Kudüs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kudüs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2020 Cumartesi

Filistin ile İsrail Arasındaki Anlaşmalar, Kapsamı, Uygulanması ve İptali,

Filistin ile İsrail Arasındaki Anlaşmalar, Kapsamı, Uygulanması ve İptali, 





ORTA DOĞUDA BÖLGESEL GELİŞMELER. 

< Doğu Kudüs’te bulunan Wadi Hummus’taki Filistinlilere ait 70 evin sözde mahkeme kararıyla yıkılmasını eleştiren Abbas, İsrail tarafından gerçekleştirilen yıkımların, taraflar arasındaki mevcut anlaşmalara zaten riayet edilmediğini gösterdiğini ifade etti. >

Haydar Oruç 
Araştırmacı, Sakarya Üniversitesi 

25 Temmuz’da Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bir açıklama yaparak, İsrail ile Oslo görüşmelerinden kaynaklanan bütün anlaşmanın iptal edileceğini duyurmuştur. 

Açıklamanın başında.,

İsrail’in 22 Temmuz’da Doğu Kudüs’te bulunan Wadi Hummus’taki Filistinlilere ait 70 evin sözde mahkeme kararıyla yıkılmasını eleştiren Abbas, İsrail tarafından gerçekleştirilen yıkımların, taraflar arasındaki mevcut anlaşmalara zaten riayet edilmediğini gösterdiğini ifade etmiştir. Ayrıca son dönemde artan bu gibi faaliyetlerin, ABD’nin sözde Yüzyılın Anlaşması (deal of century) Filistin Yönetimi’ne kabul ettirmek için başvurulan caydırıcı girişimlerden kaynaklandığı nın da farkında olduklarını belirtmiştir. 

Ancak ne olursa olsun ABD’nin sözde barış planına karşı olduklarını tekrar eden Abbas, İsrail ile aralarındaki anlaşmaların iptal edilmesini hayata geçirmek için ivedilikle bir komisyon kurulacağını da açıklamıştır. Abbas’ın yaptığı açıklamada hangi anlaşmaların iptal edileceğine dair detaylı bir bilgi verilmemiş olup, bunların neler olacağına kurulacağı ifade edilen komisyonun karar vereceği değerlendirilmektedir. 

   Abbas’ın bu iddialı sözlerine rağmen İsrail tarafından herhangi bir açıklama gelmediği gibi Kudüs ve Batı Şeria’nın değişik bölgelerindeki yıkım faaliyetlerine devam edilmiştir. Bununla birlikte Ağustos ayının ilk haftasında İsrail hükümeti tarafından alınan bir kararla Batı Şeria’nın C bölgesindeki farklı yerlerde toplam 2400 yeni yerleşim yerinin inşa edilmesi onaylanmıştır. 

Abbas’ın daha önce de benzer açıklamalar yapmasına rağmen, nihayetinde bu kararların şu ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilmemesi nedeniyle İsrail yönetiminin de bu açıklamayı yeterince ciddiye almadığı görülmektedir. 

< Abbas’ın daha önce de benzer açıklamalar yapmasına rağmen, nihayetinde bu kararların şu ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilmemesi nedeniyle İsrail Yönetimi’nin de bu açıklamayı yeterince ciddiye almadığı görülmektedir. >

Dolayısıyla Filistin Yönetimi tarafından dile getirilen ancak İsrail tarafınca dikkate dahi alınmayan bu anlaşmaların neler olduğunun, muhtevasının ve uygulamalar daki problemler ile söz konusu anlaşmaların yürürlükten kaldırılması halinde sonuçlarının neler olabileceğinin ortaya konulması gerekmektedir. 

Anlaşmaların hukuki boyutu ve kapsamı 

     1980’li yılların sonları ve 1990’lı yılların hemen başlarındaki bölgesel ve küresel konjonktür İsrail ve Filistin’i çatışmaları sonlandıracak bir anlaşmaya zorlamıştır. 1991 Madrid Konferansı ile başlayan bu süreçte sürdürülen müzakereler sonunda 1993’de Oslo’da imzalanan ve Oslo I olarak da bilinen Prensipler Deklarasyonu (Declaration of Principles on Interim Self-Government Authority) geçici Filistin Yönetimi’nin oluşturulmasını sağlayan temel metin niteliğindedir. Oslo I’de üç kademeli bir geçiş planı öngörülmüştür. 


    Buna göre ilk aşamada İsrail, Batı Şeria ve Gazze’deki askerlerini çekerek bu bölgelerde kurulacak Filistin Yönetimi’ne yetkilerini devredecekti. 

İkinci aşamada yani Oslo II olarak adlandırılan Geçici Anlaşma (Interim Agreement) sonucunda ise Batı Şeria’nın belirlenen bölgelerine İsrail güçleri yeniden konuşlanarak bu bölgelerin kontrolünü devralacaktı. Geçiş sürecinin son bulacağı 1999 yılında da nihai statü (permanent status) belirlenecekti. 

Oslo I 



Oslo I’de, Filistin tarafı İsrail’in var olma hakkını kabul ederken İsrail tarafı da Filistin tarafının kendi kaderini tayin hakkına saygı göstereceğini beyan etmiştir. 
Böylelikle o tarihe kadar birbirini resmi olarak tanımayan taraflar artık çözüm için muhatap olmak durumunda kalmıştır. Anlaşmayla Batı Şeria ve Gazze’nin ileride kurulması planlanan Filistin Yöneti-mi’nin kontrolünde birleşik bir bölge olduğunun altı çizilmiş olmasına rağmen, Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimlerin durumu, sınırlar, güvenlikle ilgili düzenlemeler, komşularla iş birliği, dış ilişkiler ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları ele alınmamıştır. 

Oslo II 



1994’te imzalanan Gazze ve Eriha Anlaşması (The Agreement on the Gaza Strip and Jericho Area) ile karara bağlanan İsrail güçlerinin Gazze Şeridi ve Eriha’dan çekilmesi işlemi 1995’de imzalanan Oslo II olarak adlandırılan Geçici Anlaşma (Israeli-Palestinian Interim Agreement on the West Bank and the Gaza Strip) ile resmileşmiştir. Ancak bu anlaşmayla Batı Şeria; A, B ve C bölgeleri olmak üzere üçe ayrılmıştır. 

A ve B bölgeleri Filistin Yönetimi’nin yetki alanında bırakılırken C bölgesi tamamen İsrail’in kontrolüne bırakılmış ve bu bölgede yeni yerleşimlerin açılmayacağı karara bağlanmıştır. Filistin Yönetimi’nin kurulması ve nihai statüsü ile İsrail güçlerinin bahse konu bölgelerden çekilmesi veya bazı bölgelere yeniden konuşlanması için 5 yıllık bir geçiş süreci öngören anlaşma, Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimler, askeri bölgelerin belirlenmesi, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı, sınırlar, dış ilişkiler ile kurulacak 

Filistin konseyine hangi yetki ve sorumlulukların devredileceği konularını ele almamıştır. Bilakis bu konuların geçiş süreci sonunda nihai anlaşmada ele alınarak çözümlenmesine karar verilmiştir. 

Gazze ve El Halil’in bölünmesi 

Yine aynı anlaşmanın 14. maddesine göre Gazze Şeridi’nin deniz kıyısı K, L ve M olmak üzere üç bölgeye ayrılmıştır. K ve M bölgeleri kapalı bölge olarak tanımlanırken L bölgesi askeri olmayan kullanımlara açık tek bölge olarak kayıt altına alınmıştır. Benzer şekilde 1997’de imzalanan El Halil Anlaşması’na (Protocol Concerning the Redeployment in Hebron) göre ikiye bölünen El Halil’in H-1 bölgesi Filistin Yönetimi kontrolünde kalırken H-2 bölgesinin kontrolü İsrail’e devredilmiştir. 

Anlaşmaların uygulamaya yönelik içerikleri 

Yukarıda sayılan anlaşmalar iki taraf arasındaki temel metinleri oluşturmaktadır. Bu anlaşmalar kapsamında aşağıdaki hususlarda taraflar arasında ele alınmış ve karara bağlanmıştır; 

• İsrail güçlerinin belirlenen bölgelere yeniden konuşlandırılması ve yetki devri 
• Terörizm ve şiddetin engellenmesi için güvenlik politikası oluşturulması 
• Karşılıklı güvenlik meselelerinde koordinasyon ve iş birliği ve kuralların belirlenmesi 
• Batı Şeria’daki güvenlik uygulamaları 
• Gazze’deki güvenlik uygulamaları 
• El Halil için yol haritası oluşturulması 
• Geçiş ve kontrol noktaları 
• Batı Şeria ve Gazze’ye giriş-çıkışlar 
• Gazze ve Batı Şeria arasında güvenli koridor oluşturulması 
• Bölgelere ayırma, planlama ve inşa faaliyetleriyle alakalı güvenlik uygulamalarının belirlenmesi 
• Hava sahasının güvenliğinin sağlanması 
• Gazze Şeridi deniz kıyısının güvenliğinin sağlanması 
• Filistin polis teşkilatının kurulması, teçhizatlarının belirlenmesi ve konuşlandırılması 
• Yahudi kutsal mekanlarının kullanımının düzenlenmesi., 

    Görüldüğü gibi İsrail Yönetimi her ne kadar Filistin Yönetimi’ni tanısa da bu yönetimin kontrol edeceği topraklardaki bütün egemenlik haklarını sınırlandır mıştır. Bununla birlikte İsrail-Filistin meselesinin özünde yer alan Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimler, sınırlar ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı gibi konuların ele alınması nihai anlaşmaya bırakılarak özellikle ötelenmiş tir. 

Anlaşmaların uygulanmasında yaşanan ihlaller., 



Anlaşmalara İsrail adına imza atan dönemin Başbakanı İzak Rabin’in bir Yahudi köktendinci tarafından öldürülmesi sonrası İsrail siyasetinde yaşanan kaos anlaşmaların geleceğiyle ilgili soru işaretlerine yol açmıştır. 1996 seçimlerini Netanyahu liderliğindeki Likud Partisi’nin kazanmasıyla yeni yönetimin Oslo Anlaşmaları ile sağlanan barış sürecine sadık kalmayacağı ve anlaşmaların yüklediği sorumluluğu üstlenmeyeceği ortaya çıkmıştır. 

Oslo II ile öngörülen 5 yıllık geçiş sürecinin 1999’da dolmasına rağmen, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin haklarını nasıl kullanacaklarını belirleyecek olan nihai anlaşmaya bir türlü yanaşılmamıştır. ABD’nin arabuluculuğuyla gerçekleştirilen 1998’deki Wye River ve 2000’deki Camp David zirvelerinden herhangi bir sonuç çıkmamıştır. Buna mukabil 2000 yılında dönemin muhalefet 
lideri Sharon’un beraberindeki binlerce kişiyle Mescid-i Aksa’yı basması ikinci intifadaya yol açmış ve bu tarihten sonra taraflar arasından anlaşmalardan kaynaklanan karşılıklı güven ve sürece bağlı kalınmasından bahsetmek mümkün olmamıştır. 

   İsrail’in 2004 yılında başlattığı duvar projesiyle zaten can çekişmekte olan barış sürecinin tamamen ortadan kalktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bunlara ek olarak Yaser Arafat’a yönelik başlatılan izolasyon ve tecrit sonrası Arafat’ın ağır hasta olarak Fransa’ya gitmek zorunda kalması ve aradan fazla bir süre geçmeden hayatını kaybetmesi de anlaşmaların ruhuyla bağdaşmayacak hamlelerden biri olarak akıllara yer etmiştir. İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesinden sonra 2006’da yapılan seçimlerde İslami Direniş Hareketi’nin (HAMAS) iktidara gelmesi üzerine Gazze’ye yönelik başlatılan izolasyon ve ard arda yapılan kanlı operasyonlar da anlaşmanın sadece kağıt üzerinde kaldığını gösteren diğer işaretlerden olmuştur. 

   Tüm bu saldırgan hamlelerin yanı sıra İsrail’in, işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında illegal sayılan Yahudi yerleşimlerini durdurmak bir yana yoğunlaştırması anlaşmanın Filistin tarafını işgale razı etmek için başvurulan taktik olduğunu kanıtlamaktadır. Anlaşma gereği İsrail’in kontrolüne bırakılan Batı Şeria’nın C bölgesinde her türlü yerleşim faaliyeti dondurulmuş olmasına rağmen hem bu bölgede hem de Doğu Kudüs’te İsrail’in izin verdiği veya görmezden gelerek zımni onay verdiği yerleşim yerlerinin sayısı yaklaşık 600 bine ulaşmıştır. 

Ayrıca İsrail’in güvenlik gerekçeleriyle yerleştirdiği çok sık kontrol noktalarında insan hakları ihlali ve ırkçılığa varan keyfi uygulamaları uluslararası gözlemciler tarafından da yoğun eleştirilere tabi tutulmuştur. Oslo I’de Gazze ile Batı Şeria bir bütün olarak kabul edilmişken, uygulamada Gazze tamamen izole edilmiş ve Batı Şeria ile irtibatı koparılmıştır. Bununla yetinmeyen İsrail Yönetimi Doğu 
Kudüs’ten Batı Şeria’nın diğer bölgelerine geçişlerini de kısıtlayarak burayı da Filistin Yönetimi’nden kopuk bir parça haline getirmiştir. 

   Mescid-i Aksa’nın BM kararları ve Oslo Anlaşmalarına ilave olarak 1994 yılındaki İsrail ve Ürdün arasında imzalan barış anlaşmasıyla belirlenen statüsünü değiştirmeye yönelik girişimler de anlaşmayı tartışmalı hale getiren konulardan biri olmuştur. Ayrıca sadece Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin erişebildiği Mescid-i Aksa Külliyesi’ne giriş sürecinde getirilen keyfi kısıtlamalar da anlaşmalarda işaret edilen iyi niyetli yaklaşımlarla bağdaşmamaktadır. 


İsrail Yönetimi’nin telkinleriyle ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü, Oslo Anlaşmaları’nda atıf yapılan nihai statü henüz belirlenmemişken ve her iki tarafın da Kudüs’ü başkent olarak görmesine rağmen sadece İsrail’in başkenti olarak kabul ettiğini açıklaması İsrail tarafının çoktan anlaşmadan caydığını ve ABD’nin 

İsrail’in bu tutumundan rahatsız olmadığını göstermektedir. 2018 yılında Knesset’te kabul edilen tartışmalı Yahudi Ulus Devlet Kanunu ile kendi kaderini tayin hakkının sadece Yahudiler için öngörülmesi, Yahudi yerleşimlerin devlet güvencesine alınarak destekleneceğinin vurgulanması, Arapçanın resmi dil olmaktan çıkarılması ve sadece Yahudiliğe mahsus dini bayram ve sembollerin kabul edilerek diğer farklı din ve etnisitelerin dışlanması da imzalanan barış anlaşmalarının kapsamıyla çelişmektedir. 

Son olarak ABD Başkanı Trump’ın daha kampanya döneminde söz verdiği ve göreve gelir gelmez başlattığı “yüzyılın barış planı” kapsamında ortaya atılan iddialar da problemli ve tek taraflı olarak işletilse de henüz yürürlükte olan karşılıklı anlaşmalarla uyuşmamaktadır. 

     Zira içeriğinin çoğunun İsrail Yönetimi’nce dikte edildiği tahmin edilen anlaşma metninden sızdırılan maddelere göre; önceki anlaşmalarda vurgulanan iki devletli bir çözüm modelinden uzaklaşıldığı ve Batı Şeria’nın da İsrail topraklarına eklenerek İsrail Bayrağı altında tek devletli bir çözüme doğru gidildiği görülmektedir. Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönmesi garanti altına alınırken yerlerinden edilmiş Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönüş haklarının olmadığı bir çözümün ne kadar adil ve geçmişteki anlaşmalarla uyumlu olduğu tartışmalıdır. 

Görüldüğü üzere İsrail ile Filistin arasındaki Oslo görüşmeleriyle başlayan süreçte imzalanan anlaşmaların pek çoğu, Rabin suikastıyla birlikte bağlamından koparılmaya başlanmıştır. Bu süreçten sonra İsrail, sadece kendi çıkarlarına uygun düşen hususlarda işlem tesis etmiş ve karşı tarafın hak ve menfaatlerini görmezden gelerek tek taraflı uygulamalarını sürdürmüştür. İsrail Yönetimi kendi güvenlik kaygıları ve ekonomik çıkarları için Filistin Yönetimi’nden anlaşmalara riayet etmesini beklerken, Filistin Yönetimi’nin kendi kaderini tayin hakkı için anlaşmalarla öngörülen hususları ise ötelemekte hatta görmezden gelmeye devam etmektedir. 

Anlaşmaların iptal edilmesine yönelik mülahazalar 

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas tarafından Filistin Yönetimi ile İsrail arasındaki mevcut anlaşmalardan hangilerinin iptal edileceği tam olarak açıklanmadığından, muhtemel bir iptal durumunda nasıl bir sonuçla karşılaşılacağı kesin olarak kestirilememektedir. 

  Ancak Mahmud Abbas’ın gerek iç siyasi çekişmeler gerekse İsrail Yönetimi ile yaşadığı sorunlar nedeniyle benzer açıklamaları daha önce de yapmış olmasına rağmen, şimdiye kadar tek taraflı dahi olsa herhangi bir somut adım atmamış olması son açıklamanın İsrail’i caydırma amaçlı yapılan bir girişim olabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir. 

Kaldı ki açıklamanın peşi sıra, konunun kurulacak bir komisyona havale edileceğinin belirtilmesi bu konudaki belirsizliği de ortaya çıkarmaktadır. 

Ancak bu açıklamanın İsrail’de yeniden seçim tarihinin yaklaştığı ve sözde yüzyılın barış planının açıklanmasının düşünüldüğü bir döneme denk gelmesi, bu seferki çıkışı öncekilerden daha farklı bir konuma getirmiştir. Zira hem seçim döneminin sağlıklı bir şekilde atlatılması hem de söz konusu planın hayata geçirilmesi için Filistin Yönetimi’ne ihtiyaç duyulmaktadır. Şimdiye kadar ki süreçte, sözde plan için yapılan istişarelerde Filistin tarafı edilgen bir konumda tutulsa da imza aşamasında karşı tarafın da iradesi esas olduğundan en nihayetinde Filistin Yönetimi’ni temsilen birilerinin orada olması gerekmektedir. Aksi takdirde bu plan bir barış planı veya anlaşma olmaktan ziyade dayatma olarak görülecek ve Filistin’deki halklara kabul ettirilmesi mümkün olmayacaktır. 

< Anlaşmaların iptali durumunda Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kaybedeceği ve masanın dışında kalacağı iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Zira şimdiye kadar anlaşmalara sadık kalmayan tarafın İsrail olduğu ilgili tüm kesimlerce bilinmesine rağmen, İsrail herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. >

Dolayısıyla Abbas’ın açıklamasının zamanlamasının gayet yerinde olduğu değerlendirilmektedir. Zaten sadece Filistin tarafının uymak durumunda kaldığı ve İsrail’in keyfine göre iştirak ettiği anlaşmaların iptal edilmesi durumunda sahada fazla bir şeyin değişeceği ön görülmemektedir. 

    İsrail yönetiminin bu açıklamanın ardından Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yeni yerleşim yerlerini onaylaması da onların nezdinde mevcut anlaşmaların bir kıymeti olmadığını göstermiştir. 

Hatta anlaşmaların iptali İsrail’in elini rahatlatacak ve ABD’nin de Yakın desteğiyle İsrail işgali kalıcı hale getirmeye çalışacaktır. 

Bu sebeple Filistin Yönetimi’nin meşru haklarından taviz vermeden ve kendi kaderini tayin hakkını ve tüzel kişiliğini muhafaza edecek hükümler saklı kalmak kaydıyla, anlaşmalardan ulusal çıkarlarına ters düşenleri iptal etmesi en makul seçenek gibi gözükmektedir. 

İsrail’in seçicilik politikasına benzer şekilde Filistin Yönetimi, İsrail’in işini kolaylaştırmaktan ziyade saygıdeğer muhatap olarak masada kalmalı ve Filistin halkının da menfaatlerine uygun bir çözüm için mücadeleye devam etmelidir. 

    Anlaşmaların iptali durumunda Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kaybedeceği ve masanın dışında kalacağı iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Zira şimdiye kadar anlaşmalara sadık kalmayan tarafın İsrail olduğu ilgili tüm kesimlerce bilinmesine rağmen herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. Aksine sert gücünü pekiştiren İsrail, süreç içerisinde taleplerini arttırmış ve bugün işgal ettiği toprakların asıl sahiplerini yok sayan bir noktaya gelmiştir. 

    Bu nedenle Filistin Yönetimi, mevcut anlaşmalarda İsrail’e hükümranlık sağlayan anlaşma veya maddeleri iptal ederek Filistin halkının menfaatleri için masaya eşit haklara sahip taraf olarak oturmalıdır. 

Şimdiye kadar izlenen politikanın doğru olup olmadığı Filistin halkının içinde olduğu durumdan gayet net şekilde anlaşılmaktadır. 

Bu sebeple bundan sonraki süreçte daha cesur adımlar atılmaması halinde, Filistin’i Güzel günlerin beklediğini söylemek gerçekçi olmayacaktır. 



***

5 Eylül 2018 Çarşamba

Yüzyılın Komplosu

Yüzyılın Komplosu

Ağustos 2018, Ribat

   Donald Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesi en çok siyonist lobinin işine yaramıştır. Bunu Amerika’daki siyonist lobi de çok iyi tahmin ediyordu. O yüzden, Hillary Clinton’un kazanması ihtimalini de göz önünde bulundurarak onunla bağları koparmamak için bir yandan ona da destek veriyormuş gibi görünmesine rağmen gerçekte perde arkasından Trump’ı destekliyordu. Çünkü onun siyonistlere vaatlerinde gerçekçi ve samimi olduğunu, kazanmasının uluslararası siyonizmin her bakımdan lehine olacağını biliyordu.
Trump başkanlığa seçilmesinden sonra Filistin davasını tamamen tarihe gömmek ve işgalci siyonist devleti rahatlatmak amacıyla bir plan üzerinde çalışmaya başladı. Bu planla ilgili çalışmaları takip etmesi için de yahudi asıllı damadı Jared Kushner’i görevlendirdi. Bu amaçla damat Kushner’i en üst derecede müsteşarlık görevine getirdi.
Gayrimenkul ticaretiyle uğraşan yani bir iş adamı olan yahudi damat Jared Kushner'in diplomatik alanda bir bilgi ve birikimi yoktu. Kayınpederi Trump'a müsteşarlık yapması da işgal ettiği makamın gerektirdiği bilgi ve tecrübeye sahip olmasından değil Başkana yakınlığından kaynaklanıyordu.
Filistin meselesiyle ilgili görüşmeleri organize edebilmesi için diplomatik tecrübenin yanı sıra bu meselenin alt konularını ve kimin ne düşündüğünü, meseleye nasıl yaklaştığını da bilmesi gerekiyordu. Ancak bizim tahmin ettiğimize göre bu konuyla ilgili birikimi sadece yahudi kimliğinden kaynaklanan çok genel bilgilerden ibaretti. Meselelerin arka planı, tartışmalar, tarafların talepleri hakkında bir bilgi ve birikimi yoktu. Fakat onun bu konudaki eksiğinin meselelere vakıf bazı diplomatların ve özellikle ABD büyükelçisinin yanında dolaştırılması suretiyle giderilmesine çalışıldı.
Trump’ın, Filistin davasını tarihe gömmek amacıyla hazırlanmasını istediği planın şekillendirilmesi ve uygulamaya konması için bazı Arap ülkeleriyle işbirliğini artırması gerekiyordu. Bunun için de birinci derecede Suudi Arabistan’dan yararlanmak istedi. Trump, başkanlık koltuğuna oturmasından sonra ilk yurt dışı seyahatini Suudi Arabistan’a gerçekleştirdi. Bu ziyaretin Arap dünyasına dönük çeşitli planların hayata geçirilmesiyle irtibatı vardı. Ancak en önemli amaçlarından biri de siyonist işgal devletinin başını ağrıtan meselenin kesin bir şekilde tarihe gömülmesi planında Suudi Arabistan’dan yararlanılmasıydı. O yüzden Trump, damadı Kushner’in de bu ziyarete iştirak etmesini istedi.
Kushner, kayınpederinin Suudi Arabistan ziyaretine iştirak edebilmek için, uçağının Şabat (Cumartesi) tatiline denk gelen bir vakitte kalkacağından dolayı hahamdan özel izin çıkardı. Bu da hahamların ayrı bir özelliği. Kendilerini adeta Rab yerine koyarak onun yasakları veya emirleri üzerinde keyiflerine göre oynama yapabileceklerini, istedikleri için yasağı kaldırabileceklerini düşünüyorlar.
Trump bu ziyaretinde Suudi Arabistan yönetiminden şimdiye kadar perdenin arkasında yürüttüğü ilişkileri artık perdenin önüne taşımasını istedi. Bununla kastettiği ise siyonist işgal rejimiyle ilişkilerini normalleştirmesi, açıktan yürütmesi ve perdenin arkasında yürütmeye gerek görmemesiydi.
Trump’ın bu ziyaretinin hemen ardından başlatılan Katar’a yönelik ablukanın önemli bir boyutunu da Filistin meselesi oluşturuyordu. Katar’ın Filistin konusunda Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır dörtlüsüyle aynı yerde durması, Filistin’deki direnişin siyasi kanadının ileri gelenlerini sürgün etmesi, Filistin direnişine tamamen kapıları kapatması ve Gazze’ye yönelik yardımlarını tamamen durdurması isteniyordu. Katar’ın kendisinden istenen siyasi tutumu sergilemesi halinde, Trump’ın hazırladığı plana da engel çıkarmayacağı böylece bu plan konusunda Arap dünyasında bir ittifak sağlanması için zeminin oluşturulması mümkün olacaktı. Ancak Katar’ın dayatmalara boyun eğmemesi üzerine ona karşı abluka kararı alındı.

Trump’ın talimatları doğrultusunda Katar’ı kıskaca alan dörtlü bir yandan da diğer Arap ülkelerinin kendilerinin yanlarında yer almalarını sağlamak için onlara baskı yaptılar. Baskı yaptıkları ülkelerden biri de Ürdün’dü. Çünkü Ürdün’ün sergileyeceği tutum Filistin davasını tarihe gömme planında etkili olacaktı. Ürdün işgal altındaki Filistin topraklarıyla en geniş sınırlara sahip ve nüfusunun yarıdan çoğu da Filistinlilerden oluşan bir ülkedir. Ancak Ürdün, Katar’la ilişkilerini tamamen kesmedi, sadece seviyesini düşürdü. Bunun üzerine Suudi Arabistan ve BAE, Ürdün’e yardımlarını büyük ölçüde kesti. Bu yardımların kesilmesi Ürdün’ü ekonomik yönden sıkıntılara soktu. Çünkü Ürdün kendi ayakları üstüne durabilen bir ülke değildir. Dış yardımların kesilmesi üzerine içerideki kaynakları artırmak amacıyla IMF’nin verdiği reçeteyi uygulayarak yeni vergi yasası tasarısı hazırladı. Bu tasarı da ülke halkının tepkisine ve meydanlara çıkmasına neden oldu. Bu olaylar üzerine Ürdün Kralı II. Abdullah, Hani el-Mulki’nin başkanlığındaki hükümetin istifasını istedi. Ürdün’de siyasi istikrarın bozulmasının hem diğer Arap ülkelerini hem de siyonist işgal rejimini etkileyeceğini fark eden Suudi Arabistan Kralı Selman, Ürdün kralını davet ederek yardım vaadinde bulundu. Fakat bu yardım karşılığında ondan, damat Kushner’in gözetiminde hazırlanan ve dediğimiz gibi Filistin davasını tümüyle tarihe gömmeyi amaçlayan anlaşmaya destek verme sözü aldığını yapılan görüşme sonrasında vuku bulan bazı gelişmeler ve Ürdün Kralı II. Abdullah’ın yaptığı bazı açıklamalar gün yüzüne çıkardı.

Peki nedir bu anlaşma planı?

Bu plan ABD’nin “ Yüzyılın Anlaşması ” olarak yutturmaya çalıştığı sinsi bir oyundur. Henüz tam olarak metni ortaya çıkmamış olan bu anlaşma planının üç temel amacı bulunmaktadır. Bunların birincisi Kudüs’ün doğusuyla batısıyla tamamen siyonist işgal rejimine bırakılması, Filistin tarafının bu şehirle ilgili bütün iddialarından vazgeçmeleri ve buranın artık işgal rejiminin başkenti olarak kabul edilmesi için bütün tavizleri vermelerinin sağlanmasıdır. ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşımasının amacı da siyonist işgalin bu şehrin tümü üzerinde meşrulaştırılmasını sağlamaktı. İkincisi Filistin devletinin sadece Gazze ile Batı Yaka’nın A ve B kategorisine giren toprakları üzerinde kurulması, C kategorisine giren yani yahudi yerleşim merkezlerinin bulunduğu toprakların ise siyonist işgal rejimine bırakılmasıdır. Üçüncüsü de toplam Filistin nüfusunun yarıdan çoğunu oluşturan, vatanlarından çıkarılmış Filistinli mültecilerin yurda dönüş haklarının tamamen iptal edilmesi, onların artık hiçbir şekilde yurda dönüş talebinde bulunmamalarıdır.
Burada görünüşte Filistin halkının lehine gösterilebilecek tek şey şeklen bir Filistin devletinin kurulmasıdır ki bu devlet de tamamen siyonist işgal rejimine mahkûm olacaktır. Görünüşte bağımsızlığını ilan etse de gerçek anlamda özgür ve bağımsız olamayacaktır. Böyle bir devlet karşılığında ise Trump yönetimi Filistinlilerden, Kudüs’ten tamamen vazgeçmelerini, onu tümüyle siyonist işgal rejimine bırakmalarını, Batı Yaka bölgesindeki C kategorisine giren topraklardan vazgeçmelerini, buralarda işgalin devam etmesine razı olmalarını, yurtlarından çıkarılmış mültecilerin yurda dönüş haklarından da temelli vazgeçmelerini istiyor. Böyle bir anlaşmanın gerçekte bir tuzak, Filistin davasını satmak ve ihanet olacağını Filistin gerçeğini görebilen herkes dile getiriyor. O yüzden bu planla ilgili haberlerde ve yorumlarda bundan “ Yüzyılın Anlaşması ” olarak değil “ Yüzyılın Komplosu ” veya “ Yüzyılın Satışı ” olarak söz ediliyor.
Başını Suudi Arabistan’ın çektiği, Arap dünyasındaki ihanet cephesi Filistin Yönetimi’nin bu anlaşmayı kabul etmesi için baskı yapmaya Kasım 2017’den itibaren başladı. Kasım 2017’nin başında Suudi Arabistan yönetimi Filistin Başkanı Mahmud Abbas’ı Riyad’a davet etti. Bu davet esnasında yapılan görüşmelerde Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed bin Selman’ın ona ya Kushner’in gözetiminde hazırlanan anlaşmayı kabul etmek ya da istifa etmek zorunda olduğunu söylediği haber kaynaklarında dile getirildi.
Aslında Mahmud Abbas’ın Filistin davasına sahip çıkma konusunda yeterince hassasiyet sahibi olmadığı, koltuğunu korumak için halkına zarar verecek büyük tavizler vermekten çekinmeyeceği, şu anda işgal rejimi hesabına Gazze’ye uyguladığı yaptırımların da onun gerçek tavrını gözler önüne serdiği söylenebilir. Ancak zikrettiğimiz üzere anlaşma çok büyük tavizleri gerektirmektedir ve buna Filistin halkından büyük tepkiler geleceği tahmin edilmektedir. Abbas’ın tereddütlü davranmasının sebebi de işte bu tepkilerden çekinmesidir. Abbas böyle bir anlaşmaya onay vermesi durumunda kendini büyük bir hain olarak Filistin tarihine yazdıracağını biliyor.

Anlaşmaya tamamen karşı olan Filistin direnişinin iyice kıskaca alınması için de, ABD ve işgal yönetimiyle işbirliği içinde olan cephe yoğun bir faaliyet yürütüyor. Bunların en ilginçlerinden biri Suudi Arabistan Müftüsü Abdülaziz bin Abdullah Âl-i Şeyh Et-Temimi'nin verdiği ve Filistin direnişini hedefe yerleştiren siyasi fetvadır. Suud müftüsü söz konusu fetvasında Filistin İslâmî Direniş Hareketi'ni yani Hamas'ı terör örgütü olarak nitelendirirken siyonist işgal rejimiyle savaşmanın da caiz olmadığını iddia etmişti. Suud rejiminin de Filistin direnişine Arap dünyasından yardımların tamamen kesilmesi için ABD ve İsrail hesabına gözlemcilik yaptığı biliniyor.

Ancak bu planın başarılı olması mümkün görünmemektedir. Çünkü Suudi Arabistan ve onunla birlikte ihanet cephesinde yer alan ülkeler Filistin meselesinde Filistin halkını temsil konumunda olan bir taraf değildir. Filistin meselesinin tarafları siyonist işgal rejimiyle Filistin halkıdır. Suudi Arabistan ve onunla birlikte ihanet cephesinde yer alanlar ise işgal rejimi hesabına Filistin direnişine ve halkına baskı yapmakla işgal rejimiyle aynı tarafta yer almış durumdadır. Bu durumda Suud rejimiyle işgal rejiminin ittifakı, aynı tarafın kendi içindeki anlaşması anlamına gelir. Meselenin tarafları arasında bir anlaşma anlamına gelmez.

Suud cephesi ve işgal rejimi bundan kaynaklanan sorunu aşmak amacıyla Mahmud Abbas yönetimini anlaşmayı kabul etmeye zorluyor. Abbas yönetiminin böyle bir anlaşmayı onaylaması ise Filistin davası açısından ciddi anlamda bir tehlike oluşturur. O yüzden Filistin direnişi Abbas yönetiminin böylesine tehlikeli bir anlaşmaya imza atmaması için yoğun çalışma yapıyor. Suud tarafı ise baskı gücünü kullanmaya çalışıyor. O yüzden her hal ü kârda Filistin davası açısından tehlikeli bir oyun oynandığını dile getirmek zorundayız. Fakat bu tehlikeli oyun Filistin halkının ve direnişinin davasından ve taleplerinden vazgeçmesi gibi bir sonuca götürmeyecektir.

http://www.vahdet.info.tr/filistin/dosya8/2219.html


***

20 Aralık 2017 Çarşamba

Küresel Sermayenin Kudüs’teki İzleri ve Siyonist Plan

Küresel Sermayenin Kudüs’teki İzleri ve Siyonist Plan


Sait Yılmaz
14 Aralık 2017 Perşembe
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
Bugün Ortadoğu’daki tüm çatışma ve çekişmelerin arkasında, Batının özelde ise küresel sermayenin Ortadoğu enerji kaynakları üzerindeki oyunları olduğunu biliyoruz1. Ortadoğu’da yaşanan anlaşmazlıklar, krizler ve savaşlar din görünümlü sermaye savaşlarıdır. Bu savaşta Irak ve Türkiye, Avrupa’dan parayı kontrol eden Rothschild ailesinin payına düşmüştür. Amerikan atına binen Rockefeller ailesi ise CIA ve benzeri istihbarat ve askeri kurumları üzerindeki etkisi ile Türkiye içindeki oyunların arkasındaki baş aktördür. Küresel Sermaye ve onun bölgedeki kuklaları olan Suudi Arabistan ve daha geniş ölçekte Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülkeler bugünkü çatışam ve çekişmelerin perde arkasındaki adresleridir. Son yıllarda Ukrayna, Ortadoğu ve İngiltere’de kukla hükümetler üzerinden Küresel Sermayenin ABD ve Avrupa’daki ayakları olan Rockefeller ve Rothschilds birbirilerine karşı önemli hamleler yaptılar. Ukrayna’da Rockefeller’in paralı askerlerinin amacı Rus gazının Avrupa’ya uzanan Ukrayna ayağını kesmekti. Rus gazprom, Avrupa’ya ihraç ettiği gazı Euro, Ruble veya diğer döviz üzerinden fiyatlandırıyordu. Gazın kesilmesi   en çok Almanya’yı ilgilendiriyordu ve bu yüzden Ukrayna gelişmelerine soğuk bakıyorlar. Amerikanın Irak’tan Suriye’ye kuracağı Kürt kordidoru ve Suriye’deki kuzey ve güney etki bölgelerini birleştirme gayreti Rockefeller’in şirketlerine hediye edilecek. Rothschild ailesi Rus gazının Irak ve Suriye üzerinden diğer bir büyük boru hattı ile ihraç edilmesine karşı2. Ruslar, Suriye ve Irak’taki gazprom yatırımlarından vazgeçiyor, sadece Suriye’deki askeri üsleri ile yetinecek gibi gözüküyorlar. Nathaniel Rothschild, Suudi petrolünün ABD’nin kurmaya çalıştığı Kürdistan’ın güneyinden yani IŞİD’tan boşalacak bölgeden Suriye-İsrail üzerinden ihracını planlıyordu. Bugün Libya, Irak, Suriye ve Yemen’de yaşanan savaşlar ve hatta Suudilerin içinde yaşanan son Prens tutuklamaları dahi perde arkasında küresel sermayenin kendi içindeki mücadelesinin yeni dönemeçleridir. Bu makalede, söz konusu mücadelenin Ortadoğu’da geldiği aşamayı ve yeni planlarını ele alacağız.

Ortadoğu’nun kukla devletleri; Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri,


Son iki yüz yıldır dünyada sanayi kapital ile finansal kapital arasında mücadele var. 1929 Büyük Depresyonu sonrası ABD başkanı Franklin D. Roosevelt, Yeni Anlaşma (New Deal) ile sanayi kapitalizmine geri dönüşü sağlamıştı. 1970’lerde Rockefeller ailesi dünyada finansal kapital dönemini yeniden başlattı. Petrol ticareti için altın yerine dolar kullanılmaya başlandı. Biraz geriye gidecek olursak, Hindistan ve Çin başta olmak üzere Asya’daki İngiliz sömürgeciliğinin ana vasıtası olan Britanya Doğu Hint Şirketi, 1776’da merkezini bugünkü Kuveyt’e taşımıştı. İngilizler tarafından Hint Okyanusu’nu kontrol etmek için stratejik önemde görülen Kuveyt, Irak’tan oyulan topraklarla oluşturuldu ve İngiliz korumasına alındı. 1914’te Şeyh Mübarek El Sabah’a Osmanlıya karşı savaşma karşılığı bağımsızlık vaat edildi. 1920’de San Remo Anlaşması ile İngiltere ve Fransa, Ortadoğu petrollerini paylaştılar. Savaş sonunda Ortadoğu’da Osmanlı’dan alınan topraklar üzerinde petrol paylaşım bölgelerine göre cetvelle çizilmiş suni devletler kurulurken Körfez’de de İngiliz koruması altında bugünkü devlet taslakları ortaya çıktı. Açık Kapı Politikası’nı ilan eden ABD de, Ortadoğu’da petrol oyununa katıldı. ABD’den Rockefeller’in Standard Oil’i (Exxon, Mobil, Chevron’un babası), Texaco ve Gulf, İngilizlerin BP ile çoğunluğu Hollanda krallığı ve Rothchild’e ait Royal Dutch/Shell ve Fransız Compaignie de Petroles bu paylaşımın şirketleri oldular. Irak Petrol Şirketi ve İran Konsorsiyumu Avrupalı şirketler, Suudi ARAMCO ise ABD’liler tarafından kontrole alındı. 1949 yılına kadar ABD’nin dört atlısı Ortadoğu petrolünün %42’sini, Anglo-Dutch şirketleri %52’sini, geri kalan %8’ini ise Elf Total Fina ve diğer küçük petrol şirketleri kontrol ediyordu3.
Fotoğraf: ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve Suudi Kralı Abdülaziz (1945)

Not: ABD Başkanı Franklin Roosevelt, 1945 yılında Süveyş Kanalı’nda demirleyen U.S.S. Quincy savaş gemisinde Suudi Kralı Abdülaziz ile petrol karşılığı güvenlik anlaşması yapıyor.
Ortadoğu’yu 1950’lerde İngilizlerden devralan ABD, bir Arap aristokrat tabakası yetiştirdi; bir şah (İran), sultanlar (Abu Dabi, Umman), emirler (Bahreyn, Kuveyt, Katar, Dubai) ve krallar (Suudi Arabistan, Ürdün, Fas). Fas’tan İran’a bu geçişli bölgede Amerikan silahlarına bağımlı askeri ittifaklarla kendine sadık rejimler oluşturdu. Bu ülkelerde ülke iç güvenliği, Amerikan sermayesinin gelişi, ülke elitlerinin özel beklentileri için CIA desteği sağlandı4. 1974 yılında petrol fiyatları aniden artınca ABD ile Suudi Arabistan arasında yapılan gizli anlaşmalar ile Petro-dolarların Amerikan ekonomisine dönüşü garanti altına alındı5. Anlaşma, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından yapıldı. Petrol, dolar karşılığı satılacak, karşılığında ABD, Suudi Arabistan’a silah satacaktı. Bunun Suudiler için en büyük faydası, Suudi hanedanını iktidarda tutma garantisi idi6. Artık ABD doları altın ile değil petrol ile destekleniyordu. Petrol almak isteyen her ülke FED’ten para satın almak zorunda idi. Bu borç paralar sadece kâğıt üzerinde veri idi ama yüzmilyarlarca dolar bu yolla ABD bankalarına yazıldı. Bu paraların gerçek olarak alınması ya da karşılığının başka şekillerde alınması için IMF’ye finansal polis görevi verildi. Körfez şeyhlerinin bu garanti parası, ABD borçlarının satın alınması demektir. Arap emirleri ve onların elit dostları aynı zamanda CIA’nın örtülü operasyonlarını finanse eder7, fazla paraları ile ABD silahı da alarak böylece ülke içinde kendi hanedanlıklarının ayakta kalmasını sigorta altına alırlar. 1973 yılından beri ABD silah satışlarının %65’i Ortadoğu’ya gitmiştir. Savaşların arkasında 'petrol şirketleri'nin, yani dünya piyasasına egemen olan BP-Amarco, Texaco-Chevron, Exxon, Mobil, Royal/Dutch Shell’in elleri bulunmaktadır. Ortadoğu'da petrol üreten ülkelerin, yönetimlerini sürdürmeleri ABD'nin çıkarlarına bağlıdır. Yoksa sonları Irak ya da Libya gibi olur.
Amerikalılar tarafından iç ve dış düşmanlarından korunmak üzere 1950’lerden itibaren tahtı rehin alınan Suudi Kralı, Batıya sürekli ve ucuz petrol sağlamakla görevlendirilmişti. Suudi Muhafız Ordusu SAIC, Booz Hamilton, TRW ve Vinnell Corp. Gibi Amerikan şirketleri tarafından eğitilmeye başlandı. Kral kendi vatandaşlarına güvenmediği için hava kuvvetleri, ABD tarafından eğitilen Pakistanlı ve Mısırlı pilotlara bırakıldı. Suudiler, CIA/MI6/MOSSAD’ın dünya genelindeki örtülü operasyonlarının ana finansörü oldular8. Hillary Clinton’un 2009’da yazdığı mailllerde Suudilerin cihatçı terörizmi finanse ettiği ile ilgili sözleri Wikileaks belgelerine de yansıdı. Suudi Arabistan din terörizmi üzerine kurulmuş, Vahabiliğin devlet ideolojisi olduğu bir ülkedir. 1741’den beri Vahabiliğin İslam anlayışının bugünkü IŞİD’tan farkı yoktur. Son 50 yıldır Suudi Arabistan Vahabizmin diğer bir ifadesi olan Sünni Selefizm ile tüm radikal cihatçı hareketlerin (El Kaide, İŞİD, Boko Haram, Eş Şebab vb.) finansörlüğünü yapıyor. Terör madalyonunun iki tarafında da olan ABD, Suudi Arabistan kraliyet tahtının garantörü ve onun terör faaliyetlerinin ana silah tedarikçisidir. 11 Eylül saldırılarını yapan 19 teröristten 15’i Suudi kökenli olmasına rağmen ABD, Afganistan ve Irak’a saldırdı.
İngiltere, 1961-1971 yılları arasında Körfez ülkelerine bağımsızlığını verirken buradaki etkisi sona ermedi. Altı Körfez ülkesini yöneten ailelerin koruması İngiliz paralı askerlerine verildi. Bu tek aileli monarşiler zaten İngiliz sömürgeciler tarafından Ortadoğu’daki planları için seçilmişti ve bu altı aile arasında da bağlar kurulmuştu. Libya ve Suriye’ye yapılan askeri operasyonlara bu altı ailenin ve Suudi Arabistan’ın verdiği destek Rothschild/Rockefeller’e yeni petrol sahaları kazandırmaktan öte bir şey değildi. Körfez İşbirliği Konseyi’nin altı ülkesi (Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, BAE, Umman ve Katar) Batının vekil devletleri olarak Ortadoğu’da sahne gerisinde kirli roller oynamaktadırlar. Libya’da El Kaide teröristlerini silahlandıran ve Suriye’de de aynı teröristlerle iç savaşan çıkaran bu ülkelerin nasıl bir araya getirildiği az bilinmektedir. Hikâye 1979’daki İran Devrimi döneminde başlamaktadır. İran Şahı kaçınca ve İran Konsorsiyumu millileştirilince Rockefeller/Rothschild’in sahibi olduğu dört atlı (Exxon Mobil, Chevron Texaco, BP Amoco ve Royal Dutch/Shell) İran Körfezi’ndeki ham petrolü emniyete almak için yeni bir güvenlik sistemine ihtiyaç duydular. Körfez İşbirliği Konseyi içindeki altı ülke Ortadoğu petrolünün %66.5’ine dünya petrol rezervlerinin %42’sine sahipler. Suudiler, tek başına dünya petrol rezervlerinin %26’sına sahipler. 1981’de ABD ve Suudi hükümetleri Körfez İşbirliği Konseyi’ni kurduklarında Umman hariç hepsi OPEC üyesi idi. İran, Irak, Venezüella, Endonezya, Cezayir ve Nijerya gibi OPEC ülkeleri petrolü millileştirirken KİK üyeleri özelleştirdiler ve Dört Atlı’nın elinde olan petrol şirketlerinin verdiği paralardan kukla ülkeleri değil rüşvet ve yolsuzluk ağı içindeki elitleri faydalandı. KİK aynı zamanda Suriye, Lübnan ve Mısır gibi geleneksel ve milliyetçi jeopolitikten sapma idi. KİK Ekonomik Anlaşması ile ekonomileri tamamen liberalleştirildi, Batılı banka ve şirketlerin doğrudan yatırımlarına açıldı, serbest ticaret bölgeleri oluşturuldu. KİK ülkelerine gelen yabancı işçiler petrol eliti için ucuz iş oldu.

Ortadoğu’daki Küresel Sermaye rekabeti


Trump ise finansal küreselleşmeye karşı. Onunla birlikte sanayi kapital ve ekonomide şirket hâkimiyeti öne çıkıyor. ABD’deki güç merkezlerinin son durumunu şu şekilde özetleyebiliriz9;
-Ekonomik güç eliti olan İsrail yanlıları ve Wall Street CEO’ları; Trump yönetiminde ekonomik ve siyasi kadrolara hakimler. Trump’ın üvey oğlu ve Ortodoks Yahudi olan Jared Kushner Ortadoğu konusunda baş danışmanı. Kushner, ABD’nin İsrail büyükelçisi David Friedman ve Jason Greenblatt ile birlikte Ortadoğu politikalarına İsrail ayarı veriyorlar. Wall Street’ten ise Hazine Bakanı Steven Mnuchin (eski Goldman Sach CEO’su), Gary Cohn (Wall Street’en danışmanı), Llyod Blankfein (Goldman Sach) gibi isimler öneçıkıyor10.
-Milli kapitalist elit; Trump’ın ekonomik milli müttefikkleri arasında stratejist ve ideologu olan Steve Bannon, CIA Direktörü Mike Pompeo, Beyaz Saray Ticaret Konseyi’ndeki Peter Navarro, Rotshchild’in eski direktörü ve şimdiki Ticaret Bakanı Wilbur Ross gibi isimler başı çekiyor.
-Güvenlik ve savunma sanayi kompleksine bağlı Pentagon Generalleri; Trump’a yakın fanatik general grubunun başında Savunma Bakanı James Mattis (Çılgın Köpek lakaplı), Korgeneral H.R. McMaster (Ortadoğu savaşları konusunda danışman), Korgeneral John Kelly (Ortadoğu’da rejim değiştirme meraklısı)sıralanabilir.
-Küresel sermayenin iş eliti; Exxon Mobil CEO’su ve Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ile Enerji Bakanı Rick Perry gibi isimler sayılmaktadır.
Yukarıdaki grupların içinde en etkili olanlar ekonomik elit ve generallerdir. Onları iş eliti ve milli kapitalistler izlemektedir. Bu kişiler belirli bir partiden gelmemekte, sık sık güç mücadelesi içinde yer değiştirmektedirler. Obama döneminde Wall Street ve Pentagon, Silikon Vadisi ve kitlesel medya ile gücü paylaşmıştı. Küresel bir emperyalist strateji içinde savaş alanları, serbest ticaret anlaşmaları seçilmişti. Trump döneminin başlaması ile küresel ekonomik ve askeri elit, ekonomik milliyetçiler, fabrika işçileri ve korumacı iş eliti ile ittifak yaptı. Trump’ın kilit ekonomik kadroları İsrail yanlısı neoliberaller ve ekonomik milliyetçiler arasında paylaşıldı ancak sekiz ay sonra bu grubun yerine Trump’ın generalleri ile ittifak halindeki Siyonist-küreselciler geldi. Trump, Bannon’un ekonomik milliyetçi stratejsini Obama’nın çoklu savaş askeri yaklaşımı ile değiştirdi ve artık ABD gücünü emekli general elit yönetiyor.
İsrail ayarı alan Trump, Suudi Arabistan ile ilgili şantaj politikasında akıl almaz yöntemler uyguluyor. Bu aslında ABD’deki Rockefeller kanadı ile küresel sermayenin Avrupa’da ki kurgusunun beyni olan Rothschild ailesi arasındaki son dönemde artan çekişmenin de bir parçasıdır. Suudi Arabistan’a giden Trump, şantajın ilk ayağında yüzmilyarlarca dolarlık modası geçmiş silahı bu ülkeye zorla satma anlaşmaları yaptı. Şimdi Trump yönetimi seçim döneminde aleyhine çalışan Suudi prenslerinin servetlerine el koyuyor. Suudi Prensler, ABD ajanları ve paralı askerler tarafından sorgulanırken, bu süreçte Prenslere 'işkence' ediliyor. Gözaltında bulunan Prenslerin banka hesapları dondurularak, toplam 194 milyar dolarlık bir miktara el konuldu. Bu prenslerden birisi Lübnan başbakanı Hariri ile de ortak olduğu için Suudi Arabistan’da rehin alındı. Ancak, bu şirkete ortak olan Fransa, Hariri’yi kurtardı. Şu anda rehin tutulan prensleri Amerikan özel istihbarat şirketi Blackwater sorguluyor. Suudi Arabistan’da prenslerin havadan kazandıkları ve el konulacak paranın 1 trilyon dolar civarında olduğu söyleniyor.
Wikileaks belgelerini yayan Julian Assange ile yakın ilişkileri ortaya çıkan David de Rothschild, Fransa’nın yeni başkanı Sosyalist Macron’u da bulan kişidir. Macron, 2008 yılında Rothschild’s & Co Banque bankası içinde kariyer yapmaya başladı. 2012 yılında Hollande başkan olduğunda Macron bankadan ayrıldı ve Elysee Sarayı’nda genel sekreter yardımcısı olarak çalışmaya başladı. 2014 yılında ise Ekonomi ve Sanayi Bakanlığı’nda Fransız pazarının liberalleşmesi görevi aldı. Başkanlık seçimlerine girdiğinde Fransız medyası onu Rothschild’in adayı olarak tanıttı. 13 Haziran 2017’de Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünün başındaki Richard Rockefeller öldü. Bu örgüt dünya genelinde beş yaşın altındaki çocuklara aşı yapıyordu. Rockefeller’a ait düşünce merkezlerinin dünya nüfusunu azaltma çalışmaları bilindiğinden aşı faaliyetlerinin amacı da şüpheli idi. Bu ailelerin  şampuan,  sabun, diş macunu gibi ürünlere sperm öldüren kimyasallar koydukları ve günlük yiyeceklerimize kansere neden olan kimyasal katkılar koydukları iddia edilmektedir. Son olarak 18 Kasım 2017’de Rothchild’lerin İngiltere’deki evlerinin yakınında bir helikopter şüpheli bir şekilde düştü ve dört kişiöldü.

Siyonist Plan ve Kudüs,


ABD’de çoğu güney eyaletlerinde yaşayan 40 milyonda fazla Hıristiyan Siyonist, İsrail’i desteklemenin kendilerine İncil’den verilen bir görev olduğunu düşünmektedir. ABD’deki İsrail yanlısı en büyük bloku temsil eden bu köktenciler, Tanrı’nın İsrail’e görev verdiğini ve Yahudilerin seçilmiş halk olduğunu düşünmektedir. Siyonist evanjeliklere göre Tanrı verdiği sözü tutacaktır. Bu bir Yahudilik bağı değil, dini inanış gereğidir11. Evanjelik Hıristiyan Siyonistler, Yahudi Siyonistlerle yakın ortaklık içinde Beyaz Saray ve böylece ABD Başkanlığını kontrol etmektedir. Bu kontrol, ABD’nin dış politikası özellikle Ortadoğu üzerinde etkili olmaktadır. ABD, kendi halkının ödediği vergiler ile her yıl İsrail’e milyarlarca dolar değerinde silah ve araç vermektedir. Eski NATO Komutanı Wesley Clarck’ın açıkladığı gibi Pentagon’un beş yıllık yol haritasında yedi ülkede (Irak, Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan) ile savaş vardı. Trump dönemine ise İsrail ve Suudi Arabistan ile birlikte İran’a karşı yapılacak savaş düştü. Şimdi bu savaşın sahnesi geliştiriliyor. Siyonist Plan, İslam ülkelerinin kukla devletler (Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri) kullanılarak bir araya gelmesinin önlenmesini, yeni Ortadoğu haritası ile küçük devletlere bölünmesini ve İsrail’in bölgesel bir emperyal güç haline gelmesini öngörüyor12. Tıpkı son beş yılda olduğu gibi İran senaryosunda da İsrail’e öncü görev verilmiyor, özel bir askeri misyon yüklenmiyor. Bununla beraber savaşı tetiklemek için bir İsrail provokasyonu yani saldırısı öngörülüyor. 2004’de yapılan senaryoya göre, İran karşılık verince Batılı ülkeler İsrail’i savunma görevi ile harekete geçecekler. Suriye’deki ABD’nin de facto Kürt bölgeleri yani etki sahası ve üsleri ise bu dönemde çok işe yarayacak. ABD, Türkiye’ye hava savunma füzelerini yasaklaya dursun, İsrail’i İran füzelerine karşı koyacak X Band radar sistemlerini 2009’da kendi eliyle kurdu ve Pentagon hava savunma sistemine entegre edildi.
ABD Başkanı Trump’ı David Rockefeller iktidara taşımıştı ve onunla bir Üçüncü Dünya Savaşı’na gidecek yolu açacaktı. Ancak yerini alan Jacob Rockefeller, Trump’ı istemiyor ama Kudüs’ü başkent ilan etme karşılığında geçici bir koruma sağladı. Küresel sermaye içinde uzun zamandır yaşanan Rockefeller ve Rothschild çekişmesi yeni bir döneme girdi. Amerikan askeri gücünü elinde tutan Rockefeller ailesi, Evangelizm ile Yahudiliğe de hizmet ettiğini iddia ediyor ve dünya liderliğinde Rothschild ailesini pasifize etmeye çalışıyor. Dünyadaki para, altın tüm değişim birimlerini kontrol ettiklerini söyleyen Avrupa’daki Rothchild ailesi ise Yahudiliğin gerçek adresi ve dünya lideri olarak kendilerini görüyorlar.
Yani dünyadaki savaşların arkasında Rockefeller, paranın arkasında Rosthschild var. Ortadoğu’ya gelecek olursak Katar gazının arkasında da olan Rothscild, Suudi Arabistan petrolünü İsrail’e taşımak istiyor. Trump’ın tutuklattığı Suudi prensleri Rothschild’in ortakları idi. Suriye’nin ve Irak’ın içinin oyulması ile yeni Ortadoğu haritası şekillenmeye başlıyor. Suudi cephesindeki Kürdistan destekçileri İsrail ile Neocon ve Neoliberalller şimdi Suudi Arabistan’ın içini düzenliyor13. Esat karşıtı Avrupa cephesi ise kaos içindedir. Fransa, Hariri’yi kurtarayım darken Lübnan’tamamen İran’ın etki sahasına bırakıyor. Almanya’da küreselciler ile ulusalcılar arasındaki çekişme seçimleri ve Merkel’in kaderini belirleyecek. İngiltere’de ise istikrarsız bir hükümet var ve AB ile zorlu görüşmelerle meşgul. Bu üç ülkenin Suriye’ye ayıracak ne zamanı ne de parası var. Yeni Ortadoğu’da IŞİD’in yok olması ile yeni çatışmalar için yakın-sona giriyoruz. Kartlar yeniden dağıtılıyor ama safları küresel sermaye ve arkasındaki İsrail belirliyor. Kudüs ise yeni savaşların tetikleneceği yer.
Dipnotlar:
1 Küresel Sermaye’nin geçmişi ve Türkiye’deki uzantılarıiçin bakınız; Sait Yılmaz, Küresel Sermaye ve Türkiye, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2017).
2 Voice of Russia, http://voiceofrussia.com/2014_06_18/Putins-aide-proposes-anti-dollar-alliance-to-force-US- to-end-Ukraines-civil-war-8030/
3 Dean Henderson, Big Oil & Their Bankers In The Persian Gulf: Four Horsemen, Eight Families & Their Global Intelligence, Narcotics & Terror Network, CreateSpace, (2010), 132.
4 Henderson, ibid, (2010), p.41.
5 Peter Dale Scott, American War Machine: Deep Politics, the CIA Global Drug Connection, and the Road to Afghanistan, Rowman & Littlefield Publishers, 2010, p.316.
6 Ellen Hodgson Brown, Web of Debt, Third Millennium Press, (2007), p.142.
7 CIA’nın Ortadoğu’daki örtülüopersyonlarıiçin bakınız; Sait Yılmaz, İsmail Alagöz, CIA ve Ortadoğu, Kripto Yayınları, (Ankara, 2017).
8 Henderson, ibid, (2010), 144.
9 James Petras, Who Rules America? The Power Elite in the Time of Trump, Global Research, (September 13, 2017).
10 William D. Cohan, Can Wall Street Save Trump From Himself? Atlantic, (April 2007 Issue).
11 Hans Stehling, Christian Zionists in America, (Global Research, December 09, 2017).
12 Israel Shahak, “Greater Israel”: The Zionist Plan for the Middle East, Association of Arab-American University Graduates, (December 08,2017).
13 Federico Pieraccini, The End of the Syrian War Is the Beginning of a New Middle Eastern Order, Strategic Culture Foundation, (November 28, 2017).


15 Aralık 2017 Cuma

Kesmir Van, Kudus Washington, Ekseninde Nükleer Şebekeler

Keşmir  Van,  Kudüs Washington, Ekseninde Nükleer Şebekeler



Kesmir- Van / Kudus -Washington Ekseninde Nukleer Sebekeler
( Kaos dansinin siradisi oyunculari )
Behic Gurcihan
02. 03. 2005


FBI'da calisan Turk Sibel Edmonds'in ortaya attigi iddialar ABD'de kamuoyu
olusturmus fakat daha sonra gundemden dusurulen Sibel Edmonds'a bizzat ABD
Adalet Bakanligi tarafindan konusma yasagi getirilerek; hikayesi ortbas
edilmisti.
Sibel Edmonds hikayesinde gozlerden kacan bir ayrinti; Afganistan-Turkiye
ekseninde faaliyet gosteren bir uyustucu/nukleer sebekenin varligi idi. Bu
sebeke; onceki yazilarimizda da ele aldigimiz; "Haham&Imam" isbirligi tezine
dair de ilginc ipuclari icermektedir.
15 yil Israil ordusunda gorev yapan; siyonist bir Yahudi'nin; ABD'den satin
aldigi nukleer malzemeleri; Iran'a teknoloji sizdirmakla suclanan Pakistan'a
satma ihtimali sizce nedir?
Hasan Sabah'in torunlari; Israil-Pakistan arasinda kurulan uyusturucu
ticareti haritasinda boy gosterince; insan ister istemez yuzyillar once
Alamut'la Tapinak Sovalyeleri arasinda kurulan isbirligini hatirliyor.
Bu sebeke cercevesinde; Turkiye'deki bazi odaklarin rolu ciddiyetle
arastirilmasi gereken bir konu? Ayrica; Iran-Israil arasindaki bir gizli
anlasmayi degerlendirme disi tutmak isteyenler acisindan; Iran
Hizbullah'inin kurulmasinda donme hahamlarin rolunun ayrica arastirilmasi
gerekiyor.
Butun endoktrinasyonlarimizi bir kenara birakip; onumuze konulan satranc
tahtasi ve kurallari uzerinden strateji uretmeyi birakip, kendi oyunumuzu
kurma gercegi ile karsi karsiyayiz.
Analizden tortulasan bunyemizi dunku yazimizla havalandirip, taze bir
nefesle doldurduktan sonra cigerlerimizi; analitik bakisin o tozlu raflarina
tekrar geri donelim.
Hatirlarsaniz;
Uzun zamandir; Turkiye'nin guvenlik kurmaylarinin, "Iran ile Anglo/Sakson
Siyonist Cephe" arasinda bir kontrollu savas senaryosunun gundemde
olabilecegini, olasilik matrikslerine dahil etmeleri gerektigini
savunuyoruz.
"Olasilik Matriksi" tanimini ozellikle vurgulamak gerekiyor. Cunku bu
yazilarda one surulen tezi (Bkz. Tez'in Anlami); "The Dogru" olarak degil;
"Olasi Dogru" olarak ortaya koyuyoruz ve bu "Olasi Dogru"'nun dikkate
alinmasinin maliyetsiz; ama alinmamasinin ulkemizin gelecegi acisindan cok
maliyetli olacaginin bilincinde olarak bu yazilari kaleme aliyoruz.
Lafin tamami aptala soylenirmis sevgili okur. Bu koseyi kalplerinde
iyiniyet; beyinlerinde mantikla okuyan sizlere herseyi soylemeyi zul
sayariz.
Sozkonusu dizinin son yazisinda soyle bir cumleyi dikkatinize sunmustum :
"Asiri dindar (Ortodoks) Yahudi; Irak'tan getirilen nukleer malzemeleri;
Urdun'den alip; ABD'deki bir Turkun firmasi araciligi ile Pakistan uzerinden
Iran'a satiyor. Hakkinda tutuklama karari cikarilmasina ragmen; kis tatili
icin gittigi Denver'da tutuklanan asiri dindar Yahudi; daha sonra yerel bir
hahamin gozetiminde kalmak sarti ile serbest birakiliyor"
Siyonist bir Israil'li ile Iran'i nukleer silah ticareti piyasasinda; ABD
uzerinden bir araya getiren bu cumlenin ayrintilarina girelim.
Hatirlarsaniz; bir ara Sibel Edmonds isimli ABD'li bir Turk Bayan; FBI'in 11
Eylul saldirilarindan onceden haberdar oldugunu aciklayarak ABD kamuoyunda
dikkatleri uzerine cekmis ve daha sonrasinda bir cok sorusturmanin hedefi
olmustu.
Sibel Edmonds'un bu cikisi dogrultusunda verdigi onlarca beyan arasindan
bizim sulandirilmis basin su cumleyi mansetlerine cekmisti :
MIT; FBI'a sizdi
MIT'in; FBI'a sizmasi haberleri uzerine hepimiz sokaklara dokulup sevinc
gosterisi yapmis ve bazi karamsarlarimiz ise utanmadan MIT'i yipratip;
"sizmisken niye CIA'ye de sizmiyorlar, cok da uzak degiller birbirine"
seklinde yazilar yazmislardi.
Isin latifesi bir yana;
Sibel Edmonds'in o gunlerde yayinlanan demec firtinasi icerisinde bir unsur
ozellikle gozlerden kacirildi. Edmonds; FBI'in 11 Eylul saldirilarini
onceden bildiginin yanisiria;
Azerbaycan, Uzbekistan, Turkmenistan, Kazakistan, Tacikistan, Pakistan ve
Turkiye ekseninde faaliyet gosteren bir uyusturucu/nukleer ticaret
sebekesine dikkat cekiyordu.
Pakistan-El-Kaide-Bush-Ladin Ailesi-FBI'yi birbirine baglayan Edmonds'in
hikayesi daha sonra gundemden dusuruldu ve hem anlattiklari, hem de
anlattiklari ile ilgili yapilan sorusturmalar bizzat ABD Adalet Bakani
tarafindan "devlet sirri" ilan edilerek, ustu ortuldu. Edmonds'in uzerinde
su an konusma yasagi mevcut ve bizim aklimizda sadece "FBI'da Calisan Turk
Kadin", "MIT; FBI'a sizdi" gibi basliklarla duruyor.
Edmonds'un o ilk gunku demeclerinde dikkat cektigi nukleer/uyustucu ticaret
sebekesine dair bir ayrinti yine ayni gunlerde su yuzune cikti :
ABD'nin sulandirilmamis medyasinda cikan basliklardan biri suydu :
ABD; Israil'liyi Pakistan'a Nukleer Tetik Mekanizmalari Satmakla Sucluyor
Tabi tahmin edersiniz ki ; gecen senenin ortasinda kamuoyuna sizan bu haber
de ortbas edildi.
Hikayenin merkezindeki isim: Asher Karni
50 yasindaki, Guney Afrika'da yasayan bu Israil vatandasinin isi pek de oyle
insanin kisisel ozgecmisine yazabilecegi cinsten degil : Nukleer silah
parcasi ticareti.
Asher Karni; siyonist bir Yahudi ve Denver'a kayak tatili icin gittiginde
FBI tarafindan tutuklanmasina ve daha sonra federal bir hapishaneden alinip,
bir kasabanin kucuk hapishanesine koyulmasina ve sonrada o bolgenin
hahaminin gozetiminde serbest birakilmasina sebep olan olaylar zinciri hayli
ilginc..
( Bu dunyaya; nukleer silah ticareti yapan Israil'li olarak dogmak varmis
dedirtecek kadar guzel bir yargi silsilesi ile karsi karsiyayiz)
Asher Karni; Pakistan ordusu ile baglantisini saklamayan, Pakistan'li
musterisi Humayun Khan'in istegi uzerine 200 tane "yuksek gerilim kivilcim
tetigi" (spark gap) satin almak icin harekete geciyor.
Bu cihazlarin ozelligi; hem hastanelerde bobrek tasi cihazlarinda
kullanilabilmeleri, hem de nukleer silahlarda patlamayi gerceklestiren tetik
islevi gormeleri.
Karni'nin bu is icin temasa gectigi ABD'li firma; sozkonusu cihaz uzerindeki
ihracat sinirlamalari nedeniyle belli belgeler isteyince; Karni bu sefer
ABD'de yasayan bir Turk'un firmasi olan Giza Technologies ile baglantiya
geciyor ve Karni icin; yaklasik 10 nukleer bomba yapmaya yetecek sayidaki
tetigi bu firma satin aliyor ve Karni'nin Guney Afrika'daki firmasina
yolluyor.
Bizim siyonist Israil'li ise; Guney Afrika'ya gelen bu mallari once Dubai'de
bir serbest bolgeye ihrac ediyor ve oradan Pakistan'daki musterisinin
verdigi adrese.
Pakistan'in basta Iran olmak uzere; Kore'den Cin'e bir cok merkeze nukleer
teknoloji satmak konusundaki marifetini soylemeye gerek yok sanirim.
Isin ilginci; 15 yil Israil ordusunda gorev yapip Binbasi olan; Museviligin
seriati Talmud uzmani; Musevi bir kurulusun istegi uzerine ailesi ile
birlikte Guney Afrika'ya tasinacak kadar siyonist bir kafa yapisina sahip
olan Karni'nin; Iran-Pakistan eksenindeki bu ticareti gerceklestirmesi.
Karni'nin ayni zamanda; roket motorlari ile ilgili parca pesinde olan
Hindistan'li bir musterisi oldugunu da bilmek, resmimizi
zenginlestirecektir.
Bir haham gozetiminde ve bileginde bir elektronik takip cihazi ile serbest
birakilan Karni'nin; Pakistan'daki musterisi Humayun Khan'in da ilginc bir
ozgecmisi var.
Babasi olan Akram Khan'in, 1957 yilinda Nazi nukleer silah tuccari ve sebeke
isleticisi Alfred Hempel ile nukleer silah malzemesi ticareti yaptigi
mektuplarla kanitlanmis durumda. 1989 yilinda olene kadar nukleer silah
teknolojisini yaymak icin ugrasan Nazi Hempel; dunyada bu sebekenin kurucu
babalarindan.
Dolayisi ile onumuzde;
Iran'dan Kore'ye bir cok musterisi olan Pakistan'li bir "Musluman"
ABD'den aldigi teknolojiyi Pakistan'dan Iran'a bir cok noktaya satan
Israil'li bir "Yahudi"
Ihracat sinirlamalarini asmak icin sirketini paravan olarak kullandiran
ABD'li bir "Turk"
ve tarihin karanlik sayfalarindan cikagelen Alman bir "Nazi" var.
Dunya jeopolitiginin; "ABD sunu amacliyor ama basaramiyor" tarzi universite
dis politika derslerinde okutulan dinamiklerden cok daha karmasik iliski
sebekeleri tarafindan sekillendirildigine dair ufak bir potpuri sizin icin.
Bu arada az kalsin soylemeyi unutuyordum :
Karni'nin Pakistan'daki musterisi ; sozkonusu cihazlarin amacinin saklanmasi
icin, Pakistan'a kimin adina yollanmasini istiyor biliyor musunuz?
Aga Khan Vakfi Universiteleri ve Hastaneleri
Onceki yazilardanhatirlayiniz :
Iran merkezli Sii'ligin ezoterik bir kolu olan Hasan Sabah'in temsil ettigi
Ismaili tarikatinin gunumuzdeki temsilcilerinden sozediyoruz.
Sulalecek Oxford gibi okullarda okuyan, aristokrat Aga Khan sulalesinin iki
merkezleri var : Ingiltere ve Pakistan.
7 Subatta Kaleme aldigimiz;
" Tanrisal Ruhbanlarin (Imam & Haham) Tarihsel Isbirligi "
baslikli yazida;
Kudus'u korumakla basladiklari gorevlerini, ezoterik bir tarikata donuserek
dunya capinda egemenlik hayalleri kurma yolunda gelistiren Tapinak
Sovalyeleri ile; Alamut merkezli kurdugu tarikatini genisleten Sabah'in
ezoterik ogretisi arasindaki tarihsel isbirligini gozler onune sermistik.
Sozkonusu Ismaili tarikatinin gunumuzdeki uzantisi; siyonist bir Yahudi'nin,
Pakistan'a nukleer malzeme sattigi sebeke cercevesinde yine karsimiza
cikiyor.
Tabi bu sebekenin;
FBI'dan Çalisirken, yaptigi aciklamalar sonucu isinden olan ve Adalet
Bakanligi'nin aciklamalarina bizzat yasaklama getirdigi Sibel Edmonds'in
dikkat cektigi Afganistan-Turkiye ekseninde faaliyet gosteren
uyusturucu/nukleer sebeke ile paralellik gostermesi fazlasi ile dikkat
cekici.
Tarihin tekerrur edip etmediginden emin olmak bize bir sey kaybettirmez.
Ama emin olmamak; bize cok sey kaybettirebilir.
Millet adina bu senaryonun dogru olma olasiligini arastiracak olanlarin
dikkat etmesi gereken bir kac soru daha var :
1) Turkiye'de hangi asiretvari yapilar uyusturucu/nukleer kacakcilik isinde;
Afganistan-Iran-Turkiye ekseninde faaliyet gosteriyor?
2) Polisten adam kacirmakla gundeme gelen ve Turkiye Cumhuriyetine kafa
tutan Bayram sulalesi ve Van'daki sebekeleri; CIA tarafindan Iran-Azerbaycan 
ekseninde; ozellikle Iran'in kuzeyindeki Azeri bolgede kullaniliyor mu? Bu
sulaleyi; sozkonusu baglantilari mi bu kadar dokunulmaz kiliyor?
3) Pakistan'la Hindistan arasindaki tartismali bolge Kesmir; dunya
uyustucu/silah ticareti acisindan nasil bir agirliga sahip? Aga Khan
sulalesinin bu bolgenin yonetiminde rolu ne?
4) Biraz arsivlerde kaybolmaniza neden olabilir ama eliniz degmisken su
sorunun da cevabini bir arastirirsaniz hayli aydinlatici olabilir : Iran
Hizbullah'inin kurulmasinda donme hahamlar nasil bir rol oynuyorlar ?
HAMAS'in Israil'in denetiminde, ilk ofisini Israil'de actigini biliyorsaniz
bu soru o kadar da sacma gelmeyecektir.
Iran-Israil ekseninde olusabilecek perde arkasi isbirliklerine karsi uyanik
kalmaya devam etmeliyiz.
Dunya jeo-politigini; ABD'nin resmi yayinlarindaki ve resmi-yari resmi
sahsiyetlerinin soylemlerine bakip; "ABD sunu yapmak istiyor" seviyesinde
degerlendirmekten bir zarar gelmez;
Fakat dunyaya bakisinizi sadece o seviyede tutup;
Sozkonusu soylemlerin daha makro bir plani perdelemeye hizmet etme
olasiligini gozardi etmek;
ABD'nin; icinde farkli cikar odaklarinin egemenlik savasi verdigi bir kabuk
devlet oldugunu unutmak; 
ve ulkemizin gelecek projeksiyonlarini tekduze ve sig bir stratejik anlayis uzerinden kurgulamak cok buyuk zararlar verebilir.
Bir yonde endoktrine edilmis beyinler; nihai tahlilde, doktrinasyona hakim
olanlarin makro planlari cercevesinde cozum setleri olusturabilirler.
Bu acidan bakildiginda; "anti-Amerikancilik" bile, ABD'nin elinde cikarina
kurgulayabilecegi bir karsi dinamik haline donusebilir.
Zaman masayi devirip;
Kendi kurallarimizi ve kendi oyunumuzu kurma zamanidir.
Birilerinin kurdugu satranc tahtasi ve kurallari uzerinden;
ancak sah-mati nasil geciktirecegimizin stratejisini kurgulayabiliriz.
Bu ise vatanseverler icin asla bir secenek degildir.
B.G.