GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 2
Siyasi İdeolojiler, Politika, liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri, Sait Yılmaz,
1.2. HEGEMONYA VE GÜÇ DENGESİ:
1.2.1. Hegemonya Kuramı:
Bugüne kadar geliştirilen kuramlar genel olarak, uluslararası politikayı üç anahtar kavram ile açıklamaya çalışmıştır; Güç, yapı ve hegemonya. Yunanca ‘hegemonia’ kelimesinden gelen hegemonya kavramı sözlük anlamı ile sistem içindeki bir elemanın diğerlerinden daha üstün ve baskın olmasını ifade etmektedir. Bugünkü uluslararası düzeni anlama ve güç ilişkilerini analiz etmede hegemonya kavramı bize önemli bir katkı sağlamaktadır. Bu katkıda gücü sadece zorlamaya değil ‘rıza’ya da dayalı olduğunu ortaya koyan İtalyan düşünür Antonio Gramsci (1891-1937)’nin payı büyüktür. Gramsci’ye göre hegemonya uluslararası sistemdeki en kuvvetli devletin veya belirli bir bölgedeki hakim devletin konumunu tanımlıyordu. Gramsci, hegemonyadan bir sosyal ve siyasi denetim tarzını, zor ve rızayı birleştirerek ‘zorun zırhıyla korunan oydaşma’ anlamını çıkarmaktaydı .
Gramsci’nin düşünceleri kendisinden sonra gelen pek çok bilim adamı için temel teşkil etmiştir. Gramsci’nin hegemonya konsepti, geri planda kabullenilmiş hegemonyanın sahnede olduğunu savunmaktaydı. Gramsci’nin çalışmasını takip eden Kanadalı bilim adamı Robert W.Cox, Gramscian anlayışı diğer uluslararası ilişkiler teorilerinin eleştirilmesinde kullandı. Cox’a göre realizm ve neo-realizm gibi teoriler, zengin Batının hakim devletlerinin ve elit tabakasının çıkarlarına hizmet eden statükonun korunması için hazırlanmıştı . Bu tür teoriler uluslararası düzeni doğal ve değişmez yapmak amacına yönelikti. Hegemonya hakim devletin moral, politik ve kültürel değerlerinin topluma ve alt gruplara yayılmasına imkan veriyordu. Bütün bunlar ise sivil toplum kurumları ile olmaktaydı. Sivil toplum devletten kısmen otonom olan kurumlar ve pratiklerin ağını oluşturmaktaydı. Hegemonya, hedef aldığı toplumlara uygulamak için sosyal ve politik sistemler üretmekteydi.
Hegemonya ile emperyalizm arasındaki ilişki konusunda çeşitli fikirler bulunmaktadır. Emperyalizm, açık siyasi araçlar ile ya da ekonomik hakimiyet yolu ile bir ülkenin diğeri üzerindeki hakimiyetini genişletmesi şeklinde tanımlanmaktadır . Keohane’ye göre emperyalizm ile hegemonya arasındaki temel fark; hegemonya siyasi bir üst yapıya sahip olmaksızın çeşitli mekanizmalarla ilişkileri yönlendirirken, imparatorluklar siyasi bir üst yapı ile egemenlik kurmakta idi . Ancak imparatorlukta sürekli bir genişleme ve yeni alanları imparatorluğun egemenlik alanına dahil etme yaklaşımı vardır. Duncan Snidal ise hegemonyayı; ikna ile uygulanan hegemonya, lütufkar ancak zorla uygulanan hegemonya ve zora dayalı sömürgeci hegemonya olarak üçe ayırmaktadır .
Hegemonya ve hakimiyet (dominance) arasındaki fark Machiavelli, Gramsci ve Nye gibi pek çok düşünür tarafından tartışılmış bir konudur. Machiavelli, Gramsci ve Nye’e göre büyük bir güç hakimiyete, zorlamaya ve sert güce dayanmaz. Machiavelli’ye göre büyük güce itaatin nedeni saygı olmalıdır . Gramsci ise büyük gücün gönüllülüğe ve düşünmeksizin işbirliğine ittiğini söylemektedir . Nye’e göre ise hakim güç işbirliğine ikna ederek hegemonik güç olur. Bu ikna düzeyi ise yumuşak güçle çıkarları ortak imiş gibi göstererek sağlanır . Ancak hegemonik istikrar teorisine göre büyük güçler kendi pozisyonlarını sürekli müsaade almaksızın tek taraflılık ve sert güçle sağlarlar .
Bu ayırımlara göre bazıları bugünkü Bush yönetimi altındaki ABD’nin konumunu hegemonya değil hakimiyet olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlamanın gerekçesi ise ABD’nin öncelikle sert güce başvurması ve Amerikan istisnacılığıdır. Amerikan istisnacılığı; Avrupa’nın aksine geleneksel ve tam bir ABD devlet egemenliğini, uluslararası hukuk ve kuruluşların göz ardı edilebilmesini, kendi vizyonunun ayrıcalığını ve tek taraflı veya kuvvetli olmayan çok taraflılığı ifade etmektedir. ABD’nin tek taraflı politikalar uygulaması hegemonya değil bir hakimiyet göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bazı yorumcular ise ABD’yi emperyal niyetleri olan hakim bir güç olarak tanımlamaktadır.
Başka bir tanımlama ile hegemonya, uluslararası sistemin kuralları ve normlarını kendi motivasyon ve isteklerine göre değiştirme yeteneğine ve gücüne sahip olma konumudur . Eğer küresel olayları bir yol haritasına göre etkileme gücünüz yoksa bu tehlikeli bir illüzyon olacaktır. Susan Strange’e göre hegemonya iki tip kuvvetlilik gerektirir; ilişkisel ve yapısal . İlişkisel güç hegemonun uluslararası sistemde diğer aktörler ile bire bir veya gruplar içinde ikna ve zorlama gücüne sahip olmasıdır. Yapısal güç ise uluslararası sistemde istediği kural, norm ve operasyonları gerçekleştirmesi için gerekli kapasitedir. Hegemon gelecekte işbirliği için kritik rejimleri yaratır veya muhafaza eder, diğer devletler kendi çıkarları peşinde koşarken belirsizliği azaltır.
Hegemonya ve güç ilişkileri küresel ekonomik-politik düzen ile yakından ilgilidir. Ekonomik politik düzene ilişkin görüşler ise iki grupta toplanmaktadır. Birinci gruptaki gelenekselci yaklaşımlar; Liberal, Merkantilist ve Marksist görüşleri içermektedir. Liberallere göre yeni dünya ekonomik düzeni; sınırların olmadığı küresel Pazar içerisinde, serbest ticaret ve sermayenin hareketinin hükümetler ve ekonomik aktörlerin politikalarına yön verdiği bir potansiyele sahipti. Düzen global pazarda görünmez elin rekabeti ile sağlanacaktı. Merkantilistlere göre dünya ekonomik arenası zenginlik ve bağımsızlığını maksimize etmeyen çalışan ülkelerin rekabet alanı idi. Düzen hegemonya veya güç dengesi ile kurulacaktı. Marksistler ise dünya ekonomisini sınıflar ve sosyal grupların çatışma içerisinde olduğu kapitalist rekabet alanı olarak görmekteydi.
İkinci gruptaki yeni yaklaşımları ise kurumcu, politik ekonomici ve neo-gramscian görüşler olmak üzere üç grupta toplayabiliriz. Kurumculara göre dünya ekonomik düzeni ülkeler arası bir rekabet alanıdır ve temel aktörleri ise hükümetler ve kurumlardır. Uluslararası kurumların varlığı işbirliği için anahtar roldedir. Politik ekonomici görüş dünya ekonomik düzenindeki rekabeti kendi çıkarları peşinde koşan devletler ve iç ekonomideki çıkar gruplarına bağlamaktadır. Rekabetin sürmesinde makul seçeneği belirleyen çeşitli iç grupların etkinlik seviyesidir. Neo-gramscian görüş ise bu düzendeki aktörlerin çıkarlarını hegemonik güçlerin kendi düşüncelerine, kültürlerine ve bilgilerine dayandırarak kendilerinin tanımladığını ve izlediğini ifade etmektedir .
1.2.2. Hegemonya ve Güç İlişkilerinin Kısa Tarihçesi:
Dünya tarihinin hemen her devrinde tüm uluslararası sistemi ve güç dengelerini kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve moral güce sahip olan aktör(ler) ve ilkeler ortaya çıkmıştır. Belirli kurallara göre hareket eden ve aralarında düzenli ilişkiler bulunan devletlerin oluşturduğu bugün anladığımız anlamda ilk uluslararası sistem, Westphalia ile doğmuş sayılabilir . 1648 yılından önce, Avrupa için kilit örgütlenme kavramı Hıristiyan dünyasının birliğiydi. Avrupa teriminin 17’ nci Yüzyıl sonlarına kadar güçlükle kabul gördüğü 1648 tarihli Westphalia Barışı’ndan sonra, gücün dengesi esas kriter oldu. 1648’den önce Avrupa düzeni ve bu düzene hakim olan politikalara; ‘Avrupa İttifakı’, ’Toplu Güvenlik’, ’Sınırlama’ gibi çeşitli isimler verildi. Bunların her biri aslında ulusal devlete ve güç dengesinin çeşitliliğine verilen isimlerdi .
17’ nci Yüzyılda Richelieu yönetimindeki Fransa; uluslararası ilişkilere, ulus-devlet kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkardan güç alan modern yaklaşımı getirmiştir. 18’ nci Yüzyılda, bu kez İngiltere; sonraki 200 yüzyıl boyunca Avrupa diplomasisine egemen olan “güç dengesi” kavramını geliştirmiştir. 19’ ncu Yüzyılda Metternich Avusturyası; Avrupa Anlaşmasını yeniden kurmuş ve Bismarck Almanyası da; Avrupa diplomasisini soğukkanlı güç politikası oyununa dönüştürerek bu anlaşmayı yıkmıştır. 1870’lerde başlayan Almanya ve ABD arasındaki küresel rekabet ise ancak İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesi ile sona erdi.
A. II nci Dünya Savaşı Sonuna Kadar Olan Dönem:
Tarihsel olarak iki hegemon gücün (ABD ve İngiltere) temel olarak kullandığı düşünce “serbest ticaret” idi. Serbest ticaret ise hegemona diğer çevrelere ve pazarlara nüfuz etmek için gerekli yolu açacaktı. ABD, bu anlayış çerçevesinde neo-liberalizm ile hegemonya üretmeye devam etmektedir. Hegemonya ile ilgili bir çözümleme için tarihsel süreç içinde dünya ekonomik sisteminin gelişimine bakmak zorundayız. Sistemin başlangıcı olarak kabul edilen 14 ve 15’ nci Yüzyıllardaki Venedik-Ceneviz döneminde Kızıldeniz’den Hindistan’a ve Çin’e giden Venedikliler Akdeniz ticareti ve dünya ticaret yollarının kontrolünde egemen güç olmuşlardı. Ancak bu henüz bir hegemonya değil merkez ve çevre arasındaki değer aktarımlarının kontrol üstünlüğü idi.
Nitekim Yavuz’un İran ve Mısır’ı fethi ile Venediklilerin yolunu kesmesi bu üstünlüğü kaldırdı. Ancak bu önderliği Osmanlılar geri almamış, bu sefer Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan, Çin ve Japonya ile ticaret yapan Hollanda’nın dönemi başlamıştı. Dünya tarihine bakıldığında 15’ nci Yüzyıldan itibaren deniz güçlerinin dünya ticaretinden aldığı pay ile orantılı olarak güç dengesinde öne çıktığı görülmektedir. 15’ nci Yüzyılda Portekiz, 16’ ncı Yüzyılda İspanya, 17’ nci Yüzyılda Hollanda bu kategoride sayılabilir. Uzak Doğu’dan dönen gemiler Hindistan’dan baharat, Çin’den ipek getiriyordu.
Ancak demirin bulunması ile birlikte demir-çelik endüstrisine hakim olan İngiltere’nin dönemi başladı . Modern dünya sisteminin ilk hegemonik gücü İngiltere idi. 18’ nci Yüzyılda Fransa ile birlikte öne çıkan İngiltere hegemon güç konumunu 1945’lere kadar sürdürmüştür. ABD ise ancak 1898 yılındaki İspanya Savaşı sonrasında büyük güç konumuna gelerek hegemonya için yarışa dahil olmuştur . ABD’nin yükselerek küresel hegemonyayı ele geçirmesi 1873’ten itibaren İngilizlerin hegemonya yarışında gerilemesi ile başlayan uzun bir süreç sonunda oldu. ABD iç savaşını sona erdirerek, Almanya ise ulusal birliğini sağlayıp Sedan’da Fransa’yı yenerek istikrarlı bir siyasi yapı oluşturmuşlardı. 1914 yılına kadar olan dönemde ABD çelik ve otomobil, Almanya ise kimya sektöründe başlıca üretici konumuna gelmişti .
Almanya’nın küresel imparatorluk arayışı 1933’de ideolojik bir alt yapı kazanırken, ABD ise dünya liberalizmini savunmaktaydı. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in açıkladığı; ifade, ibadet, muhtaç olmama ve korku duymama şeklindeki dört özgürlük ABD liberalizminin sembolü oldu. Sonuçta, 1870’lerden itibaren İngiliz hegemonyası inişe geçerken onun halefi olabilmek için yarışan ABD ve Almanya arasındaki mücadeleyi II nci Dünya Savaşı’nın sonunda ABD kazandı. Bununla beraber, II nci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesi Sovyetler ile girilen stratejik ittifakın sonunda mümkün oldu.
B. Soğuk Savaş Dönemi:
II nci Dünya Savaşı’nın ardından yeniden şekillenen dünya; ideolojik ve stratejik anlamda süper güç olarak nitelendirilen Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasında “Soğuk Savaş” diye adlandırılan bir döneme girmiştir. Bu dönemde Avrupa II nci Dünya Savaşı’nın tahribatını gidermeye çalışırken, Sovyetler Birliği kendi ideolojisini yaymak için çaba harcamış, ABD ise buna engel olmak için uğraş vermiştir. Bu dönemde uluslararası politikanın yapısında da değişiklikler meydana gelmiş ve ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. II nci Dünya Savaşı sonrası dünya düzeni Batılı analizciler tarafından “iki kutuplu” olarak tanımlanmıştır.
II nci Dünya Savaşı sonrası dünya düzeninde; Sovyetler Birliği, ABD’ye yakın askeri gücü ve ideolojik formasyonu ile ABD karşısındaki diğer blok veya etki alanını oluşturdu. ABD bu tarihten sonra uyguladığı güvenlik politikaları ile uluslararası sistemde yeni bir yapı oluşturulmasında genellikle inisiyatifi elinde tutan taraf idi.
Yalta Konferansı Şubat 1945’de iki bloğun oluşumunu resmileştirdi. Yalta Konferansı ile birlikte iki süper güç SSCB ve ABD kendi bloğunu sağlamlaştırma politikasına yöneldi. II nci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan bu yeni süreçte sömürgecilik kalkmış ve sömürge olarak bulunan ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ile birçok ülke dünya siyasetindeki yerini almıştır. Bu yeni ülkelere genel olarak Üçüncü Dünya veya Bağlantısızlar Bloğu adı verilmiştir .
B.1. Soğuk Savaşın İlk Dönemi (1945-1953):
İngiltere, II nci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmakla beraber büyük güç kaybına uğramıştı. Sovyet tehdidine karşı ABD’yi Avrupa’ya davet etmesi ile ABD merkezli dünya gücü ortaya çıktı. ABD, öncelikle Truman Doktrini ve Marshall Planı ile Avrupa’ya yardım etme yolunu seçti. Doğu ve Batı Blokları karşılıklı olarak çevreleme ve dengeleme politikaları ile şekillenmeye başladı. Orta Doğu’da ise İngiliz ve Fransızların sömürgecilik döneminden kalma politikalara devam isteği bir yandan bölge ülkelerinin Batıya düşmanlığının ve ABD’nin inisiyatifi almasının diğer yandan Sovyetlerin bölgeye girişinin önünü açtı.
II nci Dünya Savaşı sona ererken Doğu ile Batı arasında nükleer silahlara sahip olma rekabeti yaşanmaktaydı. Nükleer silahların geliştirilmesi, özellikle Albert Einstein’in çalışmalarının ardından Nazi baskısından kaçan Alman asıllı nükleer fizikçileri bir araya getiren Manhattan Projesi ile başladı. Bu projeye sızmayı başaran Sovyetler de kendi nükleer silahlarını geliştirmenin peşindeydi. ABD’nin 1945’de Japonya üzerinde atom bombası kullanması ile başlayan nükleer dönem ABD’nin nükleer tekelini temsil ediyordu. Ancak 1949’daki Sovyet denemelerinin başarılı olması ile bu tekel kaybedildi. İki ülke arasında başlayan silahlanma yarışı Soğuk Savaş’a damgasını vurdu.
Amerikan güvenlik politikasının önceliği, silahlanma yarışında karşı koyabilme yeteneğine sahip nükleer silahlara sahip olma ve kendisini bir nükleer savaşa hazırlamasındaydı. Savaşı önlemek için caydırıcılık esas prensipti. Avrasya’nın Batılı ve Uzakdoğulu düşman ülkeler tarafından kontrolünü önlemek için bulunan formül; rakipleri savaşa katılmadan önce siyasi yollarla etkisizleştirme idi . Soğuk Savaşın başlaması ile birlikte ABD güvenlik politikalarında Roosevelt’in tek dünyalı evrenselciliğinin yerini Truman ile birlikte uluslararası ilişkilerin askerileştirilmesi izledi .
Soğuk Savaş’ın kırk yılı boyunca Amerika’nın karşılaştığı jeo-stratejik tehdit, Avrasya kıtasının üçte ikisini kontrol eden totaliter Sovyet rejiminin, geri kalan kısma karşı üstünlük sağlama ihtimali idi. Avrasya üstünlük mücadelesinin merkezindeydi ve son derece yıkıcı ve ölümcül bir nükleer savaş tehlikesi bulunmaktaydı. Truman’ın Sovyet Yayılmasını Önleme Doktrini, 1949’da ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson’un rehberliğinde hazırlanan “Büyük Hilal” projesinin doğuşuna neden olmuştu. Dean Acheson ve yardımcısı Paul Nitze, 1950’li yıllarda ekonomi ve güvenlik sorunlarına uzun vadeli bir çözüm olarak ‘silahlanma’yı keşfettiler. Çokuluslu şirketleri ve denizaşırı ticaretle ilgilenenleri temsil eden ve ‘uluslararasıcı’ olarak tanımlanan bu akımın öncüleri güvenlik çatısı altında askeri ve ekonomik ilişkilerin gelişmesini sağlayan ‘Açık Kapı Politikası’nın mimarları oldular.
ABD stratejisinin birbiri ile iç içe iki unsuru güvenlik ve ekonomi idi. Japon İmparatorluğu’nun sona ermesi ve Orta Doğu ve Asya’da İngiliz ve Fransız etkisinin azalması ile ortaya çıkan güç boşluklarını ABD doldurdu. Truman doktrini kullanılarak başlangıçta Türkiye ve Yunanistan üzerinde, daha sonra Kuzey Doğu ve Güney Doğu Asya’da inisiyatif ele alındı. 1949 yılında NATO’nun kurulması ve Türkiye, Yunanistan ve Federal Almanya’nın katılımı ile Batıdaki ABD bloğu belirginleşmeye başladı. Marshall Planına karşı COMECON’un, NATO’ya karşı Varşova Paktı’nın kurulması ile Soğuk Savaş kurumsallaşmış oldu. Kore Savaşı ise iki blok arasındaki çizginin belirlenmesini sağladı.
ABD stratejisinin hedefi başta Orta Doğu olmak üzere söz konusu coğrafyada petrol ve ekonomi üzerinde denetim sağlayarak kendine bağımlı ilişkiler geliştirmekti. Stratejinin ikinci unsuru ise İkinci Dünya Savaşı sonrası çöken ekonomileri düzeltmek ve sömürgeciliğe son vermek amacı ile çok taraflı ticaretin önündeki engellerin kaldırılması idi. ABD, Japonya ve Federal Almanya’yı Asya ve Avrupa’nın bölgesel atölyeleri haline getirerek ve kendi çevre bölgeleriyle entegrasyonlarını sağlayarak çok taraflı ekonomik entegrasyonun ve liberal ekonomiler arası işbirliğinin önkoşullarını oluşturdu .
Böylece sanayileşmiş üreticiler olarak yeniden inşa edilen bu ülkeler diğer ülkeler ile geliştirdikleri ticaret bağları sayesinde bu dönem için ABD’ye bağımlı olmaktan kurtulacaklardı. Bretton ve Woods kurumları (IMF ve IRDB ) ödemeler dengesi sorunlarını çözmek ve para konvertibilitesini sağlamak için yeterli değildi. Marshall Planı dolar darlığı ile başa çıkmak için geçici bir çözüm oldu ve Avrupa ekonomilerini çok taraflı ticarete zorlamak için başlangıç oluşturdu . Kore Savaşı, açık deniz tedariki ve askeri programlar sayesinde ABD ve Avrupalı müttefikleri için önemli bir askeri malzeme trafiği yaratmıştı.
B.2. Çatışma, Cepheleşme Ve Uzlaşma Dönemi (1953-1979):
1950’lerin sonunda Avrupa ve Japonya artık kendi ayakları üzerinde durmaya başlamıştı. Asya için hazırlanan güvenlik projesi Kuzeydoğu ve Güneydoğu Asya’yı içine alan Japonya merkezli ekonomik entegrasyon programını öngörüyordu. Kore Savaşı ile artan ana mal fiyatları Japonya ve Avrupa’nın çevre bölgeler ile yaptıkları ticaretten dolar kazançlarını artırdı. Diğer yandan düzenli ABD yardımları devam etti. 1960’lardan itibaren ABD askeri ve ekonomik yardımlarının çoğu ABD yanlısı Üçüncü Dünya Ülkelerine yönlendirildi. ABD ve SSCB değişik politikalar yolu ile blok ve güvenlik ilişkileri oluşturdular ve kendi bloklarını güçlü tutmaya çalıştılar. 1970’e gelindiğinde ABD’nin Japonya’ya yardımı yılda ortalama 500 milyon dolar ile 20 yılda yaklaşık 10 milyar dolara ulaşmıştı .
1950’lerden sonra en önemli stratejik soru; Sovyet Rusya ile siyasi çatışmanın genel bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği idi. Teknolojik üstünlüğü elde bulunduran Amerika’nın ve onun liderliğindeki NATO’nun başlangıçta izlediği strateji ‘topyekun karşı koyma’ stratejisi idi. Yani Sovyetler konvansiyonel kuvvetler ile saldırsa bile nükleer silahlar ile cevap verilecekti. Ancak Sovyetlerin de nükleer silahlara sahip olması ile dengeler (buna “dehşet dengesi” adı verildi) ve strateji değişti. 1961 yılında ABD Başkanı John F. Kennedy tarafından açıklanan ‘esnek mukabele’ stratejisi kabul edildi . Bu stratejiye göre konvansiyonel bir saldırıya önce konvansiyonel silahlar, burada başarılı olunamazsa nükleer silahlar ile cevap verilecekti.
ABD’nin karşısında saldırgan ideolojili, stratejik bir düşman vardı. Sonuç olarak bunu takip eden kırk yılda, Amerikan küresel müdahalesinin tek bir amacı oldu; Sovyetler Birliği’nin silahlı yollarla genişlemesini engellemek ve onun ideolojik yapısını yenmek. Politikanın kapsamı küreseldi ancak odağı bölgeseldi. Strateji geniş kapsamlıydı, siyasi ve askeri boyutları dengeliyordu. Demokrasilerin arasında siyasi birliği ve düşmanın engellenmesini vurguluyordu. Özgürlüğü (ve hatta bir süre için bağımsızlığı) anahtar kavram olarak vurguluyor, insan haklarının komünist rakibi içeriden çökertmek için adım adım güçlü bir araç olmasını savunuyordu .
1960’ların sonuna kadar devam eden Açık Kapı Politikası ABD müdahalelerine de yol açtı. Çokuluslu şirket imtiyazları için yapılan müdahale 1953’de İran’da Şah’ın geri getirilmesine yardım etti. 1954’deki Guatemala müdahalesi de benzer amaca hizmet ediyordu. Küresel ekonomik entegrasyonu geliştirmek isteyen ABD Üçüncü Dünya’da bağımsız ülkeler kurulmasından yanaydı. 1956’daki Süveyş krizi ise ABD’nin sömürgecileri tasfiye politikasının bir örneği idi.
Soğuk Savaş’ın kızıştığı 1960’lı yıllarda Sovyetler Üçüncü Dünyada hedeflediği ülkelerde ‘ulusal bağımsızlık savaşlarını destekleme yoluyla’ yayılma stratejisini seçmişti. Kennedy ise komünizme karşı bir alternatif olarak bu ülkelerde ulusal yapılanmanın ve ekonomik kalkınmanın desteklenmesi tedbirini geliştirdi. Kennedy’nin “Kalkınma İçin İttifak Programı” karşı-ayaklanma harekâtını da içeriyor ve Üçüncü Dünya Ülkelerini safına çekebilmek için örtülü operasyonlara girişilmesini öngörüyordu. Afrika, Asya ve Latin Amerika’da (Brezilya-1964, Kongo-1964, Endonezya-1965 gibi) girişilen operasyonlar CIA’nın yoğun olarak kullanıldığı örnekleri teşkil etti.
Soğuk Savaş’ın başlaması ile Amerikalıların çoğu tekeline sahip oldukları modern teknolojinin en ileri silahını temsil eden atom bombasının kendilerini koruyacağını düşünüyordu. Stratejik Hava Komutanlığı, iki okyanusta savaşma kapasitesine sahip deniz kuvvetleri ve nihayet Almanya ve Japonya’daki Amerikan birlikleri tehlikeyi Amerikan topraklarından uzak tutacak bir güvenlik battaniyesi sağlıyordu. Amerikanın, modern teknolojinin sağladığı bu dokunulmazlık düşüncesinden sıyrılması ancak Küba Krizi ile birlikte oldu.
1960’lar boyunca ‘nükleer caydırma’ dengesinin yarattığı riskler temel endişe kaynağı idi. Yanlışlıkla meydana gelebilecek nükleer ateşleme riskine karşı stratejler anti-balistik füzeler gibi uzaya dayalı savunma sistemleri teknolojisini başlattılar. ABD ve Sovyetler arasındaki füze yarışı istikrarlı bir caydırıcılığın ancak karşılıklı sınırlamalar yani ‘silahsızlanma’ ile sağlanabileceği fikrini ortaya çıkardı. 1970’lerdeki ABM, daha sonra SALT ve 1980’lerdeki START Antlaşmaları bu fikrin ürünü idi.
Vietnam Savaşı, 1968 yılından itibaren ABD politikalarında önemli bir dönüşüm başlattı. Bu arada SSCB’de 1968’deki Çekoslovakya işgali ve Çin ile büyüyen ayrılık ile birlikte kendi bloğunda güç kaybediyordu. Batı Avrupa devletleri ve Japonya 1960’ların sonuna doğru ABD’ye daha az bağımlı geldiler. Ancak ABD askeri gücüne olan hayati ihtiyaç nedeni ile ABD’den bağımsız politika izlemeleri mümkün değildi. Batı Almanlar 1960’ların sonlarında Doğu Avrupa’yla Ost-politik süreciyle ilişkiler kurmaya başladılar. Bu Doğu-Batı ilişkilerinde değişimi ve “gerginliğin yumuşamasını (detant)” zorlayan bir itici güç oldu.
İki süper gücün diğer devletler üzerinde güç dengelerini kontrol etmesiyle ortaya çıkan iki kutuplu düzen 1950 ve 1960’lı yıllarda aşınmaktaydı. Böylece, iki süper gücün hegemonyasına karşı çıkan birkaç devlet ile birlikte ‘güç dengesi (balance of power)’ olarak tanımlanan bir döneme girildi. Güç dengesi düzeni bir dünya düzeni olmaktan ziyade Yugoslavya ve Fransa örneğinde olduğu gibi, Avrupa’da iki süper güçten bağımsız bazı yeni oyuncuların ortaya çıkışı ile tanımlanmaktaydı.
Sovyetler bir yandan Doğu Avrupa üzerindeki baskısını azaltırken Batıyla ekonomik ilişkilerini artırdı . Batı Almanya ve Japonya’nın ABD gücünün sınırlarını zorladığının anlaşılması ise Nixon doktrini ile ABD’nin küresel yayılmayı önlemede her zaman önde olma politikasına son vermesine neden oldu. Kissinger’a göre ABD artık müttefiki olan bölgesel alt-hegemonik güçlerden istifade edecekti. SSCB ile yumuşama dönemi yaşanırken ABD, Sovyet-Çin ilişkilerindeki soğumadan yararlanarak Çin’e yöneldi ve güç dengesinde kendi lehine değişim sağladı.
1970’lerde OPEC’in petrol fiyatlarını artırması ile yaşanan şok ABD petrol maliyetlerini artırırken dolara bağlı petrol fiyatları nedeni ile Avrupa ve Japonya’nın dışarıdan topladığı paralar silah satışları ile ABD’ye döndü. Bu aynı zamanda Kissinger’ın dünya güvenliği konusunda alt-hegemonik güçlerden istifade etme stratejisine destek oldu ve ABD hegemonyası için petrol ve silahın önemi ortaya çıktı. ABD’ye gelen dolarlar Batı bankaları aracılığıyla her iki bloktan ülkelere borç olarak verilmeye başlandı. Zaman içinde bu borçlar alacaklı güçlü devletlerin, IMF ve Dünya Bankası’nı kullanarak güç ve kontrolüne vasıta oldu. Borçların pek çoğu gene silaha yatırıldı. 1960-1987 yılları arasında Avrupa ve Kuzey Amerika’dan ithal edilen silah tutarı 400 milyar doları buldu .
B.3. İkinci Soğuk Savaş (1979-1986):
1970’lerin başında başlayan yumuşama 1980’lere doğru pek çok ülkede başlayan huzursuzluklar ve Sovyetlerin yayılmacı emellerinin tekrar ortaya çıkması ile son buldu. İran devrimi ve peşinden gelen Sovyetlerin Afganistan işgali ABD’nin Nixon ile başlayan göze batmama ve alt-hegemonik güçlere işi bırakma stratejisinin değişmesine neden oldu. ABD tekrar inisiyatifi ele alarak Sovyet müdahalelerine karşılık verebilmek için askeri harcamalarını ve hazırlığını artırmaya başladı. Hızlı Müdahale Gücü Programı ile ABD dünyanın her bölgesine doğrudan müdahale etme kabiliyetini artırdı. 1980’lerin ortasına gelindiğinde ABD askeri bütçesi yıllık 300 milyar dolara ulaşmıştı. ABD, hegemonyasını askeri üstünlük ile sürdürecekti. 1980’ler sadece iki kutup arasında değil küresel düzeyde de silahlanma yarışının artarak devam ettiği bir dönem oldu.
Soğuk Savaşı sona erdiren Sovyetler Birliği’nin çöküşü idi. Sovyetlerin dağılma nedenlerini ekonomik ve psikolojik olmak üzere iki grupta toplayabiliriz ; (1) Doğu Bloku’nun tüm yükünün Sovyetler tarafından yüklenilmiş olması, aşırı merkeziyetçilik nedeni ile özel mülkiyet, girişimcilik ve rekabetin dışlanması, sisteme dahil kaynakların rasyonel olarak değerlendirilememesi; üretimde Batı ile rekabet edecek kalite sağlanamazken ciddi Pazar sorunu ülkelerin içine kapanmasına ve giderek ağırlaşan ekonomik sorunlara neden olmuştur. Öte yandan ciddi enerji kaynakları bir avantaj olarak kullanılamamış, Batı Bloku ise enerji için Orta Doğu’da kalıcı olmayı seçmiştir. (2) Küba Krizinden başlayarak Doğu Bloku kamuoyunda Batının üstün olduğu imajı yerleşmeye başlamış, bu psikoloji dağılmanın da hazırlayıcısı olmuştur. Batının bilim ve teknikte gösterdiği gelişme özellikle uçak ve füze teknolojisindeki gelişmeler dengeyi Batı lehine etkilemiş, kendini güvenlikte görmeyen Doğu Bloku ülkelerinin özellikle 1970’li yıllarda AKKA ve AGİT gibi bloklar arası yakınlaşmaları Doğu’nun güç zafiyetini iyice belirginleştirmiştir. Nitekim Stratejik Savunma Girişimi ya da diğer adı ile Yıldız Savaşları Projesi’nin ortaya çıkışı nihai bir darbe olarak Doğu Bloku’nun mücadeleyi bırakmasına neden olmuştur.
C. Soğuk Savaş Sonrası Dönem:
Sovyetlerin çöküşü ve Varşova Paktı’nın dağılması özellikle Avrupa güvenliği konusunda önemli değişikliklerin kısa sürede oluşmasına neden oldu. Bunlar arasında; Almanya’nın birleşmesi, Doğu Avrupa’da daha önce Sovyet uydusu olan devletlerin Barış İçin Ortaklık programı altında Batıya entegre edilmesi, Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yeni devletler kurulması, NATO’nun genişlemesi ve stratejisini değiştirmesi, Avrupa Birliği’nin hayata geçirilmesi ve AB üyeliğinin pek çok ülke için ideal teşkil etmesi sayılabilir. 1990’lı yıllara damgasını vuran diğer gelişmeler ise teknolojik alanda yaşandı. Cep telefonları ve internet ile birlikte iletişim alanında yaşanan gelişmeler küreselleşme ve güvenlik alanına önemli etkiler yaptı. Genel güvenliğin artması, sınırların ortadan kalkması, çokuluslu teşkiller ve ticaretin yaygınlaşması ile birlikte “küreselleşme” 21’ nci Yüzyılın en önemli olgusu olarak belirdi.
Soğuk Savaş sonrası dönemin başında yaşanan iyimserlik ve olumlu güvenlik ortamı kısa sürdü. Irak ve Eski Yugoslavya gibi ülkelerde bölgesel hegemonik heveslerin, etnik ve milliyetçi akımların ortaya çıkışı ile tekrar küresel etkileri olan güvenlik problemlerine dönüldü. Nükleer silahların yayılması tehdidi ve uluslararası terörizm gibi tehditler genel güvenlik problemleri arasında önemli bir yer işgal etmeye başladı. Soğuk Savaş yıllarında rastlanılmayan nitelikte etnik, dinsel veya kabile ölçekli çatışmalar küreselleşme döneminin başlangıç yıllarına damgasını vurmuştur. Buna paralel olarak, güvenlik yapılanmalarını esasen düşman addettikleri ülkelerin askeri nitelikli tehditlerine göre yapılandıran devletlerin önemsemediği ya da göz ardı ettiği yeni tehdit biçimleri, yeni aktörlerle birlikte sahneye çıkmıştır. Terörizm ve örgütlü suçlar başta olmak üzere devlet dışı birimlerce yürütülen ve kimi zaman bazı devletlerin çıkarları doğrultusunda destek verdikleri faaliyetler, küreselleşme döneminin uluslararası güvenlik sisteminin öncelikli sorunları haline geldi .
Bu dönemde Amerikan askeri gücünün teknolojik olarak ezici konumu, Amerikan Askeri Devrimi (RMA ) ve 1991-2003 yılları arasında Irak, Bosna, Kosova vb. ülkelerde girişilen operasyonlar ile yeni silahlar ve taktiklerin geliştirilmesi; baskın faktör olarak küresel askeri üstünlüğe dayanan yeni bir Amerikan hegemonya kurgusu için uygun ortamın oluşmasına yardım etti. Amerikan üstünlüğü; karşı konulmazlığı ve ceza almazlığı ile öne çıkarken, gücünün nüfuz kabiliyetinde; bilimsel yeniliklerle geliştirilmekte olan deneysel birikimin sonucu olarak, gücün “sivil” ve “yumuşak” boyutlarının kullanımında kavramsal ve pratik pek çok gelişme sağlandı .
Yeni süreç bir kavramı daha literatüre sokmuş bulunmaktadır. Bu kavram “asimetrik tehdit”tir. Asimetrik tehdit dünyada oluşturulan hukuksal alt yapı çerçevesini zorlayarak; güçsüz, küçük ve imkanları az olan devlet veya devlet dışı (terörist) grupların, daha güçlü bir ülkenin imkan ve kabiliyetlerinden sakınacak şekilde, ülkenin zayıf taraflarına umulmadık bir şekilde, örneği olmayan yöntemlerle taarruz etmesi, teknolojik ve ele geçirdikleri güçlü saldırı imkanlarıyla saldırabilmeleri, tedirginlik, korku ve terör yaratan tehdit oluşturmalarıdır. Bu bağlama dünyadaki terörist grupları destekleyen ya da uluslararası hukuk normlarının çerçevesinde hareket etmeyen ve “terörist devlet” tanımı içinde değerlendirilen ülkeler “asimetrik tehdit” olarak tanımlanmaktadır .
Soğuk Savaş sonrası dönemi tanımlamak için güç dengesi ve iki kutuplu düzen tanımlamalarını beğenmeyenler bugünkü ‘çok kutuplu (multipolar)’ güç dengesinin ilk tanımını yaptılar. Bu görüşe göre, güç dengesi içinde bazı devletler öyle güçlüdür ki ittifaklara dayanmadan, genel bir dünya savaşına veya kitlesel imhaya yol açmadan kendi ulusal çıkarları peşinde koşmaktadır . Charles Krauthammer ise bugünkü sistemin ‘tek kutuplu (unipolar)’ bir hegemonya olduğunu iddia etti . Bu düzende hegemonyanın en üst düzeydeki gücü ve lideri doğal olarak ABD idi.
Joseph Nye, yeni düzeni ‘çok seviyeli karşılıklı bağımlılık (multilevel interdependence)’ adını verdiği daha karışık bir uluslararası sistem olarak tanımladı . Nye’e göre uluslararası sistemde güç dağılımı birçok tabakadan meydana gelmektedir. En üst tabaka büyük ölçüde Krauthammer’in ABD’nin askeri gücüne rakip bulunmayan “tek kutbu”nu temsil etmektedir. Orta tabaka ise ABD, Japonya ve AB’nin aktör olduğu ekonomik “üçlü kutup”u oluşturmaktadır. Sınır aşan karşılıklı bağımlılığın yaşandığı en alt tabaka da ise güç bölünmeleri bulunmaktadır.
Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsünün yaptığı başka bir güç dengesi tanımı ‘asimetrik güç dengesi’ni ortaya koydu . Buna göre ABD, tek süper güç olarak yeni düzende güç prizmasının en üstünde yerini alırken, onu “büyük güçler (major powers)” olarak adlandırılan Rusya Federasyonu, Çin, Japonya ve AB izlemekteydi. AB’nin bir bütün olarak büyük güç olarak tanımlanması dikkat çekicidir. Büyük güçlerin altında ise bölgesel güç olma yarışında olan Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler başka bir kategoriyi oluşturmaktadır.
Soğuk Savaş sonrası güvenlik ortamını nasıl okumamız gerektiği ile ilgili pek çok çalışma bulunmaktadır. 1990’dan beri yalnızca on yıllık bir sürede, ABD’nin önce ‘yeni dünya düzeni’ daha sonra ‘küreselleşme’yi merkeze alan değerlendirmeleri 11 Eylül 2001 ile kayboldu. Buzan’a göre ise Soğuk Savaş sonrası güvenlik ortamında üç teorik perspektif öne çıkmaktadır; neo-realist, küreselci ve bölgeselci . Neo-realist yaklaşım realizmin önerdiği gibi hala devlet merkezlidir ve uluslararası düzende güç dağılımı yani güç dengesinin tek kutuplu ile çok kutuplu olmak arasında sıkıştığını öngörmektedir.
Küreselci yaklaşım ise neo-realizmin anti tezi olarak kültürel, ulusaşan ve uluslararası politik ekonomi yaklaşımlarını da birleştirerek devlet dışı aktörlerin (şirketler, NGO’lar, hükümetlerarası ve sivil toplum kuruluşları) küresel sistemdeki yapısal rolüne odaklanmakta, bu aktörlerin sermaye-teknoloji-bilgi ve örgütleri kontrol ettiğini, devletin bu küresel ağın bir oyuncusu olduğunu ifade etmektedir. Bölgeselci yaklaşım ise iki kutupluluğun kalkması ile dikkatlerin global konulardan çok bölgesel konulara yöneldiğini, süper güç karşısındaki zayıf güçlerin kendi iç sorunları ve yakın çevrelerine öncelik vermelerinin bölgeselci yaklaşımları artırdığını savunmaktadır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden yapılanma süreci devam etmektedir. Gidiş çok kutupluluğa doğrudur ve uluslararası ortam daha kaotik bir hal almaktadır. Bunun nedenleri şu şekilde sıralanabilir ; (1) Denetleyici ve düzenleyici güçlerin etkisiz ve yetersizliği, (2) Küresel ısınma gibi çevre sorunları gittikçe felakete yakın konular ile gündeme gelirken su, petrol ve doğal gaz gibi kaynaklar gibi stratejik kaynaklar birer politik ve güvenlik sorununa dönüşmektedir. (3) Süper ve büyük güç olmanın yolu enerji sorunun çözülmesinden geçecektir. (4) Etnik ve kültürel konular, demokrasi, insan hakları, terör gibi konular gittikçe daha fazla istismar edilmektedir. (5) Küreselleşme ülkeler ve bölgeler arasında dengesizliği beslemektedir.
D. 11 Eylül 2001 Sonrası Dönem:
11 Eylül 2001 saldırıları, güç politikaları tarihi için gelecekteki oluşumları etkileyen önemli bir olaydı. Terör, asimetrik güç dengesi içerisinde bir yandan zayıf olanın güç kullanma yöntemi olarak ortaya çıkarken Amerikan dış politikasını tekrar askerileştirdi. Bu dönem Rusya’nın Batıya yönelişini hızlandırdı ve diğer yandan Amerika ile Avrupa arasındaki çatlakları artırdı. George W.Bush, ABD dış politikası için yeni bir kavram tanımladı; ‘terörizmle savaş sırasında küresel hegemonya’. 2002 yılında ABD Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından açıklanan güvenlik politikası; hem Amerika’nın herhangi diğer bir güç üzerindeki askeri üstünlüğünü sürdürmekteki kararlığını hem de askeri faaliyetlerle tehditleri ortadan kaldırma konusundaki özel hak iddiasını ifade etmekteydi.
Soğuk Savaş sonrasından bugüne kadar geçen süreçte güvenlik ortamının geçirdiği devrimsel değişimler; stratejik dengenin değişimi, stratejik sistemin değişimi ve askeri teknolojide yaşanan değişimler olmak üzere üç başlık altında toplanmaktadır. Jeo-stratejik devrim niteliğindeki stratejik yeni denge ABD üstünlüğüne dayalı tek kutuplu dünya düzenin ortaya çıkışı ile tanımlanmaktadır. Yeni güvenlik ortamının ikinci önemli özelliği ise stratejik sistem değişimlerinin getirdiği post-modern çatışma şekillerinin ortaya çıkmasıdır. Post-modern çatışma ise ; (1) Güvenliğin ulusaşan boyutunun daha önemli hale gelmesi ve ulus-devlet yapılarına nüfuz eden sosyal hareketler şeklinde görülen devlet dışı aktörlerin sistemde etkin rol edinmesi, (2) Uzayın ve siber savaşın çatışmaların gittikçe daha önemli kuvvet çarpanı haline gelmesi ile tanımlanmaktadır.
Yeni yüzyılı geride bıraktığımız yüzyılla karşılaştırdığımızda "savaş"ın anlamında derin bir değişim ve dönüşüm göze çarpmaktadır. Söz konusu bu değişim ve dönüşüm; "savaş"ın bütün vahşet ve yok ediciliğinin ince ayarlı ve sözde bir estetikle perdelendiği "bilinmeyenlerin" topyekün bileşiminden meydana gelen "terör" ile ifade edilmektedir. Özünde çatışma ve güvenlik endişesi bulunan uluslararası ilişkiler perspektifinden bakıldığında ise aslında her zaman var olan ancak 11 Eylül ile dalga dalga tüm dünyaya yayılan "terör"ün; halihazırda "modern dünya"yı neyin ne olduğunun belli olmadığı postmodern bir süreçte, komplo teorileri ile beslenen paranoyalara sürüklemektedir. Bu yeni sistemde parçalanmışlık, belirsizlik, her şeye kuşku ile bakma ve korku hakim olmaya başlamıştır.
Özet olarak, 21’ nci Yüzyılın ilk yıllarındaki küresel güvenlik ikilemleri 20’ nci Yüzyıla göre niteliksel olarak farklıdır. Ulusal egemenlik ve ulusal güvenlik arasındaki geleneksel bağ zayıflamıştır. Savaşın, resmi olarak ilan edilmiş bir devlet meselesi olduğu zamanlar artık geride kalmıştır. Çok ender ve genellikle gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkeler ile yapacağı savaşlar artık hassas silahlarla gerçekleşecek, rakibi silahsızlandırmak ve kontrol altına almak için kullanılacaktır. Küreselleşme çağında savaş; resmi olmayan, yayılmış ve çoğu zaman isimsiz çatışmalar şeklinde küresel bir istihbarat ağına dayalı, özel ve vekilli savaşlar, örtülü operasyonlar ve propaganda mücadeleleri ile yürütülmektedir.
3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..
***