VİZYONU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
VİZYONU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 15





TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

BÖLÜM 15


BALKANLARDA SİYASİ İSTİKRAR VE GELECEĞİ


Prof.Dr. Hasret ÇOMAK
Doç.Dr. İrfan Kaya ÜLGER



Balkan Yarımadası kültürel, siyasal ve ekonomik bakımdan dünyanın en karışık bölgesidir. Tarih boyunca Balkanlar Doğu ile Batının, İslam ile Hıristiyanlığın, Katoliklikle Ortodoksluğun birbiriyle buluştuğu, birbirinden ayrıldığı bir tampon bölge olmuştur. Balkanlarda herhangi bir konuda genelleme yapmak son derece güçtür. Bir bütün olarak ve çoğu kez bölge devletleri bakımından da Balkanlar mozaik görünümü taşımaktadır. Bu çalışmanın amacı 2008 Sonbaharı itibariyle Balkanların genel bir değerlendirmesini yapmak ve öncelikli konularda dikkatleri
çekmektir. Bu çerçevede öncelikle Soğuk Savaş sonrası gelişmeler üzerinde durulacak, ardından fiili durum incelenerek ve bölgenin geleceğine ilişkin senaryolar ele alınacaktır.

Soğuk Savaşın sona ermesinden Balkanlar doğrudan etkilenmiştir.


Bölgede II. Dünya Savaşı sonunda tesis edilen ve büyük ölçüde Yalta müzakerelerinin eseri olan statüko, 1990’lı yıllarda değişmiştir. Bu değişiklik
özellikle Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Arnavutluk gibi ülkelerde belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Buna karşılık aynı zamanda bir Balkan ülkesi olan Türkiye ile 1981 yılından beri Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan diğer ülkeler ölçeğinde etkilenmemişlerdir.

Soğuk savaşın sona ermesi, en başta Varşova Paktı’nın lağvedilmesi neticesini doğurmuş; Bulgaristan ve Romanya üzerindeki SSCB tahakkümü ortadan kalmıştır. 1990’lı yıllarda anılan ülkeler hızlı biçimde eski rejimin etkilerinden kurtulma ve yeni koşullara uyum sağlama çabası içerisine girmişlerdir. Bu çerçeve içerisinde temel hedef Batı ile bütünleşme  olarak tespit edilmiş, Bulgaristan ve Romanya, bir yandan Avrupa Birliği, öte yandan NATO ile yakından ilgilenmeye başlamışlardır.

Avrupa Birliği ile anılan ülkeler arasında ticari ve ekonomik işbirliği anlaşmalarıy la başlayan işbirliği, bir süre sonra tam üyelik için altyapı hazırlama amacını taşıyan Avrupa Anlaşmaları ile devam etmiştir. Uzun ve zahmetli geçen bir sürecin ardından Bulgaristan ve Romanya, 1 Ocak 2007’de tam üye olarak Avrupa Birliği’ne katılmışlardır. Anılan ülkeler aynı zamanda 2004 yılında NATO’ya üye olmuşlardır.

1990’lı yıllarda Balkan yarımadasında tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplayan ülkeler Yugoslavya ve Arnavutluk olmuştur. II. Dünya Savaşından sonra Enver Hoca liderliğinde kendine özgü komünist uygulamalar ile diğerlerinden farklılaşan Arnavutluk rejimi varlığını 1992 yılına kadar sürdürmüştür. Her ne kadar 1985 yılında Enver Hoca’nın yerini Ramiz Alia almış ise de, rejimin totaliter / baskıcı yapısında ve dışa kapalı tutuculuğunda bir değişim gözlenmemiştir. Arnavutluk’ta değişim biraz da dünya koşullarının zorlaması sonucu gerçekleşmiş, ilk çok partili seçimler 1992 yılında yapılmıştır.

YUGOSLAVYA’DA ULUS SORUNU VE DAĞILMA SÜRECİ


Ancak dünyanın dikkatinin Balkanlar üzerine yönelmesi esas itibariyle Yugoslavya sorunundan kaynaklanmıştır. Yugoslavya, Soğuk Savaş
sonrası dünyada siyasal varlığını yeni koşullara uyarlayamamıştır.

Yapay bir devlet olan Yugoslavya’nın yaşadığı sorunlar aslında bu ülke tarihinde yaşanan gelişmelerden ayrı olarak ele alınamaz. 1918 yılında Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı olarak kurulan devletin 1941’e kadar devam eden ilk döneminde, siyasal rejim temelde, Sırp egemenliğine dayanmış ve bunun bir doğal sonucu olarak da diğer uluslar ve azınlıklar baskı altında tutulmuşlardır.

İkinci Dünya Savaşından sonra Tito’nun önderliğinde kurulan İkinci Yugoslavya birçok bakımdan iki savaş arası dönemden farklıdır. Tito, “Özyönetim” ve “pazar sosyalizmi” adı altında SSCB ve Çin uygulamalarından farklı, kısmen liberal çizgiler taşıyan sui generis bir rejimle Yugoslavya’da siyasi ve toplumsal istikrar sağlamıştır.1 Yugoslavya siyasal yaşamının en istikrarlı ve mutlu günleri belki de Tito’nun işbaşında olduğu dönem olmuştur. 

1) Daha fazla bilgi için bakınız: Tanıl Bora, Yugoslavya (Milliyetçiliğin Provokasyonu), İletişim Yayınları, İstanbul, 1991; İrfan Kaya Ülger, Yugoslavya Neden Parçalandı?, Seçkin Yayınları, Ankara, 2003; Misha Glenny, The Balkans (1804-1999), Granta Books, London, 1999.


Ne var ki, 1980 yılında Tito’nun ölümünün ardından “Yugoslav Uyumu”nu sürdürme imkânı ortadan kalkmıştır.

Kendisi de bir Hırvat olan Tito, Hırvat milliyetçiliği dâhil, Yugoslavya halkları arasında sık aralıklarla alevlenen mikro milliyetçi akımlarla mücadele etmiştir. Tito’nun Yugoslavya’yı oluşturan federe Cumhuriyetler arasında nüfus bileşimlerini dikkate almadan eşitlikçi uygulamalar ortaya koyması, azınlıkların haklarına saygı göstermesi, milliyetçilikle mücadele etmesi gibi uygulamaları kendisinden sonra sürdürülememiştir.

Aslında Yugoslavya’nın çıkmazı federalizm, sosyalizm ve ademi merkeziyetçiliği tek parti yönetimiyle sürdürme çabasından kaynaklanmıştır.

1965 yılında yapılan reformlar ülkenin bölgesel bazda birbirinden ayrılma sürecini hızlandırmıştır. Özellikle, Federe Cumhuriyetlere ekonomi alanında kendi başlarına hareket etme özgürlüğünün tanınması, Cumhuriyetlerde milliyetçi akımları güçlendirmiştir.2

Bir yanda milliyetçiliğin alevlenmesi, öte yanda Yugoslavya’da yaşayan her ulusun ve bu arada azınlıkların kendilerine avantaj sağlayan talepler ileri sürmeleri, Tito sonrasında Devlet Başkanlığının dönüşümlü hale gelmesi, Kosova Arnavutlarının 1960’lı yılların sonundan başlayarak giderek artan ölçüde kurucu cumhuriyet statüsü elde etmek amacıyla başlattığı gösteriler, Tito’nun ölümünden sonra ülkeyi parçalanmanın eşiğine getirmiştir. Bu süreçte çok önemli bir dönüm noktası 1996 yılında Slobodon Miloseviç’in Sırbistan Komünist Partisi liderliğini ele geçirmesi olmuştur. Aslında Marksist olan Miloseviç, Sırbistan yönetimini ele geçirdikten sonra ülkede güçlü olan Sırp milliyetçiliğinin
potansiyelini hissetmiş ve iktidarını güçlendirmek için neticede ülkeyi kaçınılmaz biçimde yıkıma götürecek milliyetçilik bayrağına sarılmıştır.

Kosova Arnavutlarının Tito zamanından beri tekrarladıkları, artık rutin hale gelen ve “vakay-ı adiye”den sayılan Cumhuriyet statüsü amacıyla düzenledikleri gösterilere Sırplar, 1990’lı yılların ikinci yarısında Miloseviç’in yönlendirmesiyle tepki göstermişlerdir. Kosova Sırplarıyla dayanışma adı altında ülkenin her tarafında Sırbistan yönetiminin desteği ile gösteriler tertiplenmiş ve bu durum bir yanda Sırp milliyetçiliğini alevlendirirken, öte yandan bundan endişe duyan Sloven, Hırvat,Boşnak ve Makedonlarda yeni arayışlara neden olmuştur.


2) Gregory O. Hall, "Ethnic Conflict, Econonimc and Fall of Yugoslavia", Mediterranian Quarterly, Summer
1994, s. 132 (123-141)


İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve öncesinde yaşanan gelişmeleri belleklerinde tutan diğer uluslar Sırp dominasyonundan endişe etmişlerdir.

Hırvatlar ve Slovenler, Sırpların ülke genelinde hükümranlık kuracağı endişesiyle ayrılıkçılığa yönelirken, Makedonlar ve Boşnaklar adem-i merkeziyetçi yeni bir yapılanma teklifini ortaya atmışlardır. Soruna çözüm bulmak amacıyla 1990 Ocak ayında Yugoslavya Komünist Partisi’nin 14. Olağanüstü Kongresi toplandı. Kongrede, merkeziyetçi yönetim yanlısı Sırbistan ile diğer Cumhuriyetler arasındaki görüş ayrılıkları giderilemediği için Kongre hiçbir karar almadan dağılmıştır.3

Kuşkusuz Yugoslavya’nın dağılmasında birden çok faktör rol oynamıştır. Ancak dağılmayı esas tetikleyen Sırp milliyetçiliği olmuştur. Miloseviç önderliğindeki Sırbistan Komünist Partisi yönetiminin Sırp milliyetçileri ile ittifak etmesi ülke genelinde gerilim ve endişe yaratmıştır.

Özellikle Sırbistan yönetiminin 1989 yılında tek yanlı bir kararla, Federal Başkanlık Konseyinin onayını almadan kendisine bağlı Voyvodina ve Kosova özerk bölgelerinin statüsünü ortadan kaldırması, federasyonun sonunu getirecek gelişmelere kapı aralamıştır. Federal yasalara aykırı olan bu olaydan çok kısa bir süre sonra ilkin Slovenya’da, ardından Hırvatistan’da yine federal yasalara aykırılık teşkil eden bir gelişme meydana gelmiş, çok sayıda milliyetçi parti kurulmuştur.

Yugoslavya anayasasına göre ülkede komünist partiden başka siyasal örgütlenme yasaktı. Yugoslavya Komünist Partisi’nin “iktidar tekeli ve
öncü rolü” anayasanın ve siyasal sistemin temelini oluşturuyordu. Sırbistan yönetiminin ihlali ile başlayan süreç, Federal Cumhuriyetlerin çıkarlarının
Federasyondan önde geldiği bir dönemin kapısını aralamıştır. Kısa sürede tüm Cumhuriyetlerde milliyetçi temelde siyasal partiler kurulmuştur.


3) Vasil Tuporkovsky, "The Dissolution of Yugoslavia: An Inseder's View", Mediterranian Quarterly, Vol:4,
No:2, Spring 1993, s. 19-21.


Sırbistan’da ise bir yandan Sırp milliyetçilerinin denetimi altında olan Sırbistan Komünist Partisi adını Sosyalist Parti olarak değiştirirken, öte yandan daha aşırı çizgide milliyetçi partiler kurulmuştur.

1990 yılı içerisinde her Federe Cumhuriyette farklı bir tarihte yapılan seçimlerin galibi yeni kurulan milliyetçi partiler olmuştur. Ardından federal parlamentoların egemenlik kararları birbirini takip etmiştir.

1991 Temmuz ayı ortasında Hırvatistan ve Slovenya tek yanlı olarak bağımsızlık ilan etmiştir. Bu karara tepki duyan Sırbistan, Federal Ordu desteği ile Hırvatistan’a savaş açmıştır. 1992 Ocak ayına kadar süren çatışmalarda Vukovar, Dobrovnik gibi tarihi kentler yerle bir olmuştur.

Ateşkes kararı anılan Cumhuriyetlerin bağımsızlık ilanlarından geri adım atmaları sonucunu doğurmamıştır. Aralık ayında Almanya’nın tek yanlı olarak tanıdığı bağımsızlık kararını bir süre sonra diğer ülkeler de kabul etmiştir. 1991 Kasım ayında Makedonya ve 1992 Mart ayında ise Bosna Hersek bağımsızlık ilan etmiştir.

Bosna Hersek’in bağımsızlık ilanının hemen ardından yerel Sırp güçlerin Sırbistan’ın kışkırtmasıyla başlayan saldırılar 3,5 yıl sürecek olan Bosna savaşını başlatmıştır. Yüz binlerce kayba neden olan savaş, ABD’nin devreye girmesiyle sona ermiştir. Savaşan tarafların temsilcilerinin katılımıyla yapılan müzakerelerin sonunda 1995 Kasım ayında Dayton antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre, Bosna Hersek topraklarının % 49’u Sırplara, % 51’i Boşnak-Hırvat Federasyonuna bırakılmıştır. Antlaşma ile tesis edilen statükonun korunması için ülkeye 60 bin kişilik barış gücü yerleştirilmiştir.4

1995 sonuna gelindiğinde eski Yugoslavya toprakları 5 ayrı parçaya ayrılmış oluyordu. Yugoslavya’yı oluşturan Federe Cumhuriyetlerden Karadağ ile Sırbistan’ın Yeni Yugoslavya adıyla kurdukları devlet de dağılma sürecinin dışında kalamamıştır. Önce devletin örgütlenme yapısı  Sırbistan-Karadağ Federasyonu olarak değiştirilmiş, kısa bir süre sonra da Karadağ Cumhuriyetinde yapılan referandumun sonucunda 2006 yılı yazında bağımsızlık ilan edilmiştir.5

4) Dayton antlaşması metni için bakınız:
http://www.yale.edu/lawweb/avalon/intdip/bosnia/day04.htm/
5) http://www.iht.com/articles/2006/06/04/news/balk.php


KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK İLANI VE SONRASI


Eski Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde son halka 17 Şubat 2008’de Kosova’nın bağımsızlık ilanı ile gerçekleşmiştir. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin muhalefetine rağmen Kosova’nın bağımsızlık kararı, Türkiye, ABD ve AB’nin 27 ülkesinden İspanya, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Romanya ve Slovakya dışında kalan devletler tarafından tanınmış, tanıyan ülkelerin sayısı 41’e ulaşmıştır. Kosova’nın Sırbistan’ın ayrılmaz bir parçası olduğu iddiasını biteviye tekrarlayan Belgrad yönetimi, ABD başta olmak üzere bazı ülkelerle
diplomatik ilişkilerini askıya almıştır.

Kosova’nın bağımsızlık kazanması ile birlikte Martti Ahtisari planı ile öngörülen statünün uygulaması gündeme gelmiştir. Buna göre, Kosova bir başka ülke veya bir devletin içindeki bölgeye intikal etmeyecekti.

Kosova’da yaşayan Sırplar ve diğer azınlıkların haklarına saygı gösterilecekti. Bu çerçevede Kosova’nın kuzeyinde Sırp nüfusun yoğun yaşadığı 6 yerleşim biriminde belediyelerin yerel yetkileri güçlendirildi, polis ve adli konularda yerel güçlere ayrıcalıklar verilmiştir. Buna rağmen, Sırplar Mitroviça’da Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği güçlerine ve hükümet binalarına ve personeline karşı saldırıda bulunmuşlardır.

Kosova’nın bağımsızlığının bölge için yeni gerilimlere neden olmuştur.

Bosna Hersek Federasyonunun bir parçası olan Bosnalı Sırpların da benzer bir yöntem uygulamasından endişe edilmektedir. Bosnalı Sırplar, konjonktürün uygun olduğunu düşündükleri anda self determinasyon hakkını ileri sürerek Sırbistan’a katılma yönünde harekete geçebileceklerdir. Kosova’nın bağımsızlığı aynı zamanda Makedonya’da da kaygı yaratmıştır. Makedonya’da nüfusun dörtte birini Arnavutlar oluşturmaktadır. Arnavutluk ve Kosova’ya mücavir bölgelerde
yaşayan Makedonya Arnavutlarının da ileride diğerleriyle birlikte hareket edeceğinden endişe edilmektedir.6

BALKAN DEVLETLERİNİN RÜYASI AB ÜYELİĞİ


Yukarıda da belirtildiği üzere Bulgaristan ve Romanya, 1 Ocak 2007 itibariyle Avrupa Birliği’ne tam üye olarak katılmışlardır. Diğer bir Balkan ülkesi olan Yunanistan, 1981 yılından beri AB üyesidir. 3 Ekim 2005’de Türkiye ve Hırvatistan, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamışlardır. Avrupa Birliği tarafından aday ülke ilan edilen Makedonya’nın yakın bir zamanda masaya oturması beklenmektedir.

Kosova, Bosna Hersek ve Arnavutluk gibi geriye kalan ülkelerin hedefi Avrupa Birliği’ne katılmaktır. Anılan ülkeler içinde bulunduğumuz dönemde yaşadıkları ekonomik ve siyasi sıkıntılar nedeniyle tam üyelik için öngörülen kriterlerin uzağındadırlar.
Öte yandan Avrupa Birliği ile yakınlaşma eğilimi Sırbistan ve Karadağ için dahi Balkan bunalımından çıkış yolu olarak gözükmektedir. Temmuz 2008’de Bosnalı Sırpların savaşa suçlusu siyasi lideri olan Radovan Karadziç’in Belgrad’da yakalanması ve Lahey’de bulunan BM Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesine sevk edilmesini, Belgrad yönetiminin gelecek tasarımından ayrı değerlendirmek güçtür. Bu olayın da somut biçimde ortaya koyduğu gibi Sırbistan yönetimi Avrupa Birliği ile yakınlaşmanın altyapısını hazırlamakla meşguldür.

Bölge ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılma yönündeki çabaları Brüksel tarafından da desteklenmektedir. 2007-2011 yılları arasında Balkan ülkelerinin AB standartları hedefine yönelmesi çalışmalarına destek için 3,5 milyar Euro kaynak ayrılmıştır.7 
Brüksel çevreleri Balkanların Avrupa Birliği’ne katılmasını başka faktörlerin yanında siyasi bakımdan önem taşıdığı görüşündedirler. 

6) Daha fazla bilgi için bakınız. CRS Report RL31053, Kosovo and U.S. Policy: Background and
Current Issues, by Julie Kim and Steven Woehrel
7) http://europa.eu/rapid/presReleasesAction.do?reference:MEMO/08/144&format:HTML&aged:0&uage:
http://europa.eu/rapid/presReleasesAction.do?reference:MEMO/08/144&format:HTML&aged:0&uage: EN&guiLanguage:en/


Zira Balkan Yarımadasının Avrupa Birliği’ne dahil olması, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonunda ortaya çıkan bölünmüşlüğü tamamen ortadan kaldıracak bir siyasal hareket olarak algılanmaktadır.

Aynı zamanda bir Balkan ülkesi olan Slovenya, 1 Mayıs 2004 tarihinde tam üye olarak Avrupa Birliği’ne katılmıştır. Türkiye ile eş zamanlı olarak katılım müzakerelerine başlayan Hırvatistan’ın ise 2010 yılında tam üye olması beklenmektedir. Bununla birlikte aday ilan edilen Makedonya ile ne zaman masaya oturulacağı belirsizliği korumaktadır.

Zira bu ülkenin tam üyelik müzakerelerine başlamasına Yunanistan isim sorunu nedeniyle karşı çıkmaktadır. Nitekim bu ülkenin BM üyeliği de ancak “Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti” adıyla mümkün olmuştu. Yunanistan, Makedonya adını taşıyan eyaleti bulunduğunu öne sürerek bu ülkenin uluslararası ilişkilerini engellemektedir.

Resmi Yunan yayın organlarında Makedonya yerine “Üsküp Cumhuriyeti” ismi kullanılmaktadır.

Makedonya-Yunanistan ihtilafının arka planı incelendiğinde Yunanistan’ın bu ülke aleyhindeki faaliyetlerinin gerisinde tarihsel Makedonya topraklarının bir bölümünü işgal etmiş olduğu gerçeği bulunmaktadır. Zira bugünkü Makedonya Cumhuriyeti tarihsel Makedonya’nın sadece “Pirin Makedonyası” olarak anılan bölümüdür. “Ege Makedonyası” Yunanistan, “Vardar Makedonyası” ise Bulgaristan tarafından Balkan Savaşları esnasında işgal edilmiştir. Sorunu daha da çetrefil hale getiren husus Sırpların bugünkü Makedonya Cumhuriyeti
topraklarını “Güney Sırbistan” olarak tanımlamalarıdır. Bir başka sorun Makedonya topraklarının dörtte birini oluşturan Arnavut nüfustur.

Makedonya Arnavutları, Arnavutluk ve Kosova’ya mücavir bölgelerde yaşamakta dır. Makedonya yönetimi günün birinde Büyük Arnavutluk kurulması kaygısı taşımaktadır.

Günümüzde Makedonya, tıpkı Bosna Hersek Cumhuriyeti gibi Balkanların minyatür bir örneğini oluşturmaktadır. Makedonya’da bir yandan Makedonya milliyetçiliği tarihsel Makedonya projesini gündeme getirerek Bulgaristan ve Yunanistan üzerinde hak iddia ederken, öte yandan diğerlerinin Makedonya toprakları üzerinde emelleri vardır. Mevcut haliyle Makedonya, irredentizmin hem nesnesi, hem öznesi konumundadır. Her ne kadar 2001 yılında Makedonya ile Arnavutluk arasında imzalanan Ohrid Anlaşmasıyla iki taraf arasında yakınlaşma sağlanmış ise de güven tam olarak tesis edilememiştir. Anlaşmayla Makedonya’nın demokratik ve çoğulcu kimliğine vurgu yapılmış ve ülkede
Arnavutların ve diğerlerinin temel hak ve özgürlükleri bakımından beynelmilel standartlara sahip oldukları teyit edilmiştir.

SIRBİSTAN’IN ÇIKIŞ YOLU

Balkanların uluslararası toplum ile bütünleşmede en geride kalan ülkesi halen tahakkümcü milliyetçiliğin etkisinden kurtulamamış olan Sırbistan’dır. 2005 yılında Belgrad ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği Paktı imzalama çabaları neticesiz kalmıştır. Bunda Kosova’nın statüsü konusundaki görüş ayrılıklarının rol oynadığı kuşkusuzdur. Kosova’nın bağımsızlık kararı ve ardından Radovan Karadziç’in yakalanması ile ortaya çıkan koşullar tarafları birbirine yakınlaştırmıştır. Öte yandan normalleşme işaretleri Sırbistan ekonomisinde de hissedilmektedir. Büyük ölçüde Bosna Hersek ve Kosova savaşlarından kaynaklanan ekonomik istikrarsızlık kontrol altına alınmıştır. 2008 itibariyle ülkede enflasyon %20 düzeyindedir.

Sırbistan ile AB arasında en önemli anlaşmazlık konusu hiç kuşku yok ki, Kosova’nın statüsü olmuştur. 17 Şubat 2008’de Kosova’nın bağımsızlık
ilan etmesinin hemen ardından 27 AB ülkesinin 22’si tarafından kararın tanınması ilişkilerde duraklamaya neden olmuştur. Bununla birlikte Sırbistan yönetimi, Kosova’yı kabullenme eğilimine girmiştir. 2006 yılında bağımsızlık ilan eden Karadağ Cumhuriyeti, çok kısa bir süre sonra Ekim 2007’de AB ile İstikrar ve İşbirliği Anlaşması imzalamıştır. Böylece, tarih boyunca Sırplarla birlikte hareket eden ve ayrı bir kimlik geliştirmeyen Karadağlılar da, pragmatist bir yaklaşımla geleceklerini tam üyelik hedefine endekslemişlerdir.

Balkanların en yoksul ülkesi olan Arnavutluk bakımından da AB üyeliği tek çıkış yolu olarak gözükmektedir. Geçiş dönemi sorunlarını tüm alanlarda yaşayan Arnavutluk’ta en kronik problem yolsuzluklardır. Hükümet, hem Avrupa Birliğine hem de NATO’ya katılma istediğini net bir biçimde ortaya koymuştur.

1995 yılından beri silahların gölgesinde barışın devam ettiği Bosna Hersek’te toprak bütünlüğü endişesi sona ermemiştir. Bosnalı Sırpların Bosna Hersek Cumhuriyeti’nden ayrılıp Sırbistan’a katılma niyeti taşıdıkları hiç kimse bakımından sır değildir. Sırplar, barış gücü misyonu ile sürdürülen statükoyu fırsat buldukları en kısa zamanda istedikleri yönde değiştirmek istemektedirler. Kosova’nın bağımsızlık ilan etmesi, Bosnalı Sırpların bu yöndeki taleplerinin belirgin biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Netice olarak Balkanların fiili durumu ve geleceği konusunda vurgulanması gereken husus şudur. Soğuk savaş sonrasında siyasi istikrarsızlık yaşayan Balkanlarda 1995 yılında imzalanan Dayton antlaşması ile tesis edilen barış pamuk ipliğine bağlı olmaktan kurtulamamıştır.

Bölgede siyasi istikrar günümüzde ancak silahların gölgesinde sürdürülmektedir.

Bununla birlikte “soft power” olarak Avrupa Birliği’nin bölgenin geleceğinin şekillenmesinde önemli olduğu kuşkusuzdur. Halen Balkan ülkelerinden Yunanistan, Slovenya, Bulgaristan ve Romanya Avrupa Birliği’ne tam üyedir. Hırvatistan ve Türkiye ile müzakereler devam etmektedir. Makedonya ile uygun koşullar oluşması halinde müzakerelere başlanacağı teyit edilmiştir. Bakiye kalan ülkelerden Arnavutluk, Bosna Hersek, Kosova ve Sırbistan da açık veya zımni olarak gelecek hedeflerini Avrupa Birliği’ne katılma olarak belirlemişlerdir.
Balkanlarda 1990’lı yıllara damga vuran mikro milliyetçilik ve etnik çatışmaların aşılması ve siyasi istikrarın kalıcı olarak tesis edilmesinin yolu Avrupa Birliği tam üyeliğinden geçmektedir.

SONUÇ

Son olarak tüm bu aşamalarda Türkiye’nin rolü üzerinde durmak gerekirse, Balkanlarda kalıcı istikrarın sağlanması ve işbirliği ortamının güçlendirilmesi yönünde Türkiye, Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci başta olmak üzere, bölgesel oluşumlarda öncü rol oynamakta, “Güney Doğu Avrupa İstikrar Paktı” gibi bölgeye yönelik uluslararası girişimlerde yapıcı katkıda bulunmaktadır. Türkiye’nin önerisi hayata geçirilen “Güney Doğu Avrupa Çok Uluslu Barış Gücü” bu çerçevede en somut örneği oluşturmaktadır.

Türkiye’nin temel dış politikası çağdaş uygarlığı temsil eden Batıya dönüktür. Avrupa ile bütünlüğünü ve bağını sağlayan Balkanlarda barış ve istikrarın sürdürülebilir bir statüde geliştirilmesi bölge ülkeleri kadar, Türkiye’nin milli çıkarlarına uygun düşmektedir. Balkanlarda sürekli bir barış sağlanması bölge ülkelerinin ortak bir dış politika hedefi bulunması ve yaşama geçirilmesi ile mümkün olabilecektir.

Balkanlarda kalıcı istikrarın tesis edilmesi üye olmayan ülkelerin Avrupa Birliği’ne üye olmaları ile ivme kazanabilecektir. 

Avrupa bütünleşmesi ve bunun getireceği siyasal, sosyal ve ekonomik reformlar konusunda bölge ülkelerinin girişimleri çok önem taşımaktadır.

Türkiye, Balkanlarda kalıcı bir istikrara çok önem vermiş ve her aşamada desteklemiştir. Avrupa ile Anadolu’yu birleştiren evrensel değerlerin insanlığa gelecekte çok daha zengin kazanımlar sağlayacağı bilinmektedir. Bu ortak değerler, ortak hedefler, ortak kazanımlar Avrupa Birliği içinde birlikte yaşama ve paylaşmayı güçlendirecek ve sonsuzlaştıracaktır. 2010’lu yıllarda Balkan ülkeleri, bölgede sürdürülebilir güven, huzur, istikrar, refah ve çok taraflı işbirliği sağlanması yönünde bütün imkanları değerlendirmeli ve yaşama geçirebilmeli dir. Bu yaklaşım, ülkemizin, bölge ülkelerinin, AB’nin ve en başta uluslararası toplumun çıkarlarına hizmet edecek, uluslararası barış ve güvenliğine çok katkı sağlayabilecek ve dünya barışı için önemli kazanım olabilecektir.


Balkanlarda Siyasi İstikrar ve Geleceği
Prof.Dr. Hasret ÇOMAK
Doç.Dr. İrfan Kaya ÜLGER

16. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 9

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
BÖLÜM 9


TÜRKİYE’DE BAĞIMSIZLIK VE MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI


Doç. Dr. Ayşegül AYDINGÜN

İnsanların bir arada yaşamaları insanlık tarihi kadar eski olsa da, bu bir arada yaşama her zaman ulus şeklinde olmamıştır. İnsanlar, farklı dönemlerde kabile veya dini cemaatler gibi toplumsal birimler içinde hayatlarını sürdürmüşler ve bir gruba ait olma duygusunu farklı şekillerde yaşamışlardır. Kapitalizmin gelişmesine koşut olarak ortaya çıkan ulus, biz duygusunun yaşandığı en çağdaş toplumsal birimdir.
Ulusun tarihsel bir birikimin sonucu olduğu söylenebilir; çünkü sadece etnik kökeni, dili, dini veya kültürü temel alarak ulusu tanımlamak mümkün değildir. Bunun nedeni, hiç şüphesiz, soyutlanmış bir halkın bile bir ırklar harmanı olmasından; aynı etnik grup üyelerinin farklı devletler çatısı altında yaşamasın dan; aynı dilin farklı uluslar tarafından konuşulmasından veya aynı devlette farklı diller konuşulmasından; farklı ulusların aynı dini paylaşmasından veya aynı devlet çatısı altında farklı dinlere mensup insanların yaşamasından ve kültürü tanımlamanın güçlüğünden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, ulusun doğal
bir olgu olduğu görüşünü savunmak mümkün değildir. Bir ulusun üyesi olma halinin insanlık tarihi kadar eski olduğuna dair inanç veya ulusun insanları sınıflandırmanın doğal bir yolu olduğu fikri, bilimsel olarak savunulamaz.
Günümüz dünyası, siyasi anlamda, Fransız ve Amerikan Devrimlerinin
bir sonucu olarak ortaya çıkan ve zaman içinde tüm dünyaya yayılan
ulus-devletlerden oluşmaktadır. Avrupa’da ortaya çıkan ilk ulusdevletlere
baktığımızda iki farklı model dikkati çekmektedir. 

Birinci model, toprak ve yurttaşlık temelli bir modeldir ve ulusu sınırları belirli
bir toprak üzerinde, var olan yasalara uygun yaşayan siyasi bir cemaat olarak görür. İkinci modelde ise ortak köken, soy ve kültürel özellikler bir ulusun var olmasını sağlayan unsurlar olarak karşımıza çıkar.
Milliyetçilik ise ulus-devletin gelişmesine koşut olarak gelişmiş; aslında eski bir geçmişi olmayan, 19. ve 20. yüzyılın temel ideolojilerinden biridir. Dolayısıyla, yeni bir siyasal olgudur. Siyasal bir olgu olarak milliyetçiliğe ilişkin iki temel kuramsal yaklaşım vardır: Biri, sözü edilen iki ulus-devlet modelinden hareketle ortaya çıkan ve etnik milliyetçiliği sivik milliyetçilikten ayıran klasik yaklaşım; diğeri ise her milliyetçiliğin etnik ve sivik unsurları içinde barındırdığı görüşünü benimseyen inşacı yaklaşım. Birinci yaklaşım, genellikle milliyetçilikleri açıklamada ve özellikle de etnik kimlik, milli kimlik ve milliyetçilik arasındaki süreklilikleri ve yakın ilişkiyi anlamamızda ikinci yaklaşıma kıyasla daha yetersiz
kalmaktadır. İkinci yaklaşımın var olan ulus-devletlerin yapısını açıklama gücü daha fazladır.
İnşacı yaklaşımı benimseyerek çeşitli ulus-devlet örneklerini mercek altına aldığımızda her ulus-devletin, Türkiye örneğinde olduğu gibi, içinde barındırdığı ve aslında paradoksal gibi görünen bazı etnik ve sivik temelli unsurları tespit edebilir; nedenlerini tarihsel koşulları da dikkate alarak anlayabilir; böylece çağın gereklerini göz önünde bulundurarak geleceğe yönelik bazı önerilerde bulunabiliriz. Diğer bir ifadeyle, iki farklı ulus tanımı üzerine bina edilen iki farklı ulus-devlet ve milliyetçilik anlayışı olduğu bir gerçektir. Ancak, her iki modelin de kendi içinde diğer modele özgü bazı unsurları barındırdığını kabul etmek ve
bu melez yapının farklı derecelerde olmakla birlikte her ulus-devlet için
geçerli olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin, söz konusu iki ulus/ulusdevlet
modeli dikkate alındığında, birinci modeli izlediğini kolaylıkla ifade edebiliriz. Ancak, bu noktada, Cumhuriyetin kurucularının kurguladığı model ile bunun pratiğinin birbirinden farklılaştığına dikkat çekmek gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında ulusun tanımlanma biçimine baktığımızda veya Türk tanımının nasıl yapıldığını incelediğimizde, ulusun doğal bir olgu olarak tanımlanmadığını ve Türk kavramının da son derece sübjektif (yurttaşların isteğine bağlı toplumsal bir inşa) bir şekilde toprak temelli olarak tanımlandığını görürüz. Ne var ki, Cumhuriyetin kurucularının benimsemiş olduğu bu yurttaşlık odaklı, barışçı ve bir anlamda çağdaş milliyetçilik teorisi
açısından bir dönüm noktası olarak kabul edebileceğimiz Ernest Renan’ın
sübjektif ulus tanımına dayanan milliyetçilik anlayışı kök salamamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu andan itibaren yurttaşlığa dayalı toprak temelli bir milliyetçiliği benimsemesine rağmen bazı toplumsal, siyasal, ekonomik ve uluslararası dinamikler Cumhuriyetin benimsediği modeli, bir taraftan romantik Alman milliyetçiliğinin etkisi altında, diğer taraftan da çok etnili bir halkı ulusal bir kimlik etrafında bir araya getirmek ve ulusal bir bilinç yaratmak için izlenen pragmatik bazı politikalar sonucunda, aslında birçok milliyetçilik örneğinde olduğu gibi, daha melez bir modele; yani etnik temelli bazı unsurlara da alan tanıyan bir modele dönüştürmüştür. Burada belirtilmesi gereken önemli bir
husus, her milliyetçiliğin, ister toprak/yurttaş temelli, ister etnik temelli
olsun, yaygın bir halk desteğine ve meşruiyete gereksinim duymasıdır.

Melez Milliyetçilikleri bir anlamda kaçınılmaz kılan en temel neden bu
gereksinimdir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin kuruluşundan beri resmen benimsenen Fransız usulü yurttaşlık ve toprak/vatan bağı esasına dayalı Atatürk milliyetçiliği, pratikte, bu milliyetçilikle Alman usulü etnik bağı esas alan milliyetçilik arasında sıkışmış, tıkanmış; bu noktadan bir açılım yapamamış ve bir milli kimlik krizinin yolu açılmıştır. Elbette, Türkiye’de resmi milliyetçilik, yani Atatürk milliyetçiliği anlayışı dışında da bazı milliyetçilik anlayışları gelişmiş ve bu milliyetçilik anlayışları farklı ulus ve milli kimlik tanımları yaparak Türk milli kimliği krizini yaratacak koşulların oluşmasında etkin bir rol oynamışlardır. Türk milliyetçiliğinde ki tıkanıklığı aşmaya yönelik her türlü teşebbüs, gerek etnik temelli bir milliyetçiliği benimseyen çevrelerde, gerek Atatürk milliyetçiliğini ve
diğer bazı milliyetçilikleri benimseyen çevrelerde bir tehdit olarak algılanmış
ve bu teşebbüslerin önü kısa zamanda kesilmiştir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye’de ortaya çıkan melez model, Cumhuriyetin kurucularının yapmış olduğu siyasi ve hukuki Türklük tanımını zedelemiş ve ona etnik bir anlam yüklemiştir. Zaman içinde etnik temelli Türklük tanımının Türk siyasetinde karşılık bulması, toplumda Cumhuriyetin kurucularının kök salmasını istediği toprak temelli sübjektif Türklük tanımının içselleştirilmesini engelleyerek, farklı etnik kökenden ve mezhepten yurttaşların bir kısmının kendilerini zamanla
dışlanmış hissetmelerine neden olmuştur. Bu durum, aynı zamanda, farklı aidiyetlere ve kimliklere alan tanımayan bir milli kimlik anlayışının gelişmesine neden olmuştur.
Hiç şüphesiz, etnik ve kültürel türdeşliği inşa eden veya etmeye çalışan
ulus-devlet, bu yolla demokratik ve liberal kurumların oluşmasını mümkün kılacak altyapıyı yaratmış ve demokrasinin gelişmesini mümkün kılmıştır. Milliyetçiliğin de bu gelişime önemli bir katkısı olduğunu belirtmek gerekmekte dir. Ancak, küreselleşmenin neden olduğu toplumsal değişimler, gelişen demokrasi ve insan hakları anlayışının yarattığı toplumsal ortam, klasik ulus-devleti var eden homojenleştirici yaklaşımı zaman içinde ulus-devleti yıpratan bir unsur haline dönüştürmüş ve yeni açılımları gerekli kılmıştır.
Son yıllarda küreselleşmenin ulus-devleti iki açıdan tehdit ettiği görüşü
savunulmakta dır. İlk olarak, bir taraftan merkeziyetçileşme ile Avrupa
Birliği gibi ulus üstü örgütlenmelerin yukarıdan ulus-devlet üzerinde bir baskı oluşturduğu; diğer taraftan âdemimerkeziyetçiliğin azınlık kimlikleri veya etnik kimlikler aracılığı ile ulus-devlet üzerinde aşağıdan bir baskı oluşturduğu görüşü savunulmaktadır. İkinci olarak vurgulanan ise çoklu kimliklerin ortaya çıkması dır. Günümüz dünyasında bireyler çok farklı kimlikleri ve aidiyetleri aynı anda yaşamak ve benimsemek durumundadırlar. Örneğin, kendi milli kimliklerinin yanı sıra Avrupa Birliği vatandaşlığı gibi veya daha yerel, etnik, bölgesel, dinsel
bir kimlik gibi birçok kimliği benimsemektedirler.
Farklı kimliklerin, aidiyetlerin ve onların neden olduğu farklı sadakatlerin / bağlılıkların milliyetçiliği etkileyeceğini ve değiştireceğini varsayabiliriz.
Milliyetçiliğin bu süreçten nasıl etkileneceği, ulus-devletin söz konusu süreci yönetme biçimine bağlı olacaktır. Farklı aidiyet, sadakat, bağlılıklara alan tanımayan ve bunları milli kimlikle her durumda çelişen kimlikler olarak değerlendiren bir yaklaşımın ulus-devleti zafiyete uğratma ihtimali yüksektir. O nedenle, bireylerin aidiyetlerinin çok katmanlı, değişken ve karmaşık olduğu dikkate alınmalı ve bu aidiyetlerin inşa süreçleri son derece dikkatli bir şekilde irdelenmelidir. Bu irdeleme, farklı aidiyetlerin dışlayıcı olmayan bir şekilde kabul edildiği bir siyasal formun geliştirilebilmesi açısından son derece büyük bir
önem taşımaktadır.
Küreselleşme süreciyle aynı anda gelişen yerelleşme ve bunun neden olduğu kimlik kaymaları, sosyal bilimciler için önemli araştırma konusu olmuş ve birçoğu bireylerin çoklu kimlikleri olduğunu ve buna koşut olarak sadakat, aidiyet ve/veya bağlılık duygusunun birçok düzeyde aynı anda yaşanabileceği (yerel, bölgesel, ulusal veya uluslararası) görüşünü benimsemişlerdir. Dolayısıyla, çoklu kimliklerin var olması bu kimliklerin her durumda birbiriyle veya milli kimlikle çelişeceği anlamını taşımamaktadır. Çoklu kimliklerin birbiriyle çelişmeksizin var
olabilmesinin ve farklı sadakatlerin ve bağlılıkların olabileceğinin kabulünün,
ulus-devletin güçlenmesini sağlayacağı görüşünü savunabiliriz.
Diğer bir ifadeyle, ulus-devletin karşılaştığı tehditleri dikkate aldığımızda,
klasik yapısı ve özellikleriyle ulus-devletin her tarihsel formasyon gibi belirli bir olgunluğa ulaştığını ve varlığını sürdürebilmesi için yeni bir yapılanma gerektiği görüşü savunulabilir. Bu noktada üzerinde durulması gereken en önemli husus, bu yeni yapılanmanın çoklu kimliklere alan tanıyan yeni bir milliyetçilik anlayışını gerektirdiğidir.
Türkiye’deki duruma baktığımızda, küreselleşmenin etkileri ve Kürt meselesinin yarattığı sorunlar, ülkenin toprak bütünlüğünün, bekasının ve Türk kimliğinin tehdit altında olduğu algısına neden olmakta ve dolayısıyla Türk milliyetçiliğini güçlendirmektedir. Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin oluşmaya başlaması, ABD ve Avrupa ülkelerinin buna verdiği destek, Batı’ya duyulan güven ve bağlılığı sarsmıştır. Bu durum, Türk milliyetçiliğinin güçlenmesine ve Batı’dan bağımsız bir Türkiye özleminin artmasına neden olmaktadır. Başta Kürt meselesi olmak üzere, çeşitli siyasi konularda izlenen politikaların dış destekli veya dış müdahalelere açık olduğuna dair yaygınlaşan algı, toplumun bazı kesimlerinde
Türkiye’nin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün tehdit altında olduğu
kanaatini güçlendirmekte ve adeta yeni bir ‘Sevr sendromu’nun gelişmesine neden olarak Batı ve AB karşıtı bir nitelik kazanabilmektedir.

Bu anlamda bir Batı karşıtlığı, Batılı ülkelerin işgaline karşı bir bağımsızlık
savaşı vermiş; tam bağımsızlık ilkesini şiar edinmiş ve bunun gerçekleşmemesi halinde ölümü tercih ettiğini açıkça belirtmiş olan Cumhuriyetin kurucularının felsefesiyle çelişmektedir. Onlar, Batı karşıtlığı yerine, Batı medeniyetine ulaşmayı ve hatta geçmeyi hedef olarak belirlerken Batı ile ilişkilerini geliştirme yolunu seçmişlerdir.
Yukarıda belirtilen söz konusu Batı karşıtı çevrelerin bağımsızlık anlayışı
konusunda da bir açılım yapmaları gerektiği görüşü savunulabilir.
Günümüz dünyasında herhangi bir ülkenin kendisini küresel sistemden
izole eden bir bağımsızlık anlayışı benimsemesi mümkün değildir.
Bu, sadece ekonomik açıdan değil, siyasi ve kültürel açıdan da mümkün değildir. Batı’nın ürünü olan ve zaman içinde insanlığın benimsediği ve özlem duyduğu hukuk devleti, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi evrensel bazı değerlerin Batı toplumlarında büyük ölçüde kök salmış olduğunu görmekteyiz. Batılı ülkelerde, çeşitli sorunlara rağmen bu değerlerin ulus-devletin veya ulus üstü oluşumların gelişimi ve evrilişinden bağımsız olarak var olmaya devam edeceği görüşü savunulabilir.
Esas sorun, bu değerlerin yeterince kök salmadığı, demokratikleşme
sürecinin farklı noktalarında yer alan ülkeler için geçerlidir. Bu nedenle,
Türkiye de demokratikleşme yolunda ilerlerken, bu evrensel değerleri
üretmiş Batı’dan uzaklaşmayarak, Batı’yı basitçe taklit etmeden kendi
insanlarının gereksinimlerine yanıt verecek bir ulus-devlet modelini ve
bağımsızlık anlayışını, Cumhuriyetin kurucularının kurguladığı model
ışığında, onların Batı’yı algılama biçimlerini göz önünde bulundurarak
ve evrensel değerleri temel alarak hayata geçirmelidir.

Ulus-devletin tehdit altında olduğu düşüncesi milliyetçiliği güçlendirmekte
ve Cumhuriyetin yurttaşlık esasına dayalı özelliklerini daha da zayıflatarak bireyi etnik temelli kolektif bir kimliği benimsemeye teşvik etmekte ve farklı aidiyetlere alan tanımamaktadır. Bu durum, farklı kimliklerin ve milliyetçiliklerin de güçlenmesine neden olmakta ve Türkiye’deki milliyetçilik anlayışındaki tıkanıklığın aşılmasını engelleyerek Türkiye’yi bir milli kimlik krizi ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Cumhuriyetin kurucularının kurguladıkları milli kimlikten zaman içinde uzaklaşılması ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını bir arada tutan temel ortak değerlerin erozyona uğraması nedeniyle ortaya çıkan milli kimlik krizinin, özellikle de bir devleti var eden kurumların yıpratılması ile giderek Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit edecek boyutlara ulaştığı iddia edilebilir. Bu çerçevede, kamu yararı ve ulusal çıkar gibi kavramların, özellikle 1980’lerden itibaren anlam ve değerini yitirdiğini ve hatta yanlış anlaşıldığını vurgulamak gerekmektedir. Bu kavramların uğradıkları erozyon, ulus-devleti ve bireyleri bir arada tutan değerleri yıpratarak milli kimlik krizini derinleştirmektedir.

Türkiye’nin milliyetçilik anlayışında yukarıda belirtilenler ışığında bir açılım yapamaması halinde toprak bütünlüğünün korunmasının giderek zorlaşacağını belirtmek gerekmektedir. Bu bağlamda, ülke bütünlüğü için kaçınılmaz olan ve tüm yurttaşların paylaşacağı ortak değerlerin ve kuralların yeniden inşa edilmesi zorunludur. Ulus-devletlerde, özellikle de çok etnili bir yapıya sahip ulus-devletlerde, ulus inşa sürecinin aslında hiç bitmeyen bir süreç olduğu, bu tespitin en yerleşik demokratik ülkeler için de geçerli olduğu dikkate alınmalı ve çağın gereği olan özgürlük, eşitlik ve demokrasi gibi değerlerle bağdaşan bir milli kimlik inşa edilmelidir. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu milli kimlik krizini aşmak için ulus tanımında ve milliyetçilik anlayışında yapması gereken açılım, tüm yurttaşların, özellikle de Kürtlerin, kendi gruplarına ve topraklarına duydukları sadakati Türk Devletine de duymalarını sağlayacak adımların atılmasını ve her Türk vatandaşını kapsayacak bir ulus anlayışının benimsenmesini gerektirmektedir.
Bu bağlamda altı çizilmesi gereken önemli bir nokta, farklı ülkelerde yaşayan farklı toplulukların üyelerinin birbirine karşı besledikleri sadakat duygusunun veya bağlılığın bir devlet çatısı altında bir arada yaşamak için yeterli bir unsur olmadığıdır. Birçok örnekte görüldüğü gibi, özellikle de Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden süreçte, bağımsız eski Sovyet Cumhuriyetlerinin deneyimlediği ve zaman içinde yavaşlayan etnik göç ve buna bağlı etnik homojenleşme eğilimi, aynı etnik gruba veya ulusa mensubiyetin bir arada yaşayabilmek için yeterli bir unsur olmadığını ortaya koymuştur. Farklı etnik gruplara mensup olmakla birlikte yıllar boyunca farklı yerlerde ve farklı gruplarla sosyalleşme ve yaşama deneyimi, aynı etnik grup üyelerinin farklı özellikler
geliştirmelerine, bir arada yaşadıkları diğer gruplarla güçlü bir bağ kurmalarına
ve bu durumun ortak bir kimliğin ve kültürün gelişmesine neden olduğunu göstermiştir. Bu tür bulgular, ulus ve etnisite kavramlarının sübjektif doğasını açık bir şekilde göstermektedir. Aslında temel sorun, ulus ve etnisite gibi kavramların pratikteki yaygın algılanışın bilimsel tespit ve kuramlarla çelişmesi dir. Diğer bir ifade ile bu kavramların sübjektif doğası, günlük yaşamda genel olarak anlaşılmamak ta ve kavramlara objektif bir içerik yüklenerek yanlış kullanılmaktadır. Bu yanlış kullanım, milliyetçi ideolojiye hizmet etmekte ve birçok durumda insan hakları, demokrasi gibi evrensel değerlerle de çelişebilmektedir.
Öte yandan, milliyetçiliğin temeli olan kendi kaderini tayin hakkı da tartışmalı bir yorumla sadece bağımsız devlet kurmak biçiminde anlaşılabilmektedir.

Oysa ki eşit haklara sahip eşit yurttaşlar olma durumu da bağımsızlık olarak algılanabilir. Bağımsızlık, özerklik ve benzeri taleplerin temelinde, gelişmiş Batı toplumlarında bile, devletin tüm yurttaşlarına eşit davranmadığına ilişkin algının olduğu dikkate alındığında kendi kaderini tayin hakkı ve eşit yurttaşlık arasındaki güçlü bağ ortaya çıkmaktadır.

Sosyal bilimcilerin dikkatini çeken önemli tartışma alanlarından biri, bireylerin devlete duydukları sadakat/bağlılıktır; zira yukarıda da ifade edildiği gibi, ulus üstü ve ulus altı birimlerin bireylerin kimlikleri üzerinde ciddi etkileri olmaktadır. Bunun milli kimliğin önemini azaltıp azaltmadığı önemli bir tartışma konusudur. Ulus-devletin varlığının vatandaşlarının sadakatine bağlı olduğunu kabul edecek olursak, sadakati besleyecek istek, devletin var olmaya devam edebilmesi için olmazsa olmaz unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ulusun var olmaya devam edebilmesi için yurttaşların ortak bir geçmişi paylaşmış olmaları yeterli değildir. Ortak bir geleceğe sahip olma isteği ve kararlılığı, en az ortak bir geçmişe sahip olmak kadar önemli, hatta ulusun ve dolayısıyla devletin bekası açısından daha da önemlidir. O nedenle, gelecekte bir arada yaşama isteğini doğuracak ve bu isteği sürekli kılacak koşulların yaratılması bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı düzeylerdeki sadakatlere (bir dine, bir etnik gruba, vb) tanınacak alan, bireylerin devlete sadık olma isteklerine katkı sağlayabilecek tir.
Türkiye örneğine baktığımızda, bir taraftan yerel veya bölgesel bazı etnik kimlikler, diğer taraftan daha küresel olarak nitelendirebileceğimiz dini kimlikler güçlenmektedir. Bu kimliklerin veya kimlik kaymalarının güçlenmesinin milli kimliği zayıflatacağı ve bunun sonucu olarak da devlete olan sadakat ı zayıflatacağı düşünülebilir. Bu ihtimalin ortadan kaldırılması için ulus ve milliyetçilik anlayışının gözden geçirilmesi ve Cumhuriyetin kurucularının benimsediği ve Renan’ın anlayışıyla örtüşen sübjektif bir ulus tanımının kök salması ve yurttaşlık temelli bir milliyetçilik modelinin içselleştirilmesi için gerekli adımların atılması gerekmektedir.

Türkiye’de Cumhuriyetin kurucularının benimsediği ve Fransa’yı örnek alan modelden uzaklaşılması, birçok başka ülkede olduğu gibi, milliyetçiliğin ideolojik olarak bir zafer kazanmasına ve vatanseverlik kavramının kenara itilmesine neden olmuştur. Yukarıda da belirtildiği gibi, ulus ve etnisite kavramlarının yaygın yanlış kullanımını aşmanın en etkin yollarından biri, bazı sosyal bilimcilerin savunduğunun aksine milliyetçilik ve vatanseverlik ayrımını yapmak ve bu ayrım üzerinden bir açılım yapmaya çalışarak dışlayıcı olmayan bir vatanseverlik anlayışını geliştirmek olabilir; zira milliyetçiliğin ortaya çıkışı vatan kavramının da siyasi anlamını yıpratarak ona daha kültürel ve manevi bir anlam
yüklemiştir. Böylece, vatan sevgisi, vatanseverlik veya ülke sevgisi siyasi bir sevgi ve bağlılık olmaktan çıkmanın yanı sıra özgürlüğe, kanunlara ve kurumlara olan bir bağlılık olmaktan da çıkmış ve daha doğal bağlar üzerinden tanımlanmış tır.
Bu bağlamda, yeni bir milliyetçilik anlayışı geliştirme çabasının ilk adımının milliyetçilik ve vatanseverlik kavramlarının ayrımının yapılması yoluyla olabileceği görüşünü savunabiliriz. Bu ayrımın yapılması, bir taraftan ülke sevgisini rasyonel temeller üzerine bina ederek farklı kimliklere alan tanıyacak, diğer taraftan duygusal bir bağlılığa da olanak tanıyacaktır. Birçok sosyal bilimcinin de dikkati çektiği gibi vatanseverlik, hem akılcı bir sadakat, hem de duygusal bir bağlılıktır. Evrensel hukuki ilkelerin benimsenmesi ve tüm yurttaşlar a eşit bir şekilde uygulanması, bütün yurttaşların devlete sadakatini güçlendirerek milli duygunun güçlü olmadığı toplumsal katmanlarda doğal bağlar üzerinden tanımlanmayan (etnik veya ırkçı temeli olmayan) bir milli duygunun
yeşermesini sağlayacaktır. Her türlü etnik ve benzeri farklılıklardan bağımsız bir vatanseverlik kavramının canlandırılması, milliyetçiliksiz bir vatanseverliği mümkün kılabilecektir. Böyle bir vatanseverlik anlayışı, eşit yurttaşlardan oluşan ve hukuka dayanan sübjektif bir ulus anlayışının yaygınlaştırılmasını mümkün kılabilecektir. Bu anlayış, ülke bütünlüğünü ve halkın bütünleşmesini sağlayacak yolu açarken milli duyguyu yaygınlaştıracak ve birçok ayrımcılığı da ortadan kaldırarak demokrasinin gelişmesine önemli bir katkı sağlayacaktır.

Doç. Dr. Ayşegül AYDINGÜN

Kaynakça

Anderson, Benedict (1983) Imagined Communities, Reflections on the Origins of Nations and Spread of Nationalism, Londra: Verso.
Gellner, Ernest (1983) Nations and Nationalism, NY: Cornell University Press.
Hobsbawm, Eric (1990) Nations and Nationalism since 1780: Programme,
Myth and Reality, Cambridge: Cambridge University Press.
Renan, Ernest (1882) ‘Qu’est-ce-qu’une Nation?’, Sorbonne Üniversitesi’nde verilen konferans, 11 Mart.
Smith, Anthony D. (1983) Theories of Nationalism, NY: Holmes and Meier Publishers.
Smith, Anthony D. (1991) National Identity, Londra: Penguin.
Viroli, Maurizio (1987) For Love of Country: An Essay on Patriotism and Nationalism, Oxford: Clarendon Press.

10. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

21 Ekim 2015 Çarşamba

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 8




TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
BÖLÜM 8




KÜRESELLEŞEN DÜNYADA TÜRKİYE VE DEMOKRATİKLEŞME



Süreçler, Sorunlar, Aktörler

Prof. Dr. E. Fuat KEYMAN


Bugün demokrasinin bir taraftan küreselleştiği, diğer taraftan da ciddi tehlikeler ve risklerle karşı karşıya olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Hem dünya siyaseti içinde, hem farklı ekonomik gelişmişlik ve kültürel yapılara sahip farklı ülkeler içinde, hem de ülkemiz Türkiye içinde, demokrasi gerek bir “ Siyasal sistem ”, gerek “devlet-toplum/birey ilişkilerinin bir düzenlenme tarzı”, gerekse de bir “siyasal kültür” olarak ciddi bir tehlike içindedir.
Bu çalışmada, daha sonra, “demokrasinin ikilemi” olarak adlandıracağım bu tehlike, somut olarak, demokrasinin, bir taraftan söylemsel ve retorik düzeyinde her türlü toplumsal aktör tarafından kullanılırken, diğer taraftan da, aktörlerin kendi iktidar ve çıkarlarını maksimize etme sürecinde “araçsallaştırılması”yla, siyasi partiler tarafından “işlevsizleştirilmesi”yle, ve anlam olarak “içinin boşaltılması” ile ilgili bir tehlikedir.

Bu nedenle de, demokrasinin küreselleşmesiyle, demokratik normların toplumsal yaşamda derinleşmesi ve yerleşikleşmesi çağrılarının eş-zamanlı yaşandığı bir dünya da yaşıyoruz. Bu çağrılar, akademik ve kamusal söylem içinde, “post-demokrasi”, “demokrasi eksiği”, “neoliberal yıkıcı küreselleşme ve demokrasi”, “illiberal demokrasi”, “güçlü demokrasi gerekliliği”, “demokrasinin derinleşmesi ve yerleşikleşmesi” v.b. ciddi ve önemli tartışmaları ortaya çıkartıyor.
Demokrasi üzerine yapılan bu çağrıların ve tartışmaların Türkiye için de çok önemli olduğunu düşünüyorum. İster Türkiye-AB, Türkiye- IMF ve Türkiye-ABD ilişkileri içinde tartıştığımız iyi toplum yönetimi ve devlet egemenliği sorunu ve tartışmaları, ister parti kapatma sorunundan kurumlar-arası ilişkilerde yaşadığımız sorunlar ve bu bağlamda yapılan tartışmalar, isterse de, son yıllarda siyasetin ana gündem maddelerinden birisi olma konumuna yükselmiş olan kimlik-siyaseti temelli talepler ve sorunlar içinde ortaya çıkan “birlikte yaşama” tartışmaları; hepsi de bizi demokrasi sorusuna götürüyor. Türkiye’nin iyi, adaletli ve demokratik yönetimi bu tartışmayı yapmamızı gerekli kılıyor.
Türkiye “demokrasiye geçiş süreci”ni tamamlama aşamasında ve “demokrasisini devlet-toplum/birey ilişkilerinde yerleşikleştirme ve derinleştirme sürecini” yaşayan bir ülkedir (Özbudun: 2000, Sunar: 2005, Keyman ve Öniş: 2007). Aslında, Türkiye-AB ilişkilerinde de sık sık vurgulandığı gibi, 1876’dan bugüne “anayasal demokrasi”, 1950’den bugüne “çok-partili parlamenter demokrasi” deneyimleri yaşayan Türkiye’de, siyaset dışı yollarla rejime müdahale etmeler, yasama-yürütme-yargı ilişkilerinde sorunlar ve kurumlar-arası eş-güdümsüzlük, iletişimsizlik, hatta çatışma gibi sorunlar hala yaşanmakla birlikte, “parlamenter demokratik sistemin” bir siyasal norm olarak siyasi aktörler ve devlet seçkinleri tarafından kabul edildiğini ve toplum tarafından önemli bir derecede içselleştirildiği ni söyleyebiliriz. Fakat demokrasiye geçiş, diğer bir değişle çok partili parlamenter demokrasi kurumlarını yaşama geçirmek, demokrasi için gerekli ama yeterli koşul değil. Daha sonra açıklayacağımız gibi, bir ülkenin demokrasi olarak nitelemesinin yeterli kıstası, demokrasinin hem devlet-toplum, siyaset-toplum ve devlet-siyaset ilişkileri içinde, hem de toplum-içi farklı kimlikler arası ilişkilerde ve güncel hayatın örgütlenmesinde “yerleşikleşmesi” ve “derinleşmesi” dir. 1
Bu anlamda da, bu noktada altını çizmek istediğim nokta şu dur: Türkiye’de demokrasinin bugün karşı karşıya olduğu tehlikeler, ikilem ve sorunlar, demokrasiye geçişten çok demokrasinin yerleşikleşmesiyle ve derinleşmesiyle ilgilidir. Bu nedenle de, dış politikadan iç politikaya, kurumlar-arası ilişkiden toplumsal uzlaşmaya, ekonomiden kültüre, farklılıklar - arası ve içi birlikte yaşamadan günlük yaşamın haklar, özgürlükler, kurallar ve sorumluluk içinde örgütlenmesine kadar geniş bir yelpaze içinde yaşanılan, ve demokrasiyi tehlikeye iten sorunlar, demokrasinin yerleşikleşmesiyle ve derinleşmesiyle ilgili sorunlardır.


1) Burada “yerleşikleşme” consolidation, “derinleşme”de deepening terimleri için kullanılmaktadır. Demokrasinin yerleşikleşmesi “the consolidation of democracy”, demokrasinin derinleşmesi de “the deepening of democracy” için kullanılmaktadır. Bu literatürler için önemli bir kaynak olarak, Journal of Democracy dergisine bakılabilir.

Çok Partili parlamenter ve temsili demokratik yapı, ve bu yapının üzerine kurulmuş temsili demokrasi Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasıyla
“gerekli ama yeterli olmayan bir kıstas”tır. Yeterli kıstas, ülke içinde tüm aktörler tarafından “demokrasinin oyunun belirleyici ve tek kuralı” olduğunu anlayışının içselleştirilmesidir.

Bu temelde, çalışma ilk önce, demokrasiyi bugünün dünyası içinde yaşadığı sorunlara odaklanacak, ve buradan demokrasiyi nasıl tanımlamalıyız
sorusuna yanıt arayacaktır. Bu çözümleme, bize, hem akademik ve kamusal söylem içinde giderek önem kazanan demokrasi tartışmasının ana parametrelerini verecektir; hem de, yapacağımız Türkiye’de demokrasi çözümlemesinin kuramsal ve kavramsal altyapısını oluşturacaktır.
İkinci olarak, çalışma bugün yapılan demokrasi tartışmasının tarihsel bağlamını oluşturan, Türkiye’nin 1980’lerden, özellikle 1990’lardan başlayarak giderek ivme kazanan “değişim ve dönüşüm süreci”nin kısa bir açılımını yapacaktır. Bu da bize, bugün yaşadığımız demokrasinin yerleşikleşme ve derinleşmesi sorunlarını ortaya koyma olanağını verecektir. Sonuç kısmındaysa, çalışma, demokrasinin yerleşikleşmesine yardımcı olabilecek ve bu sürece katkı sağlayacak önerilerde bulunacaktır.

DEMOKRASİYİ NASIL DÜŞÜNMELİYİZ?


Demokratikleşme, toplumsal güven ve muhalefet olguları üzerine yaptığı çalışmalarla siyaset bilimi alanın en önemli bilim insanlarından biri konumuna gelmiş Charles Tilly (2007), Demokrasi başlığını koyduğu yeni çalışmasında, bugün Türkiye içinde çok önemli olan bir soruya yanıt aramaktadır: demokrasi kavramından ne anlamalıyız ve bir siyasal sistem ne zaman demokrasi nitelemesi kazanır? Tilly’e göre, bugün yaşadığımız dünya bu sorulara yanıt verilmesi çabasını gerekli ve kaçınılmaz kılan bir tarihsel-bağlamı oluşturuyor. Bugün yaşadığımız dün Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme: Süreçler, Sorunlar, Aktörler yada, bir taraftan demokrasinin giderek daha fazla ülkede “bir söylem”, “bir retorik”, hatta “siyasal sistemi tanımlayan bir niteleme sıfatı” olarak kullanıldığını gözlemliyoruz; diğer taraftan da, giderek daha fazla
ülkede insan hakları ihlallerinin, haklar ve özgürlükler alanını kısıtlayıcı girişimlerin, yoksulluğun, yoksunluğun, dışlamanın, eşitsizliğin ve farklılıkları
ötekileştirmenin yaygınlaştığını görüyoruz. Artık, otoriter rejimler de kendilerini demokrasi olarak tanımlıyorlar ve demokrasi olma iddiası altında anti-demokratik ve insan hakları ihlallerinin yaygın olarak kullanıldığı yönetimlerini sürdürmeye çalışıyorlar.
Bu nedenle, Tilly çalışmasına, Kazakistan ve Jamaika örnekleriyle başlıyor (2007:1-7). Her iki ülke de, insan hakları ihlallerinden yoksulluğa,
ciddi demokrasi eksiği ve sosyal adalet sorunları yaşayan ülkeler.
Bununla birlikte, bu ülkelerin anayasalarına baktığımız zaman, kendilerini,“İnsan yaşamına, haklarına ve özgürlüklerine saygılı demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti”  olarak tanımladıklarını ve kendilerinetemel yönetim normu olarak da, “tüm ülke insanlarının yararına ekonomik kalkınma, siyasal istikrar ve kamu yararı ve ülkeyi ilgilendirensorunların seçim ya da referandum gibi demokratik yöntemlerle çözümlenmesi” türü ilkeleri aldıklarını görüyoruz. Bu nedenle de demokrasi oldukları siyasi liderleri ve seçkinleri tarafından sürekli vurgulanan bu ülkeler, özünde anti-demokratik yönetim tarzı ve uygulamalarına sahip otoriter ülkelerdir. Bugünün dünyasında demokrasi, demokratik yönetim, demokratik kültür olgularını karşılaştırmalı olarak çalıştığımız zaman görüyoruz; demokrasinin bir söylem-retorik olarak kullanıldığı, ama devlet-toplum/birey ilişkilerinin düzenlenmesinde uygulamaya sokulmadığı ülke örneklerinin sayısı giderek artmaktadır. Bu soruna, “demokrasinin yaşadığı ikilem” diyebiliriz; başka bir deyişle, demokrasinin bir retorik olarak yaygınlaşırken ve küreselleşirken, bir siyasal sistem, bir toplum yönetimi tarzı, bir kültür olarak giderek içinin boşaltılması, araçsallaştırılması ve işlevsizleştirilmesi.

Bu noktada vurgulamamız gerekir ki, son yıllarda, bu ikilemin farklı dereceler ve boyutlar içinde, sadece “demokrasiye geçiş” dönemine girmiş, ya da bu dönemi yaşayan ülkeleri kapsamadığını; demokrasi deneyimleri uzun bir tarihsel dönemi içeren ve demokrasilerini kurumlar - arası ilişkilerde, devlet-toplum/birey ilişkilerinin düzenlenmesinde ve siyasal ve toplumsal kültürel yaşam alanlarında “yerleşikleştirme” (the consolidation of democracy) ya da “derinleştirme” (the deepening of democracy) süreçlerini yaşayan ülkelerde de yaşandığını biliyoruz.2

Hem 1980’lerden bugüne giderek yaygınlaşan, derinleşen ve hızlanan küreselleşme süreçleri ve sonuçları; hem uzun demokrasi deneyimi
olan gelişmiş ülkelerde var olan temsili demokrasi anlayışının yarattığı sonuçlar; hem de 11-Eylül-2001 terörü sonucunda oluşan “terörizme karşı küresel mücadele anlayışı ve stratejisi”nin dünya siyaseti ve ülke siyasetleri üzerinde yarattığı sonuçlar üzerine yapılan tartışmalar içinde, demokrasinin yaşadığı ikilem üzerine vurguyu görebiliyoruz (Benhabib, 2004; Tilly, 2007; Axtmann, 2007; Goodhart, 2005). Tilly’nin vurguladığı gibi, son yıllarda düzenli seçimler ve muhalefet partilerinin varlığı temelinde tanımlanan demokrasinin tercih edilen bir siyasi rejim ve siyasi söylem olarak yaygınlaştığını, dünya siyasetinde yer alan ülkeler içinde %60’ları geçen bir orana ulaştığını, bu temelde de küreselleştiğini görüyoruz. Ama, aynı zamanda da, bu rejimler, hatta gelişmekte olan ve gelişmiş demokrasilerde, gerek “bireysel, kültürel ve sosyal hak ve özgürlüklerin korunması ve genişletilmesi”; gerek “şiddet ve baskı yerine demokratik müzakere ile toplumsal sorunların ve taleplerin çözümü”; gerekse de “farklı kültürel kimlikler arası ilişkilerde ötekileştirme yerine eleştirel anlama ve diyalog-temelli tartışma ortamının yaratılması” içinde düşündüğümüz demokratik yönetim, demokratik toplum ve demokratik siyasal kültür olgularında ciddi tahriplerin, ciddi aşınmaların, ciddi sorunların olduğu bir dünyada yaşıyoruz.

2) Çalışmalarını çok yararlı bulduğum ve akademik alanda önde gelen demokrasi kuramcılarından Robert Dahl, Demokrasi Üzerine adlı çalışmasında, dünya ölçeğinde demokrasiye sahip olduğunu söyleyen ülkeleri karşılaştırmalı bir yöntem içinde üç gruba ayırabileceğimizi söylemektedir: otoriter ya da askeri yönetimlerden demokrasiye geçiş sürecindeki ülkeler (özellikle, Latin Amerika, Orta ve Kıta Avrupa ülkerinde gördüğümüz gibi), demokrasisini yerleşikleştirme sürecini yaşayan ülkeler (örneğin Güney Avrupa ülkeleri) ve demokrasisini derinleştirme sürecindeki ülkeler (Kanada, Amerika, İsveç v.b. ülkeler). Bu bağlamda, yaptığım sınıflandırma ve daha detaylı bilgi için, bkz. Dahl (1998).

Demokrasinin karşılaştığı bu tehlikenin, ya da, vurguladığımız ikileminin beş kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi ve bugün güncel temelde üzerinde tartıştığımız ve özellikle de 11/Eylül-sonrası ve terörizme karşı küresel mücadele üzerine şekillenen dünyada yaygınlaşan ve güç kazanan “siyasetin güvenlik leştirilmesi” (the securitization of politics) diye adlandırabileceğimiz olgu ya da sorun. “Siyasetin güvenlikleştirilmesi” olgusu, siyasi alanın güvenlik-temelinde sınırlanmasını ve yeniden-şekillendirilmesi çabasını ve güvenlik gereksiniminin haklar ve özgürlükler alanın önüne koyulmasını içeriyor ki, bu temelde de, siyasetin giderek “dost-düşman ilişkisi” olarak tanımlanmasını ve yaşama geçirilmesini ortaya çıkartıyor. Son dönem ABD dış politikasına anlam veren “yeni muhafazakarlık ideolojisi”, Avrupa’da çok-kültürlülüğe ve göçmenlere, özelde de İslami kimliğe karşı gelişen korku ve dışlama eğilimi, dünyada medeniyetler-arası çatışma tezinin kabulü, ve kendisine İslami kimlik ve cihadı kurucu nitelik olarak alan küresel terör düzlemlerinde, siyasetin güvenlikleştiril mesi olgusunun önemi ve belirleyiciliğini görüyoruz. Fakat altını çizmeliyiz ki, güvenlik adına demokrasinin ertelenmesi ve demokratik normların aşındırılması, demokrasinin önünde çok önemli bir tehlikeyi oluşturmaktadır.

Fakat bu tehlikenin 11 Eylül teröründen daha önce başladığını biliyoruz. Bu bağlamda da, 1980’lerde başlayarak giderek yaygınlaşan “serbest pazar normlarının her türlü sorunun çözümü, toplumsal gelişmenin belirleyicisi ve toplum yönetiminin kurucu zihniyet referansı” olarak tanımlandığı yeni-muhafazakâr ya da neoliberal söylem de demokrasinin bugün yaşadığı tehlikenin ve ikilemin oluşmasına katkı vermiştir. Üstelik neoliberalizmin katkı ve gücü, sadece yerel ve ulusal değil, bölgesel ve küresel ölçeklerde ortaya çıkmış ve siyasi partilerden uluslararası örgütlere kadar uzanan geniş bir kurumsal alanda yaşama geçirilmiştir.3 

Bu temelde de, demokrasinin ikileminin ikinci kaynağı olarak görebileceğimiz, “siyasetin pazarlaştırılması” (the marketization of politics) olgusu  ortaya çıkıyor. Siyasetin pazarlaştırılması, her şeyden önce siyaset yapma zihniyet ve eyleminin serbest pazar olgusu ve normlarına, özellikle de bireycilik ve “girişimci ve zenginleştirici olmanın bireylere, statü-temelli konumsal ve siyasal güç sağlayacağı” düşüncesine indirgenmesi anlamına geliyor. 


3) Neoliberal ekonomi, siyaset ve küreselleşeme anlayışının ayrıntılı çözümlenmesi için bkz. Krieger (2006) ve Keyman ve Öniş (2007).


Serbest pazarın güçlendirilmesinin her sorunun çözümü olduğu, bu bağlamda devletin küçültülmesi ve bireyciliğin güçlendirilmesinin siyasette verimlilik ve etkililik yaratacağı düşüncesinin siyasete hâkim olması, aynı zamanda sosyal adalet, dayanışma, özgürlük, katılım v.b. demokratik normların da serbest
pazar mantığına indirgenmesi anlayışını da içeriyor.
Siyasetin pazarlaştırılması’nın önemli bir boyutu da, ki bu noktada demokrasinin ikileminin üçüncü kaynağını görebiliriz; siyasi temsil alanında yaşanan, ve toplum yönetiminin oy veren seçmenlerin iradesi ve tercihlerinden giderek koparak, küresel ve ulusal düzeylerde hareket eden teknokrat-bürokratik seçkinlerin ve ekonomik baskı/çıkar gruplarının ve lobilerin eline geçmiş olmasıdır. Dünya siyasetinin ve ülke siyasetlerinin seçilmeyen bu grupların vizyon, zihniyetler ve çıkarları tarafından etkilenmesi, siyasetin bu gruplar tarafından yönlendirilmesi, modern zamanların hakim demokrasi anlayışı olan “temsili demokrasinin temsiliyet ve meşruiyet krizi”ne yol açıyor (Keyman: 2008). Seçimler giderek anlamını yitiriyor; oy verme giderek önemini kaybediyor ve demos’u oluşturan yurttaşlar topluluğu giderek siyasi partilere güvenlerini
kaybediyor. Serbest Pazar normlarını ayrıcalıklı konuma yerleştiren ve bu eksende küresel ekonomiye yön veren Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Dünya Bankası (WB) gibi uluslararası kuruluşlar, ve ülke ekonomilerini bu yönde etkilemek isteyen ekonomik baskı/çıkar grupları ve lobiler, bir taraftan siyasetin pazarlaştırılması sürecinde önemli rol oynarken, diğer taraftan da demokratik normların içini boşaltarak, bugün yaşadığımız temsiliyet, meşruiyet ve adaletli toplum yönetiminde “demokrasi eksiği” sorununu ortaya çıkartıyorlar.
Demokrasinin ikileminin dördüncü kaynağı, sosyolojik olarak, demokrasinin üstüne inşa edildiği toplumsal yaşamın ve ilişkilerin giderek daha çok “çoğulcu ve çok-kültürlü” bir nitelik kazanmasıyla ilgili Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme: Süreçler, Sorunlar, Aktörler dir. Ötekilerin Hakları adlı önemli çalışmasında bu noktanın altını çizen Seyla Benhabib, demokrasi kuramları içinde egemen konumda olan hem liberal hem de toplulukçu düşünce akımlarının homojen bir “biz” kavramı üzerine kurulmuş demokrasi anlayışını eleştirerek, bugünün çoğulcu ve çok-kültürlü toplumlarına uygun demokratik rejimin, çoğulculuğu ve farklılığı içeren bir demos anlayışı üzerine kurulması
gerektiğini öneriyor.4 Benhabib’e göre, liberal ve toplulukçu kuramlar içinde geliştirilmiş modern demokrasi anlayışının içerdiği ne “etnos”, diğer bir değişle “egemen biz” anlayışı, ne de bu anlayış üzerine kurulmuş “demos”, dolayısıyla demokratik rejimi harekete geçirecek vatandaşlar topluluğu, bugünün toplumlarının iyi, demokratik ve adaletli yönetimi için ampirik ve normatif temeli oluşturamamaktadırlar.
Modernleşmenin farklı kimliklere açılarak değişimini simgeleyen postmoder nizasyon ve küreselleşme süreçlerinin sonucunda, modern toplumlarda demokrasinin varsaydığı etnos; hem bir ülkeye dışarıdan gelen göçmenlere, hem de ülke içinde tanınma taleplerinde bulunan farklı kimliklere açılmakta ve artık belli bir kimliğe dayalı “biz” anlayışını üretememektedir. “Biz” dışardan içeriye ve içeriden merkeze doğru gelen “ötekilere” açılmakta, böylece de hem etnos çoğullaşmakta, hem de “demos” yeni sesleri ve yeni talepleri içinde barındıran bir niteliğe bürünmektedir. En azından, sosyolojik olarak, modern demokrasilerin yanıt vermesi gereken böyle bir toplumsal gerçeklik ortaya çıkmaktadır.
Çoğulculuğu, çok-kültürlülüğü ve böylece ortaya çıkan ötekilerin hak taleplerini içinde barındıran bir etnos, ve bu çok-boyutlu ve çok-katmanlı etnosu harekete geçirecek çoğulcu demos, bugünün demokrasi kuramlarının sorgulanmasına ve yeniden-kurulma gerekliliğine yol açmaktadır.
Siyasetin “güvenlikleştirilmesi”, “pazarlaştırılması”, temsili demokrasinin krizi ve çok-kültürlülük olgularının yanı sıra, 1980’lerden bugüne giderek artan “kamusal olanın ve kamusal tartışmanın gerilemesi” (the decline of the public) diyebileceğimiz sorun da, demokrasinin ikilemini yaratan bir beşinci kaynak olarak ele alınabilinir. Bu dönemde, pazar stratejilerine ve “girişimci bireycilik-para kazanmak-güç elde etmek denklemine” giderek mahkûm olan modern toplum içinde; kamusal tartışmanın, kamu yararının, kamusal alanın öneminin giderek aşındırıldığını görüyoruz. 

4) S. Benhabib, The Rights of Others, Cambridge, Cambridge University Press, 2004. 


Tüketimin ve eğlence kültürünün popüler kültür içindeki gücünü artıran
Kamusal olanın gerilemesi, tüketim ve eğlence kültürünün güçlenmesi, bir taraftan bireycilik ya da cemaatçilik diyeceğimiz sosyal yaşamın atomlaşmasını ortaya çıkartıyor; diğer taraftan da siyaseti toplum için iyi ve adaletli olanı bulma eylemi yerine, bu atomlaşmanın aracı haline sokuyor. Bu da demokratik norm ve kuralların içinin tüketim, eğlence, pazar stratejileri ve bireycilik/cemaatçilik tarafından boşaltılması anlamına geliyor. Kamusal olanın ve kamusal tartışmanın gerilemesi de, bu bağlam da demokrasinin önündeki en önemli tehlikelerden bir tanesi ortaya çıkartıyor.
Eğer demokrasinin bugün farklı boyutlar ve dereceler içinde gerek geçiş dönemini, gerekse de yerleşikleşme ve derinleşme dönemini yaşayan
toplumlar içinde karşı karşıya olduğu ikilem ve tehlike saptaması doğruysa; o zaman, Tilly’nin önerdiği gibi demokrasinin tanımı ve “hangi kıstaslar içinde bir ülkenin demokrasi olduğuna karar verebiliriz?” sorusuna yanıt çok önemli oluyor. Kazakistan ve Jamaika, ve bir sürü benzer ülke, demokrasiyi sadece anayasal düzeyde ve seçimlere dayalı bir siyasal sistem anlayışı içinde tanımlıyor. Fakat, bir ülkenin anayasasında yer alan “temel”, “kurucu” ve “düzenleyici” normların tanımında demokrasiye gönderimde bulunması, ne de, demokrasiyi seçimlerin varlığına, düzenli yapılmasına, muhalefet partilerinin varlığına ve iktidarı eleştirme kapasitesine dayalı bir formal (biçim-temelli) siyasal sistem olarak yaşama geçirmesi, bize o ülkede demokratik bir sistemin varlığı için yeterli bir nesnel kıstası veriyor. Diğer bir deyişle, bugün demokrasiyi sadece seçimlere, yönetim kurumları arasındaki iletişim ve uyuma, anayasal tanımlara ve niteliklere ve muhalefetin varlığı ve iktidarı eleştirme kapasitesine gönderimle düşünemiyoruz. Parlamenter-temsili demokrasinin bu tanımlayıcı öğeleri demokrasi için gerekli koşullar, ama yeterli koşulu oluşturmuyor.

Aynı zamanda, bugün demokrasinin yerleşikleşme ve derinleşme süreçlerini yaşayan, ve uzun demokrasi deneyimleri olan gelişmiş toplumlarda da demokrasinin yaşadığı ikilemi ve karşı karşıya olduğu tehlikeleri göz önünde bulundurduğumuz zaman, demokrasiyi bireysel haklara ve özgürlüklere gönderimle tanımlamak da yeterli olmuyor.

Parlamenter-temsili demokrasi kurumlarının yanı sıra bireysel haklar ve özgürlüklerin anayasal güvenceye alınması, demokrasinin toplumda
yerleşikleşmesi için gerekli, ama yeterli koşul değil. Çünkü, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, çoğulcu ve çok-kültürlü toplumsal
yaşam ve bu yaşamın ürettiği sorunların ve taleplerin karşılanması; katılımcı demokrasi kültürünün toplum yönetimi içinde gelişmesi ve derinleşmesi, ve de teknokrat-bürokratik yönetimin toplumsal denetiminin sağlanması için, gerekli ama yeterli koşul değil. Bu nedenle de, uzun demokrasi deneyimi olan gelişmiş toplumlarda da, demokrasiyi tanımlama gerekliliği ortaya çıkıyor.
Tüm bu tartışmanın ışığında demokrasiyi aşağıdaki ilkeler temelinde tanımlayabiliriz:

1. Parlamenter temsili demokratik sistemi oluşturan kurumlarının, özgür ve belli aralıklarla yapılan seçimler, yasama-yürütme-yargı arasında güçler ayrımı, yargının bağımsızlığı, yürütmenin muhalefet partilerinin eleştiri yapma kapasitesini azaltacak girişimlerde bulunmaması, siyasi aktörler-devlet seçkinleri arasında kurumsal iletişim v.b. ilkeler temelinde verimli ve etkin çalışması;

2. Devlet-toplum/birey ilişkilerinin düzenlenmesinde “haklar-özgürlükler- sorumluluk dilinin anayasal güvence altına alınması” ve tüm siyasi aktörler ve devlet seçkinleri tarafından içselleştirilmesi;

3. Toplum yönetiminin katılımcı demokrasiye açılması, ve bu demokrasinin taşıyıcı aktörleri olan sivil toplum kuruluşlarının, toplumsal hareketlerin, vatandaşlık inisiyatiflerinin kendi konuları içinde karar-alma sürecine dahil edilmesi;

4. Bugünün toplumlarındaki toplumsal ve kültürel yaşamının çoğulcu ve çok-kültürlü yapısını bir “tarihsel ve sosyolojik gerçeklik” olarak kabul ederek, demokrasinin iki kurucu öğesi olan “etnos” ve “demos” u çoğulculuk ve çok-kültürlülük içinde yeniden tanımlamak, ve bu bağlamda ortaya çıkan sorunları ve seslendirilen talepleri demokratik müzakere zemininde çözme ve yanıtlama girişiminin yaşama geçirilmesi;

5. Toplumsal sorunlara ve taleplere yanıt verme sürecinde, her türlü şiddete karşı konum alırken demokratik müzakere anlayışını bu sürecin temel norm ve kıstası olarak kabul etmek;

6. Siyasi partilerin toplum yönetimi anlayışlarında “toplumsal uzlaşmayı” bir norm olarak ele alması, ve bu uzlaşmayı 
(a) ya toplumsal sorunlara çözüm bulma çabalarını katılımcı demokrasinin kurumları ve aktörleri temelinde geliştirerek, böylece karar alma sürecini sivil toplumaktörlerine ve ekonomik aktörlere açarak, 
(b) ya da, toplum yönetiminde, sadece kendi seçmenlerinin çıkarlarını değil, kamusal yararı ve toplum için iyi olanı tercih ederek yaşama geçirmesi.
Bu ilkeler temelinde tanımlanan demokrasi, sadece bir siyasal sistem değil, aynı zamanda, devlet-toplum/birey ilişkilerinin bir “düzenlenme tazı”, bir “siyasal kültür”, ve bir “toplum biçimi”dir. Tilly’nin vurguladığı gibi, demokrasi “toplumsal sorunlara çözüm-temelinde oluşan bir pratik”, ve sürekli gelişen, yeniden-tanımlanan ve değişime açık bir “süreç”tir (2007:12-14); ve bu nedenle de, demokrasiden konuşurken, esasında, bir süreç olarak “demokratikleşme”den, ve demokratikleşmenin yerleşikleşmesi ve derinleşmesinden, aynı zamanda
da, bugün Türkiye’de parti kapatma davalarında ve siyasete siyaset-dışı mekanizmalarla müdahale etme sorununda gördüğümüz gibi, demokratikleşme nin durdurulması ya da yavaşlatılması girişimlerinden konuşmalıyız.

Yukarıda sıraladığımız ilkeler temelinde toplumsal sorunlara çözüm, ve bu temelde oluşan toplum yönetimi, diğer bir deyişle demokratikleşeme sürecinin içeriği, bize bir ülkenin demokrasi olup olmadığı için nesnel kıstası verecektir. Bugün demokrasinin yaşadığı ikilemi ve karşı karşıya olduğu tehlikeleri aşmak da, ancak böyle bir demokratikleşme girişimiyle olasılık kazanacaktır.

TÜRKİYE: DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM


1980’ler, özellikle 1990’lardan bugüne Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme deneyimi de dünya ölçeğinde oluşan bu gerçeklikten
bağımsız olmamıştır. Bu dönem, bir taraftan Türkiye’nin ekonomik, siyasal, kültürel ve uluslararası ilişkiler alanlarında, toplumsal/günlük yaşam içinde ve devlet-toplum/birey ilişkilerinin düzenlenmesinde çok ciddi bir “değişim ve dönüşüm süreci”nden geçtiği bir dönem olmuştur.
Diğer taraftan da, siyasi alanın, siyasi aktörlerin ve devlet seçkinlerinin bu değişim ve dönüşüme yanıt vermede zorlandıkları ve böylece de bugün eş-zamanlı ama açık bir biçimde yaşamakta olduğumuz “temsiliyet, meşruiyet ve kurumsal kavga krizi yaşayan siyasal alan” ile “yönetemeyen demokrasi” sorunlarının ortaya çıktığı bir dönem olmuştur (Keyman: 2001 ve 2005). Türkiye’nin değişimi ve dönüşümü üzerine son yıllarda yaptığım araştırmalarda, bu değişim ve dönüşümü, toplumsal yaşamı çözümleme de kullandığımız, ulus-devlet odaklı ulusal ölçekten kürsel-bölgesel-ulusal-yerel etkileşim ölçeğine geçişi simgeleyen “küreselleşme”, ve devletin idari yapısının, vatandaşlık-temelli
haklar ve özgürlükler anlayışının ve ekonomi yönetiminin Avrupa Birliği normlarına uyum göstermesi için yaşanan “reform ve yeniden-yapılanma
girişimini” simgeleyen “Avrupalılaşma” kavramları içinde çözümlemeye ve açımlamaya çalışmıştım (Keyman ve Öniş: 2007, Keyman: 2008, Keyman ve İçduygu:2005).

Küreselleşme, Türkiye ve Demokrasi


1980’lerden bugüne Türkiye’nin tarihi, bir anlamda Türkiye’nin küreselleşmesi tarihidir. Bu tarihten itibaren küreselleşme süreçleri, bir taraftan ekonomik, siyasal, kültürel ve bireysel boyutlarıyla, diğer taraftan da BM, IMF, Dünya Bankası, AB ve Dünya Ticaret örgütü gibi aktörleriyle ve en önemlisi de Amerikan hegemonyasının son yıllarda “terörizme karşı küresel savaş” adı altında uluslararası ilişkileri ve dünya siyasetini savaş, işgal ve farklı olanı ötekileştirmeye indirgeyen hareket tarzı içinde, dünyanın farklı yerlerinde olduğu gibi, Türkiye’de de devlet- toplum/birey ilişkilerinden günlük yaşama, hayatın her alanında önemli etkiler yarattığını görüyoruz. Bu bağlamda da, bugün ne Türkiye’nin değişim ve dönüşümünü, ne de demokrasinin yaşadığı ikilemi
küreselleşme süreçlerini hesaba katmadan anlamak ve yönetmek olanaklı değildir.

Bu noktayı kısaca açalım. Küreselleşme, en genel düzeyde, “devletler, toplumlar ve kültürler arası karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin zamansal/ mekânsal genişleme si, derinleşmesi ve hızlanması” sürecini simgeleyen bir kavramdır. Küreselleşmenin kendisini “tarihsel ve toplumsal gerçeklik” yapan bu niteliği üzerinde, akademik ve kamusal söylem içinde bir uzlaşma olduğunu söyleyebiliriz.5 Bu süreçten dünyadaki her ülke gibi Türkiye’de geçiyor. Küreselleşme Türkiye’nin 1980’lerden bugüne bir gerçekliğidir. Aynı zamanda, küreselleşme yarattığı etkileri bağlamında sistem-dönüştürücü nitelik taşıyan da bir süreç; ve bu anlamda da, “iyi, adaletli ve etkin toplum yönetimini” gerekli kılıyor.
Bu temelde de, küreselleşeme süreçleri, aynı zamanda siyasi ve ideolojik tartışmalara, çatışmalara ve kutuplaşmalara da yol açıyor. Küreselleşmenin
bu özelliği, bir süreç ve bir tarihsel/toplumsal gerçeklik olarak toplumsal ilişkiler, ulus devlet, ulusal kimlik ve değerler üzerindeki yarattığı etkilerinin nasıl anlaşılacağı, ve bu etkilere yanıt olarak ne tür düzenlemelerin ve politikaların (policies) üretilmesi gerektiği sorularında ortaya çıkıyor. Bu temelde de, küreselleşeme söylemini çoğul kullanmamız gerekmektedir. Bugün, küreselleşeme temelinde toplumsal değişim üzerine tartışmak yalnızca sosyolojik ve yöntemsel bir tartışma değildir, aynı zamanda tartışma farklı küreselleşme söylemlerini ve bu söylemlerin eklemlendiği farklı siyasal stratejiler üzerine konuşmayı ve eleştirel bakışı da içermektedir.
Diğer bir deyişle, bugün küreselleşme tartışması içinde egemen gündem, küreselleşmenin ulusal devlet, ulusal ekonomi ve ulusal kimlik üzerinde yarattığı etkilerinin tarihsel ve eleştirel çözümlenmesi kadar, bu süreçler karşısında geliştirilen siyasal stratejiler arası söylemsel mücadele, ya da ünlü İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin terminolojisi içinde “pozisyonlar-arası bir savaş”tır.6 Türkiye’de bu tartışmalara baktığımızda, egemen küreselleşme söylemleri olarak, Türkiye’nin küreselleşme sürecine adapte olması ve bu sürecin serbest pazar normlarını kabul etmesi gerektiğini söyleyen “neoliberal serbest pazar söylemi” ile Türkiye’nin ulusal devletin korunması temelinde küreselleşmeye kendisini kapatması gerektiğini öneren “ulusalcı şüpheciliği” görüyoruz.


5) Bu konuda önemli bir kaynak, D. Held, The Globalization Debate, Polity, London, 2005.


Bu yaklaşımlar Türkiye’de siyasetin pazarlaştırılması ve siyasetin güvenlikleştirilmesi temelinde yaptıkları pozisyonlar-arası savaşta, hem
siyasal ve toplumsal kutuplaşmaların oluşmasına yol açıyorlar, hem de demokrasinin bu yolla araçsallaştırılmasına ve içinin boşaltılmasına neden
oluyorlar.

Avrupalılaşma, Türkiye ve Demokrasi


Türkiye’de küreselleşme süreçlerinin etkilerini somut olarak gözleme mekanlarının başında, “bölgesel bütünleşme” Avrupa Birliği tam üyelik süreci geliyor. Yaşanan tüm gerilimlere ve belirsizliklere rağmen, Türkiye’nin Avrupa’yla bütünleşme süreci, son yıllarda, “tam üyelik müzakere süreci”nin başlamasıyla giderek derinleşmektedir. Bu derinleşmeyi, bütünleşme için Türkiye’de son dönemde yapılan demokratikleşme reformlarında, AB’nin siyasi alanın dış değil iç aktörü konumuna gelmesinde, kimlik temelli milliyetçiliğin hem AB hem de Türkiye içinde gelişmesinde, ve kimlik-vatandaşlık ekseninin giderek önemli bir siyasi müzakere ve çatışma ekseni konumuna yükselmesinde
görüyoruz.
Bu bağlamda, 2000’li yıllarda, ilk önce Türkiye’nin 1999 Aralık ayında “aday statüsü” almasıyla, başlayan Türkiye-AB ilişkilerinde derinleşme süreci, 2002 yıllında tam üyelik müzakerelerinin başlamasına “koşullu evet” kararının alınmasıyla devam etti. 3-Ekim- 2005’te de tam üyelik müzakereleri başladı. 

6) Pozisyonlar-arası savaşı kavramının geniş bir çözümlemesini, Globalleşme, Devlet, Kimlik/Fark: Uluslararası İlişkiler Kuramını  Yeniden-Düşünmek, Alfa, İstanbul, Ekim/2000, kitabımda yaptım.


Türkiye-AB tam üyelik müzakere süreci, taşıdığı gerilimlere ve belirsizliklere rağmen hala devam ediyor.7
Bu derinleşme süreci, Türkiye’nin Avrupalılaşma sürecini de ortaya çıkardı, ve bu süreci, modernleşeme, demokratikleşme ve küreselleşmeyle birlikte, siyasi alanın içine yerleştirdi. Bu yerleşimin siyasal alanda temel tezahürü de, siyasetin pazarlaştırılması ya da güvenlikleştirilmesi içinde “kimlik siyaseti” olgusunun giderek merkezi konuma gelmesiydi. Türkiye-AB ilişkileri ve Türkiye’nin Avrupalılaşma süreci, Kürt sorunu, İslami kimliğin yükselişi, Alevi sorunu, ve gayri-Müslim dini azınlıklar sorunu gibi önemli kimlik sorunlarının temel tartışma alanlarından birisi konumuna geldi.

Gerçekten de, Türkiye, Avrupa bütünleşmesi sürecinde ilginç ve önemli bir örnek oldu. Bir taraftan, son yıllarda kimlik-temelli taleplerin ve çatışmaların bir taraftan, özellikle etnik kimlik alanında, en yoğun yaşandığı bir toplumsal mekân olarak; diğer taraftan da, medeniyetler arası çatışma söyleminin artık yaşadığımız dünyanın “doğal bir niteliği” olarak kabul edildiği bir dönemde, “İslam-modernite, İslamdemokrasi ve İslam-serbest pazar beraberliğini” simgeleyen bir “örnek ya da model ülke” olarak Türkiye, kimlik-vatandaşlık ilişkisinin karmaşık ve çok-boyutlu yapısını örnekleyen ülkelerin başında gelmektedir.
Gerçekten de, Türkiye modernleşmesinin, Türkiye siyasetinin, ve Türkiye parlamenter demokrasi deneyiminin son on yıllarını kimlik sorusuna
gönderim yapmadan anlamak ve çözümlemek mümkün değildir.
Özellikle etnik ve dinsel kimliğin siyasallaşma süreci, kendisini Türkiye’de 1980’lerden, özellikle 1990’lardan bugüne yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinin temel gönderim noktalarından birisi yapmıştır. Etnik kimlik bağlamında “Kürt sorunu”, dinsel kimlik bağlamında “İslami kimliğin yeniden canlanma süreci”, Türkiye’nin değişimi ve dönüşümünün temel belirleyici niteliklerinin başında gelmektedirler (Aydın: 2005 ve Keyman ve Öniş:2007). Her iki süreç de kimlik-temelli talepleri ve çatışmaları içermektedir; her iki süreç de son kertede “tanınma siyasetini” içermektedir; her iki süreç de Türkiye’de devlet-merkezci
yukarıdan aşağıya modernleşme tarzının ve homojen ulusal kimlik anlayışının eleştirisini içermektedirler.8


7) Bu sürecin ayrıntılı bir anlatımı ve çözümlemesi için, bkz. E.F. Keyman ve Z. Öniş, Turkish Politics in a Changing World: Global Dynamics, Domestic Transformations, Bölüm:II.
8) Kürt sorunu ile İslami kimliğin yükselişi arasındaki farkları değerlendirdiğim çalışmam, E. F. Keyman, Türkiye’de Kürt sorunu ve Demokratik Çözüm Olasılığı, Birikim, sayı: 209, 2006.


Bu benzerlik noktaları yenilerini de ekleyebiliriz; ama esas önemli olan, bu benzerlikler içinde, bu kimliklerin siyasallaşma süreçlerinin içerdiği önemli farklılaşmalardır. Kürt sorunu siyasallaşma süreci içinde sadece grup-temelli kültürel hak ve özgürlük talebi olarak hareket etmemiş, aynı zamanda, kendisinin bugün çözümsüzlük noktasına gelmesine neden olan etnik şiddet, terör ve hukuk-dışı baskışiddet uygulamalarını içermiştir. Diğer taraftan İslami kimliğin yeniden canlanma süreciyse, laiklik ekseninde siyasal ve toplumsal gerginliklere, aynı zamanda askeri muhtıra yoluyla yaratılan siyasal rejim krizlerine yol açmakla birlikte, özünde siyasi, ekonomik ve kültürel bir başarı öyküsünü anlatmaktadır. Yaşanan tüm gerilimlere rağmen, 1994’den bugüne İslami kimliğin siyasallaşma süreci, genel seçimlerde ve yerel seçimlerde sürekli başarı olmuş, 2002’den bugüne de AKP’nin parlamento çoğunluğuna sahip tek parti iktidarıyla Türkiye’yi yönetmesine sahne olmuştur. Yine 1990’lar da İslami kimlik ekonomik bir aktör olarak serbest pazar ile dinsel/geleneksel değerlerin
eklemlenmesine dayalı bir ekonomik zenginleşme ve kalkınma modelini yaşama geçirmiştir. Benzer olarak, kültürel düzeyde, İslami kimlik modernleşme sürecinin değişimine içsel ve bu değişimin belirleyici bir unsuru olarak hareket etmiştir. Tüm bu boyutlar içinde, İslami kimlik bir taraftan kendisi değişirken, diğer taraftan da Türkiye siyasetinin temel aktörlerinden biri, dahası Türkiye’nin yönetimini üstlenmiş siyasi aktör konumunda hareket etmektedir. Bu iki ana kimlik ekseninin yanı sıra, Türkiye’nin son yıllardaki değişim ve dönüşüm
sürecine, kadın kimliği-temelli talepler, Aleviler ve gayri-Müslim azınlıklar örneklerinde gördüğümüz gibi, dinsel kimlik-temelli ve dinsel azınlıklar-temelli kimlik talepleri, ve gençlik de damgasını vurmuştur. Tüm bu kimlik gönderim noktaları içinde, kimlik-temelli taleplerin ve çatışmaların, bugünün Türkiye’sinde hem siyasi alanda, hem de kamusal ve akademik söylem içinde önemli bir tartışma noktası olduğunu görüyoruz.

TÜRKİYE’DE SİYASAL ALANIN KRİZİ


1980’lerden, özellikle 1990’lardan bugüne yaşadığımız bu değişim ve dönüşüm sürecinin belki de en önemli sonucu devlet-toplum, siyaset- toplum ve devlet-siyaset alanlarında yaşanan “siyasal alanın krizi” oldu. Bu kriz kendisini yönetim, meşruiyet ve temsil boyutları içinde gösterdi ve aşağıda sıralayacağımız sorunları üretti:

1. Birincisi, bu alanın temel aktörleri olan merkez sağ ve merkez sol partilerinin parçalanmaları, giderek toplumsal desteklerini kaybetmeleri, ve siyasal alanlarındaki güçlü konumlarını terk edip bu yeri ve konumu merkez-dışı ya da çevre olarak görülen ve algılanan parti ve ideolojilere
bırakmaları;

2. İkincisi, 1980’den bugüne siyasi partilerin demokrasi ve toplum yönetimi anlayışı yönetebilme kapasitesi düşük bir demokrasi yaratmıştır.9 
Yönetemeyen demokrasi, demokrasiye siyasi ve normatif bağlılıkları olmayan siyasi aktörlerin, (siyasi partiler ve liderlerin) demokrasiyi, toplumdan kopuk olarak kendi aralarında oynadıkları siyaset oyununda kendi oylarını, rant oranlarını ve iktidarlarını arttırmak için bir araç olarak görmeleri sonucunda ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de toplumdan kopuk, siyasi oy, rant ve iktidar maksimizasyonu temelinde oynanan siyaset oyununda, siyasi aktörler siyaseti, toplumsal sorunlara çözüm bulma temelinde görmemektedirler. Aksine ister iktidar olsun, isterse muhalefet partileri, bu aktörler için siyaset, 
(a) kendi partilerini ve parti sistemini denetleyerek, 
(b) siyasi alan içinde kendi siyasi etkikapasitelerini arttırmaya çalışarak, ve 
(c) toplum içinde korkular ve endişeler yaratarak, kendileri ve partileri için “ekonomik rant, siyasi nema, oy ve güç kazanımı için oynan bir oyun”dur. 

9) Yönetemeyen demokrasi kavramı için bkz. J. Grugel, Democratization, Palgrave, New York, 2002.


Bu bağlamda da, demokrasiye siyasi ve normatif bağlılıkları olmayan bu aktörlerin elinde demokrasi işlevsizleştirilmekte, siyasi aktörlerin kendi çıkarlarını arttırmada kullandıkları bir araca dönüşmektedir. Bu anlamda Türkiye’de çok-partili demokratik sistemden konuşurken, işlevsizleştirilmiş ve yönetme kapasitesi çok düşük bir demokrasiden, dolayısıyla yönetemeyen demokrasiden konuşuyoruz, ve bu temelde de siyasi alanın krizi ve
toplumdan kopukluğu ortaya çıkıyor;

3. Üçüncüsü, bu dönem içinde, siyasi partilerin toplum içinde ciddi bir güven sorunu yaşamaları ve güven sıralamasında son sıraya düşmüş kurumlara dönüşmeleridir.10 Toplumun büyük bir çoğunluğu siyaseti, sonuçları ve hareket tarzı olarak, “siyasi rant ve ekonomik nema kazanmak” temelinde bir etkinlik olarak algılamaktadır (Kalaycıoğlu: 2007 ve Sunar: 2005). Bu temelde de, toplum içinde siyasete, etik ve ahlaki kod ve davranışlardan hızla sapma gösteren, ve yolsuzluk, rüşvet ve hukuk-dışı uygulamalara kolaylıkla sapabilen bir kurum ya da bir meslek olarak yaklaşılmaktadır. Bu algılama ve yaklaşımda, siyaset ve siyasi alan üzerine duyulan toplumsal güvensizliği ciddi boyutlara yükseltmektedir.
Bu bağlamda da, 1980’den bu yana siyasi alanın karşı karşıya kaldığı kriz ve çıkmaz, bu alana toplum içinden duyulan ve giderek yaygınlaşan “güvensizlik” sorununu da içermektedir;

4. Tüm bu sorunların yanı sıra, siyasal alanın son yıllarda yaşadığı önemli bir dönüşümün de altını çizmeliyiz: İslami kimliğin yeniden canlanma sürecinin seçim başarıları, ve merkez sağ’ın yeni, tek ve en güçlü aktörü konumuna gelmesi. Refah Partisi’nin (RP) 1994 yerel seçimleri ve 1995 genel seçimlerinde başarısıyla başlayan, ve 2002 genel seçimlerinde, 2004 yerel seçimlerinde ve 2007 genel seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) çoğunluk hükümeti kurmasıyla ve genel oyların %47’sine yakın bir oranını kazanmasıyla devam eden bu başarı, merkez sağ ve merkez sol partilerin çöküş dönemine paralel olarak, kimlik-temelli siyaset anlayışından gelen bir partinin yeni bir merkez partisi olma sürecini de niteliyor, ve siyasal alanın aktör, söylem ve
siyaset yapma anlayışında boyutları içinde geçirmeye başladığı ciddi bir dönüşümü de simgeliyor. 


10) Siyasi partilerin güven sorunu için çok önemli bir açözümleme için bkz. İ. Sunar, State, Society and Democracy in Turkey, bahçeşehir Üniversitesi, İstanbul, 2004.



Bu bağlamda, merkez sağ ve merkez sol partilerin, güven sorunu, toplumsal sorunlara çözüm bulmada yaşadıkları kapasite eksiklikleri ve liderlik sultası gibi sorunları sonucu giderek zayıflamalarına ek olarak, 1994-2007 yılları arasında yaşanan İslami kimliğin yeniden canlanma sürecinin siyasal boyutunun ürettiği, ve genel ve yerel seçimlerde yaşanan bu başarının, ve daha da önemlisi, bu başarının aynı zamanda ürettiği “kimlik-temelli bir hareketin merkeze yerleşerek
siyasal alanı dönüştürme kapasitesi”nin de altını çizmeliyiz; 11

5. Fakat bununla birlikte, AK Parti’nin bu konumu, son yıllarda, siyasete siyaset-dışı mekanizmalarla müdahale etme, bu partiye (aynı zamanda, diğer kimlik-temelli siyasetin ürünü olan Demokratik Toplum Partisi’ne) karşı parti kapatma davasının açılması, başörtü sorunu çözüm tartışmaları içinde derinleşen siyasal ve toplumsal kutuplaşma, kurumlar-arası çatışma v.b. sorunları da beraberinde getirdi. AB ile tam üyelik müzakere süreci yaşayan Türkiye’de, masum insanların öldürülmesinden parti kapatma davalarına, ciddi bir siyasi çıkmaz yaşanmaya
başlandı.
Bu somut gelişmelerin yanı sıra, yukarıda vurguladığımız gibi, “siyasetin güvenlikleştirilmesi”, “siyasetin pazarlaştırılması” ve “kamusal tartışmanın gerilemesi” sorunları da siyasal alanın krize girmesine katkı verdiler. Şüphesiz ki, Türkiye’de güvenlik ve rejim temelinde sorunlar yaşıyoruz ve bu sorunlar uzun dönemli, kalıcı ve toplum tarafından desteklenmiş çözümler gerektiren ciddi ve reel sorunlardır. Fakat, siyasetin güvenlikleştirilmesi sorunu, siyasi partilerin bu sorunları çok-boyutlu yapıları ve kaynakları içinde çözümlemek ve bu sorunlara çözüm üretmek yerine, bu çözümü, asker ve yargı bürokrasisi gibi siyaset-dışı alana ve aktörlere bırakmaları sonucunda ortaya çıkıyor. Aynı zamanda,
güvenlikleştirme süreci, siyasetin odağına devlet ve rejim güvenliği süreklilik-kırılma ilişkisinden daha çok, değişim-dönüşüm süreci temelinde çözümlemeyi gerekli kılmaktadır. sorunu yerleştirerek, hem diğer önemli ekonomik, siyasal ve kültürel sorunların siyasal alanda geri plana atılması, hem de güvenlik adına demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması sorununu da içeriyor.


11) Ki, İslami kimliğin bu başarısını ve dönüştürme kapasitesini anlamak, Türkiye modernleşme tarihini


Böylece de, siyasetin güvenlikleştirilmesinin Türkiye’de demokrasinin derinleşmesi önünde bir engel ve risk öğesi oluşturduğunu gözlemliyoruz.
Gerek 22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesi yaşadığımız süreç, gerekse de bu seçimlerden sonra AK Parti’ye karşı açılan kapatma davası bize siyasetin güvenlikleştirilmesi sürecinin ve olgusunun açıklayıcı örneklerini sunuyorlar.

Siyasetin güvenlikleştirilmesi yoluyla demokrasinin içinin boşaltılması, Türkiye’de demokrasinin yüz yüze bulunduğu tehlikenin tek kaynağı değil. Bu tehlikenin daha önce, 1980’lerde başlayarak yaygınlaşan, derinleşen ve hızlanan neoliberal küreselleşme süreçlerinin daha da belirgin kıldığı, “siyasetin pazarlaştırılması” süreciyle başladığını biliyoruz. Siyasetin pazarlaştırılması, siyaset yapma zihniyet ve eyleminin serbest pazar olgusu ve değerlerine, özellikle de bireycilik ve “para sahibi olmanın bireysel, statü-temelli konumsal ve siyasal güç sağlayacağı”
düşüncelerine indirgenmesi anlamına geliyor. Bu temelde de, devletin ekonomik olarak küçültülmesi ve bireyciliğin güçlendirilmesinin siyasette verimlilik ve etkililik yaratacağı düşüncesi siyasete hakim kılınmaya çalışılıyor. Fakat, demokratik normlara ve sosyal adalet ilkelerine bağlı olmadan, “Serbest pazarın güçlendirilmesi toplumsal sorunların çözümünün ön-koşuludur” saptaması temelinde hareket etmek, bir taraftan siyaseti pazar olgusuna indirgerken, diğer taraftan da, hem yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık ve hukuksuzluk gibi sorunları ortaya çıkartırken, hem de hukukun üstünlüğü, insani kalkınma, sosyal adalet, dayanışma, özgürlük, katılım v.b. demokratik normların sürekli ertelenmesi sorunu yaratıyor. Böylece de, bir taraftan Türkiye’de toplumsal yaşam içinde “parası olan güçlüdür” mantığı yaygınlaşırken, diğer taraftan da, ekonomik olarak büyürken, yoksulluktan insani kalkınma eksikliğine ciddi bir sosyal adalet sorunu yaşayan bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Sonuçta da, demokratik normların içi, siyasetin pazarlaştırılması yoluyla verimlilik ve etkinlik kazanması adına boşaltılıyor.

Türkiye’de siyasetin “güvenlikleştirilmesi” ve “pazarlaştırılması” olguları kadar demokrasiyi tehlikeye sokan bir gelişme de, 1980’lerden bugüne tüketimin ve eğlence kültürünün kamusal tartışmaya karşı giderek artan gücü oldu. Bu yıllar içinde ve bugün, bir taraftan “para kazanmak= güç elde etmek” denklemine, diğer taraftan da, tüketim ve eğlence kültürüne mahkûm olmuş, bu temelde de ciddi bir “kültürel yozlaşma” sorunu yaşayan bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu sorun Türkiye’de, hem toplumsal yaşam içinde kamusal tartışmanın, kamu yararının ve kamusal alanın öneminin giderek azalması biçiminde, hem de okumayan, eleştirel düşünmeyen, toplumsal sorunların çözümüne katkı vermeyen, hatta bu sorunlarla ilgilenmeyen, buna karşın tüketim ve eğlenme istenci yüksek bir aşırı bireyci bir benlik anlayışının ortaya çıkması biçimlerinde tezahür ediyor. Sonuçla, kamusal tartışmanın gerilemesi, kültürel yozlaşmanın ilerlemesi, toplumsal sorunlara ilgisizliğin yaygınlaşması, ve bu gelişimlerin görsel ve yazılı iletişim aygıtları tarafından desteklenmesi de, Türkiye’de demokratik bir toplum ve kültür yerine, toplumsal yaşamın bireycilik /cemaatçilik ekseninde parçalanması ya da örgütlenmesi olgusunu yaratıyor, ki bu da demokrasinin içinin boşaltılması anlamına geliyor.

DEMOKRASİNİN İKİLEMİ VE KATILIMCI-MÜZAKERECİ DEMOKRASİ GEREKLİLİĞİ


Tüm bu tezahürler, siyasi alanın meşruiyet, temsiliyet ve yönetebilirlik krizini, ve aynı zamanda demokrasinin araçsallaştırılması ve içinin boşaltılmasını ortaya çıkartan bu nedenler bizi demokrasiyi yeniden tanımlama ve bu tanım içinde güçlendirme gereksinimine götürüyor.
Demokrasi araçsallaştırılması içinde, demos ile yönetim arasındaki uçurum ve güven sorunu oluşuyor; egemenlik demos’tan alınarak siyaseti işlevsizleştiren siyasi partiler, devlet seçkinleri ve küresel aktörler arası çıkar ilişkilerine bırakılıyor; iyi toplum ve katılım temelinde yaratılması gereken toplumsal uzlaşma yerine demos siyasal ve toplumsal kutuplaşma tarafından şekillenmeye başlıyor. Tüm aktörlerin demokrasiden konuştukları ve dünya siyaseti içinde siyasal sistem olarak demokrasinin küreselleştiği an, aynı zamanda da demokrasinin ciddi tehlikelerle karşı karşıya kaldığı an oluyor.
Bu nedenle de, bugün yaşadığımız sorunların özünde, demokrasi ikilemi sorunu yatıyor. Türkiye bugün, bu anlamda da, ciddi bir demokrasi eksiği yaşayan bir ülkedir. Bu çalışmada açımlamaya çalıştığım gibi, Türkiye’nin demokrasi olarak nitelenmesi, bu eksiğin çözümüne bağlı; bu çözümün kaynağı da, demokrasiye geçiş sürecini tamamlamakta olan bir ülke olarak Türkiye’de demokrasinin yerleşikleştirilmesi ve derinleştirilmesinde yatıyor. Ancak toplumsal yaşamda yerleşikleştirilmiş ve derinleştirilmiş bir demokrasi anlayışının tüm aktörler tarafından içselleştirilmesiyle;

1. Türkiye’de ekonomiden teröre, siyasi alana siyaset dışı müdahalelerden günlük yaşam şiddetine, kültürel kimlik-taleplerinin tanınma taleplerinden bireysel hak ve özgürlüklerin genişletilmesine kadar uzanan yaşadığımız toplumsal sorunlara uzun-dönemli ve kalıcı çözümler bulunabilir;

2. Devlet-toplum/birey ilişkilerinde ve farklı kimlikler arası ve içi ilişkilerde her türlü şiddet, dışlama ve ötekileştirme girişimlerine karşı, güçlü ve “sürdürülebilir toplumsal güven” inşa edilebilir;

3. Devlet-siyaset ilişkilerinde, hem kurumlar-arası iletişim ve eş-güdüm, hem de kurumların demokrasiyi içselleştirerek, kendi alanlarında iyi ve adaletli toplum yönetimine katkı vermeyi birincil görev olarak görmeleri sağlanır;

4. Siyasi partilerin popülist ve müşteri-ağırlıklı siyaset yapma zihniyetleriyle demokrasiyi araçsallaştırma ve işlevsizleştirme eğilimlerine karşı çıkılabilir, ve böylece oy veren seçmenlerin seçtikleri partilerin Türkiye’yi iyi yönetecekleri üzerine güveni oluşturulabilir;

5. Toplum yönetiminde toplumsal uzlaşma, karar alma süreçlerine yürütmenin yanı sıra ilgili aktörlerin “katılımı” ya da kararın sonuçlarının tekil  çıkar değil, aksine “kamusal yarar” olması temelinde gerçekleştirilir; ve

6. Siyasi, ekonomik ve kültürel yaşam alanlarında istikrar ve geleceğe güvenle bakma olasılığı güçlendirilir.

Bu noktaların ışığında söyleyebiliriz ki, demokrasinin toplumsal yaşamda yerleşikleşmesi ve derinleşmesi, böylece de tüm aktörler tarafından “oyunun tek ve belirleyici kuralı olarak kabul edilmesi”yle geleceğe güvenle bakan, iyi ve adaletli yönetilen ve demokratik bir Türkiye olasılığı, ütopik ya da optimist bir niyet olmaktan çıkıp, “gerçekleşebilir bir olasılığa” dönüşebilir.

Bu demokrasi anlayışına, “katılımcı ve müzakereci demokrasi” diyoruz. Katılımcı ve müzakereci demokrasi, Tilly’nin ve Benhabib’in vurguladığı gibi, bugünün çoğulcu, çok-kültürlü ve küreselleşeme süreçleriyle karmaşıklaşan toplumsal yaşamına uygun demokrasi anlayışıdır.
Katılımcı ve müzakereci demokrasi, temsili demokrasinin siyasi partiler ve yasama-yürütme-yargı arasında güçler ayrılığına ve kurumsal eş-güdüme dayalı işleyiş tarzını kendine başlangıç alan, ama bu yapıyı karar alma süreçlerini katılıma açarak ve toplumsal taleplere ve sorunlara demokratik müzakere yoluyla çözüm arayarak genişleten bir toplum yönetimi anlayışıdır
 (Tilly: 2007, Benhabib: 2004, Axtman: 2007, O’Flylnn: 2006, Dahl: 1998, Keyman: 2007).

Türkiye’nin demokrasisini toplumsal yaşamında yerleşikleştirmesi ve derinleştirmesi de, katılımcı ve müzakereci demokrasi yoluyla olacaktır.
Gerek Türkiye-AB tam üyelik müzakerelerinin başlaması süreci içinde Kopenhag siyasi kriterlerini karşılamak temelinde yapılan siyasi ve anayasal reform girişimleri, gerekse de eğitimden, çevreye ve insan haklarının korunmasına kadar geniş bir alanda hareket eden sivil toplum etkinlikleri ve sosyal hareketler katılımcı ve müzakereci demokrasinin yaşama geçmesi için önemli bir başlangıç noktasını oluşturmaktadırlar.
Bu gelişimler temsili demokrasinin katılım ve müzakereci demokrasi yoluyla yeniden-yapılanması için uygun bir altyapı sağlamışlardır. Bugün yapılması gereken, bu altyapıyı ciddiye alarak, demokrasinin, bir “siyasal sistem”, bir “siyasal kültür”, ve bir “toplumsal sorunlara çözüm bulma yöntemi ve pratiği” olarak toplumsal yaşamda yerleşikleşmesi ve derinleşmesi için gerekli adımları atmak; dolayısıyla, demokrasiye katılımcı ve müzakereci bir nitelik kazandırmak tır.
Katılımcı ve müzakereci demokrasi anlayışıyla, Türkiye’de siyasetin güvenlikleştirilmesi, pazarlaştırılması ve kamusal tartışmanın zayıflaması
sorunlarına da karşı koyabilir, siyaseti bugün içinde bulunduğu çıkmazdan çıkartabilir, ve siyaseti toplumsal sorunlara çözüm bulma, Türkiye’yi AB tam üyelik müzakere sürecinde güçlü aktör konumuna getirme; ve Türkiye’yi küreselleşme süreçlerinin etkilerine iyi hazırlama eylem ve etkinliğine dönüştürebiliriz. Bu demokrasi anlayışı, aynı zamanda, Kürt sorununda demokratik ve kalıcı çözüm bulma sürecinin; parti kapatmalarına karşı parlamenter sistemi güçlendirme girişiminin; baş örtüsü sorununda yaşadığımız “dinsel haklar ve özgürlükler alanının nasıl genişletebiliriz?” sorusuna yanıtın; ve yoksulluk, yoksunluk, işsizlik, dışlanma ve eşitsizlik eksenlerinde hareket eden sosyal adalet sorunlarına çözüm sürecinin de başarılı olma kıstasıdır. Ama her şeyden önce, katılımcı ve müzakereci demokrasi, Türkiye’de, “halk tarafından
yönetim” ve “halk egemenliği” kavramlarının, bir norm, bir pratik olarak yaşama geçme olasılığıdır. Demokrasiyi koruma, katılımcı ve müzakereci demokrasi anlayışıyla içinin doldurulmayla gerçekleşebilir; ki, bu da, Türkiye’nin demokrasi olmasının da ön-koşuludur. Bugünün dünyası gibi, bugünün Türkiye’sini de anlamak ve yönetmek için “ Yeni bir paradigma”ya gereksinimiz var (Touraine:2008). 
Katılımcı ve müzakereci demokrasi bu paradigmanın bugünkü tanımıdır.

Kaynakça

An-Na’im, A. (2008) Islam and the Secular State, Cambridge, Harvard University Pres.
Axtman, R. (2007) Democracy, Edinburgh: Edinburgh University Press.
Aydın, Z. (2005) The Political Economy of Turkey, London,:Pluto.
Benhabib, S. (2004) The Rights of Others, Cambridge: Cambridge University Press.
Berlin , I. (1969) Four Essays on Liberty, Oxford: Oxford University Press.
Dahl, R.A. (1998) On Democracy, New Haven: Yale University Press.
Goodhart, M. (2005) Democracy as Human Rights, London: Poutledge.
Habermas, J. (1998) The Inclusion of the Other, Cambridge, MIT.
Kadıoğlu, A. ve Keyman, E.F. (der) (2009) Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms in Turkey, Utah: Utah University Press.
Kalaycıoğlu, E. (2001) Turkish Dynamics, New York: Palgrave.
Keyman, E.F. (2001) Türkiye ve Radikal Demokrasi, Alfa: İstanbul.
Keyman, E.F. (2008) Türkiye’nin İyi Yönetimi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Keyman, E.F. (2006) Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Keyman, E.F. ve İçduygu, A. (der) (2005) Citizenship in a Global World: European Questions, Turkish Experiences, London:Routledge.
Keyman, E.F ve Öniş, Z. (2005) Turkish Politics in a Changing World, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Krieger, J. (der) (2006) Globalization and State Power: a reader, New York: Pearson.
Kymlicka, W. (1995) Multicultural Citizenship, Oxford: Oxford University Press.
O’Flynn, I. (2006) Deliberative Democracy and Divided Societies, Edinburgh: Edinburgh University Press.
Özbudun, E. (2000) Contemporary Turkish Politics, Boulder: Lynee Reinner.
Sunar, I. (2005) State, Society and Democracy in Turkey, İstanbul: Bahçeşehir University Publication.
Tilly, C. (2007) Democracy, Cambridge: Cambridge University Press.
Touraine, A. (2008) yeni bir paradigma, İstanbul, YKY.
Üstel, F. Makbul Vatandaşın Peşinde, İstanbul: İletişim.
Young, I. (2000) Inclusion and Democracy, Oxford: Oxford University Press.


KÜRESELLEŞEN DÜNYADA TÜRKİYE VE DEMOKRATİKLEŞME

Prof. Dr. E. Fuat KEYMAN

9.CU  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..


..