüfus, doğal kaynaklar) ve sosyal (ekonomik, askeri, politik, psiko-sosyal, bilgi) etmenler olarak iki başlıkta gruplandırmaktadır . Ancak bu kitapta gücün; askeri, ekonomik ve yumuşak şekli üzerindeki güncel tartışmalara odaklanılacaktır.

    A. Sert Güç:

Yakın zamana kadar bir ülkenin ulusal gücü denilince akla sadece Silahlı Kuvvetler gelirdi. Bugünde ülke güvenliğinin temel dayanağı Silahlı Kuvvetlerdir. Silahlı Kuvvetler varlığı ile barış döneminde ülkenin güvenliği ve daha geniş kapsamda çıkarlarını korumak için rakip ülkeler üzerinde caydırıcılık sağlar. Gerektiğinde sınırlı savaştan topyekun savaşa kadar bir seri askeri operasyon içerisinde belirlenen hedefleri ele geçirmek veya yok etmek üzere kullanılarak rakip ülkeye boyun eğdirilir. Bu yüzden barıştan itibaren güçlü ve kullanılmaya hazır bir Silahlı Kuvvetlere sahip olmak bütün ülke yöneticilerinin öncelikli görevidir.

Tablo 2: Savaş Çeşitleri


Bir devletin ulusal güvenlik çıkarlarının zorunlu kıldığı haller de kuvvete başvurmaktan çekinmeyeceğini inandırıcı biçimde ortaya koyması çoğu zaman etkili olur. Tabi bunun için o ülkenin yeterli güce ve gücü kullanacak siyasi idareye sahip olması gerekmektedir . Savunma gücünün barış zamanında en etkili biçimde kullanılması için diplomasi ile silahlı kuvvetlerin çok yakın bir uyum ve işbirliği içinde olmaları gereklidir. Askeri gücün dış politikada etkin bir unsur olabilmesi büyük ölçüde silahlı kuvvetlerin etkinliğine bağlıdır. Dünya politikasında önemli roller oynamak isteyen ülkeler, daima güçlü ordulara sahip olmaya önem vermiştir.

Tablo 3: 1997-2004 Yılları Silah Satışları


Silahlı Kuvvetler görev ve fonksiyonlarına göre genel olarak -Türkiye örneğinde olduğu gibi, Kara, Deniz, Hava, Jandarma ve Sahil Güvenlik gibi çeşitli kuvvet komutanlıklarından teşkil edilir. Bazı ülkelerde ideolojik veya kendine özgü sebeplerle Çin Halk Ordusu, İran Devrim Muhafızları veya Bolivya Kurtuluş Ordusu gibi farklı yapılar görülebilir. İstihbarat, İstihkam, Ulaştırma, Uzay, Özel Kuvvetler, Psikolojik Savaş gibi görev alanları da (ABD Ulaştırma Komutanlığı gibi) Silahlı Kuvvetlerin en üst düzeydeki müşterek karargahı olan Genelkurmay Başkanlığına doğrudan bağlı ana komutanlık haline getirilebilir. Ancak ABD örneğinde olduğu gibi bazı ülkelerde Kuvvet Komutanlıkları doğrudan Genelkurmay Karargahına bağlı olmayabilir ya da bu kuvvetlerle ilişkileri sınırlandırılabilir.

Bazı ülkeler Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini ayrı ayrı olmak yerine daha barışta bir arada yapılandırarak Müşterek Komutanlıklar oluştururlar. Global ölçekte önemi olan kuvvetlere Stratejik Komutanlık adı verilebilir. Bazen belirli coğrafyalarda toplanan kuvvetler Bölge Komutanlığı adı altında (NATO Avrupa Bölge Komutanlığı gibi) bir araya getirilebilir. Ya da belirli bir harekat alanında ki kuvvetler bir Harekat Komutanlığına (NATO Bosna-Hersek İstikrar Kuvvetleri Harekat Alanı Komutanlığı gibi) bağlanabilir. Bazı kuvvetler sahip oldukları silahlarla (Kıtalararası Balistik Füze Komutanlığı gibi) adlandırılır. 

Genel olarak askeri unsurlar ön cephede savaşan manevra kuvvetleri (piyade, tank, avcı uçak filosu vb.), savaşan kuvvetleri yakından destekleyen muharebe destek kuvvetleri (topçu, istihkam, hava savunma uçak filosu, mayın arama gemisi vb.) ve doğrudan savaşa katılmayan idari ve lojistik birlik veya üniteler (fabrikalar, fırınlar, bakım merkezleri vb.) olmak üzere üçe ayrılır. Gelişmiş ülkeler silahlı kuvvetlerin dönüşümünde geçici askerlik yerine daha çok profesyonel personel bulundurma öte yandan özelikle idari ve lojistik faaliyetler için sivil personel temin etme ya da bu görevleri sivil kuruluşlara devretme eğilimindedir. 

Tablo 4: 2000 Yılında Tam Zamanlı Personel Sayısı Bakımından 


Tablo 4’de görüldüğü şekli ile ülkelerin silahlı kuvvetlerinin etkinliğini asker sayısına dayalı olarak sıralamak artık mümkün değildir. Son on yıldır yapılan uluslararası güvenlik müdahaleleri ve çokuluslu harekat örnekleri bu kapsamda önemli dersler ortaya çıkarmıştır. Bir ülkenin askeri gücünün uluslararası düzeyde etkinliğini belirleyen faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz; (1) Nükleer silahlara sahip olma. (2) Dış ülkelerde askeri varlık bulundurma, güç projeksiyonu (üsler, denizaşırı varlıklar vb.), ve stratejik kuvvet kaydırma (ulaştırma) ve takviye yeteneği. (3) Stratejik ve taktik haberleşme kabiliyetleri. (4) Modern teknolojinin keskin uçlarını kullanan (rakipsiz veya karşı konulamaz) çevik ve etkili (isabetli ve tahrip gücü yüksek) ateş desteği ile takviye edilmiş manevra kabiliyetleri. (5) Süratli, zamanında ve emniyetli bir şekilde kuvvetlerinin lojistik desteğini, barınma ve idamesini sağlayacak kabiliyetler.

Silahlı Kuvvetler dışında da askeri işlevleri olan zorlayıcı güç unsurları bulunmaktadır. Bunların başında özellikle Irak Savaşı ile gündeme çok daha fazla oturan özel askeri şirketler gelmektedir. Paralı askerlerden farklı olarak, özel askeri şirketler yasal bir yapıya sahiptirler . Dünyada 90’a yakın özel askeri şirket bulunmakta ve bunlar 110 ülkede faaliyet göstermektedir . Özel askeri şirketler, devletlerin özel jandarmalığından, örtülü operasyonlarına, bir devletin başka topraklardaki faaliyetlerine, ticari şirketlerin çıkarlarının muhafızlığından mafya ve terör örgütleriyle dirsek temasına kadar, geniş bir yelpazede faaliyette bulunmaktadırlar . 

Tablo 5: Dünyadaki Nükleer Güçler


 Bilgi çağında ülkelerin genel bir konvansiyonel savaşa girme ihtimali çok düşüktür. Bir savaş olasılığı belirdiğinde tercih edilecek savaş yöntemi ancak belirli hedeflere ve kısıtlı kaynaklarla yöneltilen sınırlı savaş olacaktır. Kullanılacak sınırlı kuvvet konvansiyonel, taktik nükleer veya örtülü bir savaş gücü olabilir. Diğer ülkeyi zayıflatmak veya baskı altında tutmak isteyen ülkeler daha ekonomik olması ve gizli bir şekilde yürütülmesi nedeni ile hedef ülkeler üzerinde yürütülen diplomatik, ekonomik veya psikolojik baskılar veya yürüttükleri örtülü faaliyetler ve propaganda çalışmaları sonucunda ayaklanmalara yol açmak, gerilla savaşına yol açmak ve teröre destek vermek yöntemine daha sık başvurmaktadırlar. 

 Günümüzde gerilla savaşı 1950’lerde başlayan klasik görüntüsünü terk ederek pek çok durumda artık devlet destekli terör şekline bürünmüştür. Askeri ve ekonomik güç ile bunlar tarafından desteklenen güçlü bir devlet yapısı 21’nci Yüzyılda da önemini korumaktadır. Bilginin toplanması ve üretimi büyük yatırımlar gerektirmektedir. Üstelik bilgiye önce ulaşma stratejik avantaj sağlamaktadır. Devlet bu konularda öncü konumdadır. Ayrıca terörle mücadelede sofistike yöntemler kullanılması ve güvenlik alanında teknolojinin geliştirilmesi güçlü ekonomik ve askeri yapılanmayı gerektirmektedir. 

      B. Yumuşak Güç:

Kavramın yaratıcısı Joseph S. Nye’e göre yumuşak güç, zorlama veya paradan ziyade cazibenizle istediğinizi sağlama kabiliyetidir. İstediğinizi de başkaları da istediği zaman, başkalarını kendi istikametinize sokmak için havuç ve sopalara harcama yapma ihtiyacı duymazsınız. Bir ülke dünya politikasından istediği sonuçları başka ülkeler onun peşinden gitmek istediği, onun değerlerine hayran olduğu, teşkil ettiği örneğe gıpta ettiği, onun refah ve açıklık düzeyine erişmeyi arzuladığı için de alabilir. Nye,  bu güç şekline, yani istediğin şeyi başkalarının da istemesini sağlamaya, yumuşak güç adını vermektedir. Bu yüzden yumuşak güç, insanları zorlamak yerine onlarla işbirliği yapar. 

Nye’e göre; sert güç, ülkenin askeri ve ekonomik gücünden kaynaklanan zorlama kabiliyetidir. Yumuşak güç bir ülkenin kültürü ve politik fikirlerinin çekiciliğinden gelir. Eğer diğer ülkeler sizin politikalarınızı meşru görüyorsa yumuşak gücünüz fazladır. Yumuşak güç bir ülkenin kendi istediği şeyi başkalarının da istemesini sağlamaya yarayan güçtür. Sizin politikalarınız başkalarının gözünde meşru olduğunda, yumuşak gücünüz gelişir . Çünkü yumuşak güç, siyasi gündemi diğer insanların önceliklerini şekillendirecek biçimde belirleme kabiliyetine dayanır. Bir ülke kendi amaçlarının ve değerlerinin başka ülkeler tarafından benimsenmesini sağlayabilirse askeri güç ve ekonomik gücünün ağırlıkta olduğu sert gücünü (hard power) daha az kullanmak zorunda kalır. Yumuşak güç geleneksel güç dengesinin çok üzerinde etki ve kontrol imkanı verir.  

 Küresel bilgi toplumunda güç daha az oranda toprak, askeri güç ve doğal kaynaklara, daha fazla ise bilgi, teknoloji ve kurumsal esnekliğe dayanmaktadır . Uluslararası ilişkilerin tahmin edilmesi zor ve değişken ortamında, bilgi, düşünce ve ideallerin yumuşak gücü politik aktörlere hedeflerine ulaşma imkanı sağlayacaktır. Yumuşak gücün ne olduğu ile ilgili bir ayırım yapmak her zaman mümkün değildir. Daha çok hedefi ikna etmeye yönelik yumuşak gücün ölçülmesi ile ilgili şu kriterler geliştirilmiştir; bilgiye nüfuz etme kabiliyeti, reaksiyon hızı, iletişim gücü, ucuz istişare, hızlı değişim, zamana ve yere göre değişen sınırlar.

Tablo 6: Joseph S. Nye’e Göre Güç Çeşitleri

Yumuşak güç, hedef ülke veya ülkelere uygulanan veya uygulanma tehdidinde bulunulan bir güç değildir. Yumuşak güç edilgendir, yerinde durur; diğer ülkeler kendiliklerinden bu güçten etkilenirler ve davranış biçimlerini değiştirmeye hazır hale gelirler. “Yumuşak güç”, bir ülkenin kendi isteklerini “özendirerek” diğer ülkelere kabul ettirmesi ve bunu kültür, karşılıklı sıkı temas ve iletişim araçlarının kullanımı ile ekonomik yardımlar ve “kamu diplomasisi” yoluyla yapmaya çalışmasıdır. Yumuşak güç bir ülkenin sahip olduğu ve savunduğu demokrasi, insan hakları, özgürlükler, adalet gibi değerler; yüksek refah seviyesi; vatandaşlarına sağladığı üstün güvenlik ve gelecek imkânlarıdır .

Nye’nin yumuşak ve sert güç şeklindeki sınıflandırması bazı bilim adamlarınca geçerli bulunmamaktadır. Bu kapsamdaki bir görüşe göre yumuşak güç tanımlaması gelişen demokrasilerin bulunduğu, eğitim ve yeni bilgi teknolojilerinin girişine müsait, küresel haberlere ve medyaya açık ülkeler için geçerli olabilir. Ayrıca gücü bu derece kesin sınıflandırmak coğrafya, bilim ve teknoloji, insan gücü gibi diğer güç kaynaklarının yeterince değerlendirilmemesi gibi bir sonuç doğurabilir. Diğer yandan yumuşak güç gereğinde ekonomik ve askeri kapsamda da olabilir. 

Silahlı Kuvvetleri tek başına sert güç olarak görmekte mümkün değildir. Silahlı Kuvvetlerin asıl fonksiyonu caydırmak ve gerektiğinde zorla elde etmek olmakla birlikte bugün pek çok ülkenin askerleri diplomasinin ve yumuşak gücün birer unsuru olmuşlardır. Örneğin insani yardım amaçlı olarak askeri güç kullanımı bu tür amaca hizmet edebilir . Silahlı Kuvvetlerin olumlu ilişkileri, karşılıklı eğitim programları, teknolojik ve doktriner yenilikleri, savunma sanayi gibi pek çok işlevi ülkenin bir cazibe merkezi haline gelmesinde yumuşak gücüne katkıda bulunmaktadır. 

Tablo 7: Sert ve Yumuşak Güç Kıyaslaması


Hem zorlayıcı hem yumuşak güç olmak bakımından ekonomik güç daha belirgin ve dengeli bir ayırım göstermektedir. Ekonomik güç askeri güçten daha yumuşak olmakla birlikte, uygulandığı hedefe etkileri bakımından yumuşak güç olarak algılanmayabilir. Ülke ekonomisinin büyüklüğü, ticari mallarının ve şirketlerinin popülerliği ülkenin yumuşak gücü kapsamında değerlendirilebileceği gibi ekonomik ve finansal gücün ekonomik ambargo gibi yaptırımlar yanında dış borç, finansal kriz çıkarma gibi amaçlarla kullanılması zorlayıcı yönleri itibarı ile sert güç kapsamına girmektedir.

Yumuşak güç sahibi ülke cazibe merkezidir ve bu güçleri sayesinde diğer insanlar ve ülkeler bu güce sahip olan ülkeye benzemeye, onu taklit etmeye çalışırlar. "Yumuşak güç" hegemonyaya yönelik eleştirel analizleri süzen ve emperyal gücün kar (çıkar) ve simgeleriyle olumlu anlamda özdeşleşmesinin önünü açan "bir imaj" yaratmayı amaçlamaktadır. Örneğin, USAID'in hibe ettiği tüm pirinç, fasulye ve un torbalarının üzerinde büyük bir etiket de vardır: "ABD'den". Günümüz dünyasında artık ülke işgalleri yumuşak güç ile yapılmaktadır. İşgal edilecek ülkeye dost gibi yaklaşılmakta, hatta yardım edileceği görüntüsü ile o ülkede işbirlikçi kadrolar ve ağlar kurulmaktadır. Böylece ülkenin kaynakları ve kilit noktadaki kişileri ele geçirilerek yavaş yavaş ülkenin işi bitirilmektedir. 

Küresel bilgi çağında güç özellikle gelişmiş ülkeler arasında gittikçe daha elle tutulur ve daha az zorlayıcı nitelik taşımaktadır. Askeri, ekonomik ve yumuşak güç ulusal gücün temel çarpanları olacaktır. Askeri güç ile ekonomik güç, başkalarının fikirlerini değiştirmek için kullanılabilen sert komuta gücüne birer örnektir. Sert güç ikna (havuç) şeklinde olabildiği gibi tehdit (sopa) şeklinde de olabilir. Ancak Afrika ve Orta Doğu başta olmak üzere hala sanayileşmemiş ve otoriter rejimlere sahip ülkelerin bulunduğu bölgelerde güç dönüşümü gerçekleşmemiş veya Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerde bile geleneksel askeri güç hala ön plandadır. Bununla beraber pek çok durumda yumuşak güç 19 ve 20’ nci Yüzyılın tersine sert gücün önüne geçmiş ve daha etkili bir hale gelmiştir. 21’ nci Yüzyılda güç uygulamaları, sert ve yumuşak kaynaklarının oluşturduğu bir karışıma dayanacaktır.

Pek çok düşünürün kabul ettiği gibi yumuşak ve sert güç arasında kollanması gereken optimal bir denge vardır. Sert gücün şu anda ABD'nin yaptığı gibi aşırı kullanılması, yumuşak gücün kullanılma şansını da yok edebilir. Diğer bir deyişle yüksek askeri güç sizi kaba kuvvet kullanmaya sevk ettiği ölçüde, gerçek toplumsal imkanları seferber etmek zorlaşmaktadır. Sert ve yumuşak gücü birleştirme becerisi 'akıllı güç'tür . Sovyetler Birliği Soğuk Savaş'ta Macaristan ve Çekoslovakya'yı işgal ettiğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'da oluşturduğu yumuşak gücünün altını oymuştu. İsrail’in 2006 yılında Lübnan'ı bombaladığında öyle çok sivil ölüme neden oldu ki, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan'ın Hizbullah'a yönelttiği eleştirilerin değeri kalmadı. Zerkavi de 2005 yılında Amman'da sivilleri öldürdüğünde kendi yumuşak güç desteğini kaybetti. 

Günümüz dünyası karşılıklı konuşmayı ve ‘ikna’yı gündeme bir zorunluluk olarak getirmektedir. Baskı ve zor kullanarak alınan neticelerin kalıcı olma şansı olmadığı gibi, aynı şiddetle geri tepen siyasetleri meşrulaştırmaktadır. Dahası herhangi bir alanda baskı ve zor kullanan bir devletin, diğer alanlarda 'yumuşak' davranmasının da pek inandırıcılığı kalmamaktadır. Çünkü başarılı olabilmesi için yumuşak gücün kullanılmasında tutarlı ve inandırıcı olmak gereklidir. Ancak karşınızdakini ikna etmek; 'kandırmak' ya da 'dolduruşa getirmek' yani ötekini kendi amaçlarınıza doğru çekmek değildir. İkna, öteki ile eş düzeyli olarak iletişim kurduğunuz, sizin de ötekinin tezine ikna olmaya açık olduğunuz zaman inandırıcıdır.

     C. Ekonomik Güç:

Ekonomik güç, bir ülkenin refahı, mutluluğu, güvenliği ve gelişmesi için kullanılan bütün kaynakların toplam kapasitesi ve bu maksatlar için ürettiği değerlerin meydana getirdiği toplam hasıla olarak tanımlanmaktadır . Ulusal gücün diğer unsurları bir motor olarak kabul edilirse bu motorun yakıtı ekonomik güçtür. Sert ve yumuşak gibi bir ayırıma bağlı kalmadan ekonomik gücü ayrıca bir güç unsuru olarak ele alma gereği ihtiyacı buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü ekonomik güç kitabın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi gücün sert ve yumuşak güç unsurlarının yanı sıra kullanılmaktadır.

Bir ülkenin ekonomik gücünün ölçülmesinde; sahip olduğu doğal kaynaklar, ekonomik düzeninin genel yapısı, sektörlerin (tarım, sanayi) dağılımı ve kapasitesi, iş gücü, dışarıdan hammaddelere olan bağımlılığı, kendi kendine yeterliliği, parasının değeri, uluslararası ekonomik ve finans örgütleri ile ilişkisi, kredi notu, şirketleri, uluslararası tanınmış markaları, Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH), teknolojik kapasitesi, ulaştırma ver haberleşme ağı gibi faktörler göz önüne alınabilir. 

21’ nci Yüzyıla ilişkin Ronald L. Tammen ve Jasek Kugler tarafından hazırlanan bir tablo dünya üretiminin trendleri ile ilgili önemli sayılabilecek ipuçları vermektedir;

Tablo 8: Nisbi Gayri Safi Milli Hasıla (%)


Tablo’dan anlaşılacağı üzere halen dünya üretiminin % 30’unu yapan ABD’yi 2020 yılında Çin yakalamakta ve hem Çin hem Hindistan ABD’yi geçmektedir. Bu tablodan çıkarılacak diğer önemli bir sonuç ise güç dengesinin Batı Bloku (ABD ve AB)’ndan Uzak Doğu (Çin ve Hindistan)’ya kayacağıdır. 2050 yılında Batı Blokunun dünya üretimindeki payı % 35’e düşerken, Uzak Doğu’nun % 65’e çıkacağı anlaşılmaktadır. Türkiye için çıkarılacak bir sonuç ise; AB’nin üretim payı sürekli düşerken Türkiye’nin AB ve Uzak Doğu arasındaki ekonomik dengelerde önemli üretim potansiyeli ve bulunduğu coğrafyanın sağladığı ekonomik kapasiteleri, ticari ve lojistik trafiği yönlendirme avantajı ile güçlü bir aktör olma şansına sahip olduğudur. 

Tablo 9: GSMH’ya Göre Dünya Sıralaması (2006) (Milyon Dolar)


Tek başlarına ekonomi büyüklükleri dikkate alındığında, GSMH’ları dolar olarak dünyanın ilk yirmi ülkesi Tablo 9’da görülmektedir. Bu ülkelerin biri hariç (İngiltere), diğerlerinin hepsi tek başlarına ABD’nin küresel yönlendirme gücüne karşıdır. Ancak ne tek başlarına ne de oluşturmakta oldukları kıt’asal, bölgesel, birleşik veya sınırlı jeopolitik güç merkezleri  aracılığıyla tek küresel güç merkezi olan ABD’ye karşı koyabilmektedirler. Çünkü küresel güç olmak, sadece ekonomik güç ile dünya piyasasını belirlemek şeklinde ortaya çıkmamakta, ekonomik gücün güvenliğini sağlamak veya yeni ekonomik pazarları kontrol altına almak ve gerektiğinde ele geçirmek üzere hazır, kullanılabilir bir askeri güce sahip olmakla mümkün olabilmektedir.

Gelişmiş bir ekonomiye sahip ülkeler ürettikleri teknolojiyi, sanayi mallarını, finansal imkanlarını diğer ülkeleri ikna etmekte bir araç olarak kullanırlar. Günümüzün dünyasında, ulusal gücün en önemli belirleyicisi ekonomidir . Ancak tutarlı bir ulusal strateji çizip, insan kaynaklarını geliştirebilen ve ekonomisini güçlendirebilen ülkeler bölgesel ve küresel bir güç olma şansını elde edebilir. Bunu sağlamanın önkoşulu ise dünya sahnesinde dışlayıcı ve saldırgan bir ülke olarak değil, bütünleştirici ve uzlaştırıcı bir ülke olarak görünebilmek; iyi yetişmiş insanı, teknolojiyi ve sermayeyi ülkeye çekebilmektir. Bunların ötesinde, ülkenin büyüklüğü ve nüfus potansiyeli de dikkate alınması gereken faktörlerdir.

Günümüzde çok sözü edilen Çin ve Hindistan bu bakımdan örnek oluşturan ülkelerdir. Son 20 yıl içinde, insan kaynaklarını geliştirme ve ekonomik kalkınmayı hızlandırma yolunda dev adımlar atan bu iki büyük ülke, dünyanın jeopolitik dengelerini etkileme gücüne de sahip ama bu gücü mümkün mertebe öne çıkartmamaya özen göstermektedir. Dünya sahnesinde ABD gibi buyurgan bir "sert güç" olarak değil, kalkınmaya öncelik veren birer "yumuşak güç" olarak görünmeyi tercih etmektedirler. Çin ve Hindistan küreselleşmenin yarattığı fırsatları iyi kullanarak, hızlı kalkınma yolu ile kıt’asal ve küresel güç haline gelmeyi hedeflemektedir.

Ekonomik güç hegemonya kurgusu içinde kalkınma projeleri ile işlemektedir. Kalkınma projeleri ile ülkelerin ekonomik parametreleri ve öz kaynakları uyulması istenen serbest piyasa, özelleştirme, gibi global ekonomik düzen kurallarının dayatmaları ile bir bir ele geçirilir. Ya da bizzat ekonomik yardım veya baskılar ile siyasi ve kültürel güvenlik parametreleri dışarıdan kontrol edilebilir düzenlemelere uygun hale getirilir. Küreselleşme içinde sınır aşan sermaye rejimi üç temel işlev görmektedir ; (1) Mali ve parasal politikaların makro ekonomik sisteme adapte edilmesi, (2) Küresel ekonomi için gerekli altyapının kurulması ve (3) Sosyal düzenin global düzenle uyumlu hale getirilmesi. 

4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***


GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 2

 GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 2


Siyasi İdeolojiler, Politika, liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri, Sait Yılmaz,


1.2. HEGEMONYA VE GÜÇ DENGESİ: 

1.2.1.  Hegemonya Kuramı:

Bugüne kadar geliştirilen kuramlar genel olarak, uluslararası politikayı üç anahtar kavram ile açıklamaya çalışmıştır; Güç, yapı ve hegemonya. Yunanca ‘hegemonia’ kelimesinden gelen hegemonya kavramı sözlük anlamı ile sistem içindeki bir elemanın diğerlerinden daha üstün ve baskın olmasını ifade etmektedir. Bugünkü uluslararası düzeni anlama ve güç ilişkilerini analiz etmede hegemonya kavramı bize önemli bir katkı sağlamaktadır. Bu katkıda gücü sadece zorlamaya değil ‘rıza’ya da dayalı olduğunu ortaya koyan İtalyan düşünür Antonio Gramsci (1891-1937)’nin payı büyüktür. Gramsci’ye göre hegemonya uluslararası sistemdeki en kuvvetli devletin veya belirli bir bölgedeki hakim devletin konumunu tanımlıyordu. Gramsci, hegemonyadan bir sosyal ve siyasi denetim tarzını, zor ve rızayı birleştirerek ‘zorun zırhıyla korunan oydaşma’ anlamını çıkarmaktaydı . 

Gramsci’nin düşünceleri kendisinden sonra gelen pek çok bilim adamı için temel teşkil etmiştir. Gramsci’nin hegemonya konsepti, geri planda kabullenilmiş hegemonyanın sahnede olduğunu savunmaktaydı. Gramsci’nin çalışmasını takip eden Kanadalı bilim adamı Robert W.Cox, Gramscian anlayışı diğer uluslararası ilişkiler teorilerinin eleştirilmesinde kullandı. Cox’a göre realizm ve neo-realizm gibi teoriler, zengin Batının hakim devletlerinin ve elit tabakasının çıkarlarına hizmet eden statükonun korunması için hazırlanmıştı . Bu tür teoriler uluslararası düzeni doğal ve değişmez yapmak amacına yönelikti. Hegemonya hakim devletin moral, politik ve kültürel değerlerinin topluma ve alt gruplara yayılmasına imkan veriyordu. Bütün bunlar ise sivil toplum kurumları ile olmaktaydı. Sivil toplum devletten kısmen otonom olan kurumlar ve pratiklerin ağını oluşturmaktaydı. Hegemonya, hedef aldığı toplumlara uygulamak için sosyal ve politik sistemler üretmekteydi. 

Hegemonya ile emperyalizm arasındaki ilişki konusunda çeşitli fikirler bulunmaktadır. Emperyalizm, açık siyasi araçlar ile ya da ekonomik hakimiyet yolu ile bir ülkenin diğeri üzerindeki hakimiyetini genişletmesi şeklinde tanımlanmaktadır . Keohane’ye göre emperyalizm ile hegemonya arasındaki temel fark; hegemonya siyasi bir üst yapıya sahip olmaksızın çeşitli mekanizmalarla ilişkileri yönlendirirken, imparatorluklar siyasi bir üst yapı ile egemenlik kurmakta idi . Ancak imparatorlukta sürekli bir genişleme ve yeni alanları imparatorluğun egemenlik alanına dahil etme yaklaşımı vardır. Duncan Snidal ise hegemonyayı; ikna ile uygulanan hegemonya, lütufkar ancak zorla uygulanan hegemonya ve zora dayalı sömürgeci hegemonya olarak üçe ayırmaktadır .

Hegemonya ve hakimiyet (dominance) arasındaki fark Machiavelli, Gramsci ve Nye gibi pek çok düşünür tarafından tartışılmış bir konudur. Machiavelli, Gramsci ve Nye’e göre büyük bir güç hakimiyete, zorlamaya ve sert güce dayanmaz. Machiavelli’ye göre büyük güce itaatin nedeni saygı olmalıdır . Gramsci ise büyük gücün gönüllülüğe ve düşünmeksizin işbirliğine ittiğini söylemektedir . Nye’e göre ise hakim güç işbirliğine ikna ederek hegemonik güç olur. Bu ikna düzeyi ise yumuşak güçle çıkarları ortak imiş gibi göstererek sağlanır . Ancak hegemonik istikrar teorisine göre büyük güçler kendi pozisyonlarını sürekli müsaade almaksızın tek taraflılık ve sert güçle sağlarlar . 

Bu ayırımlara göre bazıları bugünkü Bush yönetimi altındaki ABD’nin konumunu hegemonya değil hakimiyet olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlamanın gerekçesi ise ABD’nin öncelikle sert güce başvurması ve Amerikan istisnacılığıdır. Amerikan istisnacılığı; Avrupa’nın aksine geleneksel ve tam bir ABD devlet egemenliğini, uluslararası hukuk ve kuruluşların göz ardı edilebilmesini, kendi vizyonunun ayrıcalığını ve tek taraflı veya kuvvetli olmayan çok taraflılığı ifade etmektedir. ABD’nin tek taraflı politikalar uygulaması hegemonya değil bir hakimiyet göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bazı yorumcular ise ABD’yi emperyal niyetleri olan hakim bir güç olarak tanımlamaktadır. 

Başka bir tanımlama ile hegemonya, uluslararası sistemin kuralları ve normlarını kendi motivasyon ve isteklerine göre değiştirme yeteneğine ve gücüne sahip olma konumudur . Eğer küresel olayları bir yol haritasına göre etkileme gücünüz yoksa bu tehlikeli bir illüzyon olacaktır. Susan Strange’e göre hegemonya iki tip kuvvetlilik gerektirir; ilişkisel ve yapısal . İlişkisel güç hegemonun uluslararası sistemde diğer aktörler ile bire bir veya gruplar içinde ikna ve zorlama gücüne sahip olmasıdır. Yapısal güç ise uluslararası sistemde istediği kural, norm ve operasyonları gerçekleştirmesi için gerekli kapasitedir. Hegemon gelecekte işbirliği için kritik rejimleri yaratır veya muhafaza eder, diğer devletler kendi çıkarları peşinde koşarken belirsizliği azaltır. 

Hegemonya ve güç ilişkileri küresel ekonomik-politik düzen ile yakından ilgilidir. Ekonomik politik düzene ilişkin görüşler ise iki grupta toplanmaktadır. Birinci gruptaki gelenekselci yaklaşımlar; Liberal, Merkantilist ve Marksist görüşleri içermektedir. Liberallere göre yeni dünya ekonomik düzeni; sınırların olmadığı küresel Pazar içerisinde, serbest ticaret ve sermayenin hareketinin hükümetler ve ekonomik aktörlerin politikalarına yön verdiği bir potansiyele sahipti. Düzen global pazarda görünmez elin rekabeti ile sağlanacaktı. Merkantilistlere göre dünya ekonomik arenası zenginlik ve bağımsızlığını maksimize etmeyen çalışan ülkelerin rekabet alanı idi. Düzen hegemonya veya güç dengesi ile kurulacaktı. Marksistler ise dünya ekonomisini sınıflar ve sosyal grupların çatışma içerisinde olduğu kapitalist rekabet alanı olarak görmekteydi.

İkinci gruptaki yeni yaklaşımları ise kurumcu, politik ekonomici ve neo-gramscian görüşler olmak üzere üç grupta toplayabiliriz. Kurumculara göre dünya ekonomik düzeni ülkeler arası bir rekabet alanıdır ve temel aktörleri ise hükümetler ve kurumlardır. Uluslararası kurumların varlığı işbirliği için anahtar roldedir. Politik ekonomici görüş dünya ekonomik düzenindeki rekabeti kendi çıkarları peşinde koşan devletler ve iç ekonomideki çıkar gruplarına bağlamaktadır. Rekabetin sürmesinde makul seçeneği belirleyen çeşitli iç grupların etkinlik seviyesidir. Neo-gramscian görüş ise bu düzendeki aktörlerin çıkarlarını hegemonik güçlerin kendi düşüncelerine, kültürlerine ve bilgilerine dayandırarak kendilerinin tanımladığını ve izlediğini ifade etmektedir .

1.2.2. Hegemonya ve Güç İlişkilerinin Kısa Tarihçesi:

Dünya tarihinin hemen her devrinde tüm uluslararası sistemi ve güç dengelerini kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve moral güce sahip olan aktör(ler) ve ilkeler ortaya çıkmıştır. Belirli kurallara göre hareket eden ve aralarında düzenli ilişkiler bulunan devletlerin oluşturduğu bugün anladığımız anlamda ilk uluslararası sistem, Westphalia ile doğmuş sayılabilir . 1648 yılından önce, Avrupa için kilit örgütlenme kavramı Hıristiyan dünyasının birliğiydi. Avrupa teriminin 17’ nci Yüzyıl sonlarına kadar güçlükle kabul gördüğü 1648 tarihli Westphalia Barışı’ndan sonra, gücün dengesi esas kriter oldu. 1648’den önce Avrupa düzeni ve bu düzene hakim olan politikalara; ‘Avrupa İttifakı’, ’Toplu Güvenlik’, ’Sınırlama’ gibi çeşitli isimler verildi. Bunların her biri aslında ulusal devlete ve güç dengesinin çeşitliliğine verilen isimlerdi .

17’ nci Yüzyılda Richelieu yönetimindeki Fransa; uluslararası ilişkilere, ulus-devlet kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkardan güç alan modern yaklaşımı getirmiştir. 18’ nci Yüzyılda, bu kez İngiltere; sonraki 200 yüzyıl boyunca Avrupa diplomasisine egemen olan “güç dengesi” kavramını geliştirmiştir. 19’ ncu Yüzyılda Metternich Avusturyası; Avrupa Anlaşmasını yeniden kurmuş ve Bismarck Almanyası da; Avrupa diplomasisini soğukkanlı güç politikası oyununa dönüştürerek bu anlaşmayı yıkmıştır. 1870’lerde başlayan Almanya ve ABD arasındaki küresel rekabet ise ancak İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesi ile sona erdi. 

     A. II nci Dünya Savaşı Sonuna Kadar Olan Dönem:

Tarihsel olarak iki hegemon gücün (ABD ve İngiltere) temel olarak kullandığı düşünce “serbest ticaret” idi. Serbest ticaret ise hegemona diğer çevrelere ve pazarlara nüfuz etmek için gerekli yolu açacaktı. ABD, bu anlayış çerçevesinde neo-liberalizm ile hegemonya üretmeye devam etmektedir. Hegemonya ile ilgili bir çözümleme için tarihsel süreç içinde dünya ekonomik sisteminin gelişimine bakmak zorundayız. Sistemin başlangıcı olarak kabul edilen 14 ve 15’ nci Yüzyıllardaki Venedik-Ceneviz döneminde Kızıldeniz’den Hindistan’a ve Çin’e giden Venedikliler Akdeniz ticareti ve dünya ticaret yollarının kontrolünde egemen güç olmuşlardı. Ancak bu henüz bir hegemonya değil merkez ve çevre arasındaki değer aktarımlarının kontrol üstünlüğü idi. 

Şekil 1: 1914 Öncesi Güç Hareketleri 

     Nitekim Yavuz’un İran ve Mısır’ı fethi ile Venediklilerin yolunu kesmesi bu üstünlüğü kaldırdı. Ancak bu önderliği Osmanlılar geri almamış, bu sefer Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan, Çin ve Japonya ile ticaret yapan Hollanda’nın dönemi başlamıştı. Dünya tarihine bakıldığında 15’ nci Yüzyıldan itibaren deniz güçlerinin dünya ticaretinden aldığı pay ile orantılı olarak güç dengesinde öne çıktığı görülmektedir. 15’ nci Yüzyılda Portekiz, 16’ ncı Yüzyılda İspanya, 17’ nci Yüzyılda Hollanda bu kategoride sayılabilir. Uzak Doğu’dan dönen gemiler Hindistan’dan baharat, Çin’den ipek getiriyordu.

Ancak demirin bulunması ile birlikte demir-çelik endüstrisine hakim olan İngiltere’nin dönemi başladı . Modern dünya sisteminin ilk hegemonik gücü İngiltere idi. 18’ nci Yüzyılda Fransa ile birlikte öne çıkan İngiltere hegemon güç konumunu 1945’lere kadar sürdürmüştür. ABD ise ancak 1898 yılındaki İspanya Savaşı sonrasında büyük güç konumuna gelerek hegemonya için yarışa dahil olmuştur . ABD’nin yükselerek küresel hegemonyayı ele geçirmesi 1873’ten itibaren İngilizlerin hegemonya yarışında gerilemesi ile başlayan uzun bir süreç sonunda oldu. ABD iç savaşını sona erdirerek, Almanya ise ulusal birliğini sağlayıp Sedan’da Fransa’yı yenerek istikrarlı bir siyasi yapı oluşturmuşlardı. 1914 yılına kadar olan dönemde ABD çelik ve otomobil, Almanya ise kimya sektöründe başlıca üretici konumuna gelmişti . 

Almanya’nın küresel imparatorluk arayışı 1933’de ideolojik bir alt yapı kazanırken, ABD ise dünya liberalizmini savunmaktaydı. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in açıkladığı; ifade, ibadet, muhtaç olmama ve korku duymama şeklindeki dört özgürlük ABD liberalizminin sembolü oldu. Sonuçta, 1870’lerden itibaren İngiliz hegemonyası inişe geçerken onun halefi olabilmek için yarışan ABD ve Almanya arasındaki mücadeleyi II nci Dünya Savaşı’nın sonunda ABD kazandı. Bununla beraber, II nci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesi Sovyetler ile girilen stratejik ittifakın sonunda mümkün oldu. 

    B. Soğuk Savaş Dönemi:

II nci Dünya Savaşı’nın ardından yeniden şekillenen dünya; ideolojik ve stratejik anlamda süper güç olarak nitelendirilen Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasında “Soğuk Savaş” diye adlandırılan bir döneme girmiştir. Bu dönemde Avrupa II nci Dünya Savaşı’nın tahribatını gidermeye çalışırken, Sovyetler Birliği kendi ideolojisini yaymak için çaba harcamış, ABD ise buna engel olmak için uğraş vermiştir. Bu dönemde uluslararası politikanın yapısında da değişiklikler meydana gelmiş ve ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. II nci Dünya Savaşı sonrası dünya düzeni Batılı analizciler tarafından “iki kutuplu” olarak tanımlanmıştır. 

II nci Dünya Savaşı sonrası dünya düzeninde; Sovyetler Birliği, ABD’ye yakın askeri gücü ve ideolojik formasyonu ile ABD karşısındaki diğer blok veya etki alanını oluşturdu. ABD bu tarihten sonra uyguladığı güvenlik politikaları ile uluslararası sistemde yeni bir yapı oluşturulmasında genellikle inisiyatifi elinde tutan taraf idi. 

Yalta Konferansı Şubat 1945’de iki bloğun oluşumunu resmileştirdi. Yalta Konferansı ile birlikte iki süper güç SSCB ve ABD kendi bloğunu sağlamlaştırma politikasına yöneldi. II nci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan bu yeni süreçte sömürgecilik kalkmış ve sömürge olarak bulunan ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ile birçok ülke dünya siyasetindeki yerini almıştır. Bu yeni ülkelere genel olarak Üçüncü Dünya veya Bağlantısızlar Bloğu adı verilmiştir .

       B.1. Soğuk Savaşın İlk Dönemi (1945-1953):

  İngiltere, II nci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmakla beraber büyük güç kaybına uğramıştı. Sovyet tehdidine karşı ABD’yi Avrupa’ya davet etmesi ile ABD merkezli dünya gücü ortaya çıktı. ABD, öncelikle Truman Doktrini ve Marshall Planı ile Avrupa’ya yardım etme yolunu seçti. Doğu ve Batı Blokları karşılıklı olarak çevreleme ve dengeleme politikaları ile şekillenmeye başladı. Orta Doğu’da ise İngiliz ve Fransızların sömürgecilik döneminden kalma politikalara devam isteği bir yandan bölge ülkelerinin Batıya düşmanlığının ve ABD’nin inisiyatifi almasının diğer yandan Sovyetlerin bölgeye girişinin önünü açtı.

II nci Dünya Savaşı sona ererken Doğu ile Batı arasında nükleer silahlara sahip olma rekabeti yaşanmaktaydı. Nükleer silahların geliştirilmesi, özellikle Albert Einstein’in çalışmalarının ardından Nazi baskısından kaçan Alman asıllı nükleer fizikçileri bir araya getiren Manhattan Projesi ile başladı. Bu projeye sızmayı başaran Sovyetler de kendi nükleer silahlarını geliştirmenin peşindeydi. ABD’nin 1945’de Japonya üzerinde atom bombası kullanması ile başlayan nükleer dönem ABD’nin nükleer tekelini temsil ediyordu. Ancak 1949’daki Sovyet denemelerinin başarılı olması ile bu tekel kaybedildi. İki ülke arasında başlayan silahlanma yarışı Soğuk Savaş’a damgasını vurdu. 

Amerikan güvenlik politikasının önceliği, silahlanma yarışında karşı koyabilme yeteneğine sahip nükleer silahlara sahip olma ve kendisini bir nükleer savaşa hazırlamasındaydı. Savaşı önlemek için caydırıcılık esas prensipti. Avrasya’nın Batılı ve Uzakdoğulu düşman ülkeler tarafından kontrolünü önlemek için bulunan formül; rakipleri savaşa katılmadan önce siyasi yollarla etkisizleştirme idi . Soğuk Savaşın başlaması ile birlikte ABD güvenlik politikalarında Roosevelt’in tek dünyalı evrenselciliğinin yerini Truman ile birlikte uluslararası ilişkilerin askerileştirilmesi izledi . 

Soğuk Savaş’ın kırk yılı boyunca Amerika’nın karşılaştığı jeo-stratejik tehdit, Avrasya kıtasının üçte ikisini kontrol eden totaliter Sovyet rejiminin, geri kalan kısma karşı üstünlük sağlama ihtimali idi. Avrasya üstünlük mücadelesinin merkezindeydi ve son derece yıkıcı ve ölümcül bir nükleer savaş tehlikesi bulunmaktaydı. Truman’ın Sovyet Yayılmasını Önleme Doktrini, 1949’da ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson’un rehberliğinde hazırlanan “Büyük Hilal” projesinin doğuşuna neden olmuştu. Dean Acheson ve yardımcısı Paul Nitze, 1950’li yıllarda ekonomi ve güvenlik sorunlarına uzun vadeli bir çözüm olarak ‘silahlanma’yı keşfettiler. Çokuluslu şirketleri ve denizaşırı ticaretle ilgilenenleri temsil eden ve ‘uluslararasıcı’ olarak tanımlanan bu akımın öncüleri güvenlik çatısı altında askeri ve ekonomik ilişkilerin gelişmesini sağlayan ‘Açık Kapı Politikası’nın mimarları oldular. 

ABD stratejisinin birbiri ile iç içe iki unsuru güvenlik ve ekonomi idi. Japon İmparatorluğu’nun sona ermesi ve Orta Doğu ve Asya’da İngiliz ve Fransız etkisinin azalması ile ortaya çıkan güç boşluklarını ABD doldurdu. Truman doktrini kullanılarak başlangıçta Türkiye ve Yunanistan üzerinde, daha sonra Kuzey Doğu ve Güney Doğu Asya’da inisiyatif ele alındı. 1949 yılında NATO’nun kurulması ve Türkiye, Yunanistan ve Federal Almanya’nın katılımı ile Batıdaki ABD bloğu belirginleşmeye başladı. Marshall Planına karşı COMECON’un, NATO’ya karşı Varşova Paktı’nın kurulması ile Soğuk Savaş kurumsallaşmış oldu. Kore Savaşı ise iki blok arasındaki çizginin belirlenmesini sağladı. 

ABD stratejisinin hedefi başta Orta Doğu olmak üzere söz konusu coğrafyada petrol ve ekonomi üzerinde denetim sağlayarak kendine bağımlı ilişkiler geliştirmekti. Stratejinin ikinci unsuru ise İkinci Dünya Savaşı sonrası çöken ekonomileri düzeltmek ve sömürgeciliğe son vermek amacı ile çok taraflı ticaretin önündeki engellerin kaldırılması idi. ABD, Japonya ve Federal Almanya’yı Asya ve Avrupa’nın bölgesel atölyeleri haline getirerek ve kendi çevre bölgeleriyle entegrasyonlarını sağlayarak çok taraflı ekonomik entegrasyonun ve liberal ekonomiler arası işbirliğinin önkoşullarını oluşturdu . 

Böylece sanayileşmiş üreticiler olarak yeniden inşa edilen bu ülkeler diğer ülkeler ile geliştirdikleri ticaret bağları sayesinde bu dönem için ABD’ye bağımlı olmaktan kurtulacaklardı. Bretton ve Woods kurumları (IMF ve IRDB ) ödemeler dengesi sorunlarını çözmek ve para konvertibilitesini sağlamak için yeterli değildi. Marshall Planı dolar darlığı ile başa çıkmak için geçici bir çözüm oldu ve Avrupa ekonomilerini çok taraflı ticarete zorlamak için başlangıç oluşturdu . Kore Savaşı, açık deniz tedariki ve askeri programlar sayesinde ABD ve Avrupalı müttefikleri için önemli bir askeri malzeme trafiği yaratmıştı. 

    B.2. Çatışma, Cepheleşme Ve Uzlaşma Dönemi (1953-1979):

1950’lerin sonunda Avrupa ve Japonya artık kendi ayakları üzerinde durmaya başlamıştı. Asya için hazırlanan güvenlik projesi Kuzeydoğu ve Güneydoğu Asya’yı içine alan Japonya merkezli ekonomik entegrasyon programını öngörüyordu. Kore Savaşı ile artan ana mal fiyatları Japonya ve Avrupa’nın çevre bölgeler ile yaptıkları ticaretten dolar kazançlarını artırdı. Diğer yandan düzenli ABD yardımları devam etti. 1960’lardan itibaren ABD askeri ve ekonomik yardımlarının çoğu ABD yanlısı Üçüncü Dünya Ülkelerine yönlendirildi. ABD ve SSCB değişik politikalar yolu ile blok ve güvenlik ilişkileri oluşturdular ve kendi bloklarını güçlü tutmaya çalıştılar. 1970’e gelindiğinde ABD’nin Japonya’ya yardımı yılda ortalama 500 milyon dolar ile 20 yılda yaklaşık 10 milyar dolara ulaşmıştı .

1950’lerden sonra en önemli stratejik soru; Sovyet Rusya ile siyasi çatışmanın genel bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği idi. Teknolojik üstünlüğü elde bulunduran Amerika’nın ve onun liderliğindeki NATO’nun başlangıçta izlediği strateji ‘topyekun karşı koyma’ stratejisi idi. Yani Sovyetler konvansiyonel kuvvetler ile saldırsa bile nükleer silahlar ile cevap verilecekti. Ancak Sovyetlerin de nükleer silahlara sahip olması ile dengeler (buna “dehşet dengesi” adı verildi) ve strateji değişti. 1961 yılında ABD Başkanı John F. Kennedy tarafından açıklanan ‘esnek mukabele’ stratejisi kabul edildi . Bu stratejiye göre konvansiyonel bir saldırıya önce konvansiyonel silahlar, burada başarılı olunamazsa nükleer silahlar ile cevap verilecekti.

ABD’nin karşısında saldırgan ideolojili, stratejik bir düşman vardı. Sonuç olarak bunu takip eden kırk yılda, Amerikan küresel müdahalesinin tek bir amacı oldu; Sovyetler Birliği’nin silahlı yollarla genişlemesini engellemek ve onun ideolojik yapısını yenmek. Politikanın kapsamı küreseldi ancak odağı bölgeseldi. Strateji geniş kapsamlıydı, siyasi ve askeri boyutları dengeliyordu. Demokrasilerin arasında siyasi birliği ve düşmanın engellenmesini vurguluyordu. Özgürlüğü (ve hatta bir süre için bağımsızlığı) anahtar kavram olarak vurguluyor, insan haklarının komünist rakibi içeriden çökertmek için adım adım güçlü bir araç olmasını savunuyordu .

1960’ların sonuna kadar devam eden Açık Kapı Politikası ABD müdahalelerine de yol açtı. Çokuluslu şirket imtiyazları için yapılan müdahale 1953’de İran’da Şah’ın geri getirilmesine yardım etti. 1954’deki Guatemala müdahalesi de benzer amaca hizmet ediyordu. Küresel ekonomik entegrasyonu geliştirmek isteyen ABD Üçüncü Dünya’da bağımsız ülkeler kurulmasından yanaydı. 1956’daki Süveyş krizi ise ABD’nin sömürgecileri tasfiye politikasının bir örneği idi.

Soğuk Savaş’ın kızıştığı 1960’lı yıllarda Sovyetler Üçüncü Dünyada hedeflediği ülkelerde ‘ulusal bağımsızlık savaşlarını destekleme yoluyla’ yayılma stratejisini seçmişti. Kennedy ise komünizme karşı bir alternatif olarak bu ülkelerde ulusal yapılanmanın ve ekonomik kalkınmanın desteklenmesi tedbirini geliştirdi. Kennedy’nin “Kalkınma İçin İttifak Programı” karşı-ayaklanma harekâtını da içeriyor  ve Üçüncü Dünya Ülkelerini safına çekebilmek için örtülü operasyonlara girişilmesini öngörüyordu. Afrika, Asya ve Latin Amerika’da (Brezilya-1964, Kongo-1964, Endonezya-1965 gibi) girişilen operasyonlar CIA’nın yoğun olarak kullanıldığı örnekleri teşkil etti.  

Soğuk Savaş’ın başlaması ile Amerikalıların çoğu tekeline sahip oldukları modern teknolojinin en ileri silahını temsil eden atom bombasının kendilerini koruyacağını düşünüyordu. Stratejik Hava Komutanlığı, iki okyanusta savaşma kapasitesine sahip deniz kuvvetleri ve nihayet Almanya ve Japonya’daki Amerikan birlikleri tehlikeyi Amerikan topraklarından uzak tutacak bir güvenlik battaniyesi sağlıyordu. Amerikanın, modern teknolojinin sağladığı bu dokunulmazlık düşüncesinden sıyrılması ancak Küba Krizi ile birlikte oldu.

1960’lar boyunca ‘nükleer caydırma’ dengesinin yarattığı riskler temel endişe kaynağı idi. Yanlışlıkla meydana gelebilecek nükleer ateşleme riskine karşı stratejler anti-balistik füzeler gibi uzaya dayalı savunma sistemleri teknolojisini başlattılar. ABD ve Sovyetler arasındaki füze yarışı istikrarlı bir caydırıcılığın ancak karşılıklı sınırlamalar yani ‘silahsızlanma’ ile sağlanabileceği fikrini ortaya çıkardı. 1970’lerdeki ABM, daha sonra SALT ve 1980’lerdeki START Antlaşmaları bu fikrin ürünü idi.

Vietnam Savaşı, 1968 yılından itibaren ABD politikalarında önemli bir dönüşüm başlattı. Bu arada SSCB’de 1968’deki Çekoslovakya işgali ve Çin ile büyüyen ayrılık ile birlikte kendi bloğunda güç kaybediyordu. Batı Avrupa devletleri ve Japonya 1960’ların sonuna doğru ABD’ye daha az bağımlı geldiler. Ancak ABD askeri gücüne olan hayati ihtiyaç nedeni ile ABD’den bağımsız politika izlemeleri mümkün değildi. Batı Almanlar 1960’ların sonlarında Doğu Avrupa’yla Ost-politik süreciyle ilişkiler kurmaya başladılar. Bu Doğu-Batı ilişkilerinde değişimi ve “gerginliğin yumuşamasını (detant)” zorlayan bir itici güç oldu. 

İki süper gücün diğer devletler üzerinde güç dengelerini kontrol etmesiyle ortaya çıkan iki kutuplu düzen 1950 ve 1960’lı yıllarda aşınmaktaydı. Böylece, iki süper gücün hegemonyasına karşı çıkan birkaç devlet ile birlikte ‘güç dengesi (balance of power)’ olarak tanımlanan bir döneme girildi. Güç dengesi düzeni bir dünya düzeni olmaktan ziyade Yugoslavya ve Fransa örneğinde olduğu gibi, Avrupa’da iki süper güçten bağımsız bazı yeni oyuncuların ortaya çıkışı ile tanımlanmaktaydı.

Sovyetler bir yandan Doğu Avrupa üzerindeki baskısını azaltırken Batıyla ekonomik ilişkilerini artırdı . Batı Almanya ve Japonya’nın ABD gücünün sınırlarını zorladığının anlaşılması ise Nixon doktrini ile ABD’nin küresel yayılmayı önlemede her zaman önde olma politikasına son vermesine neden oldu. Kissinger’a göre ABD artık müttefiki olan bölgesel alt-hegemonik güçlerden istifade edecekti. SSCB ile yumuşama dönemi yaşanırken ABD, Sovyet-Çin ilişkilerindeki soğumadan yararlanarak Çin’e yöneldi ve güç dengesinde kendi lehine değişim sağladı.

1970’lerde OPEC’in petrol fiyatlarını artırması ile yaşanan şok ABD petrol maliyetlerini artırırken dolara bağlı petrol fiyatları nedeni ile Avrupa ve Japonya’nın dışarıdan topladığı paralar silah satışları ile ABD’ye döndü. Bu aynı zamanda Kissinger’ın dünya güvenliği konusunda alt-hegemonik güçlerden istifade etme stratejisine destek oldu  ve ABD hegemonyası için petrol ve silahın önemi ortaya çıktı. ABD’ye gelen dolarlar Batı bankaları aracılığıyla her iki bloktan ülkelere borç olarak verilmeye başlandı. Zaman içinde bu borçlar alacaklı güçlü devletlerin, IMF ve Dünya Bankası’nı kullanarak güç ve kontrolüne vasıta oldu. Borçların pek çoğu gene silaha yatırıldı. 1960-1987 yılları arasında Avrupa ve Kuzey Amerika’dan ithal edilen silah tutarı 400 milyar doları buldu . 

     B.3. İkinci Soğuk Savaş (1979-1986):

1970’lerin başında başlayan yumuşama 1980’lere doğru pek çok ülkede başlayan huzursuzluklar ve Sovyetlerin yayılmacı emellerinin tekrar ortaya çıkması ile son buldu. İran devrimi ve peşinden gelen Sovyetlerin Afganistan işgali ABD’nin Nixon ile başlayan göze batmama ve alt-hegemonik güçlere işi bırakma stratejisinin değişmesine neden oldu. ABD tekrar inisiyatifi ele alarak Sovyet müdahalelerine karşılık verebilmek için askeri harcamalarını ve hazırlığını artırmaya başladı. Hızlı Müdahale Gücü Programı ile ABD dünyanın her bölgesine doğrudan müdahale etme kabiliyetini artırdı. 1980’lerin ortasına gelindiğinde ABD askeri bütçesi yıllık 300 milyar dolara ulaşmıştı. ABD, hegemonyasını askeri üstünlük ile sürdürecekti. 1980’ler sadece iki kutup arasında değil küresel düzeyde de silahlanma yarışının artarak devam ettiği bir dönem oldu. 

Soğuk Savaşı sona erdiren Sovyetler Birliği’nin çöküşü idi. Sovyetlerin dağılma nedenlerini ekonomik ve psikolojik olmak üzere iki grupta toplayabiliriz ; (1) Doğu Bloku’nun tüm yükünün Sovyetler tarafından yüklenilmiş olması, aşırı merkeziyetçilik nedeni ile özel mülkiyet, girişimcilik ve rekabetin dışlanması, sisteme dahil kaynakların rasyonel olarak değerlendirilememesi; üretimde Batı ile rekabet edecek kalite sağlanamazken ciddi Pazar sorunu ülkelerin içine kapanmasına ve giderek ağırlaşan ekonomik sorunlara neden olmuştur. Öte yandan ciddi enerji kaynakları bir avantaj olarak kullanılamamış, Batı Bloku ise enerji için Orta Doğu’da kalıcı olmayı seçmiştir. (2) Küba Krizinden başlayarak Doğu Bloku kamuoyunda Batının üstün olduğu imajı yerleşmeye başlamış, bu psikoloji dağılmanın da hazırlayıcısı olmuştur. Batının bilim ve teknikte gösterdiği gelişme özellikle uçak ve füze teknolojisindeki gelişmeler dengeyi Batı lehine etkilemiş, kendini güvenlikte görmeyen Doğu Bloku ülkelerinin özellikle 1970’li yıllarda AKKA ve AGİT gibi bloklar arası yakınlaşmaları Doğu’nun güç zafiyetini iyice belirginleştirmiştir. Nitekim Stratejik Savunma Girişimi ya da diğer adı ile Yıldız Savaşları Projesi’nin ortaya çıkışı nihai bir darbe olarak Doğu Bloku’nun mücadeleyi bırakmasına neden olmuştur.

    C. Soğuk Savaş Sonrası Dönem:

Sovyetlerin çöküşü ve Varşova Paktı’nın dağılması özellikle Avrupa güvenliği konusunda önemli değişikliklerin kısa sürede oluşmasına neden oldu. Bunlar arasında; Almanya’nın birleşmesi, Doğu Avrupa’da daha önce Sovyet uydusu olan devletlerin Barış İçin Ortaklık programı altında Batıya entegre edilmesi, Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yeni devletler kurulması, NATO’nun genişlemesi ve stratejisini değiştirmesi, Avrupa Birliği’nin hayata geçirilmesi ve AB üyeliğinin pek çok ülke için ideal teşkil etmesi sayılabilir. 1990’lı yıllara damgasını vuran diğer gelişmeler ise teknolojik alanda yaşandı. Cep telefonları ve internet ile birlikte iletişim alanında yaşanan gelişmeler küreselleşme ve güvenlik alanına önemli etkiler yaptı. Genel güvenliğin artması, sınırların ortadan kalkması, çokuluslu teşkiller ve ticaretin yaygınlaşması ile birlikte “küreselleşme” 21’ nci Yüzyılın en önemli olgusu olarak belirdi. 

Soğuk Savaş sonrası dönemin başında yaşanan iyimserlik ve olumlu güvenlik ortamı kısa sürdü. Irak ve Eski Yugoslavya gibi ülkelerde bölgesel hegemonik heveslerin, etnik ve milliyetçi akımların ortaya çıkışı ile tekrar küresel etkileri olan güvenlik problemlerine dönüldü. Nükleer silahların yayılması tehdidi ve uluslararası terörizm gibi tehditler genel güvenlik problemleri arasında önemli bir yer işgal etmeye başladı. Soğuk Savaş yıllarında rastlanılmayan nitelikte etnik, dinsel veya kabile ölçekli çatışmalar küreselleşme döneminin başlangıç yıllarına damgasını vurmuştur. Buna paralel olarak, güvenlik yapılanmalarını esasen düşman addettikleri ülkelerin askeri nitelikli tehditlerine göre yapılandıran devletlerin önemsemediği ya da göz ardı ettiği yeni tehdit biçimleri, yeni aktörlerle birlikte sahneye çıkmıştır. Terörizm ve örgütlü suçlar başta olmak üzere devlet dışı birimlerce yürütülen ve kimi zaman bazı devletlerin çıkarları doğrultusunda destek verdikleri faaliyetler, küreselleşme döneminin uluslararası güvenlik sisteminin öncelikli sorunları haline geldi .

Bu dönemde Amerikan askeri gücünün teknolojik olarak ezici konumu, Amerikan Askeri Devrimi (RMA ) ve 1991-2003 yılları arasında Irak, Bosna, Kosova vb. ülkelerde girişilen operasyonlar ile yeni silahlar ve taktiklerin geliştirilmesi; baskın faktör olarak küresel askeri üstünlüğe dayanan yeni bir Amerikan hegemonya kurgusu için uygun ortamın oluşmasına yardım etti. Amerikan üstünlüğü; karşı konulmazlığı ve ceza almazlığı ile öne çıkarken, gücünün nüfuz kabiliyetinde; bilimsel yeniliklerle geliştirilmekte olan deneysel birikimin sonucu olarak, gücün “sivil” ve “yumuşak” boyutlarının kullanımında kavramsal ve pratik pek çok gelişme sağlandı . 

Yeni süreç bir kavramı daha literatüre sokmuş bulunmaktadır. Bu kavram “asimetrik tehdit”tir. Asimetrik tehdit dünyada oluşturulan hukuksal alt yapı çerçevesini zorlayarak; güçsüz, küçük ve imkanları az olan devlet veya devlet dışı (terörist) grupların, daha güçlü bir ülkenin imkan ve kabiliyetlerinden sakınacak şekilde, ülkenin zayıf taraflarına umulmadık bir şekilde, örneği olmayan yöntemlerle taarruz etmesi, teknolojik ve ele geçirdikleri güçlü saldırı imkanlarıyla saldırabilmeleri, tedirginlik, korku ve terör yaratan tehdit oluşturmalarıdır. Bu bağlama dünyadaki terörist grupları destekleyen ya da uluslararası hukuk normlarının çerçevesinde hareket etmeyen ve “terörist devlet” tanımı içinde değerlendirilen ülkeler “asimetrik tehdit” olarak tanımlanmaktadır .

Soğuk Savaş sonrası dönemi tanımlamak için güç dengesi ve iki kutuplu düzen tanımlamalarını beğenmeyenler bugünkü ‘çok kutuplu (multipolar)’ güç dengesinin ilk tanımını yaptılar. Bu görüşe göre, güç dengesi içinde bazı devletler öyle güçlüdür ki ittifaklara dayanmadan, genel bir dünya savaşına veya kitlesel imhaya yol açmadan kendi ulusal çıkarları peşinde koşmaktadır . Charles Krauthammer ise bugünkü sistemin ‘tek kutuplu (unipolar)’ bir hegemonya olduğunu iddia etti . Bu düzende hegemonyanın en üst düzeydeki gücü ve lideri doğal olarak ABD idi.  

Joseph Nye, yeni düzeni ‘çok seviyeli karşılıklı bağımlılık (multilevel interdependence)’ adını verdiği daha karışık bir uluslararası sistem olarak tanımladı . Nye’e göre uluslararası sistemde güç dağılımı birçok tabakadan meydana gelmektedir. En üst tabaka büyük ölçüde Krauthammer’in ABD’nin askeri gücüne rakip bulunmayan “tek kutbu”nu temsil etmektedir. Orta tabaka ise ABD, Japonya ve AB’nin aktör olduğu ekonomik “üçlü kutup”u oluşturmaktadır. Sınır aşan karşılıklı bağımlılığın yaşandığı en alt tabaka da ise güç bölünmeleri bulunmaktadır. 

Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsünün yaptığı başka bir güç dengesi tanımı ‘asimetrik güç dengesi’ni ortaya koydu . Buna göre ABD, tek süper güç olarak yeni düzende güç prizmasının en üstünde yerini alırken, onu “büyük güçler (major powers)” olarak adlandırılan Rusya Federasyonu, Çin, Japonya ve AB izlemekteydi. AB’nin bir bütün olarak büyük güç olarak tanımlanması dikkat çekicidir. Büyük güçlerin altında ise bölgesel güç olma yarışında olan Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler başka bir kategoriyi oluşturmaktadır.

Soğuk Savaş sonrası güvenlik ortamını nasıl okumamız gerektiği ile ilgili pek çok çalışma bulunmaktadır. 1990’dan beri yalnızca on yıllık bir sürede, ABD’nin önce ‘yeni dünya düzeni’ daha sonra ‘küreselleşme’yi merkeze alan değerlendirmeleri 11 Eylül 2001 ile kayboldu. Buzan’a göre ise Soğuk Savaş sonrası güvenlik ortamında üç teorik perspektif öne çıkmaktadır; neo-realist, küreselci ve bölgeselci . Neo-realist yaklaşım realizmin önerdiği gibi hala devlet merkezlidir ve uluslararası düzende güç dağılımı yani güç dengesinin tek kutuplu ile çok kutuplu olmak arasında sıkıştığını öngörmektedir.  

Küreselci yaklaşım ise neo-realizmin anti tezi olarak kültürel, ulusaşan ve uluslararası politik ekonomi yaklaşımlarını da birleştirerek devlet dışı aktörlerin (şirketler, NGO’lar, hükümetlerarası ve sivil toplum kuruluşları) küresel sistemdeki yapısal rolüne odaklanmakta, bu aktörlerin sermaye-teknoloji-bilgi ve örgütleri kontrol ettiğini, devletin bu küresel ağın bir oyuncusu olduğunu ifade etmektedir. Bölgeselci yaklaşım ise iki kutupluluğun kalkması ile dikkatlerin global konulardan çok bölgesel konulara yöneldiğini, süper güç karşısındaki zayıf güçlerin kendi iç sorunları ve yakın çevrelerine öncelik vermelerinin bölgeselci yaklaşımları artırdığını savunmaktadır.  

Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden yapılanma süreci devam etmektedir. Gidiş çok kutupluluğa doğrudur ve uluslararası ortam daha kaotik bir hal almaktadır. Bunun nedenleri şu şekilde sıralanabilir ; (1) Denetleyici ve düzenleyici güçlerin etkisiz ve yetersizliği, (2) Küresel ısınma gibi çevre sorunları gittikçe felakete yakın konular ile gündeme gelirken su, petrol ve doğal gaz gibi kaynaklar gibi stratejik kaynaklar birer politik ve güvenlik sorununa dönüşmektedir. (3) Süper ve büyük güç olmanın yolu enerji sorunun çözülmesinden geçecektir. (4) Etnik ve kültürel konular, demokrasi, insan hakları, terör gibi konular gittikçe daha fazla istismar edilmektedir. (5) Küreselleşme ülkeler ve bölgeler arasında dengesizliği beslemektedir.

     D.  11 Eylül 2001 Sonrası Dönem:

11 Eylül 2001 saldırıları, güç politikaları tarihi için gelecekteki oluşumları etkileyen önemli bir olaydı. Terör, asimetrik güç dengesi içerisinde bir yandan zayıf olanın güç kullanma yöntemi olarak ortaya çıkarken Amerikan dış politikasını tekrar askerileştirdi. Bu dönem Rusya’nın Batıya yönelişini hızlandırdı ve diğer yandan Amerika ile Avrupa arasındaki çatlakları artırdı. George W.Bush, ABD dış politikası için yeni bir kavram tanımladı; ‘terörizmle savaş sırasında küresel hegemonya’. 2002 yılında ABD Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından açıklanan güvenlik politikası; hem Amerika’nın herhangi diğer bir güç üzerindeki askeri üstünlüğünü sürdürmekteki kararlığını hem de askeri faaliyetlerle tehditleri ortadan kaldırma konusundaki özel hak iddiasını ifade etmekteydi. 

 Soğuk Savaş sonrasından bugüne kadar geçen süreçte güvenlik ortamının geçirdiği devrimsel değişimler; stratejik dengenin değişimi, stratejik sistemin değişimi ve askeri teknolojide yaşanan değişimler olmak üzere üç başlık altında toplanmaktadır. Jeo-stratejik devrim niteliğindeki stratejik yeni denge ABD üstünlüğüne dayalı tek kutuplu dünya düzenin ortaya çıkışı ile tanımlanmaktadır. Yeni güvenlik ortamının ikinci önemli özelliği ise stratejik sistem değişimlerinin getirdiği post-modern çatışma şekillerinin ortaya çıkmasıdır. Post-modern çatışma ise ; (1) Güvenliğin ulusaşan boyutunun daha önemli hale gelmesi ve ulus-devlet yapılarına nüfuz eden sosyal hareketler şeklinde görülen devlet dışı aktörlerin sistemde etkin rol edinmesi, (2) Uzayın ve siber savaşın  çatışmaların gittikçe daha önemli kuvvet çarpanı haline gelmesi ile tanımlanmaktadır. 

Yeni yüzyılı geride bıraktığımız yüzyılla karşılaştırdığımızda "savaş"ın anlamında derin bir değişim ve dönüşüm göze çarpmaktadır. Söz konusu bu değişim ve dönüşüm; "savaş"ın bütün vahşet ve yok ediciliğinin ince ayarlı ve sözde bir estetikle perdelendiği "bilinmeyenlerin" topyekün bileşiminden meydana gelen "terör" ile ifade edilmektedir. Özünde çatışma ve güvenlik endişesi bulunan uluslararası ilişkiler perspektifinden bakıldığında ise aslında her zaman var olan ancak 11 Eylül ile dalga dalga tüm dünyaya yayılan "terör"ün; halihazırda "modern dünya"yı neyin ne olduğunun belli olmadığı postmodern bir süreçte, komplo teorileri ile beslenen paranoyalara sürüklemektedir. Bu yeni sistemde parçalanmışlık, belirsizlik, her şeye kuşku ile bakma ve korku hakim olmaya başlamıştır. 

Tablo 1: Güvenlik Ortamının Değişimi


Özet olarak, 21’ nci Yüzyılın ilk yıllarındaki küresel güvenlik ikilemleri 20’ nci Yüzyıla göre niteliksel olarak farklıdır. Ulusal egemenlik ve ulusal güvenlik arasındaki geleneksel bağ zayıflamıştır. Savaşın, resmi olarak ilan edilmiş bir devlet meselesi olduğu zamanlar artık geride kalmıştır. Çok ender ve genellikle gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkeler ile yapacağı savaşlar artık hassas silahlarla gerçekleşecek, rakibi silahsızlandırmak ve kontrol altına almak için kullanılacaktır. Küreselleşme çağında savaş; resmi olmayan, yayılmış ve çoğu zaman isimsiz çatışmalar şeklinde küresel bir istihbarat ağına dayalı, özel ve vekilli savaşlar, örtülü operasyonlar ve propaganda mücadeleleri ile yürütülmektedir. 

3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***