gazze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gazze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2021 Salı

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 4

 21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 4



2.2. Suriye 


  Orta Doğu bölgesinin en önemli ülkelerinde biri olarak nitelendirilen Suriye bölgenin istikrarı için oldukça önemli bir noktadır. 22.5 milyon nüfusuyla belli bir insani ve askeri gücü olan bu ülke 10 Haziran 2000'de Hafız Esad'ın ani ölümüyle yeni bir döneme girmiştir.  10 Temmuzda yapılan referandum da oyların %97.2'sini alarak devlet başkanı seçilen Beşar Esad ile birlikte ülkede iyimser bir hava esmeye başlamıştır. 

  2002 sonrası önemde Türkiye ile Suriye arasında ki ilişkiler bölgesel dinamikler ekseninde devam etmekteydi. Özellikle Irak işgali sürecinde ortak çıkar ve endişeleri taşıyan bu iki ülke daha da yakınlaşmaya başlamıştır. ABD'nin asi devlet olarak nitelediği Suriye'nin en büyük ortağı ve destekçisi eski kutup başı, süper güç olan Rusya olması sebebiyle nasıl Türkiye Irak politikasında ABD'nin çıkarlarına karşı gelmesi söz konusu değilse - bu kadar sert olmasa da- yine Türkiye Suriye ile olan politikasında Rusya'nın aleyhinde veya Rusya olamadan bir tutum sergilemesi çok gerçekçi gözükmemektedir. 

ABD'nin Suriye'ye karşı olan bu olumsuz tutumu Türkiye'yi etkilese de ABD Türkiye'yi Suriye ile ilgili olan iletişiminde bir aracı olarak kullanmaktadır ve bundan dolayı bir ABD jandarması olan Türkiye'nin Suriye ile olan iyi ilişkisi ABD tarafından, açıkça belirtilmese de, olumlu gözükmektedir.

  Irak ve Türkiye gibi Suriye de çok mezhepli ve mozaik biçimindeki etnik yapısı Suriye'nin Irak müdahalesine karşı çıkmasının en önemli sebebidir ki bu sayede Beşar Esad Türkiye ile dost bir ilişki kurmaya çalışmıştır.

  Irak'ın işgaliyle birlikte iki ülke içinde ki Kürt sorunu yeni bir boyut kazanmıştır ve Beşar Esad Ocak 2004'te yaptığı ziyaret sırasında dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Suriye'den terörle mücadele konusunda daha somut destek beklediklerini bildirmiştir.  İstenilen bu somut destek Mart 2004'de Suriye'nin Kürt yoğunlukta olan kenti Kamışlı'da bir futbol müsabakası sırasında çıkan meydana gelen 27 ölü, 120 yaralıyla sonuçlanan olaylar sonrasında gelmeye başlamıştır. Suriye bu tarihten sonra silahlı eyleme yeniden başlayan PKK'ya karşı mücadele etmeye başlamış ve Türkiye ile ortak düşman vurgusunu daha çok yapmaya başlamıştır.

  2003-2007 arasında Suriye toplam 73 PKK mensubunu Türkiye'ye teslim ederek, Türkiye'ye en fazla PKK'lı teslim eden ülke olmuş, 2005 Temmuzunda PKK tarafından gerçekleştirilen saldırıyı kınayarak, ilk kez bir PKK saldırısını kınamıştır. Ekim 2007'de Türkiye ABD'nin itirazlarına rağmen sınır ötesi operasyon yapmayı gündemine aldığı dönemde B. Esad bu operasyonu destekler biçimde açıklamalar yapmıştır. Bütün bu gelişmeler Irak işgali sonrasında ortaya çıkan Kürt sorunu iki ülkeyi ne kadar yaklaştırdığını göstermektedir.

  Türkiye ile Suriye arasında ki ilişkileri etkileyen bir başka bölgesel dinamik de Lübnan'dır. 1990'lar boyunca Türkiye-Lübnan ilişkileri hep Suriye'nin gölgesinde kalmıştır. 2004'den sonra Suriye ile ilişkilerin düzelmesi sonucunda Türkiye Lübnan ile ikili temas kurmaya başlamıştır. Bu temasların amaçları ise, Türkiye'nin Irak toprak bütünlüğünün savunulması için bölgedeki çok mezhepli devletlerin desteğini almak istemesi ve Türkiye'nin bu dönemde gerçekleştirdiği Güney Kıbrıs açılımıyla birlikte bu topraklarla tarihsel dostluğu bulunan Lübnan'ın desteğini almak istemesiydi. 

  2000'li yıllarda Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkileri etkileyen başka bir bölgesel dinamik de şüphesiz İsrail olmuştur. Türkiye, Suriye ile İsrail arasında teorik olarak devam eden savaşı bitebilmek için bir dizi arabuluculuk rolü üstlenmiştir. Bunun nedeni ise herhangi bir çatışma veya savaş durumunda Türkiye'nin arada kalmak istememesidir. Türkiye bir kaç defa arabuluculuk üstlenmesine karşın başarılı olamamış, öyle ki Mavi Marmara saldırısı sonrası İsrail ile ilişkileri kopma noktasına gelen Türkiye bağlamında B. Esad saldırıyı çok sert bir dille kınarken artık Türkiye'nin bölgede arabulucu rolünün azaldığına ilişkin vurgusuda dikkatlerden kaçmamıştır.

  2007 yılı Türkiye-Suriye ilişkileri açısından iki önemli gelişmeyi beraberinde getirmektedir. 

Bunlardan ilki Serbest Ticaret Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi, ikincisi ise Türkiye'nin İsrail ile Suriye arasındaki arabuluculuk rolüdür. 

Arabuluculuk rolü çözümün bulunmasından çok Suriye ile Türkiye arasında güven ortamının sağlanması bağlamında önemli olmuştur. 2004'de siyasi ortam nedeniyle Suriye'nin kabul etmediği arabuluculuk rolü üç yıllık bir gecikmeyle yeniden başlamıştır. Aslında başlarda neredeyse iki tarafı da yüz yüze getirmeye kadar gelinen nokta İsrail'in Gazze'ye uyguladığı şiddetin artmasıyla durmuş, Başbakan Erdoğan'ın Davos'da söylediklerinin ardından İsrail'in Mavi Marmara baskınıyla birlikte geri dönüşü olmayan çıkmaza girmiştir. 

Bu dönemde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kardeşim dediği Esad ve buna karşılık Esad'ın Türkiye'nin uluslararası platformlarda Suriye adına konuşabilme yetkisi bulunduğunu söylemesi ilişkilerin ne derece iyi olduğunun göstergeleridir.

  2009 yılına gelindiğinde ilişkiler daha da ileri gitmiş, iki ülkenin ekonomik entegrasyon fikri gündeme gelmiştir. İki ülke arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulması kararlaştırıldı ve bu anlamda 51 adet anlaşma imzalandı aynı zamanda vize kaldırılarak iki ülke halklarının serbestçe dolaşımı söz konusu oldu. Hatta daha da ileri gidilerek Avrupa Birliği modeline benzer bir bölgesel entegrasyon fikri ortaya atılmaya başlandı ve bu bağlamda Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında ekonomik birliktelik ve serbest mal ve insan dolaşımına olanak sağlayan bölgesel ekonomik birlik için anlaşmalar imzalandı.

  2011 yılında Tunus'ta başlayan ve Mısır'da devam eden ayaklanmalar rejimlere değiştirmeye başlamış ve belki de bu tarihten sonra Türkiye sadece Suriye politikasında değil tüm Orta Doğu politikasında üst üste hatalar yapmaya başlamıştır. Bunların en önemlisi şüphesiz Suriye politikası olmuştur. 

Ağustos 2011'de Suriye meselesi bizim iç meselemizdir diyecek kadar ileri giden Erdoğan  bu tarihten sonra kademeli olarak Suriye'ye karşı sert söylemlerde bulunmaktan çekinmemiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nu Şam'a gönderen Erdoğan Suriye'den bir takvime bağlı olarak hayata geçirilmesini söylediği bir dizi somut beklentileri olduğunu bildirmiştir. Sadece bir yıl önce ortak kader, ortak tarih gibi söylemlerde bulunulmasına rağmen bu söylemelerin yerini düşmanlığa bırakması şüphesiz dış politikadaki bir dizi beceriksizliğin ürünü olmuştur. Zamanla muhaliflerin desteklenmesi hatta kimyasal silah kullanıldığını iddia ederek ABD'den bölgeye müdahale etmesinin istenmesi artık Esad rejimiyle AKP hükümetinin açıkça uzlaşma olasılığını ortadan kaldırmıştır. 

Ancak Suriye'de ki rejimin Rusya ve Çin ile sıkı bir ittifak içinde olması bu rejimim uluslararası ortamda hala meşruiyetinin olduğunu gösteren bir unsur olmuştur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun uluslararası platformlarda Çin ile Rusya'nın Suriye sorununda izole edilmesi gerektiğini savunması Türkiye'nin ne kadar çaresiz olduğunu kanıtlamaktadır. Bölgenin belki de en güçlü aktörü olan Rusya'nın ve bölgeyle en güçlü ekonomik ilişkileri olan Çin'in bu meselden soyutlanmaya çalışılması ne derece mümkün olduğu tartışmalıdır.

  Suriye ile Türkiye ilişkilerinin genel manada bölgesel dinamiklerden etkilenmesi sonucu son zamanlarda yaşanan olumsuz gelişmeler ekonomik açıdan da Türkiye'ye ciddi zararlar vermektedir. Yaklaşık 1 milyon dolayında Türkiye'ye yerleşen Suriyeli mülteciler Türkiye ekonomisine ciddi zararlar vermekte aynı zamanda bu sorunlu ilişkilerden dolayı Suriye ile 2010 yılında yaklaşık 3 milyar dolar olan ticaret hacmi bugün yok denecek kadar azdır. Türkiye'nin gelecekteki Suriye politikası ayaklanmanın durmasına endekslidir. Bu bağlamda şuan gelinen noktaya bakıldığında Esad rejiminin yıkılması Türkiye'nin yeniden bu ülkeyle ilişkilerin normalleşmesi bağlamında kırmızı çizgi olarak gözükmektedir.

2.3. İsrail

  Türkiye'nin İsrail ilişkileri İsrail-Arap dünyası daha ziyade İsrail-Filistin ilişkileri ve tabiki de ABD faktörü olmadan anlaşılması çok güçtür. 

2. Dünya Savaşı sonrası bölge dinamikleri, etnik kökenleri, bölgenin sosyal, kültürel, siyasi yapısı göz ardı edilerek İngiltere ve büyük ölçüde ABD tarafından bölgeye yerleştirilen Yahudiler Soğuk Savaş boyunca bir çok krize neden olmuşlardır. Soğuk Savaş yılları boyunca Türkiye İsrail'e gerekli tepkileri ve yaptırımları uygulayamadı ve dolayısıyla bölgeden uzaklaşmasına, kendi topraklarına yabancılaşması na neden olmuştur.

  2000'li yıllar itibariyle ama özellikle AKP'nin iktidara gelmesinden sonra İsrail ile yaşanan gelişmeler oldukça karmaşık bir yapıya sahip olmuştur. 2000 yılında ABD Başkanı Bill Clinton gözetiminde başlayan Camp David süreci bekleneni verememiş ve İsrail'in politikaları sadece Türkiye'de ki kanı önderlerinden değil  tüm bölge halklarından büyük tepki toplamaya başlamıştır.

  AKP iktidarıyla birlikte bölge eksenli politika söylemleri çoğalmış ve bunun en önemli sonucu İsrail ile olan gelişmelere yansımıştır. Daha yeni iktidara gelen hükümet 2003 yılında İsrail'i devlet terörü uygulamakla suçlamıştır. Sertleşen bu söylemlere rağmen ilişkilerde ki askeri ve ekonomik boyut mükemmele yakın ilerlemekte problem siyasi konularda olmaktadır. Türkiye İsrail'e tepki Filistin'de yaşanan ambargo ve saldırılara tepki gösterdikçe bölgede ki etkinliği artmıştır. Mısır'ın Arap Baharı'ndan önce Filistin'e sınır kapılarını kapatması ve İsrail politikalarını destekler nitelikte ki davranışları Arap dünyasının senelerdir belki de Nasır'dan beri arayıp da bulamadığı liderini bulduğu, Türkiye'nin ezilen Arap halklarının savunucusu olma rolü sayesinde bunun iyice nitelikleştiği yorumları yapılmaya başlandı.

  1990'lı yıllarda İsrail ile stratejik işbirliğini mümkün kılan alanların çoğu 2000'li yıllara gelindiğinde artık bu işbirliğinin devam edilemez olduğunu göstermekteydi. Türkiye'nin Arap dünyasıyla daha etkin bir şekilde politika üretmesi sonucu artık İsrail'in dengeleyici unsuruna daha az ihtiyaç duyulmakta, Türkiye'de askerin siyasetten uzaklaşması sonucu İsrail ile iyi ilişkisi bulunan bu kesimin artık karar alma mekanizması üzerinde etkinliği azalmakta ve Filistin ile yaşanan barış görüşmelerinin tıkanması sonucu topluma daha duyarlı davranan yeni hükümetin oy aldığı seçmeninin düşüncesinden çok farklı hareket etme durumunun ortadan kalkması başlıca gelişmeler olmaktadır. Ancak İsrail'in güvenlik endişeleri açısından hala Türkiye'ye ihtiyaç duyması sebebiyle 2009 yılına kadar bu sert söylemleri görmezden gelerek askeri ve ekonomik anlamda iyi olan ilişkileri devam ettirip siyasi ortam da ilişkileri yumuşatma çabaları gözükmektedir. İsrail ne olursa olsun ordu modernizasyonu, silah ticareti gibi askeri konularda Türkiye'nin ilk çaldığı kapılardan biri olmaktadır.

  2005 yılında yeniden İsrail ile Türkiye ilişkileri iyimser havada seyretmeye başlamıştır ki bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi Yaser Arafat'ın ölümünden sonra Filistin hareketinin yeniden yapılanma sürecine girmesi ile birlikte geçici bir sükunet ortamının olması ve ABD'nin bölgedeki iki temel müttefikinin arasının düzeltmesi yönündeki telkinleri. Görüldüğü gibi İsrail ile olan ilişkilerde en önemli belirleyiciler yine ABD ve Filistin olmaktadır. Ocak 2005'de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün ve Mayıs'ta Başbakan Erdoğan'ın İsrail ziyaretleri bu olumlu havayı göstermektedir. Bununla beraber Nisan 2005'de Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine İsrail destek verdiğini açıklamıştır. Yine aynı yıl içinde barış sürecine ekonomik katkı sağlamak amacıyla '' Ankara Forumu'' adı altında işbirliği süreci başlatılmıştı.

  2006 yılına gelindiğinde Filistin'de Hamas'ın oyların çoğunluğu alarak iktidara gelmesi ve bu iktidar Türkiye tarafından da desteklenmesi yeniden ilişkilerde siyasi krizlere neden olmaya başladı. Başbakan Erdoğan'ın İsrail'in orantısız güç kullandığını, kadın ve çocuklara şiddet uyguladığını çeşitli uluslararası platformlarda dile getirmesi İsrail tarafından sert tepkilere neden olmuştur.

  2008 yılının sonlarına gelindiğinde İsrail'in Gazze'ye yönelik operasyonlarını arttırması ikili ilişkilerde yeni bir krize neden olmuştur. Ocak 2009'da Başbakan Erdoğan İsrail'in BM üyeliğini tartışmaya açması ardından Davos'da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez'e arasında geçen tartışma ilişkilerin normal seyrinden uzaklaştığını göstermekteydi. Davos zirvesinde Başbakan Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanına yaptığı suçlama niteliğinde ki haklı çıkışı hiç kuşkusuz dünya gündemine oturmuştu. Başbakan Erdoğan'ın bu çıkışı belki de ardından gelen seçimlerde daha başarılı olmasını sağlamıştı.

  Mart 2009'da İsrail'de Benyamin Netanyahu liderliğinde aşırı sağcıların ağırlıkta olduğu bir hükümetin kurulmasıyla ilişkiler daha soğumaya başladı. 

Ekim 2009'da İsrail ile ortak yapılması amaçlanan Anadolu Kartalı tatbikatının Türkiye tarafından iptal edilmesi Tel-Aviv tarafından siyasi bir hamle olarak nitelendirilmiştir. Yine bu dönemde ''TV dizi krizleri'' de ilişkilere damga vurmaktaydı. Özellikle Kurtlar Vadisi dizisinde ki İsrail karşıtı sahneler İsrail'li etkilileri son derece rahatsız etmekteydi. Konuyla ilgili görüşmek üzere Tel Aviv büyükelçisi Oğuz Çelikkol'u makamına çağıran İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayolan, Çelikkolu'u kameralar önünde küçük düşüren söz ve davranışlarda bulunması krizin daha da büyümesine yol açtıysa da İsrail'in olay sonrası yolladığı özür mektubu tansiyonu biraz da olsa düşürmüştü.

  31 Mayıs 2010'da yaşanacak olay belki de ilişkilerin tarihinde yaşanan en büyük krize yol açacaktı. Gazze ablukasını delmek için Türk sivil toplum kuruluşu olan İHH öncülüğünde hareket eden ''Gazze'ye Özgürlük'' filosuna İsrail askerleri tarafından yapılan müdahale Türkiye ve tüm dünyayı şok etmiştir. 


5. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


15 Şubat 2020 Cumartesi

Filistin ile İsrail Arasındaki Anlaşmalar, Kapsamı, Uygulanması ve İptali,

Filistin ile İsrail Arasındaki Anlaşmalar, Kapsamı, Uygulanması ve İptali, 





ORTA DOĞUDA BÖLGESEL GELİŞMELER. 

< Doğu Kudüs’te bulunan Wadi Hummus’taki Filistinlilere ait 70 evin sözde mahkeme kararıyla yıkılmasını eleştiren Abbas, İsrail tarafından gerçekleştirilen yıkımların, taraflar arasındaki mevcut anlaşmalara zaten riayet edilmediğini gösterdiğini ifade etti. >

Haydar Oruç 
Araştırmacı, Sakarya Üniversitesi 

25 Temmuz’da Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bir açıklama yaparak, İsrail ile Oslo görüşmelerinden kaynaklanan bütün anlaşmanın iptal edileceğini duyurmuştur. 

Açıklamanın başında.,

İsrail’in 22 Temmuz’da Doğu Kudüs’te bulunan Wadi Hummus’taki Filistinlilere ait 70 evin sözde mahkeme kararıyla yıkılmasını eleştiren Abbas, İsrail tarafından gerçekleştirilen yıkımların, taraflar arasındaki mevcut anlaşmalara zaten riayet edilmediğini gösterdiğini ifade etmiştir. Ayrıca son dönemde artan bu gibi faaliyetlerin, ABD’nin sözde Yüzyılın Anlaşması (deal of century) Filistin Yönetimi’ne kabul ettirmek için başvurulan caydırıcı girişimlerden kaynaklandığı nın da farkında olduklarını belirtmiştir. 

Ancak ne olursa olsun ABD’nin sözde barış planına karşı olduklarını tekrar eden Abbas, İsrail ile aralarındaki anlaşmaların iptal edilmesini hayata geçirmek için ivedilikle bir komisyon kurulacağını da açıklamıştır. Abbas’ın yaptığı açıklamada hangi anlaşmaların iptal edileceğine dair detaylı bir bilgi verilmemiş olup, bunların neler olacağına kurulacağı ifade edilen komisyonun karar vereceği değerlendirilmektedir. 

   Abbas’ın bu iddialı sözlerine rağmen İsrail tarafından herhangi bir açıklama gelmediği gibi Kudüs ve Batı Şeria’nın değişik bölgelerindeki yıkım faaliyetlerine devam edilmiştir. Bununla birlikte Ağustos ayının ilk haftasında İsrail hükümeti tarafından alınan bir kararla Batı Şeria’nın C bölgesindeki farklı yerlerde toplam 2400 yeni yerleşim yerinin inşa edilmesi onaylanmıştır. 

Abbas’ın daha önce de benzer açıklamalar yapmasına rağmen, nihayetinde bu kararların şu ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilmemesi nedeniyle İsrail yönetiminin de bu açıklamayı yeterince ciddiye almadığı görülmektedir. 

< Abbas’ın daha önce de benzer açıklamalar yapmasına rağmen, nihayetinde bu kararların şu ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilmemesi nedeniyle İsrail Yönetimi’nin de bu açıklamayı yeterince ciddiye almadığı görülmektedir. >

Dolayısıyla Filistin Yönetimi tarafından dile getirilen ancak İsrail tarafınca dikkate dahi alınmayan bu anlaşmaların neler olduğunun, muhtevasının ve uygulamalar daki problemler ile söz konusu anlaşmaların yürürlükten kaldırılması halinde sonuçlarının neler olabileceğinin ortaya konulması gerekmektedir. 

Anlaşmaların hukuki boyutu ve kapsamı 

     1980’li yılların sonları ve 1990’lı yılların hemen başlarındaki bölgesel ve küresel konjonktür İsrail ve Filistin’i çatışmaları sonlandıracak bir anlaşmaya zorlamıştır. 1991 Madrid Konferansı ile başlayan bu süreçte sürdürülen müzakereler sonunda 1993’de Oslo’da imzalanan ve Oslo I olarak da bilinen Prensipler Deklarasyonu (Declaration of Principles on Interim Self-Government Authority) geçici Filistin Yönetimi’nin oluşturulmasını sağlayan temel metin niteliğindedir. Oslo I’de üç kademeli bir geçiş planı öngörülmüştür. 


    Buna göre ilk aşamada İsrail, Batı Şeria ve Gazze’deki askerlerini çekerek bu bölgelerde kurulacak Filistin Yönetimi’ne yetkilerini devredecekti. 

İkinci aşamada yani Oslo II olarak adlandırılan Geçici Anlaşma (Interim Agreement) sonucunda ise Batı Şeria’nın belirlenen bölgelerine İsrail güçleri yeniden konuşlanarak bu bölgelerin kontrolünü devralacaktı. Geçiş sürecinin son bulacağı 1999 yılında da nihai statü (permanent status) belirlenecekti. 

Oslo I 



Oslo I’de, Filistin tarafı İsrail’in var olma hakkını kabul ederken İsrail tarafı da Filistin tarafının kendi kaderini tayin hakkına saygı göstereceğini beyan etmiştir. 
Böylelikle o tarihe kadar birbirini resmi olarak tanımayan taraflar artık çözüm için muhatap olmak durumunda kalmıştır. Anlaşmayla Batı Şeria ve Gazze’nin ileride kurulması planlanan Filistin Yöneti-mi’nin kontrolünde birleşik bir bölge olduğunun altı çizilmiş olmasına rağmen, Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimlerin durumu, sınırlar, güvenlikle ilgili düzenlemeler, komşularla iş birliği, dış ilişkiler ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları ele alınmamıştır. 

Oslo II 



1994’te imzalanan Gazze ve Eriha Anlaşması (The Agreement on the Gaza Strip and Jericho Area) ile karara bağlanan İsrail güçlerinin Gazze Şeridi ve Eriha’dan çekilmesi işlemi 1995’de imzalanan Oslo II olarak adlandırılan Geçici Anlaşma (Israeli-Palestinian Interim Agreement on the West Bank and the Gaza Strip) ile resmileşmiştir. Ancak bu anlaşmayla Batı Şeria; A, B ve C bölgeleri olmak üzere üçe ayrılmıştır. 

A ve B bölgeleri Filistin Yönetimi’nin yetki alanında bırakılırken C bölgesi tamamen İsrail’in kontrolüne bırakılmış ve bu bölgede yeni yerleşimlerin açılmayacağı karara bağlanmıştır. Filistin Yönetimi’nin kurulması ve nihai statüsü ile İsrail güçlerinin bahse konu bölgelerden çekilmesi veya bazı bölgelere yeniden konuşlanması için 5 yıllık bir geçiş süreci öngören anlaşma, Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimler, askeri bölgelerin belirlenmesi, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı, sınırlar, dış ilişkiler ile kurulacak 

Filistin konseyine hangi yetki ve sorumlulukların devredileceği konularını ele almamıştır. Bilakis bu konuların geçiş süreci sonunda nihai anlaşmada ele alınarak çözümlenmesine karar verilmiştir. 

Gazze ve El Halil’in bölünmesi 

Yine aynı anlaşmanın 14. maddesine göre Gazze Şeridi’nin deniz kıyısı K, L ve M olmak üzere üç bölgeye ayrılmıştır. K ve M bölgeleri kapalı bölge olarak tanımlanırken L bölgesi askeri olmayan kullanımlara açık tek bölge olarak kayıt altına alınmıştır. Benzer şekilde 1997’de imzalanan El Halil Anlaşması’na (Protocol Concerning the Redeployment in Hebron) göre ikiye bölünen El Halil’in H-1 bölgesi Filistin Yönetimi kontrolünde kalırken H-2 bölgesinin kontrolü İsrail’e devredilmiştir. 

Anlaşmaların uygulamaya yönelik içerikleri 

Yukarıda sayılan anlaşmalar iki taraf arasındaki temel metinleri oluşturmaktadır. Bu anlaşmalar kapsamında aşağıdaki hususlarda taraflar arasında ele alınmış ve karara bağlanmıştır; 

• İsrail güçlerinin belirlenen bölgelere yeniden konuşlandırılması ve yetki devri 
• Terörizm ve şiddetin engellenmesi için güvenlik politikası oluşturulması 
• Karşılıklı güvenlik meselelerinde koordinasyon ve iş birliği ve kuralların belirlenmesi 
• Batı Şeria’daki güvenlik uygulamaları 
• Gazze’deki güvenlik uygulamaları 
• El Halil için yol haritası oluşturulması 
• Geçiş ve kontrol noktaları 
• Batı Şeria ve Gazze’ye giriş-çıkışlar 
• Gazze ve Batı Şeria arasında güvenli koridor oluşturulması 
• Bölgelere ayırma, planlama ve inşa faaliyetleriyle alakalı güvenlik uygulamalarının belirlenmesi 
• Hava sahasının güvenliğinin sağlanması 
• Gazze Şeridi deniz kıyısının güvenliğinin sağlanması 
• Filistin polis teşkilatının kurulması, teçhizatlarının belirlenmesi ve konuşlandırılması 
• Yahudi kutsal mekanlarının kullanımının düzenlenmesi., 

    Görüldüğü gibi İsrail Yönetimi her ne kadar Filistin Yönetimi’ni tanısa da bu yönetimin kontrol edeceği topraklardaki bütün egemenlik haklarını sınırlandır mıştır. Bununla birlikte İsrail-Filistin meselesinin özünde yer alan Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimler, sınırlar ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı gibi konuların ele alınması nihai anlaşmaya bırakılarak özellikle ötelenmiş tir. 

Anlaşmaların uygulanmasında yaşanan ihlaller., 



Anlaşmalara İsrail adına imza atan dönemin Başbakanı İzak Rabin’in bir Yahudi köktendinci tarafından öldürülmesi sonrası İsrail siyasetinde yaşanan kaos anlaşmaların geleceğiyle ilgili soru işaretlerine yol açmıştır. 1996 seçimlerini Netanyahu liderliğindeki Likud Partisi’nin kazanmasıyla yeni yönetimin Oslo Anlaşmaları ile sağlanan barış sürecine sadık kalmayacağı ve anlaşmaların yüklediği sorumluluğu üstlenmeyeceği ortaya çıkmıştır. 

Oslo II ile öngörülen 5 yıllık geçiş sürecinin 1999’da dolmasına rağmen, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin haklarını nasıl kullanacaklarını belirleyecek olan nihai anlaşmaya bir türlü yanaşılmamıştır. ABD’nin arabuluculuğuyla gerçekleştirilen 1998’deki Wye River ve 2000’deki Camp David zirvelerinden herhangi bir sonuç çıkmamıştır. Buna mukabil 2000 yılında dönemin muhalefet 
lideri Sharon’un beraberindeki binlerce kişiyle Mescid-i Aksa’yı basması ikinci intifadaya yol açmış ve bu tarihten sonra taraflar arasından anlaşmalardan kaynaklanan karşılıklı güven ve sürece bağlı kalınmasından bahsetmek mümkün olmamıştır. 

   İsrail’in 2004 yılında başlattığı duvar projesiyle zaten can çekişmekte olan barış sürecinin tamamen ortadan kalktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bunlara ek olarak Yaser Arafat’a yönelik başlatılan izolasyon ve tecrit sonrası Arafat’ın ağır hasta olarak Fransa’ya gitmek zorunda kalması ve aradan fazla bir süre geçmeden hayatını kaybetmesi de anlaşmaların ruhuyla bağdaşmayacak hamlelerden biri olarak akıllara yer etmiştir. İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesinden sonra 2006’da yapılan seçimlerde İslami Direniş Hareketi’nin (HAMAS) iktidara gelmesi üzerine Gazze’ye yönelik başlatılan izolasyon ve ard arda yapılan kanlı operasyonlar da anlaşmanın sadece kağıt üzerinde kaldığını gösteren diğer işaretlerden olmuştur. 

   Tüm bu saldırgan hamlelerin yanı sıra İsrail’in, işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında illegal sayılan Yahudi yerleşimlerini durdurmak bir yana yoğunlaştırması anlaşmanın Filistin tarafını işgale razı etmek için başvurulan taktik olduğunu kanıtlamaktadır. Anlaşma gereği İsrail’in kontrolüne bırakılan Batı Şeria’nın C bölgesinde her türlü yerleşim faaliyeti dondurulmuş olmasına rağmen hem bu bölgede hem de Doğu Kudüs’te İsrail’in izin verdiği veya görmezden gelerek zımni onay verdiği yerleşim yerlerinin sayısı yaklaşık 600 bine ulaşmıştır. 

Ayrıca İsrail’in güvenlik gerekçeleriyle yerleştirdiği çok sık kontrol noktalarında insan hakları ihlali ve ırkçılığa varan keyfi uygulamaları uluslararası gözlemciler tarafından da yoğun eleştirilere tabi tutulmuştur. Oslo I’de Gazze ile Batı Şeria bir bütün olarak kabul edilmişken, uygulamada Gazze tamamen izole edilmiş ve Batı Şeria ile irtibatı koparılmıştır. Bununla yetinmeyen İsrail Yönetimi Doğu 
Kudüs’ten Batı Şeria’nın diğer bölgelerine geçişlerini de kısıtlayarak burayı da Filistin Yönetimi’nden kopuk bir parça haline getirmiştir. 

   Mescid-i Aksa’nın BM kararları ve Oslo Anlaşmalarına ilave olarak 1994 yılındaki İsrail ve Ürdün arasında imzalan barış anlaşmasıyla belirlenen statüsünü değiştirmeye yönelik girişimler de anlaşmayı tartışmalı hale getiren konulardan biri olmuştur. Ayrıca sadece Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin erişebildiği Mescid-i Aksa Külliyesi’ne giriş sürecinde getirilen keyfi kısıtlamalar da anlaşmalarda işaret edilen iyi niyetli yaklaşımlarla bağdaşmamaktadır. 


İsrail Yönetimi’nin telkinleriyle ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü, Oslo Anlaşmaları’nda atıf yapılan nihai statü henüz belirlenmemişken ve her iki tarafın da Kudüs’ü başkent olarak görmesine rağmen sadece İsrail’in başkenti olarak kabul ettiğini açıklaması İsrail tarafının çoktan anlaşmadan caydığını ve ABD’nin 

İsrail’in bu tutumundan rahatsız olmadığını göstermektedir. 2018 yılında Knesset’te kabul edilen tartışmalı Yahudi Ulus Devlet Kanunu ile kendi kaderini tayin hakkının sadece Yahudiler için öngörülmesi, Yahudi yerleşimlerin devlet güvencesine alınarak destekleneceğinin vurgulanması, Arapçanın resmi dil olmaktan çıkarılması ve sadece Yahudiliğe mahsus dini bayram ve sembollerin kabul edilerek diğer farklı din ve etnisitelerin dışlanması da imzalanan barış anlaşmalarının kapsamıyla çelişmektedir. 

Son olarak ABD Başkanı Trump’ın daha kampanya döneminde söz verdiği ve göreve gelir gelmez başlattığı “yüzyılın barış planı” kapsamında ortaya atılan iddialar da problemli ve tek taraflı olarak işletilse de henüz yürürlükte olan karşılıklı anlaşmalarla uyuşmamaktadır. 

     Zira içeriğinin çoğunun İsrail Yönetimi’nce dikte edildiği tahmin edilen anlaşma metninden sızdırılan maddelere göre; önceki anlaşmalarda vurgulanan iki devletli bir çözüm modelinden uzaklaşıldığı ve Batı Şeria’nın da İsrail topraklarına eklenerek İsrail Bayrağı altında tek devletli bir çözüme doğru gidildiği görülmektedir. Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönmesi garanti altına alınırken yerlerinden edilmiş Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönüş haklarının olmadığı bir çözümün ne kadar adil ve geçmişteki anlaşmalarla uyumlu olduğu tartışmalıdır. 

Görüldüğü üzere İsrail ile Filistin arasındaki Oslo görüşmeleriyle başlayan süreçte imzalanan anlaşmaların pek çoğu, Rabin suikastıyla birlikte bağlamından koparılmaya başlanmıştır. Bu süreçten sonra İsrail, sadece kendi çıkarlarına uygun düşen hususlarda işlem tesis etmiş ve karşı tarafın hak ve menfaatlerini görmezden gelerek tek taraflı uygulamalarını sürdürmüştür. İsrail Yönetimi kendi güvenlik kaygıları ve ekonomik çıkarları için Filistin Yönetimi’nden anlaşmalara riayet etmesini beklerken, Filistin Yönetimi’nin kendi kaderini tayin hakkı için anlaşmalarla öngörülen hususları ise ötelemekte hatta görmezden gelmeye devam etmektedir. 

Anlaşmaların iptal edilmesine yönelik mülahazalar 

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas tarafından Filistin Yönetimi ile İsrail arasındaki mevcut anlaşmalardan hangilerinin iptal edileceği tam olarak açıklanmadığından, muhtemel bir iptal durumunda nasıl bir sonuçla karşılaşılacağı kesin olarak kestirilememektedir. 

  Ancak Mahmud Abbas’ın gerek iç siyasi çekişmeler gerekse İsrail Yönetimi ile yaşadığı sorunlar nedeniyle benzer açıklamaları daha önce de yapmış olmasına rağmen, şimdiye kadar tek taraflı dahi olsa herhangi bir somut adım atmamış olması son açıklamanın İsrail’i caydırma amaçlı yapılan bir girişim olabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir. 

Kaldı ki açıklamanın peşi sıra, konunun kurulacak bir komisyona havale edileceğinin belirtilmesi bu konudaki belirsizliği de ortaya çıkarmaktadır. 

Ancak bu açıklamanın İsrail’de yeniden seçim tarihinin yaklaştığı ve sözde yüzyılın barış planının açıklanmasının düşünüldüğü bir döneme denk gelmesi, bu seferki çıkışı öncekilerden daha farklı bir konuma getirmiştir. Zira hem seçim döneminin sağlıklı bir şekilde atlatılması hem de söz konusu planın hayata geçirilmesi için Filistin Yönetimi’ne ihtiyaç duyulmaktadır. Şimdiye kadar ki süreçte, sözde plan için yapılan istişarelerde Filistin tarafı edilgen bir konumda tutulsa da imza aşamasında karşı tarafın da iradesi esas olduğundan en nihayetinde Filistin Yönetimi’ni temsilen birilerinin orada olması gerekmektedir. Aksi takdirde bu plan bir barış planı veya anlaşma olmaktan ziyade dayatma olarak görülecek ve Filistin’deki halklara kabul ettirilmesi mümkün olmayacaktır. 

< Anlaşmaların iptali durumunda Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kaybedeceği ve masanın dışında kalacağı iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Zira şimdiye kadar anlaşmalara sadık kalmayan tarafın İsrail olduğu ilgili tüm kesimlerce bilinmesine rağmen, İsrail herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. >

Dolayısıyla Abbas’ın açıklamasının zamanlamasının gayet yerinde olduğu değerlendirilmektedir. Zaten sadece Filistin tarafının uymak durumunda kaldığı ve İsrail’in keyfine göre iştirak ettiği anlaşmaların iptal edilmesi durumunda sahada fazla bir şeyin değişeceği ön görülmemektedir. 

    İsrail yönetiminin bu açıklamanın ardından Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yeni yerleşim yerlerini onaylaması da onların nezdinde mevcut anlaşmaların bir kıymeti olmadığını göstermiştir. 

Hatta anlaşmaların iptali İsrail’in elini rahatlatacak ve ABD’nin de Yakın desteğiyle İsrail işgali kalıcı hale getirmeye çalışacaktır. 

Bu sebeple Filistin Yönetimi’nin meşru haklarından taviz vermeden ve kendi kaderini tayin hakkını ve tüzel kişiliğini muhafaza edecek hükümler saklı kalmak kaydıyla, anlaşmalardan ulusal çıkarlarına ters düşenleri iptal etmesi en makul seçenek gibi gözükmektedir. 

İsrail’in seçicilik politikasına benzer şekilde Filistin Yönetimi, İsrail’in işini kolaylaştırmaktan ziyade saygıdeğer muhatap olarak masada kalmalı ve Filistin halkının da menfaatlerine uygun bir çözüm için mücadeleye devam etmelidir. 

    Anlaşmaların iptali durumunda Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kaybedeceği ve masanın dışında kalacağı iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Zira şimdiye kadar anlaşmalara sadık kalmayan tarafın İsrail olduğu ilgili tüm kesimlerce bilinmesine rağmen herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. Aksine sert gücünü pekiştiren İsrail, süreç içerisinde taleplerini arttırmış ve bugün işgal ettiği toprakların asıl sahiplerini yok sayan bir noktaya gelmiştir. 

    Bu nedenle Filistin Yönetimi, mevcut anlaşmalarda İsrail’e hükümranlık sağlayan anlaşma veya maddeleri iptal ederek Filistin halkının menfaatleri için masaya eşit haklara sahip taraf olarak oturmalıdır. 

Şimdiye kadar izlenen politikanın doğru olup olmadığı Filistin halkının içinde olduğu durumdan gayet net şekilde anlaşılmaktadır. 

Bu sebeple bundan sonraki süreçte daha cesur adımlar atılmaması halinde, Filistin’i Güzel günlerin beklediğini söylemek gerçekçi olmayacaktır. 



***

27 Şubat 2019 Çarşamba

Önce Küresel Nüfuz Politikaları mı, Açık Toplum İdeali mi?

Önce Küresel Nüfuz Politikaları mı, Açık Toplum İdeali mi?,




Özdem SANBERK
08 Haziran 2010


İsrail’in Gazze’ye yardım konvoylarına kanlı saldırısının dünyada ve bölgede yarattığı bunalım bütün sıcaklığı ile sürüyor. Olayların devam edeceği ve suların kolay kolay durulmayacağı belli. Bu sırada yapılacak değerlendirmelerde dikkatli olunması, itidalin elden bırakılmaması, fevri davranışlardan kaçınılması ve acele kararlar alınmamasının önemi açık. Tarih, akışını hızlandırdı. Bu akışın istikametini iyi teşhis edemeyenlerin akıntıyla ters düşeceklerine şüphe yok.

Hem bölgeselleşen hem genişleyen dış politika
Böyle bir uluslararası ortamda Türk dış politikasının hem bölgemizdeki etkiliğinin arttığını, hem de sorumluluk alanının dünya diplomasi sahnesinin tamamına yayıldığını görüyoruz. Türkiye dinamik bir topluma sahip. Çabuk artan çok genç bir nüfusu var. Süratle değişiyor. Dünyadaki dengeler de, tarihin hızlı akışına paralel olarak süratle değişiyor. Türkiye’nin bu dinamik değişime ayak uydurabilmek ve artan genç nüfusuna beklediği geleceği hazırlayabilmek için sürdürülebilir büyümesini geçekleş-tirebilmesi gerekiyor. Bu nedenle içerde ve dışarıda barışa ve istikrara ihtiyacı var.


Türkiye, bu ihtiyaçtan hareketle çevre ülkelerde ve özellikle Ortadoğu’da istikrarsızlık ve çatışma yaratabilecek gelişmelerin karşısında yer alıyor ve aynı şekilde dünya barışını tehdit eden gelişmeleri de dikkatle izliyor. Bu gelişmelerin kendisi için bir tehdit oluşturmasını önlemeye çalışıyor. Komşularıyla ilişkilerini geliştiriyor, aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışıyor. Türk diplomasinin bugün özellikle Ortadoğu’da yoğunluk kazanması, fakat aynı zamanda dünyaya açılmasının gerekçelerini işte Türkiye’nin istikrarsızlıklarla dolu kendi bölgesinde ve belirsizlikler içindeki dünyada barışa olan bu ihtiyacında aramak gerekir.


İç siyaset.,
 
Türkiye iç barışını sağlamak için içerde on yıllardan beri birikmiş ve müzminleşmiş sosyo politik sorunlarının köklü çözümlerini hedef alan açılım politikalarını izliyor.


Bölgesel diplomasi,

Türkiye çevre ülkelerle de sorunsuz yaşamak için Ortadoğu, Hazar havzası, Kafkasya, Karadeniz bölgesi ve Balkanlar’da istikrar, güvenlik ve refahın yerleştirilmesi gerektiğine inanıyor. Bu geniş bölgeyi bir barış, işbirliği ve dayanışma alanı haline dönüştürmek amacıyla buralarda çatışmaları önleyici aktif girişimlerde bulunuyor. Bu amaçla son yıllarda bölgede giriştiği teşebbüsler etkileyici.


Bu teşebbüslerden bazıları özetle şunlar: 

Gazze halkının ıstıraplarının ve onları tecritten kurtarmak için bu sorunun, BMGK’de İsrail aleyhine karar aldırmak dahil, dünyanın gündemine dramatik bir şekilde getirilmesi ve İsrail’in uluslararası toplumda izole edilmesi, İran’ın uranyum zenginleştirme çabaları dolayısıyla doğan soruna barışçı çözüm için Brezilya ile birlikte İran’la imzalanan Takas anlaşması, Irak’ta, bölgesel Kürt Yönetimi ve Şii Gruplar dahil, tüm etnik ve mezhep gruplarının güvenini kazanarak ülkede birlik ve güvenliğin kurulmasına yardım, Suriye ve Lübnan ile karşılıklı güvene dayanan yeni ilişkiler kurulması, Suriye, Libya, Ürdün, Yunanistan ve Rusya dahil çevre ülkelerinin büyük kısmıyla vizelerin kısmen veya tamamen kaldırılması, Rusya ile 30 milyara varan ticaret hacmi ve enerji işbirliği kurulması, Azerbaycan ile geniş kapsamlı petrol ve gaz antlaşmaları imzası, Ermenistan’la Kafkasya’da barış, güvenlik ve istikrar hedefine ve ikili diplomatik ilişkilerin kurulması hedefine yönelik protokollerin akdi, Batı Balkanlar’da Bosnalılarla Sırpların barıştırılması, Kıbrıs’ta BM Kapsamlı Barış Planı’na ve çözüm çabalarına destek, Yunanistan’la imzalanan 22 yeni Anlaşma..


Bu girişimler Türk diplomasisinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda ve Doğu Akdeniz‘de birkaç yıldan beri ne ölçüde yoğunlaştığını kanıtlayan girişimlerden sadece bazıları. Türkiye’nin bölgede böyle bir barış ve işbirliği stratejisi izlemesini mümkün kılan en güçlü avantajı ise kendi topraklarının sınırlarını bilmesi ve etrafındaki ülkelerin hiç birinin toprakları üzerinde bir talebi bulunmaması.


Avrupa Birliği,

Öte yandan Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi Türkiye’nin temel siyasi tercihi olmaya devam ediyor. Evet, birlik içinde güçlü siyasi çevrelerin engelleme çabaları var. Ama Türkiye bu kıtaya 600 yıllık tarihi ve kültürel ekonomik, ticari ve insani bağlarla bağlı. Ayrıca Avrupa Birliği’nde yaşayan 4 milyon vatandaşı ve soydaşı bu bağların sırf geçmişe değil bugüne de ait bulunduğunu kanıtlıyor.


Küreselleşme,

Türkiye küreselleşmeyi iyi yönetmek istiyor, çünkü küreselleşme, içerde toplumumuzun kırılgan kesimlerini daha da zayıflatıyor, dışarıda ise siyasi ve ekonomik adaletsizliklerin ve haksızlıkların temel nedenleri arasında. Ama bunun yanında insanlığın bir bütün olarak ortaya çıkmasını sağladığı için gelecek perspektifinde büyük fırsatları da beraberinde taşıyor. İşte Türk dış politikasının, karmaşık bir dünyada, bir yandan bölgeselleşirken, bir yandan da sorumluluk alanını genişleterek küresel ayak seslerini duyurmasının sebepleri bunlar.


Barış için kurulacak her masaya oturmak,
 
Türkiye, şekillenmekte olan bu 21’inci yüz yıl dünya düzeninin kurulmasında bu nedenlerle aktif rol almak istiyor. Gerek bölgesel, gerek küresel düzlemlerde ortaya çıkacak muhtemel istikrarsızlıkların, tehditlerin ve çatışmaların bize sirayet etmesini önlemek ve ülkenin ihtiyaç duyduğu kalkınma hamlelerini önlemesine set çekmek için çevresinde ve dünyada barışı korumak amacıyla kurulacak her masaya oturmak ve düzen kurucu olmak istiyor. Bu sözler Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait. Dış ilişkilerimizde bu günkü vizyonun amacını açıklıyor. Türkiye’nin yükseliş enerjisinin sebeplerini de ortaya koyuyor.


Bütün bu gelişmelerin anlamı nedir?,

Türk dış politikasının yeni vizyonunda dış ilişkilerindeki önceliğinin, Ortadoğu ve çevre ülkeleri üzerinde şekillenmekte olduğunu görüyoruz. Dışişleri Bakanı bölgeyi sahiplenmek ve çevre ülkelerinde bir nevi düzen kurucu bir rol oynamak istediğimizi açıkça söylüyor. Hükümet, Güney ve Kuzey komşularımıza vizeleri kaldırarak ilişkilerin gelişmesinde, barış ve güvenliğim kurulmasında bizzat halkları da devreye sokuyor. Aynı yörede bir saatlik mesafede yaşayan insanların birbirleriyle temas etmelerinin önündeki engelleri yok ederek bölgenin jeopolitiğine insani bir boyut kazandırıyor. Bu rol bölgede dönüştürücü bir etki yaratıyor. Karışık bir coğrafyada barış adacıkları, barış havzaları meydana getiriyor. Ermenistan’la imzalanan Protokoller iki ülke arasında ve Kafkasya’da on yıllarca birbirlerine sırt sırta yaşayan insanların şimdi birbirlerine yüz yüze dönmeleri için umut ışıkları yakıyor. Bu süreçler katılımcı süreçler. Bir kısmının henüz sonuç vermemiş olması girişimlerin doğru olmadığını kanıtlamıyor. Türkiye’nin özgüvenini ve bölgedeki barışa katkı iradesini gösteriyor.


Dış politikanın sorumluluk alanının genişlemesi,

Türk dış politikasının önceliği bölgeye kaymış olmakla beraber Türk diplomasinin sorumluluk alanın küresel bir nitelik kazandığını yukarıda belirtmiştik. Her gün yenilenen dünyada Türkiye de süratle değişiyor. Yüksek işsizliğe, yoksulluğa, bölgelerarası dengesizliklere rağmen şehirleşme, eğitim ve orta sınıflaşma, dengesiz fakat süratli bir şekilde gerçekleşiyor. Türkiye bölge ekonomisinin odak noktası ve itici gücü. Türkiye bu ekonomik gücünü, Cengiz Çandar’ın yazdığı gibi, jeopolitik gücüyle birleştiriyor. Böylece siyasi nüfuzunu çevresine ve küresel düzleme yayıyor ve uluslararası toplumu, Türkiye’nin görüşlerinin hesaba katmaya zorluyor. Türk dış politikasının büyük dünya sorunlarını kendi ilgi sahası içinde görmesi 21’inci yüz yıl yeni dünya mimarisi içinde yer alabilmek ve bu sorunların çözümü konusunda kendi görüşlerini kabul ettirebilmek açısından Türkiye’ye ciddi bir avantaj sağlıyor.


Kendi dış politika sorunlarımız aynen duruyor,

Ne var ki Türkiye bu avantajı Kıbrıs ve Ege sorunlarının çözümü ve Güney sınırlarından topraklarına yönelen terör tehdidinin sona erdirilmesi veya etnik lobilerin kamu oyu saldırılarının dengelenmesi veya Avrupa Birliği katılım sürecinin ilerletilmesi gibi ulusal çıkarlarını korumak ve ilerletmek için henüz somut olarak kullanabilmiş değil. Türk diplomasisi Gazze’deki insanlık dramına son verilmesi için gösterdiği enerji ve iradeyi, Avrupa’da kuşatma altına tek halk olan ve Ada’da barış ve birleşme istedikleri halde kendi kimlikleriyle hala seyahat bile edemeyen Kıbrıslı Türkleri de onlarca yıldan beri maruz kaldıkları haksız tecritten kurtarmak için de artık gösterebilmeli.


Otoriterleşme ve radikalleşme riski,

Türkiye uluslararasında daha henüz başlangıcında bulunduğu bu nüfuz ve yükseliş sürecinde dikkat ve kararlılıkla yol almakta. Yalnız burada gözden uzak tutulmamasında yarar olan bir nokta var:


Türkiye kendi demokrasisini derinleştirmeden, iç ve dış politikalarındaki önceliğini, 21’inci yüzyıl şeffaf ve açık toplum demokrasisi ideali yerine, bölgesel ve küresel nüfuz politikası arayışlarına kaydırarak transatlantik dünyasındaki ittifak bağlarını zayıflatmak pahasına bölgede yerleşecek olursa, çok boyutlu diplomasi yaklaşımımdan artık söz etmek imkânı kalmaz. Dış politikada radikalleşme riski ciddileşir. Dış politikada radikalleşme, içerde radikalleşmeyi beraberinde getirir. Türkiye otoriter bir Ortadoğu demokrasisine dönüşme sürecine girer. Böyle bir gelişme, insan unsurunun özerkliği, insan onuru ve ifade özgürlüğü idealine erişme hedefimizin gerçekleşmesini büyük ölçüde zorlaştırır. Ne yazık ki, azınlıktaki görüşe saygı temelinde bir demokratik anlayış, her iklimde gerçekleşemiyor.


Türkiye’nin Ortadoğu kimliği, aynen Avrupa kimliği gibi eşyanın tabiatına uygun bir gerçek. Bu da aslında bizim kimliğimizin zenginliği. Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olması nasıl doğalsa, aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesi olması da doğal. Ama otoriter bir Ortadoğu ülkesi olması sorunlu. Ülkemiz otoriter bir Ortadoğu demokrasisine doğru evrilme yoluna girecek olursa, o zaman tamamen farklı statüde ve farklı nitelikte bir Türkiye’nin ortaya çıkacağını unutmayalım. Batı dünyası ile gergin ve güvensiz ilişkiler içinde bulunan, tek boyutlu bir dış politika uygulayan ve açık toplum ideali öncelik taşımayan bir Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada nüfuz sahibi olması mümkün olamaz. Böyle bir durum Türkiye’nin, bu gün filizlenmeye başlayan ve hepimizi gururlandıran bölgesel ve küresel etkinliğini de riske atar. Hatta ortadan kaldırır.


Başbakan Erdoğan’ın 1 Haziran tarihinde TBMM’de, uluslararası anlaşmazlıkların çözümünde hukuka ve diplomasiye vurgu yapan sözleri Türkiye’nin bu yola girmeyeceğinin açık teminatını oluşturuyor. Hal böyle olmakla beraber, Bazı Avrupa liderlerinin tutumları dolayısıyla Batı opsiyonunun Türkiye’nin iradesi dışında kapanması olasılığı, önceliklerimizi tayin ederken, bizi böyle bir riskin varlığı konusunda gerçekçi olmaya davet etmekte.


*Bu yazı 07/06/2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.,

http://www.bilgesam.org/incele/1270/-once-kuresel-nufuz-politikalari-mi--acik-toplum-ideali-mi--/#.XHYzjokzbIU

***