TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
BÖLÜM 9
TÜRKİYE’DE BAĞIMSIZLIK VE MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI
Doç. Dr. Ayşegül AYDINGÜN
İnsanların bir arada yaşamaları insanlık tarihi kadar eski olsa da, bu bir arada yaşama her zaman ulus şeklinde olmamıştır. İnsanlar, farklı dönemlerde kabile veya dini cemaatler gibi toplumsal birimler içinde hayatlarını sürdürmüşler ve bir gruba ait olma duygusunu farklı şekillerde yaşamışlardır. Kapitalizmin gelişmesine koşut olarak ortaya çıkan ulus, biz duygusunun yaşandığı en çağdaş toplumsal birimdir.
Ulusun tarihsel bir birikimin sonucu olduğu söylenebilir; çünkü sadece etnik kökeni, dili, dini veya kültürü temel alarak ulusu tanımlamak mümkün değildir. Bunun nedeni, hiç şüphesiz, soyutlanmış bir halkın bile bir ırklar harmanı olmasından; aynı etnik grup üyelerinin farklı devletler çatısı altında yaşamasın dan; aynı dilin farklı uluslar tarafından konuşulmasından veya aynı devlette farklı diller konuşulmasından; farklı ulusların aynı dini paylaşmasından veya aynı devlet çatısı altında farklı dinlere mensup insanların yaşamasından ve kültürü tanımlamanın güçlüğünden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, ulusun doğal
bir olgu olduğu görüşünü savunmak mümkün değildir. Bir ulusun üyesi olma halinin insanlık tarihi kadar eski olduğuna dair inanç veya ulusun insanları sınıflandırmanın doğal bir yolu olduğu fikri, bilimsel olarak savunulamaz.
Günümüz dünyası, siyasi anlamda, Fransız ve Amerikan Devrimlerinin
bir sonucu olarak ortaya çıkan ve zaman içinde tüm dünyaya yayılan
ulus-devletlerden oluşmaktadır. Avrupa’da ortaya çıkan ilk ulusdevletlere
baktığımızda iki farklı model dikkati çekmektedir.
Birinci model, toprak ve yurttaşlık temelli bir modeldir ve ulusu sınırları belirli
bir toprak üzerinde, var olan yasalara uygun yaşayan siyasi bir cemaat olarak görür. İkinci modelde ise ortak köken, soy ve kültürel özellikler bir ulusun var olmasını sağlayan unsurlar olarak karşımıza çıkar.
Milliyetçilik ise ulus-devletin gelişmesine koşut olarak gelişmiş; aslında eski bir geçmişi olmayan, 19. ve 20. yüzyılın temel ideolojilerinden biridir. Dolayısıyla, yeni bir siyasal olgudur. Siyasal bir olgu olarak milliyetçiliğe ilişkin iki temel kuramsal yaklaşım vardır: Biri, sözü edilen iki ulus-devlet modelinden hareketle ortaya çıkan ve etnik milliyetçiliği sivik milliyetçilikten ayıran klasik yaklaşım; diğeri ise her milliyetçiliğin etnik ve sivik unsurları içinde barındırdığı görüşünü benimseyen inşacı yaklaşım. Birinci yaklaşım, genellikle milliyetçilikleri açıklamada ve özellikle de etnik kimlik, milli kimlik ve milliyetçilik arasındaki süreklilikleri ve yakın ilişkiyi anlamamızda ikinci yaklaşıma kıyasla daha yetersiz
kalmaktadır. İkinci yaklaşımın var olan ulus-devletlerin yapısını açıklama gücü daha fazladır.
İnşacı yaklaşımı benimseyerek çeşitli ulus-devlet örneklerini mercek altına aldığımızda her ulus-devletin, Türkiye örneğinde olduğu gibi, içinde barındırdığı ve aslında paradoksal gibi görünen bazı etnik ve sivik temelli unsurları tespit edebilir; nedenlerini tarihsel koşulları da dikkate alarak anlayabilir; böylece çağın gereklerini göz önünde bulundurarak geleceğe yönelik bazı önerilerde bulunabiliriz. Diğer bir ifadeyle, iki farklı ulus tanımı üzerine bina edilen iki farklı ulus-devlet ve milliyetçilik anlayışı olduğu bir gerçektir. Ancak, her iki modelin de kendi içinde diğer modele özgü bazı unsurları barındırdığını kabul etmek ve
bu melez yapının farklı derecelerde olmakla birlikte her ulus-devlet için
geçerli olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin, söz konusu iki ulus/ulusdevlet
modeli dikkate alındığında, birinci modeli izlediğini kolaylıkla ifade edebiliriz. Ancak, bu noktada, Cumhuriyetin kurucularının kurguladığı model ile bunun pratiğinin birbirinden farklılaştığına dikkat çekmek gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında ulusun tanımlanma biçimine baktığımızda veya Türk tanımının nasıl yapıldığını incelediğimizde, ulusun doğal bir olgu olarak tanımlanmadığını ve Türk kavramının da son derece sübjektif (yurttaşların isteğine bağlı toplumsal bir inşa) bir şekilde toprak temelli olarak tanımlandığını görürüz. Ne var ki, Cumhuriyetin kurucularının benimsemiş olduğu bu yurttaşlık odaklı, barışçı ve bir anlamda çağdaş milliyetçilik teorisi
açısından bir dönüm noktası olarak kabul edebileceğimiz Ernest Renan’ın
sübjektif ulus tanımına dayanan milliyetçilik anlayışı kök salamamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu andan itibaren yurttaşlığa dayalı toprak temelli bir milliyetçiliği benimsemesine rağmen bazı toplumsal, siyasal, ekonomik ve uluslararası dinamikler Cumhuriyetin benimsediği modeli, bir taraftan romantik Alman milliyetçiliğinin etkisi altında, diğer taraftan da çok etnili bir halkı ulusal bir kimlik etrafında bir araya getirmek ve ulusal bir bilinç yaratmak için izlenen pragmatik bazı politikalar sonucunda, aslında birçok milliyetçilik örneğinde olduğu gibi, daha melez bir modele; yani etnik temelli bazı unsurlara da alan tanıyan bir modele dönüştürmüştür. Burada belirtilmesi gereken önemli bir
husus, her milliyetçiliğin, ister toprak/yurttaş temelli, ister etnik temelli
olsun, yaygın bir halk desteğine ve meşruiyete gereksinim duymasıdır.
Melez Milliyetçilikleri bir anlamda kaçınılmaz kılan en temel neden bu
gereksinimdir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin kuruluşundan beri resmen benimsenen Fransız usulü yurttaşlık ve toprak/vatan bağı esasına dayalı Atatürk milliyetçiliği, pratikte, bu milliyetçilikle Alman usulü etnik bağı esas alan milliyetçilik arasında sıkışmış, tıkanmış; bu noktadan bir açılım yapamamış ve bir milli kimlik krizinin yolu açılmıştır. Elbette, Türkiye’de resmi milliyetçilik, yani Atatürk milliyetçiliği anlayışı dışında da bazı milliyetçilik anlayışları gelişmiş ve bu milliyetçilik anlayışları farklı ulus ve milli kimlik tanımları yaparak Türk milli kimliği krizini yaratacak koşulların oluşmasında etkin bir rol oynamışlardır. Türk milliyetçiliğinde ki tıkanıklığı aşmaya yönelik her türlü teşebbüs, gerek etnik temelli bir milliyetçiliği benimseyen çevrelerde, gerek Atatürk milliyetçiliğini ve
diğer bazı milliyetçilikleri benimseyen çevrelerde bir tehdit olarak algılanmış
ve bu teşebbüslerin önü kısa zamanda kesilmiştir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye’de ortaya çıkan melez model, Cumhuriyetin kurucularının yapmış olduğu siyasi ve hukuki Türklük tanımını zedelemiş ve ona etnik bir anlam yüklemiştir. Zaman içinde etnik temelli Türklük tanımının Türk siyasetinde karşılık bulması, toplumda Cumhuriyetin kurucularının kök salmasını istediği toprak temelli sübjektif Türklük tanımının içselleştirilmesini engelleyerek, farklı etnik kökenden ve mezhepten yurttaşların bir kısmının kendilerini zamanla
dışlanmış hissetmelerine neden olmuştur. Bu durum, aynı zamanda, farklı aidiyetlere ve kimliklere alan tanımayan bir milli kimlik anlayışının gelişmesine neden olmuştur.
Hiç şüphesiz, etnik ve kültürel türdeşliği inşa eden veya etmeye çalışan
ulus-devlet, bu yolla demokratik ve liberal kurumların oluşmasını mümkün kılacak altyapıyı yaratmış ve demokrasinin gelişmesini mümkün kılmıştır. Milliyetçiliğin de bu gelişime önemli bir katkısı olduğunu belirtmek gerekmekte dir. Ancak, küreselleşmenin neden olduğu toplumsal değişimler, gelişen demokrasi ve insan hakları anlayışının yarattığı toplumsal ortam, klasik ulus-devleti var eden homojenleştirici yaklaşımı zaman içinde ulus-devleti yıpratan bir unsur haline dönüştürmüş ve yeni açılımları gerekli kılmıştır.
Son yıllarda küreselleşmenin ulus-devleti iki açıdan tehdit ettiği görüşü
savunulmakta dır. İlk olarak, bir taraftan merkeziyetçileşme ile Avrupa
Birliği gibi ulus üstü örgütlenmelerin yukarıdan ulus-devlet üzerinde bir baskı oluşturduğu; diğer taraftan âdemimerkeziyetçiliğin azınlık kimlikleri veya etnik kimlikler aracılığı ile ulus-devlet üzerinde aşağıdan bir baskı oluşturduğu görüşü savunulmaktadır. İkinci olarak vurgulanan ise çoklu kimliklerin ortaya çıkması dır. Günümüz dünyasında bireyler çok farklı kimlikleri ve aidiyetleri aynı anda yaşamak ve benimsemek durumundadırlar. Örneğin, kendi milli kimliklerinin yanı sıra Avrupa Birliği vatandaşlığı gibi veya daha yerel, etnik, bölgesel, dinsel
bir kimlik gibi birçok kimliği benimsemektedirler.
Farklı kimliklerin, aidiyetlerin ve onların neden olduğu farklı sadakatlerin / bağlılıkların milliyetçiliği etkileyeceğini ve değiştireceğini varsayabiliriz.
Milliyetçiliğin bu süreçten nasıl etkileneceği, ulus-devletin söz konusu süreci yönetme biçimine bağlı olacaktır. Farklı aidiyet, sadakat, bağlılıklara alan tanımayan ve bunları milli kimlikle her durumda çelişen kimlikler olarak değerlendiren bir yaklaşımın ulus-devleti zafiyete uğratma ihtimali yüksektir. O nedenle, bireylerin aidiyetlerinin çok katmanlı, değişken ve karmaşık olduğu dikkate alınmalı ve bu aidiyetlerin inşa süreçleri son derece dikkatli bir şekilde irdelenmelidir. Bu irdeleme, farklı aidiyetlerin dışlayıcı olmayan bir şekilde kabul edildiği bir siyasal formun geliştirilebilmesi açısından son derece büyük bir
önem taşımaktadır.
Küreselleşme süreciyle aynı anda gelişen yerelleşme ve bunun neden olduğu kimlik kaymaları, sosyal bilimciler için önemli araştırma konusu olmuş ve birçoğu bireylerin çoklu kimlikleri olduğunu ve buna koşut olarak sadakat, aidiyet ve/veya bağlılık duygusunun birçok düzeyde aynı anda yaşanabileceği (yerel, bölgesel, ulusal veya uluslararası) görüşünü benimsemişlerdir. Dolayısıyla, çoklu kimliklerin var olması bu kimliklerin her durumda birbiriyle veya milli kimlikle çelişeceği anlamını taşımamaktadır. Çoklu kimliklerin birbiriyle çelişmeksizin var
olabilmesinin ve farklı sadakatlerin ve bağlılıkların olabileceğinin kabulünün,
ulus-devletin güçlenmesini sağlayacağı görüşünü savunabiliriz.
Diğer bir ifadeyle, ulus-devletin karşılaştığı tehditleri dikkate aldığımızda,
klasik yapısı ve özellikleriyle ulus-devletin her tarihsel formasyon gibi belirli bir olgunluğa ulaştığını ve varlığını sürdürebilmesi için yeni bir yapılanma gerektiği görüşü savunulabilir. Bu noktada üzerinde durulması gereken en önemli husus, bu yeni yapılanmanın çoklu kimliklere alan tanıyan yeni bir milliyetçilik anlayışını gerektirdiğidir.
Türkiye’deki duruma baktığımızda, küreselleşmenin etkileri ve Kürt meselesinin yarattığı sorunlar, ülkenin toprak bütünlüğünün, bekasının ve Türk kimliğinin tehdit altında olduğu algısına neden olmakta ve dolayısıyla Türk milliyetçiliğini güçlendirmektedir. Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin oluşmaya başlaması, ABD ve Avrupa ülkelerinin buna verdiği destek, Batı’ya duyulan güven ve bağlılığı sarsmıştır. Bu durum, Türk milliyetçiliğinin güçlenmesine ve Batı’dan bağımsız bir Türkiye özleminin artmasına neden olmaktadır. Başta Kürt meselesi olmak üzere, çeşitli siyasi konularda izlenen politikaların dış destekli veya dış müdahalelere açık olduğuna dair yaygınlaşan algı, toplumun bazı kesimlerinde
Türkiye’nin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün tehdit altında olduğu
kanaatini güçlendirmekte ve adeta yeni bir ‘Sevr sendromu’nun gelişmesine neden olarak Batı ve AB karşıtı bir nitelik kazanabilmektedir.
Bu anlamda bir Batı karşıtlığı, Batılı ülkelerin işgaline karşı bir bağımsızlık
savaşı vermiş; tam bağımsızlık ilkesini şiar edinmiş ve bunun gerçekleşmemesi halinde ölümü tercih ettiğini açıkça belirtmiş olan Cumhuriyetin kurucularının felsefesiyle çelişmektedir. Onlar, Batı karşıtlığı yerine, Batı medeniyetine ulaşmayı ve hatta geçmeyi hedef olarak belirlerken Batı ile ilişkilerini geliştirme yolunu seçmişlerdir.
Yukarıda belirtilen söz konusu Batı karşıtı çevrelerin bağımsızlık anlayışı
konusunda da bir açılım yapmaları gerektiği görüşü savunulabilir.
Günümüz dünyasında herhangi bir ülkenin kendisini küresel sistemden
izole eden bir bağımsızlık anlayışı benimsemesi mümkün değildir.
Bu, sadece ekonomik açıdan değil, siyasi ve kültürel açıdan da mümkün değildir. Batı’nın ürünü olan ve zaman içinde insanlığın benimsediği ve özlem duyduğu hukuk devleti, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi evrensel bazı değerlerin Batı toplumlarında büyük ölçüde kök salmış olduğunu görmekteyiz. Batılı ülkelerde, çeşitli sorunlara rağmen bu değerlerin ulus-devletin veya ulus üstü oluşumların gelişimi ve evrilişinden bağımsız olarak var olmaya devam edeceği görüşü savunulabilir.
Esas sorun, bu değerlerin yeterince kök salmadığı, demokratikleşme
sürecinin farklı noktalarında yer alan ülkeler için geçerlidir. Bu nedenle,
Türkiye de demokratikleşme yolunda ilerlerken, bu evrensel değerleri
üretmiş Batı’dan uzaklaşmayarak, Batı’yı basitçe taklit etmeden kendi
insanlarının gereksinimlerine yanıt verecek bir ulus-devlet modelini ve
bağımsızlık anlayışını, Cumhuriyetin kurucularının kurguladığı model
ışığında, onların Batı’yı algılama biçimlerini göz önünde bulundurarak
ve evrensel değerleri temel alarak hayata geçirmelidir.
Ulus-devletin tehdit altında olduğu düşüncesi milliyetçiliği güçlendirmekte
ve Cumhuriyetin yurttaşlık esasına dayalı özelliklerini daha da zayıflatarak bireyi etnik temelli kolektif bir kimliği benimsemeye teşvik etmekte ve farklı aidiyetlere alan tanımamaktadır. Bu durum, farklı kimliklerin ve milliyetçiliklerin de güçlenmesine neden olmakta ve Türkiye’deki milliyetçilik anlayışındaki tıkanıklığın aşılmasını engelleyerek Türkiye’yi bir milli kimlik krizi ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Cumhuriyetin kurucularının kurguladıkları milli kimlikten zaman içinde uzaklaşılması ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını bir arada tutan temel ortak değerlerin erozyona uğraması nedeniyle ortaya çıkan milli kimlik krizinin, özellikle de bir devleti var eden kurumların yıpratılması ile giderek Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit edecek boyutlara ulaştığı iddia edilebilir. Bu çerçevede, kamu yararı ve ulusal çıkar gibi kavramların, özellikle 1980’lerden itibaren anlam ve değerini yitirdiğini ve hatta yanlış anlaşıldığını vurgulamak gerekmektedir. Bu kavramların uğradıkları erozyon, ulus-devleti ve bireyleri bir arada tutan değerleri yıpratarak milli kimlik krizini derinleştirmektedir.
Türkiye’nin milliyetçilik anlayışında yukarıda belirtilenler ışığında bir açılım yapamaması halinde toprak bütünlüğünün korunmasının giderek zorlaşacağını belirtmek gerekmektedir. Bu bağlamda, ülke bütünlüğü için kaçınılmaz olan ve tüm yurttaşların paylaşacağı ortak değerlerin ve kuralların yeniden inşa edilmesi zorunludur. Ulus-devletlerde, özellikle de çok etnili bir yapıya sahip ulus-devletlerde, ulus inşa sürecinin aslında hiç bitmeyen bir süreç olduğu, bu tespitin en yerleşik demokratik ülkeler için de geçerli olduğu dikkate alınmalı ve çağın gereği olan özgürlük, eşitlik ve demokrasi gibi değerlerle bağdaşan bir milli kimlik inşa edilmelidir. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu milli kimlik krizini aşmak için ulus tanımında ve milliyetçilik anlayışında yapması gereken açılım, tüm yurttaşların, özellikle de Kürtlerin, kendi gruplarına ve topraklarına duydukları sadakati Türk Devletine de duymalarını sağlayacak adımların atılmasını ve her Türk vatandaşını kapsayacak bir ulus anlayışının benimsenmesini gerektirmektedir.
Bu bağlamda altı çizilmesi gereken önemli bir nokta, farklı ülkelerde yaşayan farklı toplulukların üyelerinin birbirine karşı besledikleri sadakat duygusunun veya bağlılığın bir devlet çatısı altında bir arada yaşamak için yeterli bir unsur olmadığıdır. Birçok örnekte görüldüğü gibi, özellikle de Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden süreçte, bağımsız eski Sovyet Cumhuriyetlerinin deneyimlediği ve zaman içinde yavaşlayan etnik göç ve buna bağlı etnik homojenleşme eğilimi, aynı etnik gruba veya ulusa mensubiyetin bir arada yaşayabilmek için yeterli bir unsur olmadığını ortaya koymuştur. Farklı etnik gruplara mensup olmakla birlikte yıllar boyunca farklı yerlerde ve farklı gruplarla sosyalleşme ve yaşama deneyimi, aynı etnik grup üyelerinin farklı özellikler
geliştirmelerine, bir arada yaşadıkları diğer gruplarla güçlü bir bağ kurmalarına
ve bu durumun ortak bir kimliğin ve kültürün gelişmesine neden olduğunu göstermiştir. Bu tür bulgular, ulus ve etnisite kavramlarının sübjektif doğasını açık bir şekilde göstermektedir. Aslında temel sorun, ulus ve etnisite gibi kavramların pratikteki yaygın algılanışın bilimsel tespit ve kuramlarla çelişmesi dir. Diğer bir ifade ile bu kavramların sübjektif doğası, günlük yaşamda genel olarak anlaşılmamak ta ve kavramlara objektif bir içerik yüklenerek yanlış kullanılmaktadır. Bu yanlış kullanım, milliyetçi ideolojiye hizmet etmekte ve birçok durumda insan hakları, demokrasi gibi evrensel değerlerle de çelişebilmektedir.
Öte yandan, milliyetçiliğin temeli olan kendi kaderini tayin hakkı da tartışmalı bir yorumla sadece bağımsız devlet kurmak biçiminde anlaşılabilmektedir.
Oysa ki eşit haklara sahip eşit yurttaşlar olma durumu da bağımsızlık olarak algılanabilir. Bağımsızlık, özerklik ve benzeri taleplerin temelinde, gelişmiş Batı toplumlarında bile, devletin tüm yurttaşlarına eşit davranmadığına ilişkin algının olduğu dikkate alındığında kendi kaderini tayin hakkı ve eşit yurttaşlık arasındaki güçlü bağ ortaya çıkmaktadır.
Sosyal bilimcilerin dikkatini çeken önemli tartışma alanlarından biri, bireylerin devlete duydukları sadakat/bağlılıktır; zira yukarıda da ifade edildiği gibi, ulus üstü ve ulus altı birimlerin bireylerin kimlikleri üzerinde ciddi etkileri olmaktadır. Bunun milli kimliğin önemini azaltıp azaltmadığı önemli bir tartışma konusudur. Ulus-devletin varlığının vatandaşlarının sadakatine bağlı olduğunu kabul edecek olursak, sadakati besleyecek istek, devletin var olmaya devam edebilmesi için olmazsa olmaz unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ulusun var olmaya devam edebilmesi için yurttaşların ortak bir geçmişi paylaşmış olmaları yeterli değildir. Ortak bir geleceğe sahip olma isteği ve kararlılığı, en az ortak bir geçmişe sahip olmak kadar önemli, hatta ulusun ve dolayısıyla devletin bekası açısından daha da önemlidir. O nedenle, gelecekte bir arada yaşama isteğini doğuracak ve bu isteği sürekli kılacak koşulların yaratılması bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı düzeylerdeki sadakatlere (bir dine, bir etnik gruba, vb) tanınacak alan, bireylerin devlete sadık olma isteklerine katkı sağlayabilecek tir.
Türkiye örneğine baktığımızda, bir taraftan yerel veya bölgesel bazı etnik kimlikler, diğer taraftan daha küresel olarak nitelendirebileceğimiz dini kimlikler güçlenmektedir. Bu kimliklerin veya kimlik kaymalarının güçlenmesinin milli kimliği zayıflatacağı ve bunun sonucu olarak da devlete olan sadakat ı zayıflatacağı düşünülebilir. Bu ihtimalin ortadan kaldırılması için ulus ve milliyetçilik anlayışının gözden geçirilmesi ve Cumhuriyetin kurucularının benimsediği ve Renan’ın anlayışıyla örtüşen sübjektif bir ulus tanımının kök salması ve yurttaşlık temelli bir milliyetçilik modelinin içselleştirilmesi için gerekli adımların atılması gerekmektedir.
Türkiye’de Cumhuriyetin kurucularının benimsediği ve Fransa’yı örnek alan modelden uzaklaşılması, birçok başka ülkede olduğu gibi, milliyetçiliğin ideolojik olarak bir zafer kazanmasına ve vatanseverlik kavramının kenara itilmesine neden olmuştur. Yukarıda da belirtildiği gibi, ulus ve etnisite kavramlarının yaygın yanlış kullanımını aşmanın en etkin yollarından biri, bazı sosyal bilimcilerin savunduğunun aksine milliyetçilik ve vatanseverlik ayrımını yapmak ve bu ayrım üzerinden bir açılım yapmaya çalışarak dışlayıcı olmayan bir vatanseverlik anlayışını geliştirmek olabilir; zira milliyetçiliğin ortaya çıkışı vatan kavramının da siyasi anlamını yıpratarak ona daha kültürel ve manevi bir anlam
yüklemiştir. Böylece, vatan sevgisi, vatanseverlik veya ülke sevgisi siyasi bir sevgi ve bağlılık olmaktan çıkmanın yanı sıra özgürlüğe, kanunlara ve kurumlara olan bir bağlılık olmaktan da çıkmış ve daha doğal bağlar üzerinden tanımlanmış tır.
Bu bağlamda, yeni bir milliyetçilik anlayışı geliştirme çabasının ilk adımının milliyetçilik ve vatanseverlik kavramlarının ayrımının yapılması yoluyla olabileceği görüşünü savunabiliriz. Bu ayrımın yapılması, bir taraftan ülke sevgisini rasyonel temeller üzerine bina ederek farklı kimliklere alan tanıyacak, diğer taraftan duygusal bir bağlılığa da olanak tanıyacaktır. Birçok sosyal bilimcinin de dikkati çektiği gibi vatanseverlik, hem akılcı bir sadakat, hem de duygusal bir bağlılıktır. Evrensel hukuki ilkelerin benimsenmesi ve tüm yurttaşlar a eşit bir şekilde uygulanması, bütün yurttaşların devlete sadakatini güçlendirerek milli duygunun güçlü olmadığı toplumsal katmanlarda doğal bağlar üzerinden tanımlanmayan (etnik veya ırkçı temeli olmayan) bir milli duygunun
yeşermesini sağlayacaktır. Her türlü etnik ve benzeri farklılıklardan bağımsız bir vatanseverlik kavramının canlandırılması, milliyetçiliksiz bir vatanseverliği mümkün kılabilecektir. Böyle bir vatanseverlik anlayışı, eşit yurttaşlardan oluşan ve hukuka dayanan sübjektif bir ulus anlayışının yaygınlaştırılmasını mümkün kılabilecektir. Bu anlayış, ülke bütünlüğünü ve halkın bütünleşmesini sağlayacak yolu açarken milli duyguyu yaygınlaştıracak ve birçok ayrımcılığı da ortadan kaldırarak demokrasinin gelişmesine önemli bir katkı sağlayacaktır.
Doç. Dr. Ayşegül AYDINGÜN
Kaynakça
Anderson, Benedict (1983) Imagined Communities, Reflections on the Origins of Nations and Spread of Nationalism, Londra: Verso.
Gellner, Ernest (1983) Nations and Nationalism, NY: Cornell University Press.
Hobsbawm, Eric (1990) Nations and Nationalism since 1780: Programme,
Myth and Reality, Cambridge: Cambridge University Press.
Renan, Ernest (1882) ‘Qu’est-ce-qu’une Nation?’, Sorbonne Üniversitesi’nde verilen konferans, 11 Mart.
Smith, Anthony D. (1983) Theories of Nationalism, NY: Holmes and Meier Publishers.
Smith, Anthony D. (1991) National Identity, Londra: Penguin.
Viroli, Maurizio (1987) For Love of Country: An Essay on Patriotism and Nationalism, Oxford: Clarendon Press.
10. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***