SİYASİ İSTİKRAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SİYASİ İSTİKRAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2021 Cuma

KAOS COĞRAFYASINDAKİ İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’ DE SİYASİ İSTİKRAR

KAOS COĞRAFYASINDAKİ  İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’ DE SİYASİ İSTİKRAR 


Prof. Dr. Birol AKGÜN 
SDE Başkanı 
EKİM 2015

İnsanın içinde yaşadığı ülke ve toplumsal çevrede hissettiği güven duygusu havadaki oksijen kadar hayatidir. Eğer normal olarak nefes alabiliyorsak, 
insanlar için büyük nimet olan havadaki mükemmel karışımın önemini hiç hissetmeyiz bile. Ancak bir yangın veya başka nedenlere bağlı olarak hava 
kalitesinin bozulması durumunda ciğerimiz yanmaya başlar ve artık yeterli oksijen alabilmek dışında hiçbir şeyi düşünemez hale geliriz. Türkiye’nin 13 yıllık istikrarlı tek parti hükümetine son veren 7 Haziran seçimleri sonrasında ortaya çıkan siyasi tablo bu anlamda tam bir puslu ve dumanlı hava yaratmış durumda. Artık bitti dediğimiz PKK terörü, adeta ruh çağırıcıların çoktandır ettikleri dualarına cevap verircesine bir heyula gibi yeniden hortladı. 

Bölgeden her gün asker ve polislerin şehit haberleri gelmeye başladı. Ülke savaş ve çatışma ortamına geri döndü. Üstelik bu kez büyük şehirlere yansıyan 
toplumsal gerginliği düpedüz sosyal çatışmaya dönüştürecek eğilimleri de körükleyerek geldi. İçerideki siyasi belirsizlik ve öngörülemezlik, dış dünyadaki 
ekonomik dalgalanmaların da etkisiyle döviz kurlarını fırlattı. Avro 3,5 TL’yi, dolar ise 3 TL’yi gördü. 
Genel anlamda toplumda ve iş âleminde tedirginlik artarken, eski Türkiye’nin bazı aktörleri ile onların dış dünyadaki müttefikleri topluma sürekli karamsarlık 
pompalamaktan geri durmuyorlar. Anadolu insanının tek beklentisi ise siyasi istikrardır. 

Güçlü İktidar İstenmiyor 

<  Türkiye’deki kaos ve kriz lobisinin tek bir amacı var. Ülkede ekonomik kriz olduğu algısı yaratmak ve böylece 7 Haziran seçimlerinde kısmen örseledikleri ama bir türlü çözemedikleri AK Parti’yi zayıflatmak ve mümkünse alternatif iktidar olasılıklarını ortaya çıkartmak. >

     Bu senaryo yeni değil şüphesiz. Uzun bir süreç işliyor. Gezi olayları bu yıpratma sürecinin ilk ayağını oluşturdu. 2013 Nisan-Mayıs aylarında adeta dünyaya meydan okuyarak ilan edilen 3. Boğaz Köprüsü, Kanal İstanbul ve 3. Havalimanı gibi projelerin uluslararası alanda yarattığı Türkiye imajı, haziran ayındaki çevreci görünümlü Gezi protestoları ile büyük yara aldı. Son derece organize bir medya kampanyası ile Türkiye’nin (bu arada Brezilya, Endonezya gibi 
ülkelerin de) küresel düzlemde oluşturduğu “istikrarlı ve güvenli ülke” markası zedelenmeye çalışıldı. 

Ardından da Türkiye’deki adalet sistemine ve hukuk devletine olan güvenin sarsılmasını sağlamaya yönelik 17 ve 25 Aralık siyasi operasyonları düzenlendi. 
Gezi olayları ile AK Parti iktidarının yarattığı ekonomik güven ortamından yararlanan ama ideolojik olarak muhafazakâr bir iktidara karşı olanlar, bazı medya organlarının da kışkırtmasıyla açıktan hükümet düşmanlığına sürüklendiler. Özellikle dış dünya ile bağları oldukça güçlü olan sol laisistler ve bazı liberal 
entelektüel çevreler artık açıktan hükümete karşı savaş açmaya başlamışlardı. 
    17 Aralık sonrasında ise bu muhalif yeminli AK Parti karşıtı çevrelere, iktidarın beslendiği ideolojik tabandan gelen ve uzun bir süre birlikte hareket 
ettiği Gülenistler de eklemlendi. İktidar blokunu çözmeye yönelik olarak yapılan son hamle ise, AK Parti hükümetinin en önemli projelerinden biri olarak görülen barış sürecinin bitirilmesi ve hükümeti destekleyen muhafazakâr Kürt seçmenin ayrıştırılmasıdır. Nitekim siyasi ve sosyolojik anlamda künhüne belki çok sonra vakıf olabildiğimiz Kobani olayları tam da bu amaca hizmet eden bir gelişmeydi. 

Terörün Amacı AK Parti’yi ve Türkiye’yi Zayıflatmak 

Gerçekten de Kobani olayları Suriye’deki iktidar mücadelesinden ziyade Türkiye’nin iç siyasetindeki dengeleri değiştirmeye yönelik ince düşünülmüş bir 
operasyondu. Türkiye’nin 200 bin Suriyeli Kürdü bir gecede kabul edecek insani duyarlılık sergilemesine ve yaralı PYD’liler dâhil Türkiye’de tedavi edilmelerini 
tolere edecek siyasi hassasiyeti göstermesine rağmen, 6-7 Ekimde yaratılan toplumsal şiddet olayları ile muhafazakâr Kürtler biraz tedhiş biraz propaganda ile duygusal olarak AK Parti’den kopartıldı ve Kürt milliyetçi dalgasının temsilcisi olarak görülen PKK/HDP çizgisine kaydırıldı. 

    7 Haziran seçimlerine giderken AK Parti’nin yanlış aday tercihleri de eklenince Doğu’daki ve Batı’daki Kürt seçmen seküleriyle, dindarıyla ilk kez milliyetçilik çizgisinde buluştu ve HDP’ye oy verdi. % 13’lük oy oranını ve 80 milletvekilini, barışa değil de devrimci halk savaşına destek olarak okuyan PKK ise Kandil üzerinde etkili uluslararası istihbarat örgütlerinin de desteği ile bir yandan Suriye’de PYD eliyle Türkiye’yi kuşatmaya yönelik bir koridor oluşturma projesine hız verirken, diğer yandan ise Türkiye’deki çözüm sürecinin fiilen bitirilmesinin yolunu açan iki masum polisin evlerinde şehit edilmesi eylemini gerçekleştirdi. 
Bu eylemi de Suruç katliamını yapan DAEŞ’e sözde Türkiye’nin verdiği desteği cezalandırmak istedikleri gibi bir argümana sarmalayarak dünya kamuoyunda meşruiyet arayışını sürdürdü. Çatışmacı sürecin örgüt tarafından bilinçli olarak tırmandırıldığı bir ortamda 

1 Kasım seçimlerine gitmekte olan Türkiye’de, Güney Doğu’daki Kürt nüfus PKK’nın yaygın halk ayaklanması ve öz yönetim çağrılarına toplumsal destek vermemiştir. Ancak seçim güvenliği sorunlarının nasıl aşılacağı ve muhafazakâr seçmenin AK Parti’ye dönüp dönmeyeceği ise şimdilik net cevabı olmayan sorular olarak kalacak gibi görünüyor. Bilinen bir gerçek var ki, o da HDP’nin meclise girmesiyle birlikte AK Parti’nin tek başına hükümet olma gücünü yitirmesidir ki bu anlamda maksat kısmen de olsa hâsıl olmuş görünüyor. EKİM 2015 

İstikrar Neden Önemli? 

Son on yılda Türkiye’de tam anlamıyla sessiz bir devrim yaşandı. Bir yandan % 300 artan milli gelirin yarattığı imkânlar sayesinde geniş halk kitlelerinin hayat 
seviyesi ve yaşam kalitesi gözle görünür derecede arttı. Anadolu’nun şehirleri, kasabaları ve köyleri belki de 16. yüzyıldan bu yana ilk kez bu kadar bayındırlık 
yatırımı aldı. Sağlık ve eğitim alanında insan temelli devrimler yaşandı. 

Dezavantajlı (engelli) ve yaşlılara yönelik hizmetler olağanüstü artırıldı. Sıradan yurttaş insanca ve onurluca yaşama imkânlarına kavuştu. 

Demokrasi ve özgürlükler alanında yine sıradan insan için önemli ilerlemeler sağlandı. Bu ülkede artık kimse inancı ve kimliğinden dolayı dışlanmıyor. Kürtçe 
konuşmaktan dolayı kimse takibata uğramıyor. 

Devletin (TRT) 24 saat yayın yapan Kürtçe ve Arapça kanalları var. Başörtülü olduğu için insanların eğitim hakları çiğnenmiyor ya da kamusal alanda çalışmaları engellenmiyor. Daha da önemlisi tüm bu devrimci gelişmelerin sonucu olarak uluslararası alanda Türkiye Cumhuriyeti pasaportu artık bir saygınlık simgesi olarak görülüyor. Ülke içinde ve dışında yaşayan insanlarımız bu ülkeye ait olmaktan dolayı şeref duyar hale geldiler. 

Kendi ülkemizde demokratik zeminde yaşanan ihtilaflardan dolayı bazılarının hükümete kızgınlıkları ülkedeki bu gelişmeleri görmelerine engel olmamalıdır. 
Türkiye’nin etrafındaki coğrafya tam anlamıyla bir istikrarsızlık ve çatışma alanına dönüşmüş durumda. 

Karadeniz’in kuzeyinde ve Kuzey Doğu’sunda çatışmacı ortam devam ediyor. Gürcistan’ın topraklarının bir kısmı 2008’den bu yana Rusya’nın dolaylı kontrolünde. Rusya özel harp teknikleri ve siyasi amaçlı istihbarat operasyonları ile Kırım’ı tüm dünyanın gözü önünde kendi topraklarına kattığı gibi, Ukrayna’nın doğu kesimleri de fiilen Rus yanlılarının egemenliği altına girdi. Doğumuzdaki İran, Batı dünyası ile antlaşmasını bölgede kendi yayılmacı emelleri için kullanma eğiliminde. Suriye’de oluşturduğu lejyonerlerle Esed rejimine destek vermeye devam ederken, Yemen’deki iç karışıklıktan yararlanarak Husi’ler üzerinden Kızıldeniz’i kontrol etmeye çalışıyor. Körfez ülkeleri ABD ile ilişkilerini düzelten İran’ın kendilerine yönelik mezhepçi tavırlarından son derece rahatsızlar ve Türkiye ile askeri ilişkileri geliştirme arayışındalar. 

Batımız da çok farklı değil. Yunanistan tarihinin en ağır sosyo-ekonomik ve siyasi krizleriyle boğuşuyor. Küresel troyka tarafından ekonomik olarak ülkenin gelecek yarım yüzyılını rehin alacak ağır bir borç yükü altına sokulmuş durumda. Çipras gibi popüler desteği olan bir politikacı bile ülkesini yönetmekte zorlanıyor. Balkanların geleceği ise belirsizliğini koruyor. AB, Bosna Hersek gibi kırılgan bir barış üzerine dayanan yaralı bir ülkeyi Avrupa’ya sınır ötesi operasyonlar düzenleme şansına sahip entegre etme cesaretini gösteremiyor. 

Batı dünyası ile Rusya arasında siyasi/stratejk gerginlikler arttığı sürece, yakın bir gelecekte Rusya’nın Balkanlardaki Ortodoks Slav halkları üzerindeki tarihsel oyunlarını yeniden sahneye koymayacağının garantisi yok. 

Bir kaç yüz binlik Suriyeli mülteci ile baş edecek siyasi aklı gösteremeyen AB ülkelerinin çevre ülkelerdeki gelişmeleri yönlendirme kapasitesi giderek zayıflıyor. 
Hıristiyan dünyasının geleceğinin siyasi istikrarı adına Avrupa başkentlerinden ümidini kesen Papa Francis’in Washington ve New York’a gidip, ilk kez Amerikan Kongresine ve BM Genel Kurulu’na hitap etmesi ve barış adına küresel vicdana çağrıda bulunması boşuna değil.

< Türkiye’deki kaos ve kriz lobisinin tek bir amacı var. Ülkede ekonomik kriz olduğu algısı yaratmak ve böylece 7 Haziran seçimlerinde kısmen örseledikleri ama bir türlü çözemedikleri AK Part ’yi zayıflatmak ve mümkünse alternatif iktidar olasılıklarını ortaya çıkartmak. >

    Gören gözlerin yakından hissetmeye başladığı bir gerçek var. Küresel sistemde 1945 öncesi dünya şartlarını andırırcasına krizlerin ve gerginliklerin arttığı
bir konjonktür hızla yaklaşıyor. Zira uluslararası sistemde 1945 sonrası döneme damgasını vuran ekonomi-politik dengelerde köklü bir değişim yaşanıyor.
     Batı dünyası eski gücünde değil ve güç ve statü kaybeden her birey veya ulusta yaşandığı gibi gelişmeleri basiret ve akılla yönetme yeteneği zayıflıyor. Daha katı, daha acımasız ve daha gergin bir yönetim mantığı geri geliyor. Yükselen güçler ise henüz küresel sistemde oyunu değiştirecek güce erişmiş değiller ve oldukça ihtiyatlı hareket ediyorlar.
    Bu anlamda küresel güç kayması dediğimiz geçiş sürecinde umulmadık çatışmalar, sürtüşmeler ve karşılıklı hamleleri daha sık göreceğiz. 1945 sonrası
oluşan ve liberal batı değerleri temelinde biçimlenen uluslararası hukuk normları ve gelenekler eski gücünü yitiriyor. Bugünlerde devletler çıkar eksenli ve
fırsatçı bir dış politika izlemeye daha meyilliler. Rusya, Çin ve İran gibi aktörler, biraz da sahip oldukları demokratik olmayan otoriter rejimlerin karakterine
daha uygun olan devletlerarası ilişkilerde geleneksel egemenlik anlayışına göre hareket etmeyi sürdürüyorlar.

Oysa Türkiye gibi demokrasi ile yönetilen ve yönetim süreçleri halkın denetimine açık olan ülkeler İran’ın ya da Rusya’nın yaptığı türden sınır ötesi operasyonlar 
düzenleme şansına sahip değiller.
    Eğer Türkiye Rusya gibi hareket etseydi, normal şartlarda iki milyon mülteci ile boğuşan bir ülke olarak çoktan Suriye’nin içinde kendi güvenlikli bölgesini fiilen oluşturur ve sivilleri orada iskân ederdi.
Ancak uluslararası alanda hukuka uygun hareket etme ve meşruiyet arayışı Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır. Dış politik hareketlerdeki bu anlayış
farkları ne yazık ki, otoriter devletlerin lehine dengesiz bir durum yaratmaktadır. Türkiye gibi bölgenin yalnız demokrasileri için anarşi ortamında hukuka göre hareket ederek çıkarlarını korumak çok da kolay olmayacaktır.
Sonuç olarak, Türkiye küresel sistemde anarşi, öngörülemezlik ve belirsizliğin arttığı bir tarihsel dönemde son on yılda yakaladığı siyasi ve ekonomik istikrarını sürdürmekte zorlanmaktadır. Bir yanda Rusya ve İran gibi bölgesel güçlerin agresif genişleme politikaları, diğer yandan Batılı dünyanın ortak değerler ve çıkarlar temelinde kurdukları Avrupa Konseyi, NATO ve AB gibi kurumlarının Türkiye’ye olan ahdi taahhütlerine ihanet edercesine gösterdikleri ihmal ve aymazlıklarla karşı karşıya olan bir süreçten geçiyoruz. Böyle bir dönemde iktidara MHP ve CHP de dâhil olmak üzere hangi parti gelirse gelsin aynı zorlukları yaşayacaktır. Siyasi uzlaşı kültürünün zayıf olduğu ülkemizde koalisyon hükümetlerinin içerideki terörle mücadele ve dış dünyada artan belirsizliklerle başarılı biçimde mücadele edebilme şansı yoktur. Üstelik bu sistemik krizlerin zaman zaman yarattığı tarihi fırsatların ülkemiz adına iyi değerlendirilmesi için, Türkiye’nin hızlı karar alıp uygulayabilen güçlü bir hükümete olan ihtiyacı son derece aşikârdır. 1 Kasım seçimleri bu anlamda 2023’e giden Türkiye’de özlediğimiz ve ümitlendiğimiz yeniden güçlü ve istikrarlı Türkiye’nin yaratılması açsısından bir fırsat olarak görülmelidir.
Seçmenler olarak bizler açısından istikrarlı bir yönetim, yalnızca Türkiye için açısından değil; ülkemize ümit bağlamış Somali’den Afganistan’a kadar uzanan
İslam coğrafyasındaki mazlum halklar için de önemlidir. 

Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktur. 

EKİM 2015 


***

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 15





TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

BÖLÜM 15


BALKANLARDA SİYASİ İSTİKRAR VE GELECEĞİ


Prof.Dr. Hasret ÇOMAK
Doç.Dr. İrfan Kaya ÜLGER



Balkan Yarımadası kültürel, siyasal ve ekonomik bakımdan dünyanın en karışık bölgesidir. Tarih boyunca Balkanlar Doğu ile Batının, İslam ile Hıristiyanlığın, Katoliklikle Ortodoksluğun birbiriyle buluştuğu, birbirinden ayrıldığı bir tampon bölge olmuştur. Balkanlarda herhangi bir konuda genelleme yapmak son derece güçtür. Bir bütün olarak ve çoğu kez bölge devletleri bakımından da Balkanlar mozaik görünümü taşımaktadır. Bu çalışmanın amacı 2008 Sonbaharı itibariyle Balkanların genel bir değerlendirmesini yapmak ve öncelikli konularda dikkatleri
çekmektir. Bu çerçevede öncelikle Soğuk Savaş sonrası gelişmeler üzerinde durulacak, ardından fiili durum incelenerek ve bölgenin geleceğine ilişkin senaryolar ele alınacaktır.

Soğuk Savaşın sona ermesinden Balkanlar doğrudan etkilenmiştir.


Bölgede II. Dünya Savaşı sonunda tesis edilen ve büyük ölçüde Yalta müzakerelerinin eseri olan statüko, 1990’lı yıllarda değişmiştir. Bu değişiklik
özellikle Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Arnavutluk gibi ülkelerde belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Buna karşılık aynı zamanda bir Balkan ülkesi olan Türkiye ile 1981 yılından beri Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan diğer ülkeler ölçeğinde etkilenmemişlerdir.

Soğuk savaşın sona ermesi, en başta Varşova Paktı’nın lağvedilmesi neticesini doğurmuş; Bulgaristan ve Romanya üzerindeki SSCB tahakkümü ortadan kalmıştır. 1990’lı yıllarda anılan ülkeler hızlı biçimde eski rejimin etkilerinden kurtulma ve yeni koşullara uyum sağlama çabası içerisine girmişlerdir. Bu çerçeve içerisinde temel hedef Batı ile bütünleşme  olarak tespit edilmiş, Bulgaristan ve Romanya, bir yandan Avrupa Birliği, öte yandan NATO ile yakından ilgilenmeye başlamışlardır.

Avrupa Birliği ile anılan ülkeler arasında ticari ve ekonomik işbirliği anlaşmalarıy la başlayan işbirliği, bir süre sonra tam üyelik için altyapı hazırlama amacını taşıyan Avrupa Anlaşmaları ile devam etmiştir. Uzun ve zahmetli geçen bir sürecin ardından Bulgaristan ve Romanya, 1 Ocak 2007’de tam üye olarak Avrupa Birliği’ne katılmışlardır. Anılan ülkeler aynı zamanda 2004 yılında NATO’ya üye olmuşlardır.

1990’lı yıllarda Balkan yarımadasında tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplayan ülkeler Yugoslavya ve Arnavutluk olmuştur. II. Dünya Savaşından sonra Enver Hoca liderliğinde kendine özgü komünist uygulamalar ile diğerlerinden farklılaşan Arnavutluk rejimi varlığını 1992 yılına kadar sürdürmüştür. Her ne kadar 1985 yılında Enver Hoca’nın yerini Ramiz Alia almış ise de, rejimin totaliter / baskıcı yapısında ve dışa kapalı tutuculuğunda bir değişim gözlenmemiştir. Arnavutluk’ta değişim biraz da dünya koşullarının zorlaması sonucu gerçekleşmiş, ilk çok partili seçimler 1992 yılında yapılmıştır.

YUGOSLAVYA’DA ULUS SORUNU VE DAĞILMA SÜRECİ


Ancak dünyanın dikkatinin Balkanlar üzerine yönelmesi esas itibariyle Yugoslavya sorunundan kaynaklanmıştır. Yugoslavya, Soğuk Savaş
sonrası dünyada siyasal varlığını yeni koşullara uyarlayamamıştır.

Yapay bir devlet olan Yugoslavya’nın yaşadığı sorunlar aslında bu ülke tarihinde yaşanan gelişmelerden ayrı olarak ele alınamaz. 1918 yılında Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı olarak kurulan devletin 1941’e kadar devam eden ilk döneminde, siyasal rejim temelde, Sırp egemenliğine dayanmış ve bunun bir doğal sonucu olarak da diğer uluslar ve azınlıklar baskı altında tutulmuşlardır.

İkinci Dünya Savaşından sonra Tito’nun önderliğinde kurulan İkinci Yugoslavya birçok bakımdan iki savaş arası dönemden farklıdır. Tito, “Özyönetim” ve “pazar sosyalizmi” adı altında SSCB ve Çin uygulamalarından farklı, kısmen liberal çizgiler taşıyan sui generis bir rejimle Yugoslavya’da siyasi ve toplumsal istikrar sağlamıştır.1 Yugoslavya siyasal yaşamının en istikrarlı ve mutlu günleri belki de Tito’nun işbaşında olduğu dönem olmuştur. 

1) Daha fazla bilgi için bakınız: Tanıl Bora, Yugoslavya (Milliyetçiliğin Provokasyonu), İletişim Yayınları, İstanbul, 1991; İrfan Kaya Ülger, Yugoslavya Neden Parçalandı?, Seçkin Yayınları, Ankara, 2003; Misha Glenny, The Balkans (1804-1999), Granta Books, London, 1999.


Ne var ki, 1980 yılında Tito’nun ölümünün ardından “Yugoslav Uyumu”nu sürdürme imkânı ortadan kalkmıştır.

Kendisi de bir Hırvat olan Tito, Hırvat milliyetçiliği dâhil, Yugoslavya halkları arasında sık aralıklarla alevlenen mikro milliyetçi akımlarla mücadele etmiştir. Tito’nun Yugoslavya’yı oluşturan federe Cumhuriyetler arasında nüfus bileşimlerini dikkate almadan eşitlikçi uygulamalar ortaya koyması, azınlıkların haklarına saygı göstermesi, milliyetçilikle mücadele etmesi gibi uygulamaları kendisinden sonra sürdürülememiştir.

Aslında Yugoslavya’nın çıkmazı federalizm, sosyalizm ve ademi merkeziyetçiliği tek parti yönetimiyle sürdürme çabasından kaynaklanmıştır.

1965 yılında yapılan reformlar ülkenin bölgesel bazda birbirinden ayrılma sürecini hızlandırmıştır. Özellikle, Federe Cumhuriyetlere ekonomi alanında kendi başlarına hareket etme özgürlüğünün tanınması, Cumhuriyetlerde milliyetçi akımları güçlendirmiştir.2

Bir yanda milliyetçiliğin alevlenmesi, öte yanda Yugoslavya’da yaşayan her ulusun ve bu arada azınlıkların kendilerine avantaj sağlayan talepler ileri sürmeleri, Tito sonrasında Devlet Başkanlığının dönüşümlü hale gelmesi, Kosova Arnavutlarının 1960’lı yılların sonundan başlayarak giderek artan ölçüde kurucu cumhuriyet statüsü elde etmek amacıyla başlattığı gösteriler, Tito’nun ölümünden sonra ülkeyi parçalanmanın eşiğine getirmiştir. Bu süreçte çok önemli bir dönüm noktası 1996 yılında Slobodon Miloseviç’in Sırbistan Komünist Partisi liderliğini ele geçirmesi olmuştur. Aslında Marksist olan Miloseviç, Sırbistan yönetimini ele geçirdikten sonra ülkede güçlü olan Sırp milliyetçiliğinin
potansiyelini hissetmiş ve iktidarını güçlendirmek için neticede ülkeyi kaçınılmaz biçimde yıkıma götürecek milliyetçilik bayrağına sarılmıştır.

Kosova Arnavutlarının Tito zamanından beri tekrarladıkları, artık rutin hale gelen ve “vakay-ı adiye”den sayılan Cumhuriyet statüsü amacıyla düzenledikleri gösterilere Sırplar, 1990’lı yılların ikinci yarısında Miloseviç’in yönlendirmesiyle tepki göstermişlerdir. Kosova Sırplarıyla dayanışma adı altında ülkenin her tarafında Sırbistan yönetiminin desteği ile gösteriler tertiplenmiş ve bu durum bir yanda Sırp milliyetçiliğini alevlendirirken, öte yandan bundan endişe duyan Sloven, Hırvat,Boşnak ve Makedonlarda yeni arayışlara neden olmuştur.


2) Gregory O. Hall, "Ethnic Conflict, Econonimc and Fall of Yugoslavia", Mediterranian Quarterly, Summer
1994, s. 132 (123-141)


İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve öncesinde yaşanan gelişmeleri belleklerinde tutan diğer uluslar Sırp dominasyonundan endişe etmişlerdir.

Hırvatlar ve Slovenler, Sırpların ülke genelinde hükümranlık kuracağı endişesiyle ayrılıkçılığa yönelirken, Makedonlar ve Boşnaklar adem-i merkeziyetçi yeni bir yapılanma teklifini ortaya atmışlardır. Soruna çözüm bulmak amacıyla 1990 Ocak ayında Yugoslavya Komünist Partisi’nin 14. Olağanüstü Kongresi toplandı. Kongrede, merkeziyetçi yönetim yanlısı Sırbistan ile diğer Cumhuriyetler arasındaki görüş ayrılıkları giderilemediği için Kongre hiçbir karar almadan dağılmıştır.3

Kuşkusuz Yugoslavya’nın dağılmasında birden çok faktör rol oynamıştır. Ancak dağılmayı esas tetikleyen Sırp milliyetçiliği olmuştur. Miloseviç önderliğindeki Sırbistan Komünist Partisi yönetiminin Sırp milliyetçileri ile ittifak etmesi ülke genelinde gerilim ve endişe yaratmıştır.

Özellikle Sırbistan yönetiminin 1989 yılında tek yanlı bir kararla, Federal Başkanlık Konseyinin onayını almadan kendisine bağlı Voyvodina ve Kosova özerk bölgelerinin statüsünü ortadan kaldırması, federasyonun sonunu getirecek gelişmelere kapı aralamıştır. Federal yasalara aykırı olan bu olaydan çok kısa bir süre sonra ilkin Slovenya’da, ardından Hırvatistan’da yine federal yasalara aykırılık teşkil eden bir gelişme meydana gelmiş, çok sayıda milliyetçi parti kurulmuştur.

Yugoslavya anayasasına göre ülkede komünist partiden başka siyasal örgütlenme yasaktı. Yugoslavya Komünist Partisi’nin “iktidar tekeli ve
öncü rolü” anayasanın ve siyasal sistemin temelini oluşturuyordu. Sırbistan yönetiminin ihlali ile başlayan süreç, Federal Cumhuriyetlerin çıkarlarının
Federasyondan önde geldiği bir dönemin kapısını aralamıştır. Kısa sürede tüm Cumhuriyetlerde milliyetçi temelde siyasal partiler kurulmuştur.


3) Vasil Tuporkovsky, "The Dissolution of Yugoslavia: An Inseder's View", Mediterranian Quarterly, Vol:4,
No:2, Spring 1993, s. 19-21.


Sırbistan’da ise bir yandan Sırp milliyetçilerinin denetimi altında olan Sırbistan Komünist Partisi adını Sosyalist Parti olarak değiştirirken, öte yandan daha aşırı çizgide milliyetçi partiler kurulmuştur.

1990 yılı içerisinde her Federe Cumhuriyette farklı bir tarihte yapılan seçimlerin galibi yeni kurulan milliyetçi partiler olmuştur. Ardından federal parlamentoların egemenlik kararları birbirini takip etmiştir.

1991 Temmuz ayı ortasında Hırvatistan ve Slovenya tek yanlı olarak bağımsızlık ilan etmiştir. Bu karara tepki duyan Sırbistan, Federal Ordu desteği ile Hırvatistan’a savaş açmıştır. 1992 Ocak ayına kadar süren çatışmalarda Vukovar, Dobrovnik gibi tarihi kentler yerle bir olmuştur.

Ateşkes kararı anılan Cumhuriyetlerin bağımsızlık ilanlarından geri adım atmaları sonucunu doğurmamıştır. Aralık ayında Almanya’nın tek yanlı olarak tanıdığı bağımsızlık kararını bir süre sonra diğer ülkeler de kabul etmiştir. 1991 Kasım ayında Makedonya ve 1992 Mart ayında ise Bosna Hersek bağımsızlık ilan etmiştir.

Bosna Hersek’in bağımsızlık ilanının hemen ardından yerel Sırp güçlerin Sırbistan’ın kışkırtmasıyla başlayan saldırılar 3,5 yıl sürecek olan Bosna savaşını başlatmıştır. Yüz binlerce kayba neden olan savaş, ABD’nin devreye girmesiyle sona ermiştir. Savaşan tarafların temsilcilerinin katılımıyla yapılan müzakerelerin sonunda 1995 Kasım ayında Dayton antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre, Bosna Hersek topraklarının % 49’u Sırplara, % 51’i Boşnak-Hırvat Federasyonuna bırakılmıştır. Antlaşma ile tesis edilen statükonun korunması için ülkeye 60 bin kişilik barış gücü yerleştirilmiştir.4

1995 sonuna gelindiğinde eski Yugoslavya toprakları 5 ayrı parçaya ayrılmış oluyordu. Yugoslavya’yı oluşturan Federe Cumhuriyetlerden Karadağ ile Sırbistan’ın Yeni Yugoslavya adıyla kurdukları devlet de dağılma sürecinin dışında kalamamıştır. Önce devletin örgütlenme yapısı  Sırbistan-Karadağ Federasyonu olarak değiştirilmiş, kısa bir süre sonra da Karadağ Cumhuriyetinde yapılan referandumun sonucunda 2006 yılı yazında bağımsızlık ilan edilmiştir.5

4) Dayton antlaşması metni için bakınız:
http://www.yale.edu/lawweb/avalon/intdip/bosnia/day04.htm/
5) http://www.iht.com/articles/2006/06/04/news/balk.php


KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK İLANI VE SONRASI


Eski Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde son halka 17 Şubat 2008’de Kosova’nın bağımsızlık ilanı ile gerçekleşmiştir. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin muhalefetine rağmen Kosova’nın bağımsızlık kararı, Türkiye, ABD ve AB’nin 27 ülkesinden İspanya, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Romanya ve Slovakya dışında kalan devletler tarafından tanınmış, tanıyan ülkelerin sayısı 41’e ulaşmıştır. Kosova’nın Sırbistan’ın ayrılmaz bir parçası olduğu iddiasını biteviye tekrarlayan Belgrad yönetimi, ABD başta olmak üzere bazı ülkelerle
diplomatik ilişkilerini askıya almıştır.

Kosova’nın bağımsızlık kazanması ile birlikte Martti Ahtisari planı ile öngörülen statünün uygulaması gündeme gelmiştir. Buna göre, Kosova bir başka ülke veya bir devletin içindeki bölgeye intikal etmeyecekti.

Kosova’da yaşayan Sırplar ve diğer azınlıkların haklarına saygı gösterilecekti. Bu çerçevede Kosova’nın kuzeyinde Sırp nüfusun yoğun yaşadığı 6 yerleşim biriminde belediyelerin yerel yetkileri güçlendirildi, polis ve adli konularda yerel güçlere ayrıcalıklar verilmiştir. Buna rağmen, Sırplar Mitroviça’da Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği güçlerine ve hükümet binalarına ve personeline karşı saldırıda bulunmuşlardır.

Kosova’nın bağımsızlığının bölge için yeni gerilimlere neden olmuştur.

Bosna Hersek Federasyonunun bir parçası olan Bosnalı Sırpların da benzer bir yöntem uygulamasından endişe edilmektedir. Bosnalı Sırplar, konjonktürün uygun olduğunu düşündükleri anda self determinasyon hakkını ileri sürerek Sırbistan’a katılma yönünde harekete geçebileceklerdir. Kosova’nın bağımsızlığı aynı zamanda Makedonya’da da kaygı yaratmıştır. Makedonya’da nüfusun dörtte birini Arnavutlar oluşturmaktadır. Arnavutluk ve Kosova’ya mücavir bölgelerde
yaşayan Makedonya Arnavutlarının da ileride diğerleriyle birlikte hareket edeceğinden endişe edilmektedir.6

BALKAN DEVLETLERİNİN RÜYASI AB ÜYELİĞİ


Yukarıda da belirtildiği üzere Bulgaristan ve Romanya, 1 Ocak 2007 itibariyle Avrupa Birliği’ne tam üye olarak katılmışlardır. Diğer bir Balkan ülkesi olan Yunanistan, 1981 yılından beri AB üyesidir. 3 Ekim 2005’de Türkiye ve Hırvatistan, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamışlardır. Avrupa Birliği tarafından aday ülke ilan edilen Makedonya’nın yakın bir zamanda masaya oturması beklenmektedir.

Kosova, Bosna Hersek ve Arnavutluk gibi geriye kalan ülkelerin hedefi Avrupa Birliği’ne katılmaktır. Anılan ülkeler içinde bulunduğumuz dönemde yaşadıkları ekonomik ve siyasi sıkıntılar nedeniyle tam üyelik için öngörülen kriterlerin uzağındadırlar.
Öte yandan Avrupa Birliği ile yakınlaşma eğilimi Sırbistan ve Karadağ için dahi Balkan bunalımından çıkış yolu olarak gözükmektedir. Temmuz 2008’de Bosnalı Sırpların savaşa suçlusu siyasi lideri olan Radovan Karadziç’in Belgrad’da yakalanması ve Lahey’de bulunan BM Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesine sevk edilmesini, Belgrad yönetiminin gelecek tasarımından ayrı değerlendirmek güçtür. Bu olayın da somut biçimde ortaya koyduğu gibi Sırbistan yönetimi Avrupa Birliği ile yakınlaşmanın altyapısını hazırlamakla meşguldür.

Bölge ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılma yönündeki çabaları Brüksel tarafından da desteklenmektedir. 2007-2011 yılları arasında Balkan ülkelerinin AB standartları hedefine yönelmesi çalışmalarına destek için 3,5 milyar Euro kaynak ayrılmıştır.7 
Brüksel çevreleri Balkanların Avrupa Birliği’ne katılmasını başka faktörlerin yanında siyasi bakımdan önem taşıdığı görüşündedirler. 

6) Daha fazla bilgi için bakınız. CRS Report RL31053, Kosovo and U.S. Policy: Background and
Current Issues, by Julie Kim and Steven Woehrel
7) http://europa.eu/rapid/presReleasesAction.do?reference:MEMO/08/144&format:HTML&aged:0&uage:
http://europa.eu/rapid/presReleasesAction.do?reference:MEMO/08/144&format:HTML&aged:0&uage: EN&guiLanguage:en/


Zira Balkan Yarımadasının Avrupa Birliği’ne dahil olması, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonunda ortaya çıkan bölünmüşlüğü tamamen ortadan kaldıracak bir siyasal hareket olarak algılanmaktadır.

Aynı zamanda bir Balkan ülkesi olan Slovenya, 1 Mayıs 2004 tarihinde tam üye olarak Avrupa Birliği’ne katılmıştır. Türkiye ile eş zamanlı olarak katılım müzakerelerine başlayan Hırvatistan’ın ise 2010 yılında tam üye olması beklenmektedir. Bununla birlikte aday ilan edilen Makedonya ile ne zaman masaya oturulacağı belirsizliği korumaktadır.

Zira bu ülkenin tam üyelik müzakerelerine başlamasına Yunanistan isim sorunu nedeniyle karşı çıkmaktadır. Nitekim bu ülkenin BM üyeliği de ancak “Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti” adıyla mümkün olmuştu. Yunanistan, Makedonya adını taşıyan eyaleti bulunduğunu öne sürerek bu ülkenin uluslararası ilişkilerini engellemektedir.

Resmi Yunan yayın organlarında Makedonya yerine “Üsküp Cumhuriyeti” ismi kullanılmaktadır.

Makedonya-Yunanistan ihtilafının arka planı incelendiğinde Yunanistan’ın bu ülke aleyhindeki faaliyetlerinin gerisinde tarihsel Makedonya topraklarının bir bölümünü işgal etmiş olduğu gerçeği bulunmaktadır. Zira bugünkü Makedonya Cumhuriyeti tarihsel Makedonya’nın sadece “Pirin Makedonyası” olarak anılan bölümüdür. “Ege Makedonyası” Yunanistan, “Vardar Makedonyası” ise Bulgaristan tarafından Balkan Savaşları esnasında işgal edilmiştir. Sorunu daha da çetrefil hale getiren husus Sırpların bugünkü Makedonya Cumhuriyeti
topraklarını “Güney Sırbistan” olarak tanımlamalarıdır. Bir başka sorun Makedonya topraklarının dörtte birini oluşturan Arnavut nüfustur.

Makedonya Arnavutları, Arnavutluk ve Kosova’ya mücavir bölgelerde yaşamakta dır. Makedonya yönetimi günün birinde Büyük Arnavutluk kurulması kaygısı taşımaktadır.

Günümüzde Makedonya, tıpkı Bosna Hersek Cumhuriyeti gibi Balkanların minyatür bir örneğini oluşturmaktadır. Makedonya’da bir yandan Makedonya milliyetçiliği tarihsel Makedonya projesini gündeme getirerek Bulgaristan ve Yunanistan üzerinde hak iddia ederken, öte yandan diğerlerinin Makedonya toprakları üzerinde emelleri vardır. Mevcut haliyle Makedonya, irredentizmin hem nesnesi, hem öznesi konumundadır. Her ne kadar 2001 yılında Makedonya ile Arnavutluk arasında imzalanan Ohrid Anlaşmasıyla iki taraf arasında yakınlaşma sağlanmış ise de güven tam olarak tesis edilememiştir. Anlaşmayla Makedonya’nın demokratik ve çoğulcu kimliğine vurgu yapılmış ve ülkede
Arnavutların ve diğerlerinin temel hak ve özgürlükleri bakımından beynelmilel standartlara sahip oldukları teyit edilmiştir.

SIRBİSTAN’IN ÇIKIŞ YOLU

Balkanların uluslararası toplum ile bütünleşmede en geride kalan ülkesi halen tahakkümcü milliyetçiliğin etkisinden kurtulamamış olan Sırbistan’dır. 2005 yılında Belgrad ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği Paktı imzalama çabaları neticesiz kalmıştır. Bunda Kosova’nın statüsü konusundaki görüş ayrılıklarının rol oynadığı kuşkusuzdur. Kosova’nın bağımsızlık kararı ve ardından Radovan Karadziç’in yakalanması ile ortaya çıkan koşullar tarafları birbirine yakınlaştırmıştır. Öte yandan normalleşme işaretleri Sırbistan ekonomisinde de hissedilmektedir. Büyük ölçüde Bosna Hersek ve Kosova savaşlarından kaynaklanan ekonomik istikrarsızlık kontrol altına alınmıştır. 2008 itibariyle ülkede enflasyon %20 düzeyindedir.

Sırbistan ile AB arasında en önemli anlaşmazlık konusu hiç kuşku yok ki, Kosova’nın statüsü olmuştur. 17 Şubat 2008’de Kosova’nın bağımsızlık
ilan etmesinin hemen ardından 27 AB ülkesinin 22’si tarafından kararın tanınması ilişkilerde duraklamaya neden olmuştur. Bununla birlikte Sırbistan yönetimi, Kosova’yı kabullenme eğilimine girmiştir. 2006 yılında bağımsızlık ilan eden Karadağ Cumhuriyeti, çok kısa bir süre sonra Ekim 2007’de AB ile İstikrar ve İşbirliği Anlaşması imzalamıştır. Böylece, tarih boyunca Sırplarla birlikte hareket eden ve ayrı bir kimlik geliştirmeyen Karadağlılar da, pragmatist bir yaklaşımla geleceklerini tam üyelik hedefine endekslemişlerdir.

Balkanların en yoksul ülkesi olan Arnavutluk bakımından da AB üyeliği tek çıkış yolu olarak gözükmektedir. Geçiş dönemi sorunlarını tüm alanlarda yaşayan Arnavutluk’ta en kronik problem yolsuzluklardır. Hükümet, hem Avrupa Birliğine hem de NATO’ya katılma istediğini net bir biçimde ortaya koymuştur.

1995 yılından beri silahların gölgesinde barışın devam ettiği Bosna Hersek’te toprak bütünlüğü endişesi sona ermemiştir. Bosnalı Sırpların Bosna Hersek Cumhuriyeti’nden ayrılıp Sırbistan’a katılma niyeti taşıdıkları hiç kimse bakımından sır değildir. Sırplar, barış gücü misyonu ile sürdürülen statükoyu fırsat buldukları en kısa zamanda istedikleri yönde değiştirmek istemektedirler. Kosova’nın bağımsızlık ilan etmesi, Bosnalı Sırpların bu yöndeki taleplerinin belirgin biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Netice olarak Balkanların fiili durumu ve geleceği konusunda vurgulanması gereken husus şudur. Soğuk savaş sonrasında siyasi istikrarsızlık yaşayan Balkanlarda 1995 yılında imzalanan Dayton antlaşması ile tesis edilen barış pamuk ipliğine bağlı olmaktan kurtulamamıştır.

Bölgede siyasi istikrar günümüzde ancak silahların gölgesinde sürdürülmektedir.

Bununla birlikte “soft power” olarak Avrupa Birliği’nin bölgenin geleceğinin şekillenmesinde önemli olduğu kuşkusuzdur. Halen Balkan ülkelerinden Yunanistan, Slovenya, Bulgaristan ve Romanya Avrupa Birliği’ne tam üyedir. Hırvatistan ve Türkiye ile müzakereler devam etmektedir. Makedonya ile uygun koşullar oluşması halinde müzakerelere başlanacağı teyit edilmiştir. Bakiye kalan ülkelerden Arnavutluk, Bosna Hersek, Kosova ve Sırbistan da açık veya zımni olarak gelecek hedeflerini Avrupa Birliği’ne katılma olarak belirlemişlerdir.
Balkanlarda 1990’lı yıllara damga vuran mikro milliyetçilik ve etnik çatışmaların aşılması ve siyasi istikrarın kalıcı olarak tesis edilmesinin yolu Avrupa Birliği tam üyeliğinden geçmektedir.

SONUÇ

Son olarak tüm bu aşamalarda Türkiye’nin rolü üzerinde durmak gerekirse, Balkanlarda kalıcı istikrarın sağlanması ve işbirliği ortamının güçlendirilmesi yönünde Türkiye, Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci başta olmak üzere, bölgesel oluşumlarda öncü rol oynamakta, “Güney Doğu Avrupa İstikrar Paktı” gibi bölgeye yönelik uluslararası girişimlerde yapıcı katkıda bulunmaktadır. Türkiye’nin önerisi hayata geçirilen “Güney Doğu Avrupa Çok Uluslu Barış Gücü” bu çerçevede en somut örneği oluşturmaktadır.

Türkiye’nin temel dış politikası çağdaş uygarlığı temsil eden Batıya dönüktür. Avrupa ile bütünlüğünü ve bağını sağlayan Balkanlarda barış ve istikrarın sürdürülebilir bir statüde geliştirilmesi bölge ülkeleri kadar, Türkiye’nin milli çıkarlarına uygun düşmektedir. Balkanlarda sürekli bir barış sağlanması bölge ülkelerinin ortak bir dış politika hedefi bulunması ve yaşama geçirilmesi ile mümkün olabilecektir.

Balkanlarda kalıcı istikrarın tesis edilmesi üye olmayan ülkelerin Avrupa Birliği’ne üye olmaları ile ivme kazanabilecektir. 

Avrupa bütünleşmesi ve bunun getireceği siyasal, sosyal ve ekonomik reformlar konusunda bölge ülkelerinin girişimleri çok önem taşımaktadır.

Türkiye, Balkanlarda kalıcı bir istikrara çok önem vermiş ve her aşamada desteklemiştir. Avrupa ile Anadolu’yu birleştiren evrensel değerlerin insanlığa gelecekte çok daha zengin kazanımlar sağlayacağı bilinmektedir. Bu ortak değerler, ortak hedefler, ortak kazanımlar Avrupa Birliği içinde birlikte yaşama ve paylaşmayı güçlendirecek ve sonsuzlaştıracaktır. 2010’lu yıllarda Balkan ülkeleri, bölgede sürdürülebilir güven, huzur, istikrar, refah ve çok taraflı işbirliği sağlanması yönünde bütün imkanları değerlendirmeli ve yaşama geçirebilmeli dir. Bu yaklaşım, ülkemizin, bölge ülkelerinin, AB’nin ve en başta uluslararası toplumun çıkarlarına hizmet edecek, uluslararası barış ve güvenliğine çok katkı sağlayabilecek ve dünya barışı için önemli kazanım olabilecektir.


Balkanlarda Siyasi İstikrar ve Geleceği
Prof.Dr. Hasret ÇOMAK
Doç.Dr. İrfan Kaya ÜLGER

16. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***