GELECEĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GELECEĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2016 Cumartesi

ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ





ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ 



Beşar Esad’ın ılımlı politikalar izlemesi, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. 
Yrd. Doç. Dr. Mehmet DALAR 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 





Ortadoğu Analiz Mart’10 Cilt 2 -Sayı 15 
İnceleme 


Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı bu nehir konusunda Suriye’nin politikası 
ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle bu nehrin uluslararası nehir değil, ulusal nehir olduğu yönündedir. 

Giriş., 

Lübnan’dan kaynaklanıp, Suriye’ye geçtikten sonra Türkiye topraklarında Akdeniz’e dökülen Asi Nehri, Türkiye ile Suriye’nin sınırları aşan sular konusundaki ilişkilerinde önemli bir yere sahiptir. Devletlerin sahip oldukları su kaynaklarını bütünleşme ve işbirliği aracı olarak kullanmaları noktasından hareket eden bu çalışmamızda, Asi nehrinin hidrolik niteliklerine ve nehir üzerinde yapılan çalışmalara değinildikten sonra, nehrin kullanımı ve hukuksal 
statüsüyle ilgili ortaya çıkan sorunların Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkileri etkileme ve yönlendirme özelliği üzerinde durulmuştur. Nehrin kullanımıyla ilgili taraf devletlerin farklı görüşleri, nehirle ilgili yapılan hukuksal düzenlemeler ile Türkiye ve Suriye’nin nehrin kullanımıyla ilgili anlaşmazlıklarının nedenleri ve bunları etkileyen faktörlerin neler olduğuna değinen bu çalışma, Türkiye ve Suriye arasında son yıllarda görülen yakınlaşma ve sıcak ilişkilerin kalıcı hale getirilmesi için, bu nehrin kullanımından kaynaklanan sorunların işbirliği temelinde bir an önce çözüme kavuşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir. 

Nehrin Hidrolik Özellikleri 

Asi Nehri Lübnan sınırları içinde Lübnan dağları ve Cebelüşşarki (Anti Lübnan dağları) arasındaki Beka Vadisinde Baalbek kentinin yakınlarında Rasul-Ayn ve Al-Labwah adlı akarsuların birleşmesinden oluşur. Kuzeye doğru yaklaşık 35 km aktıktan sonra Suriye topraklarına geçer ve buradaki Hama Gölünü besler. Humus kentinin sulama ihtiyacını da karşılayan nehir, Hama yakınlarında kendisini besleyen diğer ırmaklarla Ghab ovasının sulanmasında kullanılmakta dır. Bölgede genellikle güneye doğru akan nehirlerin aksine kuzeye doğru aktığı için “ Asi ” olarak adlandırılan ve ulaşıma elverişli olmayan bu nehir, yatağı boyunca ova ve tekne şekilli geniş vadiler ile dar ve derin boğazlar içinde akar. Asi Nehri, Türkiye ve Suriye arasında 22 km.’lik sınır oluşturduktan sonra Türkiye’ye geçmektedir. Amik Gölünün kurumasıyla Karasu, Balıklı gölü kanalı ve Afrin Çayının birleşmesiyle oluşan bir akarsuya dönüşen Küçük Asi kolunu alır. Toplam uzunluğu 386 km olup, bunun 88 kilometresi Türkiye’de akmaktadır. Toplam yıllık kapasitesi 2,5 milyar m3 olan nehrin sularının tamamına yakın bölümü yapılan projelerle tüketilmektedir. 

Suriye’nin kullanımı nedeniyle yaz aylarında debisi 3 m3/sn.’ye düşmesinin yanında aşırı kullanımdan dolayı nehir suları kirlenmektedir.1 
Nehrin yıllık ortalama su kapasitesiyle ilgili farklı raklamlar bulunmaktadır: Lübnan’daki kaynaklara göre, Suriye sınırını geçmeden önce nehrin ülkedeki su hacmi 512 milyon m3, Suriye topraklarında ise 414 milyon m3 tür. Suriye ise nehrin kendi ülkelerindeki hacminin 2 milyar 715 milyon m3 olduğunu belirtmektedir.2 Başka bir kaynağa göre bu nehrin yıllık kapasitesi 1.2 milyar m3 olup bunun % 6’sı Lübnan, % 92’si Suriye ve % 2’si Türkiye topraklarından geçmektedir.3 Gerçeğe en yakın ölçüm 2 milyar 470 milyon m3 olarak değerlendirilmiştir.4 Aslında ülkeler arasında su kaynaklarının miktarıyla ilgili verilerin farklı ifade edilmesi su kullanımı konusunda anlaşmazlığa yol açan etkenlerin başında gelmektedir.5 Bu nedenle su miktarı üzerinde devletlerin ortak bir anlayışa sahip olmaları Asi gibi sınır aşan suların kullanımı için hayati önem arz etmektedir. 

Suriye’nin Nehir Üzerindeki Projeleri ve Türkiye’nin İtirazı

Suriye’nin Fransız mandası altında olduğu 1930’lu yıllarda ilk kez bu nehrin potansiyelinin değerlendirilmesiyle ilgili çalışmalar yapılma Suriye’nin Asi nehrinin kaynaklarını aşırı kullanımından dolayı debisi düşmekte ve suları kirlenmektedir. ya başlanmıştır. Asi nehri boyunca Hama’dan Humus’a kadarki alan, Ghab bölgesi ve Amuk Ovası olmak üzere üç bölgedeki tarımsal arazinin sulamasını kapsayan kalkınma planıyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. 30-32 bin hektar (ha) bataklık alanından drenaj sularını çekerek Asi nehri sularıyla desteklenecek Ghab Projesini gerçekleştirmek için Suriye 1950 yılında dünya bankasından kredi talep etmiştir. Banka projeyi kredilendirilebilir bulmakla birlikte projenin Lübnan’dan daha fazla suyu çekmemesi ve Türkiye’yle antlaşma yapılması gerektiğini ön görmüştür.6 Diğer taraftan Afrin suyunun da saptırılması planlanan projeye Türkiye’nin itirazları olmuştur. Türkiye’nin itirazı, projeyle ilgili inşaat çalışmaları sırasında Türk toprakları taşkınlıklara uğrayacağı ve projenin tamamlanmasıyla sulama döneminde Türkiye’ye fazla su bırakmayacağı yönündeydi. Şam’da iki ülke heyeti arasında yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.7 Bazı kaynaklara göre görüşmelerin başarısız olmasının nedeni Suriye’nin Türk toprağı olarak kabul etmediği nehrin denize döküldüğü Hatay iliyle ilgili iddialarından kaynaklanmıştır. 

Suriye ve Lübnan’ın sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hassas olmadıklarını ve çifte standartlı davrandıklarını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda bu sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır. 

Suriye bu yöndeki anlaşmazlık giderilemediği için, Dünya Bankasından kredi alamamıştır.8 
O dönemdeki siyasal konjonktürün de etkisiyle Türkiye, Asi nehri üzerinde yapılacak projelere karşı etkin bir şekilde tavrını sürdürmemesi, Suriye’yi bu projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmesini beraberinde getirmiştir.9 Bu nedenle projeyle ilgili çalışmalar 1951 yılında yeniden değerlendirmeye alınmıştır. Hollanda firması Nedeco’nun oluşturduğu proje planı doğrultusunda Bulgaristan, Yugoslavya ve İtalya’dan şirketler ile Sovyetler Birliği’nin malzeme desteğiyle 1955’ten 1967 yılına kadar iki baraj, iki büyük drenaj kanalı ve diğer tarımsal kanalları içeren proje tamamlanmıştır.10 Bu nehir üzerinde Rustan, Hifaya-Mehadeh, Ziezoun ve Kastoun olmak üzere dört önemli baraj kurulmuş tur.11 Suriye tarafından nehrin geniş ölçekte kullanılması beraberinde 
önemli bir kirlilik sorunu getirmekte içme suyu niteliğini kaybettiğinden ülkede nehir sularını içen halkta tifo, kolera gibi çeşitli salgın hastalıklar baş göstermiş tir. Ghab projesi azami kapasitesine ulaşmış bulunmakta ve Suriye halkının % 12,5 oranındaki 1,5 milyonluk nüfus Ghab Vadisinde yaşamaktadır.12 
Bu nedenle Suriye, Ghab Vadisi boyunca yaptığı tarımsal sulama ile Asi sularının çok azının Türkiye’ye geçmesine izin verdiğinden Hatay’daki Amik Ovası susuz kalmakta ve kurak mevsimlerde, nehir suları denize bile ulaşamamaktadır.13 

Asi Nehri’yle İlgili Suriye-Lübnan Antlaşması

Asi nehri konusunda Lübnan ve Suriye arasında yapılan görüşmeler, 1962 yılına kadar dayanmaktadır. Bu görüşmeler, ancak 1994 yılında bir antlaşmayla sonuçlanmıştır. Suriye, Lübnan’la kendisine bu nehirden daha fazla kendisine hak tanıyan antlaşmayı 20 Eylül 1994 tarihinde imzalamıştır. 
Aşağı çığır ülkesi olan Türkiye’yle ilgili herhangi bir düzenleme getirmeyen “Asi 

Sularının Paylaşılması Antlaşması” adını taşıyan bu antlaşma, 9 maddeden oluşmaktadır. Bu antlaşmayla nehir suları müşterek sular olarak adlandırılmış, nehrin yıllık ortalama hacminin 403-420 milyon m3 olduğu kabul edilerek bu miktar üzerinde paylaşıma gidilmiştir. Buna göre Lübnan’a ayrılan pay 80 milyon m3 olarak belirlenmiş, geri kalan önemli kısım Suriye’ye tahsis edilmiştir. Suyun yıllık akımının 400 milyon m3’ün altına düşmesi durumunda Lübnan’ın kullanacağı miktarın suyun düşüşüyle orantılı olarak azalacağı hükmü benimsenmiştir.14 Buna karşı su miktarının yıllık akımın üzerinde olması durumunda Lübnan’ın kullanacağı su miktarıyla ilgili bir hükme antlaşmada rastlanmamaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki su miktarı ne kadar artsa bile Lübnan’ın alacağı pay 80 milyon m3’ü geçemeyecektir. Lübnan aleyhinde 
antlaşmanın getirdiği önemli bir düzenleme de 8. maddeyle hükme bağlanmıştır: Antlaşmanın yapıldığı 20 Eylül 1994 tarihinden sonra Lübnan tarafına nehirle ilgili herhangi bir tesis yapılmasına gerek duyulması halinde bu durumun Suriye tarafına bildirileceği ve bu tesislerde kullanılacak suyun veya yeni bir kullanımın Lübnan’ın 80 milyon m3 lük payından düşürüleceği esası benimsenmiştir. Bu antlaşmayla Suriye nehri denetleme yetkisine sahip olurken Lübnan, Asi 
nehri üzerinde herhangi bir tesis kurma ve bunları işletme konusunda istediği gibi davranamayacaktır.15 Lübnan’ın Suriye’nin avantajına olarak bu antlaşmayı imzalamasının nedeni, Lübnan’ın su ihtiyacının Suriye’den az olmasının yanında, Suriye yönetiminin Lübnan hükümeti üzerinde etkin role sahip olmasına bağlanmıştır.16 Türkiye ve Suriye’nin Asi Nehri’yle İlgili Anlaşmazlıkları 

Asi nehriyle ilgili önemli uluslararası düzenleme, Suriye’yi bağımsız yapmak isteyen o dönemin mandater ülkesi Fransa ile Türkiye arasında 19 Mayıs 1939 tarihinde imzalanan protokolün 3. Maddesidir. 

Buna göre Karasu Çayı, Asi ve Afrin Nehirlerinin sınır teşkil eden kısımlarında bu çay ve nehirlerin en derin noktası olan Thalweg hattı sınır olarak kabul edilecek ve sınır boyunca bu sulardan her iki taraf halkı eşit biçimde faydalanacaktır.17 Bununla birlikte söz konusu protokol, Suriye tarafından akan suların ne kadarının Türkiye’ye tahsis edileceğiyle ilgili bir düzenleme getirmemiştir. Bu sınırlar temelinde Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına tepki göstermekle beraber Suriye, bağımsızlığını kazandıktan sonra 1944 yılında Şam’daki yabancı misyona gönderdiği bir notada Suriye hükümetinin Fransa’nın Suriye adına yaptığı uluslararası ve ikili antlaşmalara saygılı olduğunu bildirmiştir. Buna göre 
1939 antlaşması da Suriye tarafından tanındığı kabul edilmektedir.18 Bununla birlikte 1950 yılından sonra Suriye, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşı çıkmış ve bu bölgenin ülkesinin bir parçası olduğunu iddia etmiştir.19 Suriye’nin bu tutumu iki yönden uluslararası hukuka aykırılık teşkil etmektedir: 

a) 1978 tarihli devletlerin antlaşmalara ardıl olmalarıyla ilgili Viyana Sözleşmesinin 15. Maddesi, el değiştiren ülke parçaları için sonraki 
devletin antlaşmaları geçerli olacağı şeklindeki teamül kuralını hüküm selleştirerek önceki devletin bu topraklarla ilgili antlaşmalarının bağlayıcı 
olmayacağını belirtmektedir.20 Sömürge iken bağımsızlığına yeni kavuşan devletlerin ardıllığıyla ilgili aynı sözleşmenin 16. Maddesi bu devletlerin 
önceki sömürgeci devletin yaptığı bu tür antlaşmalarına bağlı olup olmayacağı rızalarına bağlı olacağını öngörürken, 11. Maddesine göre sınır antlaşmalarının kural dışı olarak her zaman bağlayıcı olacağını hükme bağlamaktadır.21 Bu madde hükmüne göre Suriye, Hatay konusunda Fransa’nın Türkiye ile yaptığı 1939 antlaşması ve protokolü tanımak zorundadır. 

b) Yukarıda da değinildiği gibi, Suriye bağımsızlığına kavuştuktan sonra 1944 yılında Fransa’nın yapmış olduğu antlaşmaları tanıdığını bildirmiştir. 

Dolayısıyla Hatay ile ilgili Türkiye’nin imzaladığı 1939 tarihli protokol esas alınması gerektiğinden, uluslararası topluluğa yansıtılmış olan Suriye’nin iradesiyle oluşturduğu bu iç hukuk işlemi, Suriye’nin Hatay ile ilgili iddialarını hukuksal dayanaktan yoksun kılmaktadır. 

Suriye’nin Asi Nehriyle ilgili Yaklaşımı

Suriye’nin Fırat ve Asi’ye yönelik su politikası birbiriyle çelişmektedir. Ayrıca Hatay üzerindeki Türk egemenliğini tanımadığı için, Asi Nehri’ni Türkiye ile görüşmekten kaçınmaktadır.22 Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle nehrin uluslararası değil, ulusal nehir olduğu yönündedir.

23 Bu nehirle ilgili anlaşmazlığın temel nedenlerinden biri Suriye’nin Hatay’la ilgili bu tür iddialarından kaynaklanmaktadır.24 Suriye, aşağı çığır ülkesi konumunda olduğu Fırat ve Dicle bakımından sulardan faydalanma hakkıyla ilgili “doğal durumun bütünlüğü”, “öncelikli kullanım” ve “ Adil kullanım ” doktrinlerine dayanırken, Türkiye’ye göre yukarı çığır ülkesi olduğu Asi nehri konusunda Türkiye’yi dışlayarak “mutlak egemenlik” doktrinine yakın bir eğilim göstermektedir. Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınmamasından da kaynaklanan Suriye’nin bu yaklaşımı, sular konusunda sürekli ve istikrarlı bir politika izlememesine yol açmaktadır.25 1993 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunlarının çözülmesiyle ilgili yapılan görüşmelerde Türkiye tarafından Fırat-Dicle nehriyle birlikte Asi nehrinin de görüşmelere dahil edilmek 
istenmesinden dolayı Suriye görüşmelerden ayrılmış ve Asi nehriyle ilgili sorunların tartışılmasını reddetmiştir.26 Suriye’nin Dicle ve Fırat nehirlerinde aşağı kıyı ülkesi olmasından dolayı ileri sürdüğü tezler ve dayandığı doktrinler, Türkiye tarafından Asi Nehri için kendisine karşı ileri sürülmektedir. Bundan dolayı, Suriye’nin Asi nehri konusunda görüşmelere karşı çıkması, bu ülkenin kendisi için hayati önem arz eden Fırat Nehri konusunda ödün vermemek istemediğinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır.27 Asi sularından yararlanmanın en doğal hakkı olduğunu ve nehir üzerindeki her türlü tasarrufu Lübnan ile birlikte kullanabileceğini ileri süren Suriye, 2. Dünya Savaşı başlangıcında Fransa ile anlaşarak İskenderun (Hatay) sancağını “zorla gasp ettiğini” iddia ettiği Türkiye ile Asi nehrinin görüşülmesi, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin 
tanınması anlamına geleceğini belirtmekte ve bu sancağın Suriye’ye iade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.28 



< İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde getirmiştir. 
Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceği nin işareti olarak değerlendirilebilir. >

2002 yılının haziran ayı başlarında Asi nehri üzerinde Suriye’nin yaptığı barajın yıkılması ile oluşan sel, Suriye’deki birçok yerleşim birimlerini etkilerken Hatay bölgesini de olumsuz etkilemiştir. Suriye yetkililerinin bu durumla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi ve işbirliğinden kaçınmaları, konunun Suriye’nin iç sorunu olarak görmelerinden ve dolayısıyla Hatay’ı kendi toprakları olarak saymalarından kaynaklanmaktadır.29 
Hatay bölgesiyle ilgili Suriye’nin iddiaları, Asi nehri konusunda Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapılması olanağını önlemektedir. 20 Eylül 1994 tarihinde Lübnan ile yaptığı “Asi sularının paylaşılması” antlaşmasında Türkiye ile ilgili bir düzenleme yapılmamasının ve bu antlaşmadan Türkiye’nin haberdar edilmemesinin nedeni budur.30 

Türkiye’nin Yaklaşımı ve Suriye’nin Sorumluluğu 

Esasen Türkiye 1950 yılında Suriye’nin Ghab projesine itiraz etmesinden sonra itirazını 1995 yılına kadar Suriye’nin Asi nehri kullanımına ilişkin olarak etkin bir şekilde sürdürmemiştir. 1995 yılından itibaren Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Hatay bölgesinin daha önceki nehir akımının ancak onda birini aldığını bildirerek, nehir akımın yıllık olarak 1,55 milyar m3’ten 0,14 milyar m3’e düştüğüne işaret etmiştir. Suriye, ise nehir akımındaki su azalmasının kendi kullanımından değil kuraklıktan kaynaklandığını savunarak Türkiye’nin suçlamalarına cevap 
vermiştir.31 Türkiye, Suriye’nin sular konusunda çelişkili davrandığını, aşağı kıyı devleti olduğu Fırat sularından daha fazla hak isterken, Asi nehrinin aşağı kıyı devleti olan Türkiye’nin sulardan faydalanma hakkını engellediğini belirtmekte dir. 

Suriye’nin nehri aşırı kullanımı zaman zaman Türkiye tarafına gelen suyun tamamen kurumasına yol açmaktadır. Türkiye’ye ulaşan sularda ise yoğun olarak zehirli atık bulunmakta ve Hatay bölgesini olumsuz etkilemektedir.32 Bu durum zamanımıza kadar devam etmektedir. 

Son yıllarda Suriye’nin barajlarında su tutması ve aşırı sıcaklar, Türkiye’nin en verimli topraklarına sahip Hatay’daki Amik ovasını sulayan Asi nehrinin tamamen kurumasına yol açmıştır. Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki barajlarla su hakimiyetini sağlamasının ardından iki ülke arasında yaşanan su gerginliği, Suriye’nin Asi nehrinin üzerine Katina, Moharda, Mostar, Direslin ve Elzeyzun barajlarını yapmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Kışın, zaman zaman doluluk nedeniyle 5 barajın kapağını birden açan Suriye, aynı barajları yazın kapatmakta dır.33 

Suriye’nin bu kullanımı, kendisinin taraf olduğu 1997 tarihli suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanılmasına dair BM sözleşmesinde geçen “önemli zarar vermeme” ve suların “ Adil ve Makul ” kullanımını öngören hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede öngörülen zararın somut ve ölçülebilir olmasının unsurları yukarıda da işaret edildiği gibi oluşmuştur. Bölgenin kurak olmasının da etkisiyle tarımsal kullanımdan dolayı su miktarında azalma olması mümkün olmakla birlikte, akan sularda zehirli atıkların bulunması Suriye’yi sorumlu kılmaktadır. Sularda zehirli atıkların bulunması açık ve somut zarardır. Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi Suriye’nin yıkılan barajlarıyla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi veya Türkiye’ye haber vermeden baraj kapaklarını açması sonucunda Hatay bölgesinde nehirden kaynaklanan taşkınlıkların yol açtığı zararlar da bu türden somut zararlardandır. Yukarı devletler suları kullanırken, aşağı devletlere zarar vermeme yükümlülüğü altındadır.34 Türkiye’nin üzerinde durduğu diğer konu ise, Suriye’nin Asi nehriyle ilgili yaptığı projeler ve imzaladığı antlaşmalar konusunda kendisine bilgi verilmemesi, Türkiye’ye karşı iyi niyetli yaklaşım sergilenmemesi ve bu tür işlemlerde kendisinin göz ardı edilmesidir.35 Açıktır ki Suriye’nin bu tutumu, taraf olduğu söz konusu BM sözleşmesinin suyollarının kullanımında devletlerin katılım ve işbirliğinde bulunmaları gerektiğiyle ilgili 5. 
Madde hükmüyle çelişmektedir.36 

Türkiye, Asi ve Fırat nehirleriyle ilgili bir kıyaslamada bulunarak, Fırat’ın debisinin saniyede 100 m3e indiği zaman bile 500 m3/sn tutarındaki 
suyu Suriye’ye bıraktığına dikkat çekerek, Asi sularının Suriye ve Lübnan tarafından tamamen tüketilerek Türkiye’nin göz ardı edildiğini belirtmektedir. 
Bu devletlerin sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hasssas olmadığı ve çifte standartlı davrandığını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır.37 

Son yıllarda Suriye’den kaynaklanan kirliliğin giderilmesi için Türkiye tarafından yürütülen çalışmalar kapsamında planlanan Antakya Belediyesi’nin başlattığı Asi Nehri Islah Projesinin önemli bir parçası olan Lastik Set Barajın temel atma töreninde konuşan Hatay Valisi, kirliliğe büyük ölçüde Suriye’nin neden olduğunu, konunun son yıllarda Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bulunduğu Suriye makamlarına iletildiğinde onların da kirliliğe sebep olduklarını doğruladıklarını ve Asi Nehri’nin ekolojik dengesinin korunması için çalışma yapacaklarını belirttiklerini bildirmiştir.38 

Değişik amaçlarla Suriye tarafında kurulan sanayi tesislerinin nehre karıştırdıkları zehirli atıklarının Hatay bölgesinde neden olduğu önemli 
çevresel zararların giderilebilmesi için Suriye’nin Türkiye ile işbirliği yapması gerekir. Türkiye’nin aşağı kıyı devlet, Suriye’nin ise ara havza devleti 
durumunda olduğu Asi Nehriyle ilgili politikaya Türkiye şu nedenlerden dolayı önem vermektedir:39 

a. Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili yapılacak herhangi bir antlaşmaya Asi Nehri’ni de dahil etmek istemektedir. 

b. Türkiye, Fırat sularının paylaşılmasını isterken Asi Nehri’nin kullanımı ve paylaşımı konusunda aynı politikayı izlemek istemeyen Suriye’yi, uluslararası 
alanda sorunun kaynağı olarak göstermektedir. 

c. Suriye, nehrin sularını Türkiye’ye yetmeyecek kadar aşırı kullanması nedeniyle Hatay bölgesinin tarımsal arazilerinin zarar görmesine ve bölgede önemli kuraklığa yol açmaktadır. 

Sonuç 

Su potansiyeli Fırat’tan çok küçük olmakla birlikte, Türkiye’nin aşağı-kıyıdaş konumda olduğu Asi Havzasının durumu yukarıdaki hususlar açısından özel önem taşımakta ve Suriye ile su görüşmelerinde tartışılacak birçok yönü bulunmaktadır. Kaldı ki Türkiye, Asi Havzasında 165,000 hektar arazinin sulanmasını öngörmekte [Devlet Su İşleri (DSİ)-1995] olduğundan, bunun tamamının Türkiye’den kaynaklanan sularla sulanması pek mümkün değildir. Türkiye’den Ortadoğu’ya hangi kaynaktan ne kadar suyun aktarılacağı konusunda yapılacak antlaşmalarda, Türkiye’ye ek yük getirilmeden, Asi Havzasının durumunun da kesinliğe kavuşturulması gerekmektedir.40 Ne var ki şimdiye kadar bu konuda henüz bir antlaşma yapılmış değildir. 

Suriye’nin Asi Nehri konusunda Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili izlediği politikadan ayrılması, sular konusunda Türkiye ile antlaşma zemininin oluşmasını zorlayan önemli nedenlerden biridir. Bununla beraber son yıllarda Türkiye ile Suriye ilişkilerinde bir yakınlaşma gözlemlenmiş, Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümü sonrasında yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasından farklı olarak ılımlı politikalar izlemesi ve 6 Ocak 2004 tarihinde Türkiye’yi ziyareti, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk doğrultusunda ülke tanımlarının yer aldığı çifte vergilendirmenin önlenmesi ve yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşmalarının imzalanması, Suriye’nin Hatay konusundaki iddiasından geri adım atacağı41 sonucunu doğurabilir. İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının 
kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması42 iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde 
getirmiştir. Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. Asi nehrini da içerecek Dicle ve Fırat nehirleriyle ilgili yapılacak kapsamlı ve kalıcı antlaşmanın yapılması, her iki ülkenin ekonomik ve sosyal entegrasyonunu güçlendireceği gibi bölgede sürekli ve istikrarlı bir barışın kurulmasını mümkün kılacaktır. Türkiye ve Suriye’nin sular konusunda yapacağı işbirliği, Ortadoğu’nun hem su kaynaklı hem de diğer sorunlarının çözümüne önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. 


DİPNOTLAR; 

1 Salha, Samir , Türkiye, Suriye ve Lübnan İlişkilerinde Asi Nehri Sorunu, Dış Politika Enstitüsü y. , Ankara 1995, s.13.; AnaBrtitannica, Hürriyet Gazetesi Yayınları, 1993, İstanbul, C. 3, s. 153.; Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunu ve Türkiye, TESAV y. , Ankara 1996, s. 103.; Ezeli Azarkan, “Asi Nehri Sorunu”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, s.7, 2003, s. 5. 

2 Salha, a. g. e. , s. 15. 

3 Azarkan, a. g. e. , s. 5.; Salha, a. g. e. , s. 15. ; Akmandor, Neşet, “Su Sorununun Fiziksel Boyutları”, Ortadoğu Devletlerinde Su Sorunu, TESAV y., No.4, Ankara, 1994, s. 27. 

4 Salha, a. g. e. , s. 15. 

5 İbrahim Mazlum, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısında Sınıraşan Sular Sorunu”, En Uzun On Yıl, der: Gencer Özcan-Şule Kut, Büke yayınları, İstanbul, 2000, s. 378. 

6 İbrahim Mazlum, Water in the Middle East: The Scarce Resource of Region, Marmara University, unpublished Master Thesis, 1996, s. 88 

7 Ibid., s. 88. 

8 Greg Shapland, Rivers of Discord International Water Disputes in the Middle East, published by C.Hurst&Co., London, 1997, s. 146; 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/sondonem/su/su.html. 

9 Shapland, a. g. e. , s. 147. 

10 Mazlum, age, s. 89. 

11 Salha, a. g. e. , s. 11. 

12 Arnon Soffer, Rivers of Fire, pub. by Rowman and Littlefield, 1999, Maryland, s. 208. 

13 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil” , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr . 

14 Salha, a. g. e. , s. 26. 

15 Salha, a. g. e. , s. 27. 

16 Münevver Aktaş Acabey, Sınıraşan Sular, Beta yayınları, İstanbul, 2006, s. 272. 

17 Orhan Tiryaki, Sınır Aşan Sular ve Ortadoğu’da Su Sorunu, TSK yayınları, Cem ofset matbaacılık, İstanbul, tarihsiz, s.59. 

18 Ömer Osman Umar, Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940), Fırat Üniversitesi Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi yayınları, Elazığ, 2003, s.250.; Azarkan, a. g. e. , s. 12. 

19 Umar, a. g. e. , s. 250. 

20 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, 3.baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 36.; Salha, a. g. e. , s. 42. 

21 Pazarcı, a. g. e. , s. 32 ve s. 34. 

22 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil”, Milliyet Gazetesi , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr 

23 Salha, age, s. 22.ve 23. 

24 İbrahim Kaya, “Türkiye’nin Sınıraşan ve Bölgesel Sular Politikası: Hidropolitik ve Hukuksal Bir Yaklaşım”, 19802003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003, s. 107. 

25 Azarkan, a. g. e. , s. 9-10.; Konuralp Pamukçu, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der: Faruk Sönmezoğlu, Der yayınları, no. 137, İstanbul, 2004, s. 265. 

26 Ali Çarkoğlu ve Mine Eder, “Domestic Concerns and the Water Conflict over the Euphrates-Tigris River Basin”, Middle Eastern Studies, Vol. 37, No. 1, 
(Jan., 2001), s. 68. 

27 Azarkan, a. g. e. , s. 12. 

28 Salha, a. g. e. , s. 38.Tiryaki, a. g. e. , s. 218.; Azarkan, a. g. e. , s. 12; Shapland, a. g. e. , s. 146. 

29 Kaya, a. g. e. , s. 107. 

30 Salha a. g. e. , s. 21. 

31 Shapland, a. g. e. , s. 147. 

32 Salha a. g. e. , s. 40. 

33 Asi nehri çöle döndü, 2007-08-09, 
http://www.yenibursa.com/Asi-nehri-cole-dondu-7855.html 

34 Mehmet Dalar, Su Sorununda Ulusal ve Uluslararası Legal Perspektifler: Fırat ve Dicle, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2007, s. 69, s. 78, s. 250. 

35 Salha a. g. e. , s. 37. 

36 Dalar, a. g. e. , s. 69. 

37 John Bulloch and Adel Darwish, Su Savaşları, çev: Mehmet Harmancı, Altın kitaplar y., 1994, İstanbul, s. 64.; Tiryaki, a. g. e. , s. 218. 

38 Mehmet Hüseyin Zorkun, 17.07.2007, http://www.flasgazetesi.com.tr/haberDetayMiddle.asp?ID=399 

39 Salha, s. 23-24. 

40 Öziş, Ünal ; Baran, Türkay ; Özdemir, Yalçın ; Fıstıkoğlu , Okan ; Türkman, Ferhat ve Dalkılıç, Yıldırım, “Türkiye’nin Sınır - Aşan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu”, s. 6, 
www.suvakfi.org.tr/sinira-san.DOC, 03.Aralık 2002. 

41 NTV, “Ankara-Şam ilişkilerinde yeni dönem”, 31 Ocak 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/251405.asp.; Kaya, a. g. e. , s. 107.; Veysel Ayhan,“Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem:Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Orsam y., (Kasım 2009), sayı 11, s. 27. 

42 Ayhan, a. g. e. , s. 27. 


Ortadoğu - Analiz 
Mart’10 Cilt 2 -Sayı 15 

DERGİMİZ YAYINLARINDAN YARARLANMAK İÇİN ARŞİVİMİZ;

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/publish/12?s=orsam|turkish

..

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 15





TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

BÖLÜM 15


BALKANLARDA SİYASİ İSTİKRAR VE GELECEĞİ


Prof.Dr. Hasret ÇOMAK
Doç.Dr. İrfan Kaya ÜLGER



Balkan Yarımadası kültürel, siyasal ve ekonomik bakımdan dünyanın en karışık bölgesidir. Tarih boyunca Balkanlar Doğu ile Batının, İslam ile Hıristiyanlığın, Katoliklikle Ortodoksluğun birbiriyle buluştuğu, birbirinden ayrıldığı bir tampon bölge olmuştur. Balkanlarda herhangi bir konuda genelleme yapmak son derece güçtür. Bir bütün olarak ve çoğu kez bölge devletleri bakımından da Balkanlar mozaik görünümü taşımaktadır. Bu çalışmanın amacı 2008 Sonbaharı itibariyle Balkanların genel bir değerlendirmesini yapmak ve öncelikli konularda dikkatleri
çekmektir. Bu çerçevede öncelikle Soğuk Savaş sonrası gelişmeler üzerinde durulacak, ardından fiili durum incelenerek ve bölgenin geleceğine ilişkin senaryolar ele alınacaktır.

Soğuk Savaşın sona ermesinden Balkanlar doğrudan etkilenmiştir.


Bölgede II. Dünya Savaşı sonunda tesis edilen ve büyük ölçüde Yalta müzakerelerinin eseri olan statüko, 1990’lı yıllarda değişmiştir. Bu değişiklik
özellikle Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Arnavutluk gibi ülkelerde belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Buna karşılık aynı zamanda bir Balkan ülkesi olan Türkiye ile 1981 yılından beri Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan diğer ülkeler ölçeğinde etkilenmemişlerdir.

Soğuk savaşın sona ermesi, en başta Varşova Paktı’nın lağvedilmesi neticesini doğurmuş; Bulgaristan ve Romanya üzerindeki SSCB tahakkümü ortadan kalmıştır. 1990’lı yıllarda anılan ülkeler hızlı biçimde eski rejimin etkilerinden kurtulma ve yeni koşullara uyum sağlama çabası içerisine girmişlerdir. Bu çerçeve içerisinde temel hedef Batı ile bütünleşme  olarak tespit edilmiş, Bulgaristan ve Romanya, bir yandan Avrupa Birliği, öte yandan NATO ile yakından ilgilenmeye başlamışlardır.

Avrupa Birliği ile anılan ülkeler arasında ticari ve ekonomik işbirliği anlaşmalarıy la başlayan işbirliği, bir süre sonra tam üyelik için altyapı hazırlama amacını taşıyan Avrupa Anlaşmaları ile devam etmiştir. Uzun ve zahmetli geçen bir sürecin ardından Bulgaristan ve Romanya, 1 Ocak 2007’de tam üye olarak Avrupa Birliği’ne katılmışlardır. Anılan ülkeler aynı zamanda 2004 yılında NATO’ya üye olmuşlardır.

1990’lı yıllarda Balkan yarımadasında tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplayan ülkeler Yugoslavya ve Arnavutluk olmuştur. II. Dünya Savaşından sonra Enver Hoca liderliğinde kendine özgü komünist uygulamalar ile diğerlerinden farklılaşan Arnavutluk rejimi varlığını 1992 yılına kadar sürdürmüştür. Her ne kadar 1985 yılında Enver Hoca’nın yerini Ramiz Alia almış ise de, rejimin totaliter / baskıcı yapısında ve dışa kapalı tutuculuğunda bir değişim gözlenmemiştir. Arnavutluk’ta değişim biraz da dünya koşullarının zorlaması sonucu gerçekleşmiş, ilk çok partili seçimler 1992 yılında yapılmıştır.

YUGOSLAVYA’DA ULUS SORUNU VE DAĞILMA SÜRECİ


Ancak dünyanın dikkatinin Balkanlar üzerine yönelmesi esas itibariyle Yugoslavya sorunundan kaynaklanmıştır. Yugoslavya, Soğuk Savaş
sonrası dünyada siyasal varlığını yeni koşullara uyarlayamamıştır.

Yapay bir devlet olan Yugoslavya’nın yaşadığı sorunlar aslında bu ülke tarihinde yaşanan gelişmelerden ayrı olarak ele alınamaz. 1918 yılında Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı olarak kurulan devletin 1941’e kadar devam eden ilk döneminde, siyasal rejim temelde, Sırp egemenliğine dayanmış ve bunun bir doğal sonucu olarak da diğer uluslar ve azınlıklar baskı altında tutulmuşlardır.

İkinci Dünya Savaşından sonra Tito’nun önderliğinde kurulan İkinci Yugoslavya birçok bakımdan iki savaş arası dönemden farklıdır. Tito, “Özyönetim” ve “pazar sosyalizmi” adı altında SSCB ve Çin uygulamalarından farklı, kısmen liberal çizgiler taşıyan sui generis bir rejimle Yugoslavya’da siyasi ve toplumsal istikrar sağlamıştır.1 Yugoslavya siyasal yaşamının en istikrarlı ve mutlu günleri belki de Tito’nun işbaşında olduğu dönem olmuştur. 

1) Daha fazla bilgi için bakınız: Tanıl Bora, Yugoslavya (Milliyetçiliğin Provokasyonu), İletişim Yayınları, İstanbul, 1991; İrfan Kaya Ülger, Yugoslavya Neden Parçalandı?, Seçkin Yayınları, Ankara, 2003; Misha Glenny, The Balkans (1804-1999), Granta Books, London, 1999.


Ne var ki, 1980 yılında Tito’nun ölümünün ardından “Yugoslav Uyumu”nu sürdürme imkânı ortadan kalkmıştır.

Kendisi de bir Hırvat olan Tito, Hırvat milliyetçiliği dâhil, Yugoslavya halkları arasında sık aralıklarla alevlenen mikro milliyetçi akımlarla mücadele etmiştir. Tito’nun Yugoslavya’yı oluşturan federe Cumhuriyetler arasında nüfus bileşimlerini dikkate almadan eşitlikçi uygulamalar ortaya koyması, azınlıkların haklarına saygı göstermesi, milliyetçilikle mücadele etmesi gibi uygulamaları kendisinden sonra sürdürülememiştir.

Aslında Yugoslavya’nın çıkmazı federalizm, sosyalizm ve ademi merkeziyetçiliği tek parti yönetimiyle sürdürme çabasından kaynaklanmıştır.

1965 yılında yapılan reformlar ülkenin bölgesel bazda birbirinden ayrılma sürecini hızlandırmıştır. Özellikle, Federe Cumhuriyetlere ekonomi alanında kendi başlarına hareket etme özgürlüğünün tanınması, Cumhuriyetlerde milliyetçi akımları güçlendirmiştir.2

Bir yanda milliyetçiliğin alevlenmesi, öte yanda Yugoslavya’da yaşayan her ulusun ve bu arada azınlıkların kendilerine avantaj sağlayan talepler ileri sürmeleri, Tito sonrasında Devlet Başkanlığının dönüşümlü hale gelmesi, Kosova Arnavutlarının 1960’lı yılların sonundan başlayarak giderek artan ölçüde kurucu cumhuriyet statüsü elde etmek amacıyla başlattığı gösteriler, Tito’nun ölümünden sonra ülkeyi parçalanmanın eşiğine getirmiştir. Bu süreçte çok önemli bir dönüm noktası 1996 yılında Slobodon Miloseviç’in Sırbistan Komünist Partisi liderliğini ele geçirmesi olmuştur. Aslında Marksist olan Miloseviç, Sırbistan yönetimini ele geçirdikten sonra ülkede güçlü olan Sırp milliyetçiliğinin
potansiyelini hissetmiş ve iktidarını güçlendirmek için neticede ülkeyi kaçınılmaz biçimde yıkıma götürecek milliyetçilik bayrağına sarılmıştır.

Kosova Arnavutlarının Tito zamanından beri tekrarladıkları, artık rutin hale gelen ve “vakay-ı adiye”den sayılan Cumhuriyet statüsü amacıyla düzenledikleri gösterilere Sırplar, 1990’lı yılların ikinci yarısında Miloseviç’in yönlendirmesiyle tepki göstermişlerdir. Kosova Sırplarıyla dayanışma adı altında ülkenin her tarafında Sırbistan yönetiminin desteği ile gösteriler tertiplenmiş ve bu durum bir yanda Sırp milliyetçiliğini alevlendirirken, öte yandan bundan endişe duyan Sloven, Hırvat,Boşnak ve Makedonlarda yeni arayışlara neden olmuştur.


2) Gregory O. Hall, "Ethnic Conflict, Econonimc and Fall of Yugoslavia", Mediterranian Quarterly, Summer
1994, s. 132 (123-141)


İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve öncesinde yaşanan gelişmeleri belleklerinde tutan diğer uluslar Sırp dominasyonundan endişe etmişlerdir.

Hırvatlar ve Slovenler, Sırpların ülke genelinde hükümranlık kuracağı endişesiyle ayrılıkçılığa yönelirken, Makedonlar ve Boşnaklar adem-i merkeziyetçi yeni bir yapılanma teklifini ortaya atmışlardır. Soruna çözüm bulmak amacıyla 1990 Ocak ayında Yugoslavya Komünist Partisi’nin 14. Olağanüstü Kongresi toplandı. Kongrede, merkeziyetçi yönetim yanlısı Sırbistan ile diğer Cumhuriyetler arasındaki görüş ayrılıkları giderilemediği için Kongre hiçbir karar almadan dağılmıştır.3

Kuşkusuz Yugoslavya’nın dağılmasında birden çok faktör rol oynamıştır. Ancak dağılmayı esas tetikleyen Sırp milliyetçiliği olmuştur. Miloseviç önderliğindeki Sırbistan Komünist Partisi yönetiminin Sırp milliyetçileri ile ittifak etmesi ülke genelinde gerilim ve endişe yaratmıştır.

Özellikle Sırbistan yönetiminin 1989 yılında tek yanlı bir kararla, Federal Başkanlık Konseyinin onayını almadan kendisine bağlı Voyvodina ve Kosova özerk bölgelerinin statüsünü ortadan kaldırması, federasyonun sonunu getirecek gelişmelere kapı aralamıştır. Federal yasalara aykırı olan bu olaydan çok kısa bir süre sonra ilkin Slovenya’da, ardından Hırvatistan’da yine federal yasalara aykırılık teşkil eden bir gelişme meydana gelmiş, çok sayıda milliyetçi parti kurulmuştur.

Yugoslavya anayasasına göre ülkede komünist partiden başka siyasal örgütlenme yasaktı. Yugoslavya Komünist Partisi’nin “iktidar tekeli ve
öncü rolü” anayasanın ve siyasal sistemin temelini oluşturuyordu. Sırbistan yönetiminin ihlali ile başlayan süreç, Federal Cumhuriyetlerin çıkarlarının
Federasyondan önde geldiği bir dönemin kapısını aralamıştır. Kısa sürede tüm Cumhuriyetlerde milliyetçi temelde siyasal partiler kurulmuştur.


3) Vasil Tuporkovsky, "The Dissolution of Yugoslavia: An Inseder's View", Mediterranian Quarterly, Vol:4,
No:2, Spring 1993, s. 19-21.


Sırbistan’da ise bir yandan Sırp milliyetçilerinin denetimi altında olan Sırbistan Komünist Partisi adını Sosyalist Parti olarak değiştirirken, öte yandan daha aşırı çizgide milliyetçi partiler kurulmuştur.

1990 yılı içerisinde her Federe Cumhuriyette farklı bir tarihte yapılan seçimlerin galibi yeni kurulan milliyetçi partiler olmuştur. Ardından federal parlamentoların egemenlik kararları birbirini takip etmiştir.

1991 Temmuz ayı ortasında Hırvatistan ve Slovenya tek yanlı olarak bağımsızlık ilan etmiştir. Bu karara tepki duyan Sırbistan, Federal Ordu desteği ile Hırvatistan’a savaş açmıştır. 1992 Ocak ayına kadar süren çatışmalarda Vukovar, Dobrovnik gibi tarihi kentler yerle bir olmuştur.

Ateşkes kararı anılan Cumhuriyetlerin bağımsızlık ilanlarından geri adım atmaları sonucunu doğurmamıştır. Aralık ayında Almanya’nın tek yanlı olarak tanıdığı bağımsızlık kararını bir süre sonra diğer ülkeler de kabul etmiştir. 1991 Kasım ayında Makedonya ve 1992 Mart ayında ise Bosna Hersek bağımsızlık ilan etmiştir.

Bosna Hersek’in bağımsızlık ilanının hemen ardından yerel Sırp güçlerin Sırbistan’ın kışkırtmasıyla başlayan saldırılar 3,5 yıl sürecek olan Bosna savaşını başlatmıştır. Yüz binlerce kayba neden olan savaş, ABD’nin devreye girmesiyle sona ermiştir. Savaşan tarafların temsilcilerinin katılımıyla yapılan müzakerelerin sonunda 1995 Kasım ayında Dayton antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre, Bosna Hersek topraklarının % 49’u Sırplara, % 51’i Boşnak-Hırvat Federasyonuna bırakılmıştır. Antlaşma ile tesis edilen statükonun korunması için ülkeye 60 bin kişilik barış gücü yerleştirilmiştir.4

1995 sonuna gelindiğinde eski Yugoslavya toprakları 5 ayrı parçaya ayrılmış oluyordu. Yugoslavya’yı oluşturan Federe Cumhuriyetlerden Karadağ ile Sırbistan’ın Yeni Yugoslavya adıyla kurdukları devlet de dağılma sürecinin dışında kalamamıştır. Önce devletin örgütlenme yapısı  Sırbistan-Karadağ Federasyonu olarak değiştirilmiş, kısa bir süre sonra da Karadağ Cumhuriyetinde yapılan referandumun sonucunda 2006 yılı yazında bağımsızlık ilan edilmiştir.5

4) Dayton antlaşması metni için bakınız:
http://www.yale.edu/lawweb/avalon/intdip/bosnia/day04.htm/
5) http://www.iht.com/articles/2006/06/04/news/balk.php


KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK İLANI VE SONRASI


Eski Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde son halka 17 Şubat 2008’de Kosova’nın bağımsızlık ilanı ile gerçekleşmiştir. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin muhalefetine rağmen Kosova’nın bağımsızlık kararı, Türkiye, ABD ve AB’nin 27 ülkesinden İspanya, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Romanya ve Slovakya dışında kalan devletler tarafından tanınmış, tanıyan ülkelerin sayısı 41’e ulaşmıştır. Kosova’nın Sırbistan’ın ayrılmaz bir parçası olduğu iddiasını biteviye tekrarlayan Belgrad yönetimi, ABD başta olmak üzere bazı ülkelerle
diplomatik ilişkilerini askıya almıştır.

Kosova’nın bağımsızlık kazanması ile birlikte Martti Ahtisari planı ile öngörülen statünün uygulaması gündeme gelmiştir. Buna göre, Kosova bir başka ülke veya bir devletin içindeki bölgeye intikal etmeyecekti.

Kosova’da yaşayan Sırplar ve diğer azınlıkların haklarına saygı gösterilecekti. Bu çerçevede Kosova’nın kuzeyinde Sırp nüfusun yoğun yaşadığı 6 yerleşim biriminde belediyelerin yerel yetkileri güçlendirildi, polis ve adli konularda yerel güçlere ayrıcalıklar verilmiştir. Buna rağmen, Sırplar Mitroviça’da Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği güçlerine ve hükümet binalarına ve personeline karşı saldırıda bulunmuşlardır.

Kosova’nın bağımsızlığının bölge için yeni gerilimlere neden olmuştur.

Bosna Hersek Federasyonunun bir parçası olan Bosnalı Sırpların da benzer bir yöntem uygulamasından endişe edilmektedir. Bosnalı Sırplar, konjonktürün uygun olduğunu düşündükleri anda self determinasyon hakkını ileri sürerek Sırbistan’a katılma yönünde harekete geçebileceklerdir. Kosova’nın bağımsızlığı aynı zamanda Makedonya’da da kaygı yaratmıştır. Makedonya’da nüfusun dörtte birini Arnavutlar oluşturmaktadır. Arnavutluk ve Kosova’ya mücavir bölgelerde
yaşayan Makedonya Arnavutlarının da ileride diğerleriyle birlikte hareket edeceğinden endişe edilmektedir.6

BALKAN DEVLETLERİNİN RÜYASI AB ÜYELİĞİ


Yukarıda da belirtildiği üzere Bulgaristan ve Romanya, 1 Ocak 2007 itibariyle Avrupa Birliği’ne tam üye olarak katılmışlardır. Diğer bir Balkan ülkesi olan Yunanistan, 1981 yılından beri AB üyesidir. 3 Ekim 2005’de Türkiye ve Hırvatistan, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamışlardır. Avrupa Birliği tarafından aday ülke ilan edilen Makedonya’nın yakın bir zamanda masaya oturması beklenmektedir.

Kosova, Bosna Hersek ve Arnavutluk gibi geriye kalan ülkelerin hedefi Avrupa Birliği’ne katılmaktır. Anılan ülkeler içinde bulunduğumuz dönemde yaşadıkları ekonomik ve siyasi sıkıntılar nedeniyle tam üyelik için öngörülen kriterlerin uzağındadırlar.
Öte yandan Avrupa Birliği ile yakınlaşma eğilimi Sırbistan ve Karadağ için dahi Balkan bunalımından çıkış yolu olarak gözükmektedir. Temmuz 2008’de Bosnalı Sırpların savaşa suçlusu siyasi lideri olan Radovan Karadziç’in Belgrad’da yakalanması ve Lahey’de bulunan BM Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesine sevk edilmesini, Belgrad yönetiminin gelecek tasarımından ayrı değerlendirmek güçtür. Bu olayın da somut biçimde ortaya koyduğu gibi Sırbistan yönetimi Avrupa Birliği ile yakınlaşmanın altyapısını hazırlamakla meşguldür.

Bölge ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılma yönündeki çabaları Brüksel tarafından da desteklenmektedir. 2007-2011 yılları arasında Balkan ülkelerinin AB standartları hedefine yönelmesi çalışmalarına destek için 3,5 milyar Euro kaynak ayrılmıştır.7 
Brüksel çevreleri Balkanların Avrupa Birliği’ne katılmasını başka faktörlerin yanında siyasi bakımdan önem taşıdığı görüşündedirler. 

6) Daha fazla bilgi için bakınız. CRS Report RL31053, Kosovo and U.S. Policy: Background and
Current Issues, by Julie Kim and Steven Woehrel
7) http://europa.eu/rapid/presReleasesAction.do?reference:MEMO/08/144&format:HTML&aged:0&uage:
http://europa.eu/rapid/presReleasesAction.do?reference:MEMO/08/144&format:HTML&aged:0&uage: EN&guiLanguage:en/


Zira Balkan Yarımadasının Avrupa Birliği’ne dahil olması, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonunda ortaya çıkan bölünmüşlüğü tamamen ortadan kaldıracak bir siyasal hareket olarak algılanmaktadır.

Aynı zamanda bir Balkan ülkesi olan Slovenya, 1 Mayıs 2004 tarihinde tam üye olarak Avrupa Birliği’ne katılmıştır. Türkiye ile eş zamanlı olarak katılım müzakerelerine başlayan Hırvatistan’ın ise 2010 yılında tam üye olması beklenmektedir. Bununla birlikte aday ilan edilen Makedonya ile ne zaman masaya oturulacağı belirsizliği korumaktadır.

Zira bu ülkenin tam üyelik müzakerelerine başlamasına Yunanistan isim sorunu nedeniyle karşı çıkmaktadır. Nitekim bu ülkenin BM üyeliği de ancak “Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti” adıyla mümkün olmuştu. Yunanistan, Makedonya adını taşıyan eyaleti bulunduğunu öne sürerek bu ülkenin uluslararası ilişkilerini engellemektedir.

Resmi Yunan yayın organlarında Makedonya yerine “Üsküp Cumhuriyeti” ismi kullanılmaktadır.

Makedonya-Yunanistan ihtilafının arka planı incelendiğinde Yunanistan’ın bu ülke aleyhindeki faaliyetlerinin gerisinde tarihsel Makedonya topraklarının bir bölümünü işgal etmiş olduğu gerçeği bulunmaktadır. Zira bugünkü Makedonya Cumhuriyeti tarihsel Makedonya’nın sadece “Pirin Makedonyası” olarak anılan bölümüdür. “Ege Makedonyası” Yunanistan, “Vardar Makedonyası” ise Bulgaristan tarafından Balkan Savaşları esnasında işgal edilmiştir. Sorunu daha da çetrefil hale getiren husus Sırpların bugünkü Makedonya Cumhuriyeti
topraklarını “Güney Sırbistan” olarak tanımlamalarıdır. Bir başka sorun Makedonya topraklarının dörtte birini oluşturan Arnavut nüfustur.

Makedonya Arnavutları, Arnavutluk ve Kosova’ya mücavir bölgelerde yaşamakta dır. Makedonya yönetimi günün birinde Büyük Arnavutluk kurulması kaygısı taşımaktadır.

Günümüzde Makedonya, tıpkı Bosna Hersek Cumhuriyeti gibi Balkanların minyatür bir örneğini oluşturmaktadır. Makedonya’da bir yandan Makedonya milliyetçiliği tarihsel Makedonya projesini gündeme getirerek Bulgaristan ve Yunanistan üzerinde hak iddia ederken, öte yandan diğerlerinin Makedonya toprakları üzerinde emelleri vardır. Mevcut haliyle Makedonya, irredentizmin hem nesnesi, hem öznesi konumundadır. Her ne kadar 2001 yılında Makedonya ile Arnavutluk arasında imzalanan Ohrid Anlaşmasıyla iki taraf arasında yakınlaşma sağlanmış ise de güven tam olarak tesis edilememiştir. Anlaşmayla Makedonya’nın demokratik ve çoğulcu kimliğine vurgu yapılmış ve ülkede
Arnavutların ve diğerlerinin temel hak ve özgürlükleri bakımından beynelmilel standartlara sahip oldukları teyit edilmiştir.

SIRBİSTAN’IN ÇIKIŞ YOLU

Balkanların uluslararası toplum ile bütünleşmede en geride kalan ülkesi halen tahakkümcü milliyetçiliğin etkisinden kurtulamamış olan Sırbistan’dır. 2005 yılında Belgrad ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği Paktı imzalama çabaları neticesiz kalmıştır. Bunda Kosova’nın statüsü konusundaki görüş ayrılıklarının rol oynadığı kuşkusuzdur. Kosova’nın bağımsızlık kararı ve ardından Radovan Karadziç’in yakalanması ile ortaya çıkan koşullar tarafları birbirine yakınlaştırmıştır. Öte yandan normalleşme işaretleri Sırbistan ekonomisinde de hissedilmektedir. Büyük ölçüde Bosna Hersek ve Kosova savaşlarından kaynaklanan ekonomik istikrarsızlık kontrol altına alınmıştır. 2008 itibariyle ülkede enflasyon %20 düzeyindedir.

Sırbistan ile AB arasında en önemli anlaşmazlık konusu hiç kuşku yok ki, Kosova’nın statüsü olmuştur. 17 Şubat 2008’de Kosova’nın bağımsızlık
ilan etmesinin hemen ardından 27 AB ülkesinin 22’si tarafından kararın tanınması ilişkilerde duraklamaya neden olmuştur. Bununla birlikte Sırbistan yönetimi, Kosova’yı kabullenme eğilimine girmiştir. 2006 yılında bağımsızlık ilan eden Karadağ Cumhuriyeti, çok kısa bir süre sonra Ekim 2007’de AB ile İstikrar ve İşbirliği Anlaşması imzalamıştır. Böylece, tarih boyunca Sırplarla birlikte hareket eden ve ayrı bir kimlik geliştirmeyen Karadağlılar da, pragmatist bir yaklaşımla geleceklerini tam üyelik hedefine endekslemişlerdir.

Balkanların en yoksul ülkesi olan Arnavutluk bakımından da AB üyeliği tek çıkış yolu olarak gözükmektedir. Geçiş dönemi sorunlarını tüm alanlarda yaşayan Arnavutluk’ta en kronik problem yolsuzluklardır. Hükümet, hem Avrupa Birliğine hem de NATO’ya katılma istediğini net bir biçimde ortaya koymuştur.

1995 yılından beri silahların gölgesinde barışın devam ettiği Bosna Hersek’te toprak bütünlüğü endişesi sona ermemiştir. Bosnalı Sırpların Bosna Hersek Cumhuriyeti’nden ayrılıp Sırbistan’a katılma niyeti taşıdıkları hiç kimse bakımından sır değildir. Sırplar, barış gücü misyonu ile sürdürülen statükoyu fırsat buldukları en kısa zamanda istedikleri yönde değiştirmek istemektedirler. Kosova’nın bağımsızlık ilan etmesi, Bosnalı Sırpların bu yöndeki taleplerinin belirgin biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Netice olarak Balkanların fiili durumu ve geleceği konusunda vurgulanması gereken husus şudur. Soğuk savaş sonrasında siyasi istikrarsızlık yaşayan Balkanlarda 1995 yılında imzalanan Dayton antlaşması ile tesis edilen barış pamuk ipliğine bağlı olmaktan kurtulamamıştır.

Bölgede siyasi istikrar günümüzde ancak silahların gölgesinde sürdürülmektedir.

Bununla birlikte “soft power” olarak Avrupa Birliği’nin bölgenin geleceğinin şekillenmesinde önemli olduğu kuşkusuzdur. Halen Balkan ülkelerinden Yunanistan, Slovenya, Bulgaristan ve Romanya Avrupa Birliği’ne tam üyedir. Hırvatistan ve Türkiye ile müzakereler devam etmektedir. Makedonya ile uygun koşullar oluşması halinde müzakerelere başlanacağı teyit edilmiştir. Bakiye kalan ülkelerden Arnavutluk, Bosna Hersek, Kosova ve Sırbistan da açık veya zımni olarak gelecek hedeflerini Avrupa Birliği’ne katılma olarak belirlemişlerdir.
Balkanlarda 1990’lı yıllara damga vuran mikro milliyetçilik ve etnik çatışmaların aşılması ve siyasi istikrarın kalıcı olarak tesis edilmesinin yolu Avrupa Birliği tam üyeliğinden geçmektedir.

SONUÇ

Son olarak tüm bu aşamalarda Türkiye’nin rolü üzerinde durmak gerekirse, Balkanlarda kalıcı istikrarın sağlanması ve işbirliği ortamının güçlendirilmesi yönünde Türkiye, Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci başta olmak üzere, bölgesel oluşumlarda öncü rol oynamakta, “Güney Doğu Avrupa İstikrar Paktı” gibi bölgeye yönelik uluslararası girişimlerde yapıcı katkıda bulunmaktadır. Türkiye’nin önerisi hayata geçirilen “Güney Doğu Avrupa Çok Uluslu Barış Gücü” bu çerçevede en somut örneği oluşturmaktadır.

Türkiye’nin temel dış politikası çağdaş uygarlığı temsil eden Batıya dönüktür. Avrupa ile bütünlüğünü ve bağını sağlayan Balkanlarda barış ve istikrarın sürdürülebilir bir statüde geliştirilmesi bölge ülkeleri kadar, Türkiye’nin milli çıkarlarına uygun düşmektedir. Balkanlarda sürekli bir barış sağlanması bölge ülkelerinin ortak bir dış politika hedefi bulunması ve yaşama geçirilmesi ile mümkün olabilecektir.

Balkanlarda kalıcı istikrarın tesis edilmesi üye olmayan ülkelerin Avrupa Birliği’ne üye olmaları ile ivme kazanabilecektir. 

Avrupa bütünleşmesi ve bunun getireceği siyasal, sosyal ve ekonomik reformlar konusunda bölge ülkelerinin girişimleri çok önem taşımaktadır.

Türkiye, Balkanlarda kalıcı bir istikrara çok önem vermiş ve her aşamada desteklemiştir. Avrupa ile Anadolu’yu birleştiren evrensel değerlerin insanlığa gelecekte çok daha zengin kazanımlar sağlayacağı bilinmektedir. Bu ortak değerler, ortak hedefler, ortak kazanımlar Avrupa Birliği içinde birlikte yaşama ve paylaşmayı güçlendirecek ve sonsuzlaştıracaktır. 2010’lu yıllarda Balkan ülkeleri, bölgede sürdürülebilir güven, huzur, istikrar, refah ve çok taraflı işbirliği sağlanması yönünde bütün imkanları değerlendirmeli ve yaşama geçirebilmeli dir. Bu yaklaşım, ülkemizin, bölge ülkelerinin, AB’nin ve en başta uluslararası toplumun çıkarlarına hizmet edecek, uluslararası barış ve güvenliğine çok katkı sağlayabilecek ve dünya barışı için önemli kazanım olabilecektir.


Balkanlarda Siyasi İstikrar ve Geleceği
Prof.Dr. Hasret ÇOMAK
Doç.Dr. İrfan Kaya ÜLGER

16. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***