israil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
israil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2019 Çarşamba

Önce Küresel Nüfuz Politikaları mı, Açık Toplum İdeali mi?

Önce Küresel Nüfuz Politikaları mı, Açık Toplum İdeali mi?,




Özdem SANBERK
08 Haziran 2010


İsrail’in Gazze’ye yardım konvoylarına kanlı saldırısının dünyada ve bölgede yarattığı bunalım bütün sıcaklığı ile sürüyor. Olayların devam edeceği ve suların kolay kolay durulmayacağı belli. Bu sırada yapılacak değerlendirmelerde dikkatli olunması, itidalin elden bırakılmaması, fevri davranışlardan kaçınılması ve acele kararlar alınmamasının önemi açık. Tarih, akışını hızlandırdı. Bu akışın istikametini iyi teşhis edemeyenlerin akıntıyla ters düşeceklerine şüphe yok.

Hem bölgeselleşen hem genişleyen dış politika
Böyle bir uluslararası ortamda Türk dış politikasının hem bölgemizdeki etkiliğinin arttığını, hem de sorumluluk alanının dünya diplomasi sahnesinin tamamına yayıldığını görüyoruz. Türkiye dinamik bir topluma sahip. Çabuk artan çok genç bir nüfusu var. Süratle değişiyor. Dünyadaki dengeler de, tarihin hızlı akışına paralel olarak süratle değişiyor. Türkiye’nin bu dinamik değişime ayak uydurabilmek ve artan genç nüfusuna beklediği geleceği hazırlayabilmek için sürdürülebilir büyümesini geçekleş-tirebilmesi gerekiyor. Bu nedenle içerde ve dışarıda barışa ve istikrara ihtiyacı var.


Türkiye, bu ihtiyaçtan hareketle çevre ülkelerde ve özellikle Ortadoğu’da istikrarsızlık ve çatışma yaratabilecek gelişmelerin karşısında yer alıyor ve aynı şekilde dünya barışını tehdit eden gelişmeleri de dikkatle izliyor. Bu gelişmelerin kendisi için bir tehdit oluşturmasını önlemeye çalışıyor. Komşularıyla ilişkilerini geliştiriyor, aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışıyor. Türk diplomasinin bugün özellikle Ortadoğu’da yoğunluk kazanması, fakat aynı zamanda dünyaya açılmasının gerekçelerini işte Türkiye’nin istikrarsızlıklarla dolu kendi bölgesinde ve belirsizlikler içindeki dünyada barışa olan bu ihtiyacında aramak gerekir.


İç siyaset.,
 
Türkiye iç barışını sağlamak için içerde on yıllardan beri birikmiş ve müzminleşmiş sosyo politik sorunlarının köklü çözümlerini hedef alan açılım politikalarını izliyor.


Bölgesel diplomasi,

Türkiye çevre ülkelerle de sorunsuz yaşamak için Ortadoğu, Hazar havzası, Kafkasya, Karadeniz bölgesi ve Balkanlar’da istikrar, güvenlik ve refahın yerleştirilmesi gerektiğine inanıyor. Bu geniş bölgeyi bir barış, işbirliği ve dayanışma alanı haline dönüştürmek amacıyla buralarda çatışmaları önleyici aktif girişimlerde bulunuyor. Bu amaçla son yıllarda bölgede giriştiği teşebbüsler etkileyici.


Bu teşebbüslerden bazıları özetle şunlar: 

Gazze halkının ıstıraplarının ve onları tecritten kurtarmak için bu sorunun, BMGK’de İsrail aleyhine karar aldırmak dahil, dünyanın gündemine dramatik bir şekilde getirilmesi ve İsrail’in uluslararası toplumda izole edilmesi, İran’ın uranyum zenginleştirme çabaları dolayısıyla doğan soruna barışçı çözüm için Brezilya ile birlikte İran’la imzalanan Takas anlaşması, Irak’ta, bölgesel Kürt Yönetimi ve Şii Gruplar dahil, tüm etnik ve mezhep gruplarının güvenini kazanarak ülkede birlik ve güvenliğin kurulmasına yardım, Suriye ve Lübnan ile karşılıklı güvene dayanan yeni ilişkiler kurulması, Suriye, Libya, Ürdün, Yunanistan ve Rusya dahil çevre ülkelerinin büyük kısmıyla vizelerin kısmen veya tamamen kaldırılması, Rusya ile 30 milyara varan ticaret hacmi ve enerji işbirliği kurulması, Azerbaycan ile geniş kapsamlı petrol ve gaz antlaşmaları imzası, Ermenistan’la Kafkasya’da barış, güvenlik ve istikrar hedefine ve ikili diplomatik ilişkilerin kurulması hedefine yönelik protokollerin akdi, Batı Balkanlar’da Bosnalılarla Sırpların barıştırılması, Kıbrıs’ta BM Kapsamlı Barış Planı’na ve çözüm çabalarına destek, Yunanistan’la imzalanan 22 yeni Anlaşma..


Bu girişimler Türk diplomasisinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda ve Doğu Akdeniz‘de birkaç yıldan beri ne ölçüde yoğunlaştığını kanıtlayan girişimlerden sadece bazıları. Türkiye’nin bölgede böyle bir barış ve işbirliği stratejisi izlemesini mümkün kılan en güçlü avantajı ise kendi topraklarının sınırlarını bilmesi ve etrafındaki ülkelerin hiç birinin toprakları üzerinde bir talebi bulunmaması.


Avrupa Birliği,

Öte yandan Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi Türkiye’nin temel siyasi tercihi olmaya devam ediyor. Evet, birlik içinde güçlü siyasi çevrelerin engelleme çabaları var. Ama Türkiye bu kıtaya 600 yıllık tarihi ve kültürel ekonomik, ticari ve insani bağlarla bağlı. Ayrıca Avrupa Birliği’nde yaşayan 4 milyon vatandaşı ve soydaşı bu bağların sırf geçmişe değil bugüne de ait bulunduğunu kanıtlıyor.


Küreselleşme,

Türkiye küreselleşmeyi iyi yönetmek istiyor, çünkü küreselleşme, içerde toplumumuzun kırılgan kesimlerini daha da zayıflatıyor, dışarıda ise siyasi ve ekonomik adaletsizliklerin ve haksızlıkların temel nedenleri arasında. Ama bunun yanında insanlığın bir bütün olarak ortaya çıkmasını sağladığı için gelecek perspektifinde büyük fırsatları da beraberinde taşıyor. İşte Türk dış politikasının, karmaşık bir dünyada, bir yandan bölgeselleşirken, bir yandan da sorumluluk alanını genişleterek küresel ayak seslerini duyurmasının sebepleri bunlar.


Barış için kurulacak her masaya oturmak,
 
Türkiye, şekillenmekte olan bu 21’inci yüz yıl dünya düzeninin kurulmasında bu nedenlerle aktif rol almak istiyor. Gerek bölgesel, gerek küresel düzlemlerde ortaya çıkacak muhtemel istikrarsızlıkların, tehditlerin ve çatışmaların bize sirayet etmesini önlemek ve ülkenin ihtiyaç duyduğu kalkınma hamlelerini önlemesine set çekmek için çevresinde ve dünyada barışı korumak amacıyla kurulacak her masaya oturmak ve düzen kurucu olmak istiyor. Bu sözler Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait. Dış ilişkilerimizde bu günkü vizyonun amacını açıklıyor. Türkiye’nin yükseliş enerjisinin sebeplerini de ortaya koyuyor.


Bütün bu gelişmelerin anlamı nedir?,

Türk dış politikasının yeni vizyonunda dış ilişkilerindeki önceliğinin, Ortadoğu ve çevre ülkeleri üzerinde şekillenmekte olduğunu görüyoruz. Dışişleri Bakanı bölgeyi sahiplenmek ve çevre ülkelerinde bir nevi düzen kurucu bir rol oynamak istediğimizi açıkça söylüyor. Hükümet, Güney ve Kuzey komşularımıza vizeleri kaldırarak ilişkilerin gelişmesinde, barış ve güvenliğim kurulmasında bizzat halkları da devreye sokuyor. Aynı yörede bir saatlik mesafede yaşayan insanların birbirleriyle temas etmelerinin önündeki engelleri yok ederek bölgenin jeopolitiğine insani bir boyut kazandırıyor. Bu rol bölgede dönüştürücü bir etki yaratıyor. Karışık bir coğrafyada barış adacıkları, barış havzaları meydana getiriyor. Ermenistan’la imzalanan Protokoller iki ülke arasında ve Kafkasya’da on yıllarca birbirlerine sırt sırta yaşayan insanların şimdi birbirlerine yüz yüze dönmeleri için umut ışıkları yakıyor. Bu süreçler katılımcı süreçler. Bir kısmının henüz sonuç vermemiş olması girişimlerin doğru olmadığını kanıtlamıyor. Türkiye’nin özgüvenini ve bölgedeki barışa katkı iradesini gösteriyor.


Dış politikanın sorumluluk alanının genişlemesi,

Türk dış politikasının önceliği bölgeye kaymış olmakla beraber Türk diplomasinin sorumluluk alanın küresel bir nitelik kazandığını yukarıda belirtmiştik. Her gün yenilenen dünyada Türkiye de süratle değişiyor. Yüksek işsizliğe, yoksulluğa, bölgelerarası dengesizliklere rağmen şehirleşme, eğitim ve orta sınıflaşma, dengesiz fakat süratli bir şekilde gerçekleşiyor. Türkiye bölge ekonomisinin odak noktası ve itici gücü. Türkiye bu ekonomik gücünü, Cengiz Çandar’ın yazdığı gibi, jeopolitik gücüyle birleştiriyor. Böylece siyasi nüfuzunu çevresine ve küresel düzleme yayıyor ve uluslararası toplumu, Türkiye’nin görüşlerinin hesaba katmaya zorluyor. Türk dış politikasının büyük dünya sorunlarını kendi ilgi sahası içinde görmesi 21’inci yüz yıl yeni dünya mimarisi içinde yer alabilmek ve bu sorunların çözümü konusunda kendi görüşlerini kabul ettirebilmek açısından Türkiye’ye ciddi bir avantaj sağlıyor.


Kendi dış politika sorunlarımız aynen duruyor,

Ne var ki Türkiye bu avantajı Kıbrıs ve Ege sorunlarının çözümü ve Güney sınırlarından topraklarına yönelen terör tehdidinin sona erdirilmesi veya etnik lobilerin kamu oyu saldırılarının dengelenmesi veya Avrupa Birliği katılım sürecinin ilerletilmesi gibi ulusal çıkarlarını korumak ve ilerletmek için henüz somut olarak kullanabilmiş değil. Türk diplomasisi Gazze’deki insanlık dramına son verilmesi için gösterdiği enerji ve iradeyi, Avrupa’da kuşatma altına tek halk olan ve Ada’da barış ve birleşme istedikleri halde kendi kimlikleriyle hala seyahat bile edemeyen Kıbrıslı Türkleri de onlarca yıldan beri maruz kaldıkları haksız tecritten kurtarmak için de artık gösterebilmeli.


Otoriterleşme ve radikalleşme riski,

Türkiye uluslararasında daha henüz başlangıcında bulunduğu bu nüfuz ve yükseliş sürecinde dikkat ve kararlılıkla yol almakta. Yalnız burada gözden uzak tutulmamasında yarar olan bir nokta var:


Türkiye kendi demokrasisini derinleştirmeden, iç ve dış politikalarındaki önceliğini, 21’inci yüzyıl şeffaf ve açık toplum demokrasisi ideali yerine, bölgesel ve küresel nüfuz politikası arayışlarına kaydırarak transatlantik dünyasındaki ittifak bağlarını zayıflatmak pahasına bölgede yerleşecek olursa, çok boyutlu diplomasi yaklaşımımdan artık söz etmek imkânı kalmaz. Dış politikada radikalleşme riski ciddileşir. Dış politikada radikalleşme, içerde radikalleşmeyi beraberinde getirir. Türkiye otoriter bir Ortadoğu demokrasisine dönüşme sürecine girer. Böyle bir gelişme, insan unsurunun özerkliği, insan onuru ve ifade özgürlüğü idealine erişme hedefimizin gerçekleşmesini büyük ölçüde zorlaştırır. Ne yazık ki, azınlıktaki görüşe saygı temelinde bir demokratik anlayış, her iklimde gerçekleşemiyor.


Türkiye’nin Ortadoğu kimliği, aynen Avrupa kimliği gibi eşyanın tabiatına uygun bir gerçek. Bu da aslında bizim kimliğimizin zenginliği. Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olması nasıl doğalsa, aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesi olması da doğal. Ama otoriter bir Ortadoğu ülkesi olması sorunlu. Ülkemiz otoriter bir Ortadoğu demokrasisine doğru evrilme yoluna girecek olursa, o zaman tamamen farklı statüde ve farklı nitelikte bir Türkiye’nin ortaya çıkacağını unutmayalım. Batı dünyası ile gergin ve güvensiz ilişkiler içinde bulunan, tek boyutlu bir dış politika uygulayan ve açık toplum ideali öncelik taşımayan bir Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada nüfuz sahibi olması mümkün olamaz. Böyle bir durum Türkiye’nin, bu gün filizlenmeye başlayan ve hepimizi gururlandıran bölgesel ve küresel etkinliğini de riske atar. Hatta ortadan kaldırır.


Başbakan Erdoğan’ın 1 Haziran tarihinde TBMM’de, uluslararası anlaşmazlıkların çözümünde hukuka ve diplomasiye vurgu yapan sözleri Türkiye’nin bu yola girmeyeceğinin açık teminatını oluşturuyor. Hal böyle olmakla beraber, Bazı Avrupa liderlerinin tutumları dolayısıyla Batı opsiyonunun Türkiye’nin iradesi dışında kapanması olasılığı, önceliklerimizi tayin ederken, bizi böyle bir riskin varlığı konusunda gerçekçi olmaya davet etmekte.


*Bu yazı 07/06/2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.,

http://www.bilgesam.org/incele/1270/-once-kuresel-nufuz-politikalari-mi--acik-toplum-ideali-mi--/#.XHYzjokzbIU

***

12 Şubat 2018 Pazartesi

SURİYE İÇ SAVAŞI VE ORTA DOĞUDA GÜVENLİK

SURİYE İÇ SAVAŞI VE ORTA DOĞUDA GÜVENLİK 


Oytun ORHAN 


Suriye iç savaşı ve Irak’taki gelişmeler iç içe geçmiş durumdadır. Geçmişte Lübnan’ın Ortadoğu güvenliği için oynadığı rolü şimdi çok daha geniş bir coğrafyada ve daha etkili bir şekilde Suriye ve Irak oynamaktadır. 

Mart 2011 tarihinde Suriyelilerin özgürlük talepleri ile başlayan halk ayaklanması, rejimin gösterileri şiddet yolu ile bastırması, Suriye’nin jeopolitik önemi nedeniyle çok sayıda ülkenin soruna müdahil olması ve Suriye toplumunun heterojen yapısı gibi faktörlerin etkisiyle kanlı bir iç savaşa dönüşmüştür. 

İç savaş tam bir kördüğüm halini almış ve ilk aşamada komşulara yayılma etkisi gösteren Suriye iç savaşı, Ortadoğu güvenliğini giderek artan oranda tehdit etmeye başlamıştır. Diğer taraftan iç savaşın bölgede tetiklediği güvenlik sorunu, Suriye’deki istikrarsızlığı da besler hale gelmiştir. Özellikle Suriye, Irak ve Lübnan’da yaşanan gelişmeler, birbirinden bağımsız değerlendirilemez bir hal almıştır. Suriye iç savaşının Ortadoğu güvenliğine etkisi radikalizm, Şii-Sünni kutuplaşması, sınırların değişmesi, bölgesel rekabet ve vekaleten savaş ile Suriyeli mülteciler ve güvenlik olmak üzere 5 başlık altında incelenebilir. 

Radikalizm 

Irak işgali, Ortadoğu’da radikal hareketlerin zemin kazanmasına neden olmuştu. Irak’ta çok uzun dönemdir hakim olan güçlü merkezi otoritenin çöküşü ülkede derin bir güç boşluğu doğurmuş ve boşluk başta El Kaide olmak üzere 
birçok radikal grup tarafından doldurulmaya çalışılmıştı. Irak’ta hakim olan kaotik ortam, söz konusu grupların kendilerine yeni bir mücadele alanı bulmasını sağlamış, dünyanın değişik ülkelerinden insanların radikal gruplar safında 
savaşmak üzere Irak’a akın etmesine yol açmıştı. El Kaide bağlantılı Irak İslam Devleti bir ara Musul’da İslam Devleti ilan edecek güce dahi ulaşmıştı. ABD’nin askeri varlığı nedeniyle bu grupların gücü kırılsa da etkilerini günümüze 
kadar korumayı başardılar. Irak İslam Devleti’nin devamı olan Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün başta Musul olmak üzere Irak’taki son dönemdeki kazanımları, bu etkinin de sonucudur. 



Suriye iç savaşı, söz konusu gruplar açısından yeni bir fırsat yarattı. Daha önce Afganistan, Çeçenistan ve Irak’ta yaşanan süreç, Suriye’de yaşanmaya başladı ve binlerce kişi IŞİD ve Nusra Cephesi gibi cihatçı örgütler safında savaşmak üzere Suriye’ye akın etti. 

Savaşçılar dünyanın her bölgesinden olmakla birlikte önemli bir kısmı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden geldi. Suriye rejiminin kontrolü kaybettiği bölgelerde bu örgütler sahip oldukları insan kaynağı, finans gücü, savaş tecrübesi ve ideolojik bağlılık gibi faktörler sayesinde öne çıktı ve özellikle Suriye’nin kuzey cephesinde önemli bir coğrafyayı kontrol eder hale geldi. Bu durum, Ortadoğu ve Suriye’ye komşu ülkelerin güvenliği açısından biri kısa, diğeri uzun vadeli iki tehdit ortaya çıkardı. Kısa vadeli tehdit, Suriye’de güçlenen radikal grupların komşu ülkelere yayılma eğilimi göstermesi oldu. Değişik boyutlarda olsa da her komşu ülke, bu tehdit ile doğrudan karşı karşıyadır. Irak’ta IŞİD örgütünün ilerleyişini Suriye’deki kazanımlarından bağımsız düşünmek imkansızdır. Lübnan’da çok uzun yıllar sonra ardı ardına söz konusu gruplar tarafından intihar saldırıları gerçekleştirilmektedir. 

IŞİD ve Nusra CephesiSuriye’de, Türkiye ve Ürdün’e açılan bazı sınır kapılarını kontrol etmektedir. Türk ordusu, IŞİD’in sınır bölgesinde yarattığı istikrarsızlık nedeniyle örgütün mevzilerini iki kez bombalamak zorunda kalmıştır. 
IŞİD’e bağlı teröristler, Niğde’de bir polis ve bir astsubayı şehit etmiştir. 
Bu sürecin Ortadoğu’da daha uzun vadede yaratacağı güvenlik tehdidi ise çoğunluğu Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelen savaşçıların sahip oldukları tecrübe ve network ile ülkelerine dönecek olmasıdır. 

 < Suriye’de sivil halk ayaklanması, süreç içinde dinsel/ mezhepsel boyutu güçlü bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu durum, Irak işgali ile bölgede önemli bir çatışma dinamiği haline gelen “Şii-Sünni” kutuplaşmasını derinleştirmiştir. >

Şii-Sünni Kutuplaşması 

Irak işgalinin Ortadoğu’da yarattığı en önemli sonuçlardan biri, bölgede Şii-Sünni kutuplaşmasının derinleşmesi ve yeni bir çatışma dinamiği olarak ortaya çıkmasıdır. Irak’ta yaşanan mezhepsel boyutu güçlü iç savaş, Ortadoğu ülkelerinin müdahil olması ile bölgesel boyut kazanmıştır. Irak’ta iktidarın Şiilere geçişi ile İran’dan başlayıp Lübnan’a uzanan coğrafyayı içeren “Şii Hilali” kavramı bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yeni durumu tehdit olarak algılayan ülkeler arasında bir “Sünni blok” doğmuş, taraflar arasında Irak, Lübnan ve Yemen üzerinden yürütülen bir vekaleten savaş yaşanmıştır. 

< Suriye’de sivil halk ayaklanması, süreç içinde dinsel/ mezhepsel boyutu güçlü bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu durum, Irak işgali ile bölgede önemli bir çatışma dinamiği haline gelen “Şii-Sünni” kutuplaşmasını derinleştirmiştir.>

Bölgedeki neredeyse her aktör kutuplaşmada pozisyon almıştır. Bu durum, her şeyden önce geneli heterojen toplumsal yapıya sahip Ortadoğu ülkelerinin iç toplumsal barışını olumsuz etkilemiştir. Ulusal kimliklerden ziyade mezhepsel kimlik ön plana çıkmış ve aynı ülkenin vatandaşları arasında güven bunalımı yaşanmaya başlamıştır. Ülkelerin dış politika tercihlerini mezhebi referans alarak yapması, içerde farklı grupların devletle sadakat bağını zayıflatmış ve dışlandığını düşünen gruplar, hak arayışı için şiddeti bir yöntem olarak seçmiştir. Irak ve Lübnan’da Sünnilerin silahlanması, Suudi Arabistan’da büyük çaplı olmasa da Şii ayaklanmaları, bu duruma örnek olarak verilebilir. 

Sınırların Değişmesi 

Suriye’de iç savaşın nasıl sona ereceği ve yeni Suriye’nin nasıl olacağı sorusunu yanıtlamak neredeyse imkansızdır. Ancak her halükarda eski Suriye’ye geri dönülmesinin ve ülkenin güçlü merkezi otorite ile yönetilmesinin zor olduğu söylenebilir. 

Ortadoğu’da güçlü merkezi otoritenin ortadan kalktığı durumlarda nasıl bir siyasi yapının ortaya çıkabileceğine ilişkin iki örnek olarak Lübnan ve işgal sonrası Irak verilebilir. 

Her iki ülkede fiili anlamda değişik etnik/dinsel grupların kendi alanlarını kontrol ettiği ve hatta Irak’ta görüldüğü üzere federal bölgelerin olduğu görülmektedir. Suriye iç savaşının dördüncü yılına girdiği şu dönemde de ülkenin fiili anlamda çok kabaca “rejim bölgesi, muhalifler bölgesi ve Kürt bölgesi” şeklinde üçlü bir bölünmeye maruz kaldığı söylenebilir. Bu bölünmeyi daha kritik kılan ise Irak’taki fiili parçalanma ile paralellikler taşıması ve birbirini etkileme/tetikleme eğilimi gösteriyor oluşudur. Suriye’de muhalif bölgesi neredeyse tamamen Sünni çoğunluğun yaşadığı bir alanı kapsamaktadır. 
Orta Irak’ı kapsayan Sünni bölgeler, fiilen zaten uzun süredir merkezi hükümetin tam kontrol edemediği alanlardı ve son kriz ile beraber Sünni bölgesinin sınırları daha net biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. 
Suriye’de Kürtler, merkezi hükümetin Kürt yerleşimlerinden çekilmesi ile kontrolü Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını sağlamayı ve daha önemlisi dış tehdış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler ditlere rağmen bunu sürdürmeyi başarmıştır. 

Gelinen noktada, tek oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş taraflı ve meşruiyeti olmayan bir 
yapı da olsa Kürt otonom bölgeleri oluşturmayı başarmışlardır. 

<  Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını dış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş açısından yeni bir oyun alanı doğurmuştur.Böylece Suriye iç savaşı, hem bölgesel kutuplaşmayı ve vekaleten savaşı derinleştirmiş hem de tersine bölgesel rekabet Suriye’deki istikrarsızlığı beslemiştir >

Irak’ta ise Kürtler 1. Körfez Savaşı’ndan bu yana sahip oldukları fiili otonomiyi Irak işgali sonrası yasalzemine oturtmuş ve son Irak krizi bunu bağımsızlığa taşıma imkanını ciddi bir olasılık olarak gündemegetirmiştir. Irak’taki gelişmeler ile birlikte düşünüldüğünde Suriye iç savaşının bölgeülkeleri açısından sınırların yeniden çizilmesine varacak düzeyde bir güvenlik tehdidini ortaya çıkardığını
söylemek yanlış olmayacaktır.

Bölgesel Rekabet ve Vekaleten Savaş 

Lübnan son derece karmaşık etnik ve dinsel toplumsal grupların bir arada yaşadığı bir ülkedir ve bu gruplar arasında tarihsel kökenleri de olan bir güvensizlik söz konusudur. 

Bu güvensizlik 1975 yılında başlayıp 15 yıl süren iç savaş ile kökleşmiştir. 

Bunun yanı sıra, ülke zayıf merkezi otorite ile yönetilmektedir. Bu nedenle, kendini güvende hissetmeyen toplumsal gruplar bir dış gücün korumasına ihtiyaç duymaktadır. Bu durumun iki önemli sonucu vardır. Birincisi ülke sürekli olarak dış etkiye açık kalmakta ve bölgesel aktörlerin rekabet alanlarından biri haline gelmektedir. İkincisi ülkede istikrar ve güvenlik çok kırılgan bir hal almaktadır. Bu nedenle, Lübnan Ortadoğu’ya istikrarsızlık ihraç etme potansiyeli nedeniyle her zaman bölge güvenliği için önemli bir ülke olmuştur. İşgal, benzer bir durumu Irak ve iç savaş da Suriye için doğurmuştur. Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını dış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş açısından yeni bir oyun alanı doğurmuştur. 

Böylece Suriye iç savaşı, hem bölgesel kutuplaşmayı ve vekaleten savaşı derinleştirmiş hem de tersine bölgesel rekabet Suriye’deki istikrarsızlığı beslemiştir. Dolayısıyla Lübnan ve Irak’tan sonra Suriye de Ortadoğu 
güvenliği açısından yeni ve daha büyük bir sorun alanı olarak ortaya çıkmış durumdadır. 

Suriyeli Mülteciler ve Güvenlik 

Suriye krizini önemli kılan unsurlardan biri insani boyuttur. İç savaş nedeniyle 3 milyonun üzerinde Suriyeli, ülke dışına göç etmek durumda kalmıştır. 

Mültecilerin büyük çoğunluğuna Suriye’nin dörtkomşu ülkesi Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye ve Irak Kürt Bölgesi, imkanları itibarıyla nispeten daha az risk altında olsa da ekonomik olarak zayıf, kaynakları sınırlı, hassas siyasalve toplumsal yapıya sahip Lübnan ve Ürdün için mülteciler 
giderek bir güvenlik sorununa dönüşmektedir. 

Suriye’de istikrarsızlığın sürmesi, yeni göç dalgaları ihtimalini güçlendirmektedir. Özellikle Şam’da çatışmaların yoğunlaşması zaten büyük baskı altında olan Ürdün ve Lübnan’a doğru kitlesel göç yaşanmasına neden olacaktır. Dört komşu ülkedeki yerel halk arasında mültecilere yönelik söylemsel tepki düzeyinde kalan bir kızgınlık gözlemlenmektedir. Bu ortam, her an sosyal bir patlamaya dönüşme ihtimalini içinde barındırmaktadır. Göç edenlerin büyük çoğunluğunun Sünni olması, özellikle Lübnan gibi etnik/mezhepsel ayrıma dayalı toplumsal ve siyasal yapıya sahip ülkelerde gerilimi tırmandırmaktadır. Güvenlik açısından en önemli konulardan biri de mültecilerin yaşam koşullarının özellikle Lübnan ve Ürdün’de son derece kötü olmasıdır. Bu durum, mülteci kamplarında ve kamp dışında yaşayan Suriyelilerin bölgede istikrarsızlık çıkarma potansiyeline sahip güçler açısından kaynak olarak kullanılması riskini beraberinde getirmektedir. Filistin mülteci kamplarının uzun yıllardır Orta doğu güvenliği açısından oynadığı rol, örnek olarak gösterilebilir. 

Suriye iç savaşı ve Irak’taki gelişmeler iç içe geçmiş durumdadır. Geçmişte Lübnan’ın Orta doğu güvenliği için oynadığı rolü şimdi çok daha geniş bir coğrafyada ve daha etkili bir şekilde Suriye ve Irak oynamaktadır. İki ülke de kısa ve orta vadede sorunları aşmaktan ziyade artan bir istikrarsızlık ile karşı karşıya kalacak gibidir. Dolayısıyla yayılma etkisi ile öncelikle komşu ülkelerin ama genelde Ortadoğu güvenliğinin uzunca bir süre tehdit altında olduğu söylenebilir. 

http://www.orsam.org.tr/files/OA/63/oytunorhan.pdf


***