Türkiye Ekonomisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye Ekonomisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2018 Çarşamba

DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE (1950-1960) TARIM POLİTİKALARI VE ETKİLERİ BÖLÜM 1


DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE (1950-1960) TARIM POLİTİKALARI VE ETKİLERİ  BÖLÜM 1


Başvuru Tarihi: 30.07.2015 
Kabul Tarihi: 26.03.2016 
DOI: 10.20875/sb.81206 
Zahide SUNGUR*
*Yüksek Lisans Mezunu, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, aydinzahide@hotmail.com 

ÖZET;
14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelen Demokrat Parti (DP), Türk siyasi tarihinde olduğu kadar, ekonomi tarihi açısından da bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu çalışmada, DP döneminde Türkiye’de uygulanan tarım politikaları ve bu politikaların tarım sektörü ve genel olarak Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri araştırılmaktadır. Çalışma kapsamında, DP’nin iktidara geldiği 1950 
yılından, DP iktidarının sona erdiği 1960 yılına kadar geçen 10 yıllık sürede uygulanan ekonomi politikalarının etkileri, bu dönemi kapsayan veriler yardımıyla ortaya koyulmaktadır. Sektörel verilere ilaveten, Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH), ekonomik büyüme, sektörel paylar ve sektörel büyüme hızları 
da analiz edilmektedir. 


1. GİRİŞ 
Ekonomi, politika ve toplum sürekli olarak birbiriyle ilişki içerisindedir. Bu ilişkinin en güzel örneği MaxWeber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde çarpıcı bir şekilde ortaya koyulmaktadır. Ekonominin politika üzerinde, politikanın ekonomi üzerinde ve bu ikisinin de toplum üzerinde etkileri bulunmaktadır. Bu dinamikler arasındaki etkileşimler, toplumsal dönüşümlerde de rol oynamaktadır.Dünya tarihinde ekonomi-politika-toplumsal dönüşümler konusunda pek çok örnek bulunduğu gibi Türkiye’de de yakın tarihte birtakım örnekler bulunmaktadır. Bu bakımdan, yakın tarihte bir dönüm noktası olarak alınabilecek bir gelişme de Demokrat Parti (DP) hükümetinin iktidara 
gelmesidir. 

14 Mayıs 1950 seçimleri Türk siyasi tarihinde yeni bir aşamaya geçilmiştir. Bu seçimlerle birlikte, Türkiye’de Cumhuriyetin ilanını takip eden 27 yıllık süreçte devam eden tek parti dönemi son bulmuş ve demokrasi tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Bununla birlikte, Demokrat Parti (DP) öncesi dönemde uygulanan ekonomi politikaları da DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte büyük ölçüde değiştirilmiştir. Bu bakımdan DP iktidarı, Türk siyasi tarihi ve ekonomi tarihinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Bu dönemde, ekonomi politikası olarak, karma ekonomi modelinde çok fazla bir değişiklik yapılmadan, yeni görüş ve yaklaşımlar uygulanmaya başlamış, özel teşebbüsün geliştirilmesi ve faaliyet alanının genişletilmesi hususunda da çok önemli adımlar atılmış ve uygulanan iktisat politikaları, önceki dönemlerde uygulanan devletçi ve müdahaleci politikalardan oldukça farklı olmuştur. DP daha muhalefetteyken, devletçiliği ve devletin iktisadi hayata müdahalesini eleştirmiştir. Bu çerçevede, iktidarın ilk yıllarında, ekonomide serbestleşmeyi (liberalizasyonu) artıracak önlemler almıştır. Bu kapsamda, ithalat 1950’de %60-65 oranında serbestleşmiş, fiyat kontrolleri kaldırılmış, özel kesimin daha rahat kredi alabilmesi için banka kredi faizleri indirilmiş, KİT’lerin özelleştirileceği belirtilmiştir. Ne var ki, 1950 yılı Türkiye ekonomi tarihi açısından önemli bir tarih olmakla birlikte, DP’nin iktidarda olduğu 1950-1960 yılı arasında da 1954 yılı da ayrıca vurgulanması gereken bir yıldır. Uygulanan iktisat politikaları açısından 1954 yılına kadar liberalizasyon politikaları, ancak 1954 yılından sonra ise devletçi 
ve müdahaleci iktisat politikaları uygulanmıştır (Erdoğan, 2008: 46). 

Türk siyasi ve ekonomik tarihi konusunda Menderes ve DP dönemi üzerine Türkiye’de yapılmış pek çok çalışma bulunmaktadır. Konu ile ilgili olarak yapılan taramada, siyasi bilimler, tarih, din, eğitim, basın (gazetecilik), kamu yönetimi ve uluslar arası ilişkiler alanlarında olmak üzere bu konuda daha önce 
yapılmış çok sayıda çalışmaya rastlanmıştır. Ancak DP dönemi ekonomi politikaları, sosyo-ekonomik politikalar ve kalkınma çabaları üzerine yapılmış çalışma sayısı oldukça azdır. Örneğin, Tarım (2006) tarafından yapılan çalışmada, DP dönemindeki kalkınma çabaları, sermaye birikim modelinde yaşanan değişimler çerçevesinde ele alınmıştır. Yapılan çalışmada, DP dönemi, hızlı büyüme yılları olarak adlandırılan 1950-1954 dönemi ve ithal ikameci dönem olarak adlandırılan 1954 sonrası dönem olmak üzere iki ana başlıkta ele alınmıştır. Dikilitaş (2007) tarafından yapılan doktora tezinde, 1950-1960 yılları 
arasında DP Hükümetlerinin sosyo-ekonomik alandaki icraatları ele alınmıştır. 

Çalışma kapsamında, tarım, sanayi, eğitim, bayındırlık, ulaştırma, haberleşme, enerji ve su işleri alanlarındaki icraatlar incelenmiştir. Karakaya (2008) tarafından yapılan çalışmada, DP döneminde fiyat gelişmeleri araştırılmıştır. 

Ancak söz konusu çalışmada yalnızca Birinci Menderes Hükümeti (1950-1954 yılları) kapsanmıştır. Toy (2009) tarafından yapılan çalışmada ise, 1950-1960 yılları arasında DP döneminde Türkiye’deki yabancı sermaye yatırımları araştırılmıştır. Bu çalışmalara ilaveten, Baytal (2007), Oktar ve Varlı (2010), Çalık (2012), Takım (2012) ve Özer (2014) tarafından yapılan çalışmalarda da Demokrat Parti döneminde uygulanan çeşitli ekonomi politikaları incelenmiştir. 
Bu makalede, Menderes Hükümeti ve DP döneminde Türkiye’de uygulanan tarım politikaları ve bu politikaların tarım sektörü üzerindeki etkileri araştırılmaktadır. Bir diğer ifadeyle, izlenen politikaların başarısı ve etkinliği ele alınmaktadır. Çalışma kapsamında, tarım ve hayvancılık sektörüne yönelik olarak 10 yıllık (1950-1960) dönemde uygulanan politikaların etkileri, bu dönemi kapsayan veriler yardımıyla ortaya koyulmaktadır. Sektörel verilere ilaveten, Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’da sektörel paylar, sektörel büyüme hızları da analiz edilmektedir. 

2. ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ, DEMOKRAT PARTİNİN KURULUŞU VE İKTİDARA GELİŞİ 

1945 yılında hazırlanan Toprak Reformu Kanunu ile bütçe görüşmelerinde yaşanan tartışmalar ülkemizde çok partili hayata geçişin kapılarını ve DP'nin kurulma sürecini başlatmıştır. Adnan Menderes ve Celal Bayar Toprak Reformu tasarısını şiddetle eleştirmiş ve yapılan oylamada Menderes ve Bayar ile birlikte Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ret oyu kullanmıştır. 

Bu kanuna muhalefet eden aynı milletvekilleri Bütçe Kanunu’na da muhalefet etmişlerdir. Muhalefet konusundaki bu ortaklık, muhalefeti birleşmeye ve 
taleplerini ortak hedefler çerçevesinde örgütlü ve sistematik bir şekilde savunmaya itmiştir. Bu dört milletvekili ülkedeki iç ve dış gelişmeleri değerlendirmek üzere bir araya gelmişler ve fikir birliği sağlamışlardır. Toprak Reformu Kanunu’na karşı çıkan dört milletvekili kendi aralarında düzenledikleri 
toplantılarda ülkenin demokratikleşmesi için ne yapılabileceği sorusuna yanıt aramış ve takrir verilmesi hususunda karar birliği sağlanmıştır (Demir, 2010: 62-64). 

7 Haziran 1945 tarihinde CHP Meclis Grup Başkanlığına, DP’nin kurucuları olacak olan dört milletvekilinin imzasını taşıyan bir takrir verilmiştir. Bu takrirde imzası olan milletvekilleri; Aydın milletvekili Adnan Menderes, İzmir Milletvekili Celâl Bayar, İçel milletvekili Refik Koraltan ve Kars milletvekili Fuat Köprülü’dür.Dört milletvekilinin CHP Meclis Grubu Başkanlığı’na verdikleri belgeye 
Dörtlü Takrir” isminin verilmesi, bu belgenin dört milletvekili tarafından verilmesi ve imzalanmış olmasıdır. Dörtlü Takrir’in liderliğini yürüten İzmir milletvekili eski Başbakanlardan Celal Bayar, gerek Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile ilgili görüşmeler esnasında gerekse Bütçe görüşmelerinde olumsuz 
oy vermiş ve bununla birlikte hiç konuşma yapmamış ve görüş açıklamamıştır (Bozdağ, 1975: 16-18). 

Bayar, Menderes, Koraltan ve Köprülü tarafından “TBMM’nin hükümeti fiilen kontrol etmesi, kişiye Anayasa’da yazılı bulunan hak ve hürriyetlerin tanınması ve birden fazla partiye dayanan siyasi faaliyetlerin gelişmesine müsaade olunması” gibi istek ve tekliflerin yer aldığı “Dörtlü Takrir”, CHP Meclis Genel Kurulu tarafından 12 Haziran’da görüşülmeye başlanmıştır (Akandere, 2003: 11). CHP Meclis Grubu tarafından kapalı (gizli) oturumda görüşülen önergeparti meclis grubunca reddedilmiştir. 


Önergenin bu reddedilişi, önergeyi imzalayan milletvekilleri ile parti arasındaki bağın zayıflamasına neden olmuş ve ardından bu bağ kopmuştur. 21 Eylül tarihinde Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden çıkarılmışlardır. Bayar ise 1 Aralık’ta istifa etmiştir. 

İnönü’nün 1 Kasım 1945 tarihli Meclis açılış konuşması DP’nin kurulma sürecini başlatmıştır. İnönü konuşmasında muhalefet partisinin gerekliliğine vurgu yapmış, Bayar ve arkadaşları arasında parti kurma fikri iyice belirmiştir. Vatan Gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman’ın Amerika’da liberal görüş yanlılarının kurdukları DP’den ilham alarak, yeni kurulan parti adının DP olması yönündeki teklifini Bayar kabul etmiştir (Bakan ve Özdemir, 2013: 377). Bayar, 1 Aralık 1945’te yeni bir parti kurulacağını açıklamış, İnönü’nün de desteği alınarak partinin altyapısı tamamlanmıştır.Ardından 4 Ocak 1946 tarihinde Parti adının DP olduğu açıklanmış, kuruluş dilekçesinin verilmesinden sonra kuruluş izni 
alınmış ve Celal Bayar Genel Başkan olarak seçilmiştir (Demir, 2010: 87). 
DP kuruluşundan hemen sonra son derece hızlı bir biçimde çalışmalar başlamış ve halk tarafından yoğun ilgi gören partiye basından da destek gelmiştir. CHP’nin tek parti rejimi sırasında devlet yönetiminde çok fazla ağırlığı olmayan taşra burjuvazisi, tüccar ve esnaf, “çarıklılar” diye çoğu zaman hor görülen köylü sınıfı, gelişen ticaret burjuvazisiyle büyük toprak ağaları arasındaki birlik DP’nin destekçileri olmuştur. 

Ayrıca tek parti hükümetinden hoşnutolmayan kesim de DP’yi desteklemiştir. DP kurulduktan hemen sonra halkla iletişime geçmeyi başarmış, çeşitli mitingler düzenleyerek halkla doğrudan iletişim kurmuştur. Mitinglerin yanında DP’liler halkla birebir görüşmüş ve buluşmuştur. DP’nin kuruluşunun üzerinden dört ay geçmeden ülkede yerel seçimlere ardından da genel seçimlere gidilmiştir. 21 Temmuz 1946 tarihinde yapılan seçim Osmanlı’dan buyana yapılan ilk tek 
dereceli seçimdir (Eraslan, 2002: 538). 1946 seçimiyle Türkiye ilk kez çok partili seçim sürecine girmiştir. DP Seçimlere yaklaşık 1 ay kala seçimlerin yapılacağı 63 ilden ancak 34’ünde teşkilatlanabilmiş tir (Toker, 1998: 102). Açık oy, gizli tasnif sistemine göre yapılan seçimden CHP ezici bir üstünlükle çıkmış, DP ise Meclis’te oldukça kısıtlı sandalye elde etmiştir. DP 465 milletvekili için 273 
aday göstermiş ve 62 milletvekili kazanmıştır. CHP’nin milletvekili sayısı 390, Bağımsız adaylar ise 7 milletvekili kazanmışlardır (Eraslan, 2002: 538). Oy dağılımı açısından CHP yüzde 85,4, DP yüzde 13,1, Bağımsızlar yüzde 1,5 oranında oy almıştır. Fakat söz konusu durum CHP karşısında DP’nin her şeye 
rağmen bir zafer elde ettiği şeklinde yorumlanmıştır (Kahraman, 2010: 186). 
14 Mayıs 1950 seçimleri 16 Şubat 1950 tarih ve 5545 sayılı Milletvekilleri Seçim Kanunu’na göre yapılmıştır. Bu kanun demokratik koşullarda serbest seçimlerin yapılmasını sağlayan ilk seçim kanunudur. Bu kanun seçimlerin “tek dereceli”, “liste usulü çoğunluk”, tek dereceli gizli oy açık sayım ve çoğunluk sisteminden başka; en az beş ilden aday gösterebilen partilerin radyodan yararlanmalarını 
sağlamıştır (Albayrak, 2004: 155). Çoğunluk Sistemi gereğince oyların % 55’ini alan ve 408 milletvekili çıkaran DP seçimi kazanmıştır. CHP, % 41 oy almasına rağmen Çoğunluk Sistemi gereğince 69 milletvekili çıkartmış ve 27 yıllık siyasi iktidarı sona ermiştir. Türk Demokrasi tarihinde siyasal yönetimin özgür seçimlerle ve demokratik olarak halkın oylarıyla el değiştirmesi ve muhalefet partisinin iktidara gelmesi son derece anlamlı ve olumlu bir sayfa olmuştur (Dinç, 2004: 236). 


Tablo 1. 14 Mayıs 1950 Seçim Sonuçları 


14 Mayıs 1950 seçimleri sonucunda seçmen, sorunlarına çözüm için DP’yi seçmiştir. DP ilk iktidar döneminde öncelikle verdiği sözler üzerinde çalışmalarına ağırlık vermiştir. Bu dönemde özellikle ekonomi alanında önemli gelişmeler olmuş, uluslararası ortamın uygunluğu dolayısıyla tarım ihtiyacının 
artması, DP’nin seçmen tabanının önemli bir bölümünü oluşturan tarım kesimine verdiği desteklemeler, tarımda makineleşmenin artması ile sağlanan ek gelir tarım kesiminin yaşam seviyesini yükseltmiştir. DP iktidara geldiği andan itibaren çeşitli çalışmalarda bulunmuş özellikle tarım alanı dışında iktisadi 
teşebbüsleri ile milli gelirin %15 oranında artması yol ve köprü inşaatlarına önem verilmesi başarısının arkasındaki önemli etkenlerdir. Köylünün yaşamını büyük ölçüde değiştiren şeker çimento ve dokuma anındaki büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Ayrıca DP enflasyona karşı tarım ürünlerine yüksek fiyatlar 
vererek, çiftçinin borçlarını ödemiş ve nüfusun büyük bölümü kırsal kesimde olan halkın büyük bir bölümüne yatırım yapmıştır. Bütün bu olumlu gelişmeler özellikle köylü ve tarım kesimi alanında DP’ye adeta gönülden bağlı bir halk kitlesi yaratmıştı (Bulut, 2009: 78). 

3. DEMOKRAT PARTİ ÖNCESİ EKONOMİNİN VE TARIM SEKTÖRÜNÜN GENEL GÖRÜNÜMÜ 

Osmanlı Devleti’nde nüfusun %80’i doğrudan veya dolaylı olarak tarım ile uğraşmaktaydı. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Türkiye geri kalmış bir tarım ülkesi görünümündedir. Milli gelirin yarıya yakın bir kısmı tarım sektöründen elde edilmektedir. 1920’li yıllarda Türkiye nüfusu yaklaşık 13 milyon olup, bunun 
büyük bir kısmı tarımla uğraşmaktadır. Ülke ekonomisine feodal bir yapı hakimdir. Köylünün %50’si topraksızdır ve küçük çiftçi olarak adlandırılan bu kesim kendi geçimini bile sağlayabilecek durumda değildir (Akyıldız ve Eroğlu, 2004: 44). 
   Aynı dönemde sanayi ise yok denecek kadar azdır. Ağırlıklı  olarak İstanbul ve İzmir’de yoğunlaşan sanayi oldukça zayıf ve sanayi sektöründe kullanılan tüm motorların toplam beygir gücü yaklaşık 21 bin beygir gücüdür. Ancak yapılan bir araştırmaya göre bundan 100 yıl kadar önce 1815 yılında İngiltere’de sanayi gücü Türkiye’nin 10 katı büyüklüğünde ve yaklaşık 210 bin beygir gücüdür (Altan, 1986: 27). 

1923 yılı itibariyle Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’nın dağılımına bakıldığında; tarım sektörünün GSMH içerisindeki payı %43,1, sanayi sektörünün payı %10,6 ve hizmet sektörünün payı da %46,3 düzeyindedir. Bununla birlikte, nüfusun %81’i tarım, %9’u sanayi, %10’u hizmet sektöründe istihdam edilmektedir (Yetim, 2008: 20).1926 yılında tarım GSMH içerisindeki payı %50’lere kadar çıkmakla birlikte, 1938 yılı Atatürk dönemi sonunda %44,4 olmuştur. 
1929 yılında başlayan ve “Büyük Buhran” olarak adlandırılan kriz, Kuzey Amerika ve Avrupa’yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da yıkıcı etkiler yaratmış ve o zamana kadar eşine rastlanmamış derecede işsizliğin, ekonomik daralmanın ve durgunluğun yaşanmasına neden olmuştur. 
Büyük kentlerde işsizler ve evsizler ordusu ortaya çıkmış, bunalımdan etkilenen pek çok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş, tarım ürünlerinin fiyatlarında %40-60 arasında düşüşler yaşanmış, çiftçiler ve kırsal bölgede yaşayan nüfus çok kötü bir şekilde etkilenmiştir (Tufan, 2011: 58). Krizin Türkiye ekonomisi üzerinde asıl etkisi, tarım ürünleri ve hammadde fiyatlarındaki düşüş sonucunda yaşanmıştır. Özellikle yerli ihraç mallarının fiyatlarındaki büyük düşüşler Türkiye ekonomisini olumsuz etkilemiştir. 1929 – 1932 yılları arasında fındık fiyatları %73, buğday fiyatları %63, kuru incir fiyatları %52, tütün fiyatları %50, kuru üzüm fiyatları %49, pamuk fiyatları da %48 düşmüştür. 1925 – 1934 yılları arasındaki toplam fiyat düşüşü ise yaklaşık %81 olmuştur. Kilosu 70 kuruşa ihraç edilen tütünün fiyatı 30 kuruşa, 13,5 kuruşa ihraç edilen buğdayın fiyatı da 4 kuruşa düşmüştür. Yaşanan bu fiyat düşüşleri nedeniyle üreticinin elinde tohum parası bile geçemez olmuştur (Duman, 2013: 216). Tarım ürünlerindeki bu düşüş Türkiye’nin ihracat gelirinde büyük bir düşüşe yol açmış ve yaşanan diğer zararlarla birlikte 1929-1930 döneminde cari fiyatlarla GSMH %45 düşüş göstermiştir (Özgüven, 2002: 120). 

  1949 yılı sonunda ise tarım sektörünün GSMH içerisindeki payı %40,4’tür. Sanayi sektörü açısında ise; özellikle 1924-1925-1926 yıllarında sanayi sektörünün payının %8 seviyelerine düştüğü, 1938 yılı sonunda da %14,2 olduğu görülmektedir. 
  1943 yılında %16’ya kadar çıkan sanayi sektörünün payı ise 1949 yılı sonunda %13,1’e gerilemiş durumdadır. Hizmet sektörünün GSMH içerisindeki payı da dönem boyunca %38 - %46 arasında seyretmiş, 1949 yılı sonunda %46,5 olmuştur. Liberal dönem olarak adlandırılan 1923-1929 yılları arasında tarım büyümesi yaklaşık olarak yıllık ortalama %16, sanayi büyümesi %13,7, hizmet sektörü büyümesi de %11,8 olmuştur. 
  Devletçi dönem olarak adlandırılan 1930-1938 yılları arasında ise sektörel büyüme hızları tarım sektöründe yıllık ortalama %6,3, sanayi sektörü %7,5, hizmet sektörü %6,2 olarak gerçekleşmiştir. 1939-1945 yılları arasında (savaş yılları) tarım sektöründe %5,9 oranında küçülme yaşanmıştır. 
  Benzer şekilde sanayi sektöründe de aynı dönemde %7,5 küçülme yaşanmıştır. 1946 yılı ise istisnai bir yıl olarak tüm sektörlerde büyüme rekorlarının kırıldığı bir yıl olmuştur. 1946 yılında tarım sektörü %54,2, sanayi sektörü de %26,1 büyüme kaydetmiştir. Ancak bunun savaşın sona ermesi neticesinde yaşandığını ve savaş dönemi boyunca ortaya çıkan üretim kayıplarının telafisi olduğunu unutmamak gerekmektedir. Savaş dönemi boyunca silah altına alınan üretken işgücünün terhis olmasıyla birlikte tüm sektörlerde çok yüksek oranda büyüme artışları yaşanmıştır. Ne var ki 1947 yılından itibaren bu olumlu havanın da ortadan kalktığı görülmektedir. 
Genel olarak, sektörel büyüme hızlarında gerek iç gerek dış konjonktür nedeniyle bir istikrar sağlanamamış, sektörel büyüme hızları sürekli olarak dalgalı bir seyir izlemiştir. 1923-1949 yılları arasında tarım sektöründe ortalama olarak yıllık %5,6, sanayi sektöründe %6,2, hizmet sektöründe de %4,6 büyüme yaşanmıştır. Sektörel yapı açısından bir değerlendirme yapılacak olursa; sektörel yapının 

Cumhuriyetin ilanında 1949 yılına kadar çok fazla değişmediği görülmektedir. Netice itibariyle, Cumhuriyetin ilk yıllarında tarım ülkesi görünümünde olan Türkiye, DP dönemi öncesinde de yine tarım ülkesi görünümündedir. Atatürk döneminde ve daha sonraki dönemlerde uygulanan sanayileşme çabalarına rağmen, sanayi sektörünün payı 27 yıllık dönemde %10,6’dan %13,1’e çıkarılmış, tarım sektörünün payı ise %43,1’den %40,4’e düşmüştür. 


***


17 Eylül 2018 Pazartesi

ULUSAL VARLIK FONLARI: TÜRKİYE EKONOMİSİ İÇİN BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2

ULUSAL VARLIK FONLARI: TÜRKİYE EKONOMİSİ İÇİN BİR DEĞERLENDİRME  BÖLÜM 2


4. TÜRKİYE ULUSAL VARLIK FONUNUN EKONOMİYE OLASI ETKİLERİ 

26 Ağustos 2016 tarihinde resmi gazetede ilgili kanunun yayınlanması ile Türkiye Varlık Fonu kurulmuş ve birçok kamu varlığı (THY, Türk Telekom, Ziraat Bankası, Halk bankası, TPAO, BOTAŞ, PTT, TÜRKSAT, Borsa İstanbul, Milli Piyango, TCDD, ETİ Maden, Türkiye Denizcilik İşletmeleri, ÇAYKUR, Türkiye Jokey Kulübü ve Kayseri Şeker Fabrikası’ndaki kamu payları ile mülkiyeti devlete ait çeşitli taşınmazlar) bu fona devredilmiştir. Dünyadaki önemli örneklerinden farklı olarak cari işlemler veya bütçe fazlasına dayanmaksızın oluşturulan bu fonun kanunla tanınmış birçok muafiyetinin bulunması (kurumlar ve gelir vergisinden, belediyelere ödenecek çeşitli vergi ve harçlardan, Borsadaki kayıt ve kotasyon ücretlerinden muaftır; ayrıca ihale, devlet memurları ve özelleştirme kanunlarına tabi değildir) ve kamu kaynaklarının Sayıştay denetiminden çıkarılması kamuoyunda ciddi eleştirilere neden olmuştur. 

Bu tartışmalara geçmeden önce TVF’nin ne tür bir UVF olarak sınıflandırılması gerektiği üzerinde biraz durulmasında fayda bulunmaktadır. Söz konusu fonun bir cari fazlaya veya bütçe fazlasına dayanmaması bunun bir tasarruf fonu, emeklilik ihtiyat fonu veya rezerv fonu olarak sınıflandırılmasını zorlaştırmakta dır. TVF’nin kurulmasına ilişkin kanunun gerekçesi bu fonun istikrar ve kalkınma şeklinde iki amacının bulunacağı fikrini hâkim kılmaktadır. Kanun gerekçesinde yer alan istikrara ilişkin ifadeler şu şekildedir: 

“… yurt içinde ve yurt dışında finansal risklerin artmasıyla yaşanan ekonomik dalgalanma dönemlerinde, yabancı yatırımcıların gerçekleştirdikleri fon çıkışlarının varlık fiyatlarında sert düşüşlere yol açması ve yerli yatırımcıların spekülatif döviz talebinin artması piyasalarda likiditenin azalmasına ve finansal istikrara yönelik endişelere yol açmaktadır. Bu sorunların çözümü için, finansal stres ortamında piyasalarda stabilize edici bir görev üstlenecek, kamu 
fonlarının konsolide olarak yönetildiği, güçlü bir Ulusal Varlık Fonunun bulunması, ülke tasarruflarının büyüklüğünü ve gücünü görünür kılarak piyasalarda gerekli güven ortamını yaratacak ve ülkemizin uluslararası kredibilitesinin artmasını sağlayacaktır.” 

Gerekçede yer alan büyüme-kalkınmaya ilişkin ifadeler5 ise aşağıdaki gibidir: 

5 TVF’nin kurulmasına ilişkin kanunun gerekçesi dikkatlice okunduğunda büyüme ve kalkınma kavramlarının birbirine karıştırıldığı TVF’nin amaçların kalkınmadan çok büyümeye ilişkin olduğu gözlemlenmektedir. 

Türkiye Varlık Fonun Kurulmasıyla; 

- Büyüme oranına gelecek on yıl içinde yıllık %1,5 oranında ilave artış sağlanması, 

- Yapılacak yatırımlarla yaklaşık yüzbinlerce kişilik ek istihdam sağlanması, 

- Savunma, havacılık ve yazılım gibi teknoloji yoğun sektörlerdeki yerli şirketlerin sermaye ve 
proje bazında desteklenmesi, küresel oyuncu olmalarının sağlanması, 

- Otoyollar, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Havalimanı, Nükleer Santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması, 

- Arz güvenliğini sağlamak üzere, Türkiye için önem taşıyan doğal gaz ve petrol gibi yurt dışındaki stratejik sektörlere yasal ve bürokratik kısıtlamalara bağlı olmadan doğrudan yatırım yapılabilmesi hedeflenmektedir. 

Kayıran (2016, s:73), istikrar amacının sadece gerekçede yer alması fakat kanun metninde yer almaması nedeniyle bunun bir yan amaç olduğunu iddia etmektedir. TVF’nin, özellikle son zamanlarda gelişmekte olan ülkelerde kurulan kalkınma fonları ile gösterdiği benzerlikler de bu fonun istikrardan ziyade kalkınma (büyüme) amaçlı olacağını göstermektedir. Bu benzerlikler şu şekilde sıralanabilir: 

Bu Fonlar, 

i) Cari işlemler veya bütçe fazlasına dayanmamaktadırlar, 

ii) Borç sermayesi kullanmaktadırlar (TVF’ye de hazineden izin almaksızın yurt içinden ve yurt dışından borçlanma izni verilmiştir), 

iii) Genellikle yurt içine yatırım yapmaktadırlar (yukarıdaki ifadeler TVF’nin de önemli oranda yurt içi yatırım planının olacağına işaret etmektedir), 

iv) Özellikle altyapı yatırımlarına yönelmektedirler (kanunun gerekçesinde yer alan yukarıdaki ifadeler, TVF’nin de Altyapı Yatırımlarının finansmanına yöneleceğini göstermektedir). 

Yaklaşık bir yıl önce resmen kurulmuş olmasına rağmen aktif olarak bir faaliyette bulunmaması, üç yıllık stratejik yatırım planının (yol haritasının) kamuoyuyla hala paylaşılmamış olması ve web sitesinde fona ilişkin yeterli bilgilerin bulunmaması TVF’ye ilişkin değerlendirmeleri zorlaştırsa da olası fırsat ve tehditlerin neler olduğu aşağıda belirlenmeye çalışılmıştır. 

Olası Fırsatlar: 

i) TVF, birbirinden bağımsız ve etkin kullanılamayan kamu kaynaklarını tek bir çatı altında toplayarak yurtiçindeki büyük ölçekli yatırımlara uzun vadeli-ucuz 
finansman desteği sağlayabilir. Böylelikle büyüme ve istihdama katkıda bulunabilir. 

ii) TVF’nin, diğer kamu fonlarına kıyasla daha uzun vadeli ve yüksek getirili/daha riskli yurtdışı yatırımlara yönelme imkânı vardır. Bu yatırımlardan elde edeceği gelir ile ulusal tasarrufa katkıda bulunabilir. 

iii) Finans piyasalarına derinlik kazandırabilir ve sert dalgalanmalarda konjonktürün aksi yönünde hareket ederek iktisadi dalgalanmanın etkilerini minimize edebilir. 

iv) Özellikle stratejik kamu kuruluşlarının özelleştirme yoluyla yabancıların eline geçmesini engellemek için menkul kıymetleştirme yoluna giderek (hisse senedi ve tahvil ihraç edilmek suretiyle) yerli kaynak temini sağlayabilir. 

v) Katma değerli ve stratejik sektörlere finansman desteği sunabilir (İtalya, Rusya, Brezilya ve İrlanda’da bu tip ulusal varlık fonları bulunmaktadır) ya da Fransa’da olduğu gibi finansman gücünü kullanarak stratejik sektörlerin yabancıların eline geçmesini engelleyebilir. 

vi) Kamu kaynak ve tasarruflarını etkin bir şekilde işleterek ülke ekonomisinin uluslararası kredibilitesini artırabilir. 

vii) Allen ve Caruana (2008, s: 11)’e göre sağlam bir mali yönetim çerçevesi belirlemek şartı ile UVF’ler şeffaflığı ve hesap verebilirliği artırabilirler. TVF de bu konuda gerekli adımları atarak Türkiye ekonomisine böyle bir imkânı sunabilir. 

viii) Dış politika aracı olarak kullanılabilir. Diğer bir ifade ile fon, yurtdışında yaptığı yatırımlar aracılığıyla ülkenin uluslararası etkinliğini artırılabilir. Ancak TVF, Mart 2017’de küresel varlık fonları ağı olan Uluslararası Varlık Fonları Forumunun (IFSWF) üyesi olmakla Santiago İlkelerini desteklemeyi gönüllü olarak kabul etmiştir . 

Bu ilkelerin 2. maddesi UVF’lerin politika amacının açık bir şekilde 
tanımlanması ve kamuoyuna açıklanması gerektiğini ifade etmektedir. IWG (2008, s:12)’ye göre açıkça tanımlanmış bir politika amacının bulunması, UVF'nin doğrudan veya dolaylı olarak “hükümetin jeopolitik gündemini yerine getirme niyeti veya yükümlülüğü olmaksızın” yatırım yapmayı taahhüt ettiği anlamına gelmektedir. Dolaysıyla her ne kadar kanunun gerekçesinde TVF’nin, “dış politikanın önemli bir unsuru olarak Türkiye’nin uluslararası arenada daha fazla söz sahibi olmasına katkı sağlayacağı” iddia edilse de bu üyelikle, TVF’nin dış politika aracı olarak kullanılamayacağı örtük bir biçimde kabul edilmiş olunmaktadır. 

ix) Doğal kaynak ihracatı kaynaklı yoğun döviz girdisi (büyük cari fazla), ulusal para biriminin aşırı değerlenmesine ve diğer ihracat endüstrilerinin zarar görmesine (diğer bir ifadeyle Hollanda hastalığına) yol açabilir. Ayrıca bu yüksek dış ticaret geliri yurt içinde talebi artırarak enflasyonda da bir artışa neden olabilir. Ulusal varlık fonu, bu döviz birikimini yurt dışı yatırımlarda kullanarak yurtiçinde bu tür sorunların oluşumunu engellemede önemli bir araç olabilir. Bu konuda en iyi örnek Norveç ulusal varlık fonudur ve yatırımlarının tamamını yurt dışına yapmaktadır. Ancak TVF için bu fonksiyondan bahsetmek şimdilik pek mümkün değildir. 

Olası Tehditler: 

i) TVF’nin, esasen kamuya ait olan kaynakları hazineden bağımsız bir şekilde yönetme yetkisi bulunmaktadır. Bu durumun, kamunun tüm gelirlerinin Hazine 
veznelerine girmesi ve giderlerin bu veznelerden ödenmesi anlamına gelen hazine birliği ilkesini bozma riski bulunmaktadır. 

ii) TVF kanununun 4. maddesinin b fıkrasında “kamu kurum ve kuruluşlarının tasarrufu altında bulunan ihtiyaç fazlası gelir, kaynak ve varlıkların” fonun kaynağı olabileceği belirtilmiştir. Bu ifade, her türlü kamu kaynağının fona aktarılmasını veriski araçlara yatırım yapılmasını mümkün hale getirmektedir. Bu da ekonominin kırılganlığını artırabilir. 

iii) TVF, hem ulusal hem de uluslararası finans piyasalarında Hazine ve Merkez Bankası yanında devlet adına üçüncü bir kurum olarak yer alabilecektir (bkz. TVF kanunu madde 4). Bu nedenle söz konusu kurumlarla yeterli uyum ve koordinasyonun sağlanamaması halinde piyasaların ve ekonominin bundan 
olumsuz etkilenmesi mümkündür (Dedeoğlu, 2016, s:4). 

iv) TVF, Hazineden izin almaksızın yurtiçinden ve yurt dışından borçlanma imkânına sahiptir (bkz. TVF kanunu madde 4-c). Bu durum ülkenin borç yükünü artırarak ekonominin kırılganlığını artırabilir. Bertoni ve Lugo (2015, s:3)’ye göre bir ülkenin kredi riski o ülkenin UVF’sine yansıyabileceği gibi, UVF’nin riski de ülkeye sirayet edebilir. Ayrıca, TVF’nin borçlanması, yurtiçinde devlet hazinesine alternatif bir borçlanma potansiyeli taşıdığından yurtiçi faiz oranlarında da bir artış söz konusu olabilir. 

v) TVF kanununun denetim ile ilgili 6. maddesi şu şekildedir: 

(1) Şirket, Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler, Türkiye Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak alt fonlar bağımsız denetime tabidir. Şirket, 6362 sayılı Kanun kapsamında kurumsal yönetim düzenlemelerine uyar. 

(2) Şirket, Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler, Türkiye Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak alt fonların bağımsız denetimden geçmiş yıllık mali tabloları ile faaliyetleri, Başbakan tarafından görevlendirilecek sermaye piyasaları, finans, ekonomi, maliye, bankacılık, kalkınma alanlarında uzman en az üç merkezi denetim elemanı tarafından bağımsız denetim standartları çerçevesinde denetlenir. Denetim sonucunda hazırlanacak rapor her yıl haziran ayı sonuna kadar Bakanlar Kuruluna sunulur. 

(3) Şirket, Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler, Türkiye Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak alt fonların bir önceki yıla ait mali tabloları ile faaliyetleri, her yıl ekim ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonu tarafından, birinci ve ikinci fıkralar kapsamında hazırlanan ve Başbakanlık tarafından gönderilen denetim raporları üzerinden görüşülerek denetlenir. 

TVF, mal varlığı esasen kamuya ait olan ama özel hukuk hükümlerine tabi özel bir şirket şeklinde oluşturulduğu için Sayıştay tarafından değil bağımsız denetim kurumlarınca denetlenecektir. Burada sadece denetim kelimesi benzemektedir. Fakat bu denetimlerin içeriği birbirinden farklıdır. Sayıştay’ın yapacağı denetim ile bağımsız bir kurumun özel bir şirketin hesapları üzerindeki denetimi aynı şey değildir. Özel denetim TVF’nin, muhasebe standartlarına ve vergi kanunlarına uygun olup olmadığını denetler. 

Fonun halk adına kullanılma şeklini (yani kamu kurum ve kuruluşlarının tabi olduğu bütçe, ihale, harcırah ve devlet memurları kanunu gibi yasal mevzuatlara uygunluğunu) denetlemez. Denetim yetersizliği yöneticilerin suiistimallerinin oluşmasına yol açabilir. 

vi) Uzmanlık alanları birbirinden çok farklı olan kurumların (örneğin Türkiye Jokey Kulübü, Ziraat Bankası ve THY gibi) bir havuzda toplanarak yönetilmeye 
çalışılması önemli zafiyetler doğurabilir. 

vii) Kamu kuruluşlarının bu özel şirkete devredilmesi ile bu kuruluşların borçlanma gibi yükümlülükleri de kamu istatistiklerinde yer almayacaktır. Bu durum kamunun performansının doğru değerlendirilememesine yol açabilir. 

viii) Özelleştirme gelirlerinin ve kamunun en karlı kuruluşlarının gelirlerinin fona devredilmesi bütçenin gelirlerinde azalmaya yol açarken kamunun borçlanma 
ihtiyacını da artıracaktır. 

ix) Birçok vergi ve harçtan muaf olmak TVF’nin karlılığını artıracaktır. Ancak bu, piyasada rekabeti bozabileceği gibi kamunun da vergi gelirinden mahrum 
kalmasını sağlayarak bütçede açık yaratacaktır. 

x) Allen ve Caruana (2008, s:11) UVF’lerin yurtdışı yatırımlardan ziyade önemli oranda yurtiçi varlıklara yatırım yapması durumunda bunun, yurtiçi talebi artırarak yerel varlık fiyatlarında balon oluşmasına yol açacağını ve aynı zamanda sisteme likidite enjekte ederek para politikasını zora sokabileceğini iddia etmektedir. TVF’nin önemli oranda yurtiçi yatırım planının bulunması, ileride Türkiye ekonomisini de bu sorunlarla karşı karşıya bırakabilir. 

xi) Geleneksel olarak UVF’lerin dış varlıklara (özellikle büyük piyasalarda işlem gören menkul kıymetlere) yatırım yaptıkları bilinmektedir. Fakat gelişmekte olan ülkelerdeki kalıcı altyapı finansman açıkları hükümetleri yurtiçinde yatırım yapmaya teşvik etmektedir. Gelb vd. (2014, s:3)’e göre UVF’lerin başarılı 
olabilmesi için önceliklerinden bir tanesi, “bütçe sınırlamalarını aşarak kamu yatırımlarını finanse etmemek” olmalıdır. TVF kanununun gerekçesine 
bakıldığında TVF’nin özellikle yurtiçi altyapı yatırımlarına ağırlık vereceği (otoyollar, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı ve Nükleer santral 
gibi) görülmektedir. TVF kullanılarak bütçe kısıtlarının aşılması ekonominin kırılganlığını artırabilir. 

xii) UVF’ler genellikle riski dağıtmak ve uzun vadeli getiri elde etmek amaçlı yurtdışı yatırımlara yönelmektedirler. TVF ise bunun aksine daha çok yurtiçi yatırımları finanse etmeyi ve bunun bir kısmını da çıkaracağı türev araçlarla yapmayı planlamaktadır. Bir kriz anında bu yatırımlardan ve bu menkul kıymetlerden zarar edilmesi, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu krizi daha da derinleştirebilecektir. Örneğin, 2008 yılında aktif büyüklüğü yaklaşık 3,9 trilyon dolara ulaşan UVF’lerin toplam kayıpları yaklaşık 700 milyar dolardır (Cohen, 2009, s:714). 

xiii) UVF’lerde siyasilerin etkili olmaları sonucunda yolsuzluk ve yozlaşma riski söz konusudur. Her ne kadar özel bir şirket olsalar da ulusal varlık fonlarında bu tip yolsuzlukların ortaya çıkması siyasi ve ekonomik krizleri beraberinde getirebilir. 

xiv) Yukarıda TVF’nin daha çok kalkınma-büyüme amaçlı olacağını belirtmiştik. Ancak kanunun gerekçesinde belirtildiği gibi hem kalkınma hem de istikrar amaçlı kullanılmaya çalışılması halinde yatırım stratejisinde bazı çelişkiler meydana gelebilir. Çünkü kalkınma amaçlı fonlar daha uzun vadeli, daha riski ve likiditesi düşük varlıklara yatırım yapmayı gerektirirken istikrar amaçlı fonlar bunun tam tersini gerektirmektedir. 

5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME 

UVF’lerin faaliyetleri başlangıçta ülkelerin döviz fazlalarını yurtdışında uzun vadeli, yüksek getirili ve riskli alanlarda değerlendirme faaliyeti olarak kabul edilirken; zaman içinde geçirdikleri değişim ve dönüşüm sonucunda ülkelerin ekonomik ve ulusal güvenliklerine tehdit unsuru olarak algılanmaya başlanmıştır. UVF’lerin bu gücünü gören bazı ülkeler, hem ulusal 
varlıklarını değerlendirmek hem de uluslararası arenada politik güç sahibi olabilmek amacıyla ulusal varlık fonu kurma yönündeki faaliyetlerini artırmışlardır. Ayrıca kendilerini yabancı UVF’lerden koruyabilmek için de çeşitli önlemler almaya başlamışlardır. 

Türkiye de dünyadaki gelişmelere paralel bir şekilde hem yabancı UVF’lere ev sahipliği yapmaya başlamış hem de kendi UVF’sini oluşturarak bu alandaki yerini almıştır. Ancak Türkiye’nin, yabancı UVF’lere ev sahipliği yaparken bunların ekonomi üzerinde yaratabileceği olumsuzlukları engelleyecek yeterli tedbirleri almadığı gözlemlenmiştir. Buradan gelecek tehditlerin engellenebilmesi için öncelikle stratejik ve katma değerli sektörlerdeki yabancı yatırımların yakından izlenmesi ve ulusal çıkarlara ters düşen yatırımlara izin verilmemesi 
gereklidir. 
Bunlara ilişkin gerekli izin ve denetim mekanizmaları oluşturulmalıdır. 

Yabancı UVF’ler gibi TVF’nin de Türkiye ekonomisini olumsuz yönde etkilememesi içi dikkat edilmesi gerekli bazı hususlar bulunmaktadır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir: 


i) TVF’nin mali disiplini, şeffaflığı ve hesap verebilirliği yüksek olmalıdır. 

ii) Amacı (büyüme, istikrar vb.) ve yatırım stratejisi açıkça belirtilmeli ve kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Birbiriyle çelişen amaç ve yatırım stratejileri söz konusu olmamalıdır. 

iii) Yolsuzluk ve yozlaşmadan kaçınabilmek için politik etkilerden mümkün olduğunca yalıtılmış bir yönetim çerçevesi oluşturulmalıdır. 

iv) Hükümetin bütçe kısıtlamalarını aşarak kullandığı bir kaynağa 
dönüştürülmemelidir. 

v) TVF’nin faaliyetlerinin ekonomi üzerinde olumsuz etkiler yaratmaması için Merkez Bankası ve Hazine gibi kamunun diğer kurum ve kuruluşlarıyla eşgüdüm içerisinde hareket etmelidir. 

vi) Ülkenin makroekonomik politikaları ile uyumlu bir yatırım stratejisi izlemelidir. 

vii) Elde etmiş olduğu kazançların, Hazineye ne zaman ve ne şekilde aktarılacağı açıkça belirtilmelidir. 

viii) Yatırımlarının finansmanı sürekli borçlanmayla yapılmamalıdır. 

ix) Yatırımlarında riskin dağıtılması ilkesi esas olmalıdır. Bu nedenle yatırım portföyü çeşitlendirilmelidir. Ayrıca, yatırımlar yurtiçi ve yurtdışı arasında dengeli bir şekilde dağıtılmalıdır. 

TVF’nin sahip olduğu kaynakların iyi değerlendirilmemesi halinde Türkiye ekonomisinin bundan ciddi zarar göreceği ve gelecek nesillerin kaynaklarının da bugünden heba edilmiş olacağı unutulmamalıdır. 


KAYNAKÇA 


Akbulak, S. ve Akbulak, Y. (2008), “Ulusal Varlık Fonları”, Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt: 20 (2), ss:237-262. 

Alhashel, B. (2015), “Sovereign Wealth Fund: A Literature Review”, Journal of Economic and Business, 78 (March-April), pp.1-13. 

Al-Hassan, A., Papaioannou, M., Skancke, M. and Sung, C. C. (2013), Sovereign Wealth Funds: Aspects of Governance Structures and Investment Management, IMF Working 
Paper, No: 13/231. 

Allen, M. and Caruana, J. (2008), “Sovereign Wealth Funds - A Work Agenda”, IMF, 
https://www.imf.org/external/np/pp/eng/2008/022908.pdf (Erişim: 05/06/2017). 

Aykın, H. (2011), “Ulusal Refah Fonları; Risk mi, Fırsat mı?”, SDE Analiz, Stratejik Düşünce Enstitüsü, ss. 4-28. 

Bertoni, F. and Lugo, S. (2015), The Use of Debt by Sovereign Wealth Fund, 
https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=2656228 (Erişim: 06/06/2017). 

Cohen, B. J. (2009), “Sovereign Wealth Funds and National Security: The Great Trade-off”, International Affairs, 85(4), pp.713–731. 

Csoma, R. (2015), “Appreciation of the Role of Sovereign Wealth Funds in the Global Economy”, Public Finance Quarterly, 2, 270-287. 

Dedeoğlu, E. (2016), “Kamu Mali Yönetiminde Neler Oluyor? Varlık Fonu ve Tamamlayıcı Ödenek”, TEPAV Değerlendirme Notu, No: 201629, 
http://www.tepav.org.tr/upload/files/1473014698-
4.Kamu_Mali_Yonetiminde_Neler_Oluyor_Varlik_Fonu_Ve_Tamamlayici_Odenek.pdf (Erişim, 07/07/2017). 

Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu (2013), Resmi Gazete, Sayı:25141, 17/6/2003. 

Fernandes, N. (2009). “Sovereign Wealth Funds: Investment Choices and Implications Around The World”, IMD Working Paper, No: 2009/01, 
http://www.imd.org/research/publications/upload/wp_2009_01_fernandes_level_1.pdf 
(Erişim: 03/07/2017) 

Financial Times (2008), Sarkozy Calls for European Wealth Funds. 21/10/2008 
https://www.ft.com/content/c2ba0fe0-9f5a-11dd-a3fa-000077b07658 (Erişim: 01/08/2017). 

Gelb, A., Tordo, S., Halland, H., Arfaa, N. and Smith, G. (2014), “Sovereign Wealth Funds and 
Long-Term Development Finance Risks and Opportunities”, World Bank Policy 
Research Working Paper, No: 6776. 

Hacıhasanoğlu, E. ve Soytaş, U. (2010), “Yeniden Tasarlanan Finansal Mimaride Ulusal Varlık 
Fonlarının Rolü”, MARC Working Paper Series, No: 2010-02. 

Hürriyet Gazetesi, (2017), Norveç Varlık Fonu 1 Milyar Dolarını Türkiye'de Değerlendirdi, 
3/3/2017, http://www.hurriyet.com.tr/norvec-varlik-fonu-1-milyar-dolarini-turkiyede-
degerlendirdi-40383579 (Erişim: 11/07/2017). 

IFSWF (2014), “Santiago Principles: 15 Case Studies, How IFSWF Members 
Implement the Santiago Principles”, IFSWF’s 6th Annual Meeting in Doha. 

IFSWF (2016), New Challenges, Private Markets: Sovereign Wealth Funds’ Changing 
Investment Strategies, Subcommittee 2: Investment & Risk Management, International 
Forum of Sovereign Wealth Funds 
http://www.ifswf.org/sites/default/files/IFSWF%20New%20Challenges%2C%20Private%20Markets.pdf (Erişim: 05/04/2017). 

IWG (2008), “Sovereign Wealth Funds Generally Accepted Principles and Practices 
‘Santiago Principles”, International Working Group of Sovereign Wealth Funds. 
www.iwg-swf.org/pubs/eng/santiagoprinciples.pdf (Erişim: 05/6/2017). 

Jeanne, O. and Rancière, R. (2006), “The Optimal Level of International Reserves for 
Emerging Market Countries: Formulas and Applications”, IMF Working Paper, No: 06/229. 

Karagöl E. T ve Koç, Y. E (2016), Dünyada ve Türkiye’de Ulusal Varlık Fonları, SETA, Sayı: 
169. https://setav.org/assets/uploads/2016/11/20161028172334_varlik-fonu-pdf.pdf 
(Erişim: 7/06/2017). 

Kayıran, M. (2016), “Türkiye Varlık Fonu’nun Kuruluş Amaçları ve Yapısı Üzerine Bir Değerlendirme”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Cilt: 14 (5), ss:55-90. 

KIA (2017), “Overview of Kuwait Investment Authority”, 
http://www.kia.gov.kw/en/ABOUTKIA/Pages/Overview.aspx (Erişim, 06/06/2017). 

Kotter, J. and Lel, U. (2008), “Friends or Foes? The Stock Price Impact of Sovereign Wealth Fund Investments and the Price of Keeping Secrets”, Board of Governors of the Federal Reserve System - International Finance Discussion Paper, No: 940. 

Larsen, P. T. and Hughes, C. (2008), “Sovereign Wealth Funds: The New Kids on The Block”, Financial Times, 24/01/2008, 

http://www.ft.com/cms/s/0/c7433296-ca1f-11dc-b5dc-000077b07658.html?ft_site=falcon&desktop=true#axzz4qZPC47yd (Erişim, 06/06/2017). 

Özkul, İ. (2016), “Türkiye Varlık Fonu Norveç gibi mi, Angola gibi mi olacak?”, Dünya Gazetesi, 2/09/2016, 
https://www.dunya.com/kose-yazisi/turkiye-varlik-fonu-norvec-gibi-mi-angola-gibi-mi-olacak/327996, (Erişim: 05/07/2017). 

Selfin, Y., Snook, R. and Gupta, H. (2011), “The Impact of Sovereign Wealth Funds on Economic Success”, PricewaterhouseCoopers(PwC), 
https://www.pwc.com.cy/en/issues/assets/sovereign-funds.pdf (Erişim: 05/06/2017). 

SIL (2016), Hunting Unicorns: Sovereign Wealth Fund Annual Report 2016, 
http://www.ifswf.org/sites/default/files/report_SIL_2017.pdf (Erişim: 07/06/2017). 

Summers, L. (2007), “Sovereign Funds Shake the Logic of Capitalism, 30 July 2007”, Financial Times. 
http://www.ft.com/cms/s/0/8c9dea94-3e30-11dc-8f6a-
0000779fd2ac.html?ft_site=falcon&desktop=true#axzz4qZPC47yd (Erişim, 
06/06/2017). 

SWFI (2017), “What is a SWF?” Sovereign Wealth Fund Institute, 
http://www.swfinstitute.org/sovereign-wealth-fund/ (Erişim: 06/06/2017) 

SWFI, https://www.swfinstitute.org 

TBMM (2016), “Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde  Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ile Gerekçesi”, 1 Ağustos 2016. 
http://www2.tbmm.gov.tr/d26/1/1-0750.pdf . (Erişim: 05.07.2017). 

Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun (2016), Resmi Gazete, Sayı: 29813, 26/8/2016. 

Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Yapısına ve İşleyişine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Kararın Yürürlüğe Konması Hakkında Karar (2016), Resmi Gazete, Sayı:29883, 9/11/2016. 

Yalçıner K. ve Sürekli, A.M. (2015), “Ekonominin Çeşitlendirilmesinin Bir Aracı Olarak Ulusal Refah Fonu Modelinin Türkiye Ekonomisi Açısından Uygulanabilirliği”, Gazi Üniversitesi 
İ.İ.B.F Dergisi, Cilt: 17(3) 



***

ULUSAL VARLIK FONLARI: TÜRKİYE EKONOMİSİ İÇİN BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 1




ULUSAL VARLIK FONLARI: TÜRKİYE EKONOMİSİ İÇİN BİR DEĞERLENDİRME  BÖLÜM 1


Doç. Dr. Mehmet GÜÇLÜ 

Ege Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü 
mehmet.guclu@ege.edu.tr 



ÖZET 

Bu çalışma hem yabancı ulusal varlık fonlarının (UVF) hem de Türkiye Varlık Fonunun (TVF) Türkiye ekonomisine olası etkilerini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Yabancı devletlerin sahipliğindeki büyük varlık fonlarının, Türkiye’ye bir dış finansman imkânı sağlarken aynı zamanda ekonomik ve ulusal güvenliğe de potansiyel tehlikeler arz ettiği tespit edilmiştir. Benzer 
şekilde TVF’ninde Türkiye ekonomisine sağlayabileceği bazı avantajlar bulunurken bununla birlikte bazı eksikliklerinin de olduğu gözlemlenmiştir. Bu eksikliklerin ortadan kaldırılması için gerekli tedbirlerin neler olduğu çalışmada ifade edilmiş ve zaman geçirilmeden bu tedbirlerin alınması gerektiği sonucuna varılmıştır. 

1. GİRİŞ 

Ulusal varlık fonları (UVF) uzun yıllardır uluslararası literatürde yoğun olarak tartışılsa da Türkiye’de bu konu bu tür bir fon kurulana kadar akademinin yeterince ilgisini çekmemiştir. Bu tarihten önce sadece Akbulak ve Akbulak (2008), Hacıhasanoğlu ve Soytaş (2010), Yalçıner ve Sürekli (2015) tarafından gerçekleştirilen sınırlı sayıda çalışmaya rastlanırken, tartışmaların yoğunlaşması ancak 2016 yılında “Türkiye Varlık Fonu A.Ş”nin kurulmasından sonra olmuştur. 
Dolayısıyla varlık fonu fikri Türkiye’de yeterince akademik çalışma ve tartışmaya konu olmadan bir vakıa olarak karşımıza çıkmıştır. Türkiye Varlık Fonu (TVF)’nun kuruluşundan sonra kamuoyunda tartışmalar hızla artsa da bu konudaki akademik çalışmalar aynı hızda artmamıştır. Son dönemde bu konuda birkaç çalışma daha yapılmış (bkz. Kayıran, 2016 ve Karagöl ve Koç, 2016 ) fakat bu çalışmalar da TVF’nin Türkiye ekonomisine olası etkilerini analiz etmekten ziyade TVF’nin genel yapısını incelemeye yönelik çalışmalardır. 

TVF’nin yanı sıra, yurtdışında başka ülkelerce kurulmuş olan yabancı varlık fonları da son yıllarda Türkiye’de yatırım yapmaya başlamışlardır. Bu UVF’lerin yabancı devletlerin sahipliğinde büyük fonlar olması, bunların ulusal ekonomiler üzerindeki güç ve etkilerini tartışma konusu haline getirmiştir. Hatta konu sadece ekonomik boyutu ile değil uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk ve uluslararası siyaset boyutuyla da tartışılmaya başlanmıştır. Tüm bu tartışmalara rağmen literatürde bu fonların Türkiye ekonomisi üzerine olası etkilerini analiz 
eden bir çalışma bulunmamaktadır. 

Literatürdeki bu boşluğu doldurmak düşüncesiyle bu çalışmada hem yerli (yani TVF’nin) hem de yabancı UVF’lerin Türkiye ekonomisi için yaratacağı olası fırsat ve tehditlerin belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu doğrultuda, ikinci bölümde ulusal varlık fonları hakkında genel bilgi verilmiştir. İlerleyen bölümlerde yabancı varlık fonlarının ve Türkiye Varlık Fonu’nun Türkiye ekonomisine olası etkileri analiz edilmiştir. Son bölümde ise genel değerlendirmelere yer verilmiştir. 

2. ULUSAL VARLIK FONU TANIMI, ÇEŞİTLERİ VE ÖZELLİKLERİ 

Ulusal varlık fonlarının kökleri 1953 yılında kurulan Kuveyt Yatırım Kurulu’na (Kuwait Investment Board) dayanmaktadır. Ülkenin petrol geliri fazlasını Londra’daki ofisi vasıtasıyla yöneten bu kurul, 1982 yılında Kuveyt Yatırım Otoritesi (Kuwait Investment Authority - KIA) adını alarak özerk bir yapıya kavuşmuş ve bugünkü anlamda ulusal varlık fonu kimliğini kazanmıştır (Alhashel, 2015 ve KIA, 2017). Ulusal varlık fonlarının kurulmasını hızlandıran 
(rezerv fazlalarını yüksek getirili alanlarda değerlendirme isteği doğuran) iki önemli gelişme olmuştur. Bunlardan biri özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren (sürekli yüksek seyreden petrol fiyatları nedeniyle) petrol ihraç eden ülkelerin ellerinde biriken aşırı döviz rezervleridir. İkincisi ise, 1997 Asya krizi sonrasında birçok Asya ülkesinin cari fazla vermesi sonucunda oluşan büyük döviz rezervleridir. Şuan sayısı 79’a ulaşmış olan ulusal varlık fonlarının 40 
taneden fazlası 2005 yılı sonrasında kurulmuştur (SWFI, 2017). 2008 küresel finans krizinde Merill Lynch, Morgan Stanley, Citigroup, UBS ve Barclays gibi küresel çapta faaliyet gösteren büyük finansal kuruluşların değeri düşen hisse senetlerinin UVF’ler tarafından satın alınması bir anda dikkatleri bu fonların üzerine çekmiştir (bkz. Larsen ve Hughes, 2008). 

Ulusal Varlık Fonu, ödemeler bilançosu fazlalarına (özellikle petrol ve doğal gaz ihracat gelirlerine), resmi döviz işlemlerinden elde edilen gelirlere, hükumetlerin transfer ödemeleri kaynaklarına, özelleştirme gelirlerine ve bütçe fazlalarına dayalı olarak kurulan, devlet sahipliğinde bir fon ya da varlık olarak tanımlanmaktadır (IWG, 2008 ve SWFI, 2017). UVF’lerin sermaye kaynakları, parasal otorite tarafından ödemeler dengesi veya para politikası amaçları 
için tutulan döviz rezervlerini1, geleneksel anlamdaki devlet teşebbüslerinin faaliyetlerini, kamu emeklilik fonlarını ve bireyler yararına yönetilen varlıkları kapsamamaktadır. 

1 Csoma (2015) buradaki döviz rezervi ifadesinin, ülkenin toplam rezervinden optimal merkez bankası rezervinin düşülmesiyle elde edilen rezerv olduğunu söylemektedir (optimal döviz rezervinin nasıl belirlendiğine ilişkin bkz. Jeanne ve Rancière, 2006). 

2 İhracata konu olan yeni bir zenginleşme kaynağına (örneğin doğal gaz, petrol vb.) kavuşan bir ülkede, ihracat artışı nedeniyle döviz girdisinin artmasına bağlı olarak ulusal para birimi aşırı değerlenmekte, ithalatın ucuzlaması nedeniyle tüketim artmakta, yatırımlar diğer üretim alanlarından çekilerek söz konusu kaynağın bulunduğu alana yönelmekte (de-industrialization) ve üretim azalmaktadır. Bu durum ilk olarak 1960'lı yıllarda Hollanda'da doğal 
gaz bulunması sonucunda gözlemlendiği için Hollanda Hastalığı adını almıştır. 

UVF’ler yukarıda sayılan sermaye kaynakları açısından ikiye ayrılmaktadırlar. Petrol, doğalgaz vb. gibi ihraç ürünlerinin gelirlerine dayalı olarak kurulan fonlar “emtia fonu” kategorisinde sınıflandırılırken; özelleştirme geliri, bütçe fazlası vb. gibi kaynaklara dayalı olarak kurulan fonlar “emtia dışı fonlar” kategorisinde sınıflandırılmaktadır. IMF’nin tanımına göre ulusal varlık fonları çeşitli makroekonomik amaçlar için kurulmuş devlet sahipliğinde yatırım fonlarıdır (Allen ve Caruana, 2008). Bu amaçlar doğrultusunda UVF’ler, istikrar fonu, tasarruf fonu, kalkınma fonu, rezerv yatırım fonu (şirketi) ve emeklilik ihtiyat fonu olmak üzere beş kategoriye ayrılmaktadırlar (IWG, 2008, Al-Hassan vd., 2013 ve Csoma 2015): 


İstikrar Fonu: Ekonomiyi ve bütçeyi emtia fiyatlarındaki (genellikle petrol fiyatlarındaki) oynaklıklardan ve dış şoklardan korumaya yönelik fonlardır. Genellikle kısa ve orta vadeli, sabit ve düşük getirili araçlara (özellikle kısa vadeli devlet iç borçlanma senetleri gibi likit varlıklara) yatırım yapma eğilimindedirler. Yatırım stratejileri açısından merkez bankaları rezerv yöneticilerine benzemektedirler. Şili (Economic and Social Stabilization Fund), Moğolistan, Cezayir, İran ve Rusya (Oil Stabilization Fund) bu tür fonlara sahip ülkelerdir. 

Tasarruf Fonu: Yenilenemeyen doğal kaynaklardan (petrol ve madenlerden) elde edilen ihracat gelirini (çeşitlendirilmiş portföyü olan) bir finansal varlığa dönüştürerek serveti gelecek nesillerle paylaşmayı amaçlayan fonlardır. Diğer bir ifade ile bu tür fonlar, mevcut neslin doğal kaynakları tüketerek elde ettiği serveti gelecek nesillere aktararak nesiller arası eşitliği sağlamayı amaçlamaktadırlar. Aynı zamanda yüksek döviz girdisinin ülke ekonomisinde yol açabileceği “Hollanda Hastalığının” etkilerini de azaltmayı hedeflemektedirler2. Ekonomik konjonktürün tersi yönünde yatırım stratejisi izlerler. Yüksek getiri umuduyla yüksek riskli ve uzun vadeli yatırım araçlarını tercih ederler. Portföylerinin önemli bir kısmı hisse senetlerinden oluşur. Birleşik Arap 
Emirlikleri (Abu Dhabi Investment Authority), Libya ve Rusya (National Wealth Fund) bu tür fona sahip ülkelerdir. Kalkınma Fonu: Sosyo-ekonomik projelere (genellikle altyapı projelerine) fon sağlamayı ve ekonomik büyümeyi artıracak sanayi politikalarına destek vermeyi amaçlayan fonlardır. Uzun vadeli ve yüksek riskli yatırım stratejisi izlerler. Birleşik Arap Emirlikleri (Mubadala Investment Company) ve İran (National Development Fund)’da bu tür fon örneklerine rastlanmaktadır. 

 Emeklilik İhtiyat Fonu: Nüfusun yaşlanmasına bağlı olarak gelecekte kamunun 
emeklilik yükümlülüklerindeki artışa (emeklilik katkı payı dışındaki kaynaklardan) ek finansman desteği sağlamak için kurulmuş fonlardır. Tanımından da anlaşılacağı üzere doğrudan emeklilik yükümlülükleri bulunan bir fon değildir. Yükümlülüğü sadece gelecekteki olası harcamalarla ilgilidir. Avustralya, İrlanda ve Yeni Zelanda’da bu tür fonlar bulunmaktadır. IWG (2008)’in sınıflandırmasından farklı olarak IFSWF (2014) bu fon kategorisini tasarruf fonu içerisinde saymaktadır. 

Rezerv Yatırım Fonu (şirketi): Karlılığı artırmak için fazla döviz rezervlerini daha uzun vadeli ve daha riskli yatırımlara (çoğunlukla hisse senetlerine) yönlendirmek için kurulmuş fonlardır. Fondaki fazlalık rezerv olarak kabul edilmektedir. İhtiyaç duyulması halinde dış ekonomik dengenin sağlanması ve döviz kuru politikalarının desteklenmesi amacıyla likit rezervlere destek için geri çağrılabilirler. Bu nedenle likidite ve getiri arasında iyi bir denge kurulmalıdır. Güney Kore, Çin ve Singapur bu tip fonlara sahip olan ülkelerdir. 

UVF’ler yukarıdaki amaçlardan sadece birine sahip olmak yerine bazen birden fazla amaca sahip olabilmektedirler. İstikrar ve tasarruf şeklinde ikili amaca sahip olan Azerbaycan (State Oil Fund), Kuveyt (Kuwait Investment Authority) ve Timor-Leste (Petroleum Fund) fonları bu tip fonlara örnek olarak gösterilebilirler (bkz. IFSWF, 2014, s:12). UVF’lerin amaçlarında zamanla değişiklikler yaşanabilmektedir. Rusya’nın istikrar amaçlı kurduğu fonun rezervlerindeki aşırı artış, bu fonun tasarruf amaçlı bir fona doğru evrilmesine yol açmıştır (Allen ve Caruana, 2008, s:5-6). 

Yukardaki açıklamalar dikkate alındığında UVF’lerin temel özellikleri olarak şunlar karşımıza çıkmaktadır (SIL, 2016 ve Csoma, 2015) : 


i) Doğrudan egemen bir devlete aittirler. 

ii) Devletin diğer mali ve politik kurumlarından bağımsız olarak yönetilirler. 

iii) Ticari kazanç arayışı içerisinde çeşitli finansal varlıklara yatırım yaparlar. 

iv) Genellikle uzun vadeli yatırım yapma eğilimindedirler. 

v) Yatırım yaparken yüksek risk toleransına sahiptirler çünkü aktiflerindeki varlıklarına karşılık yükümlülükleri neredeyse hiç yok ya da çok azdır. 

vi) Yatırımlarının önemli bir kısmını yabancı ülke varlıklarına yaparlar. 

vii) Portföylerinde yabancı varlıkların bulunması nedeniyle kur değişikliklerinden etkilenme riskleri vardır. 


UVF’lerin devlet sahipliğindeki diğer fonlardan (istikrar, emeklilik fonu vb.) üç temel farklılığı bulunmaktadır. Bunlardan ilki, fona sürekli (sabit) bir gelir akımının (işçi ve işveren kesintilerinden elde edilen gelir gibi bir akımın) olmamasıdır. İkincisi, istikrara veya emekliliğe doğrudan katkı yapmak gibi açık ve doğrudan bir yükümlülüklerinin bulunmamasıdır. 

Sonuncusu ise daha uzun vadeli ve daha riskli araçlara yatırım yapabilmeleridir. 

SWFI (Sovereign Wealth Fund Institute)’nin web sitesinde açıklanan bilgilere göre dünyada 2017 yılı itibariyle 53 ülkeye ait 79 adet UVF bulunmakta ve bunların % 58’i petrol ve doğalgaz gelirleri ile fonlanmaktadır. UVF’ler yatırımlarının %71,5’ini yurtdışına yaparken, %28,5’ini yurtiçine yapmaktadırlar. UVF’lerin yönetimleri altındaki toplam varlık büyüklüğü yaklaşık 7,3 
trilyon dolara ulaşmış durumdadır. İlk 10 UVF’nin toplam varlık büyüklüğü 5,4 trilyon dolardır. Diğer bir ifadeyle, küresel çapta UVF’lerin aktif büyüklüğünün %75’i bu fonların sahibi ülkeler (Norveç, Birleşik Arap Emirlikleri, Çin, Kuveyt, Sudi Arabistan, Singapur, Katar) tarafından kontrol edilmektedir. Fernandes (2009, s:2) UVF’lerin dünya çapında neredeyse her beş firmadan birinde hisseye sahip olduğunu iddia etmektedir. Dünyadaki hedge fon ve özel sermaye fonları toplamından daha fazla bir büyüklüğe sahiptirler (Alhashel, 2015, s:2). Bu 
kadar büyük bir varlığın sınırlı sayıda aktör tarafından kontrol edilmesi, sayılarında hızlı bir artış gözlemlenmesi, yatırım yapılan ülkelerin ekonomik bağımsızlığını tehdit etmeleri, krizlerdeki kurtarıcı rolleri veya kriz yaratabilme potansiyelleri ve egemen bir devletin kontrolünde olmaları tartışmaları da beraberinde getirmiştir. 


3. YABANCI ULUSAL VARLIK FONLARININ TÜRKİYE EKONOMİSİNE OLASI ETKİLERİ 

Yabancı ulusal varlık fonlarının, Türkiye ekonomisine sunduğu iki önemli fırsat bulunmaktadır. 
Bunlardan bir tanesi, sürekli finansman ihtiyacında olan Türkiye’ye alternatif dış kaynak sunma; diğeri ise ekonomik krizleri aşmada yardımcı olma potansiyelleridir. Çünkü diğer yabancı yatırımcılarla kıyaslandıklarında UVF’lerin kriz dönemlerinde konjonktürün tersi yönünde hareket etme ve yatırım yapma eğilimleri olduğu bilinmektedir. Bu yönleriyle krizleri aşmada ulusal ekonomiye yardımcı olabilmektedirler. 2008 küresel krizi sonrasında Amerika ve Avrupa’da bunun örneklerine rastlanmıştır (Cohen, 2009 ve Selfin vd. 2011). 

Şu ana kadar Türkiye’de yatırım yapan ulusal varlık fonlarının, Norveç ve Katar’a ait olduğu bilinmektedir3. Yabancı ulusal varlık fonlarının Türkiye’deki yatırımlarına ilişkin kamuyla paylaşılmış çok fazla bilgi bulunmamaktadır. 3 Mart 2017 tarihli Hürriyet gazetesindeki habere göre 2016 yılı itibariyle dünyanın en büyük ulusal varlık fonu olan Norveç Varlık Fonu, yaklaşık 1 milyar dolarını Türkiye’deki 48 şirketin hisse senedi üzerinde değerlendirmiştir. Yatırımları 
arasında Ereğli Demir Çelik Fabrikası, Tüpraş, Petkim, Aksa Enerji ve Enka A.Ş. gibi beş büyük Türk enerji firması bulunmaktadır (Hürriyet, 2017). Gazetede yer alan bu haber Türkiye için hem bir fırsata hem de bir tehdide işaret etmektedir. Bu fon, finansman ihtiyacı içerisinde olan Türkiye’ye alternatif bir dış kaynak sunarak bir fırsat yaratmış olsa da özellikle stratejik sektörlerde yatırım yaparak bir tehdit unsurunu da içerisinde barındırmaktadır. 

3 Katar Ulusal Varlık fonunun DİGİTÜRK ve BANVİT’i satın aldığı kesin olarak bilinirken, Savunma sanayi için üretim yapan BMC’de %50 pay sahibi olan Katarlı ortağın, Katar ulusal varlık fonu mu yoksa başka bir Katarlı yatırımcı mı olduğu net olarak bilinmemektedir. 

Yukarıdaki açıklamalardan yola çıkarak UVF’lerin Türkiye ekonomisi için potansiyel tehditlerini ise şu şekilde sıralayabiliriz: 

i) Daha önce de belirtildiği gibi yabancı devletler UVF’ler aracılığı ile Türkiye’de kritik sektörlerde stratejik konumlanmalar elde edebilirler. 

ii) Devlet sahipliğinde ve kontrolünde olmaları nedeniyle ekonomik güdülerden ziyade politik güdülerle hareket etme potansiyelleri bulunmaktadır. Bu nedenle 
uluslararası politikada bir araç olarak kullanılma riskleri bulunmaktadır. Diğer bir ifade ile Türkiye’nin ulusal ve ekonomik güvenliğine risk oluşturma potansiyelleri bulunmaktadır. 

iii) Şeffaflıklarının düşük olması nedeniyle UVF’lerin takip ve kontrolünde bazı zorluklar bulunmaktadır. Bu nedenle yurtiçi piyasalarda rekabeti bozabilirler (Aykın, 2011, s:14). 

iv) Kotter ve Lel (2008, s:3)’e göre ulusal varlık fonları tarafından satın alınan hisse senetleri birkaç gün içerisinde hızlı bir değer kazancı (yaklaşık iki gün içerisinde % 2,1 oranında bir fiyat artışı) yaşamaktadırlar. Bu tür hızlı fiyat gelişmeleri finans piyasalarında fiyatları denge noktasından uzaklaştırabilir ve balonlar oluşmasına neden olabilir. 


UVF’lerin potansiyel tehditlerine ilişkin ilk uyarılardan birini 2007 yılında Obama yönetiminin Ulusal Ekonomik Konsey başkanı Lawrence Summers (2007) “UVF’ler Kapitalizmin Mantığını Sarsıyor” adlı makalesinde yapmıştır. Ardından, Economist dergisi Ocak 2008 sayısında Ulusal Servet Fonlarının İstilası” başlığı ile UVF’lerle ilgili tehditlere dikkat çekmiştir. 2008 yılının Ekim ayında Fransa devlet başkanı Nicolas Sarkozy Avrupa parlamentosundaki  konuşmasında Avrupa ülkelerine, ulusal şirketlerini yabancılardan (özellikle Avrupa’da etkinliğini artıran ulusal varlık fonlarından) korumak için kendi ulusal varlık fonlarını kurmalarını önermiştir (Financial Times, 2008). Uluslararası düzeyde artan endişe ülkeleri öncelikle kendi bireysel tedbirlerini almaya itmiştir. Almanya’da 2008’in Nisan ayında UVF’ler tarafından yapılan bazı yatırımların incelenmesi için bir kanun çıkarılmış ve hemen sonrasında da kamu güvenliği ve düzenine tehdit oluşturduğu düşünülen satın almaları engellemek için daha sıkı kısıtlamalar getirilmiştir (Cohen, 2009, s:722). ABD’de Başkan’a, şirket satın almaları ve pay devirlerini veto yetkisi verilmiştir. Aynı zamanda ABD hazine bakanlığı, UVF’lerden politik güdülerle hareket etmeyeceklerine ve daha şeffaf olacaklarına dair taahhütler almaya başlamıştır. Fransa’da 11 sektörde yapılacak yabancı yatırımlarda çeşitli bakanlıklar dan (savunma, ekonomi, maliye ve çalışma bakanlıkları) izin alınması zorunluluğu getirilmiştir (Aykın, 2011, s:11). Hollanda’da ise yüksek voltajlı elektrik üretimi, su kanalları, demiryolu taşımacılığı, havaalanı, posta idaresi ve merkez bankası gibi alanlar Kamu tekelinde olup yabancı yatırımcıya tamamen Kapalıdır (Akbulak ve Akbulak, 2008, s:251). 

UVF’lere ilişkin kaygılar karşısında ülkelerin almış oldukları bireysel tedbirlerin yanı sıra ortak tedbirlerin alınması da söz konusu olmuştur. Bu amaçla 2007 yılında G7 ülkelerinin toplantısında maliye bakanları, IMF ve OECD’yi bu konuda çalışmaya davet etmişlerdir. Böylelikle, UVF’lerin sunduğu fırsatlardan faydalanılırken tehditlerden de nasıl korunulacağına ilişkin uluslararası düzeyde bir arayışa girilmiştir. Bu amaçla 2008 yılında IMF, ulusal varlık fonuna sahip 26 üye ülke ile birlikte “Santiago İlkeleri” adı altında UVF’ler için genel kabul gören 
24 ilke belirlemiştir (bkz. IWG, 2008). Bu ilkeler ile UVF’lerin daha şeffaf ve hesap verebilir olmaları, politik güdülerle değil ekonomik güdülerle hareket etmeleri, iyi yönetişim göstermeleri, adil rekabet etmeleri ve ev sahibi ülkenin kurallarına uymaları amaçlanmıştır. Söz konusu ilkelerin bir bağlayıcılığı bulunmasa da bunlara uyum sağlamak ABD ve Avrupa piyasalarına 
giriş için bir ön şart niteliği kazanmıştır (Aykın, 2011, s:21). Tüm bu gelişmeler UVF’lerin şeffaflığını özellikle ev sahibi ülkeler açısından önemli hale getirmiştir. Bu amaçla 2008’de Ulusal Varlık Fonu Enstitüsü (SWFI) tarafından UVF’lerin şeffaflık derecesi ölçülmeye başlanmıştır. Söz konusu enstitünün 2017’nin ikinci çeyreği için açıkladığı endeks değerleri hala birçok UVF’nin şeffaf olmaktan uzak olduğunu göstermektedir4. 

4 UVF’lerin şeffaflık dereceleri için bkz. 

http://www.swfinstitute.org/statistics-research/linaburg-maduell-transparency-index/ 


Dünyada bu tartışmalar son 10 yılda artarak devam ederken Türkiye gündeminde kendisine yeterince yer bulamamaktadır. Türkiye’de yabancı yatırımcıyı çekmek ve yatırım ortamını iyileştirmek için 2003 yılında çıkarılan 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu ile “yerli yabancı ayrımı kaldırılmış” ve stratejik sektörlerin korunmasına ilişkin de ayrı bir 
düzenleme yapılmamıştır. Finansman ihtiyacı nedeniyle sürekli kaynak arayışında olan Türkiye için bugünlerde UVF yatırımları önemli bir araç olabilir. Ancak bu büyük fonların başka devletlerin kontrolünde olmaları ve özellikle stratejik sektörlerdeki yatırımları (savunma sanayi, enerji, telekomünikasyon, hava ve deniz limanları vb.) nedeniyle ileride ulusal güvenliğe tehdit 
oluşturabilecekleri unutulmamalı ve gerekli tedbirler şimdiden alınmalıdır. En azından öncelikle Santiago ilkelerine uyum gösteren ve yeterli şeffaflık derecesine sahip UVF’lerin yatırımlarına yurt içinde izin verilmelidir. Stratejik sektörlere ilişkin yatırımlarla ilgili ayrıca düzenlemeler yapılmalıdır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***



9 Eylül 2016 Cuma

Başkanlık Sistemi ve Türkiye Ekonomisi



Başkanlık Sistemi ve Türkiye Ekonomisi,






GLOBAL Editör 
30 Nisan 2015



GLOBAL Politika ve Strateji Düşünce Kuruluşu tarafından yayınlanan “Karşılaştırmalı Analizlerle Başkanlık Sistemi ve Türkiye” başlıklı raporda; ülkelerin sosyal, ekonomik, eğitim, sağlık, demokrasi, basın özgürlüğü ve bireysel özgürlükler gibi konulardaki sıralamaları ile uyguladıkları yönetim sistemleri arasındaki ilişkiye bakılmıştır.

Bu rapordaki nicel veriler uluslararası güvenilir ve açık veri bankalarından elde edilmiştir. Araştırma kapsamında uluslararası kuruluşların internet sayfalarında da açık kaynak olarak yayınlanan farklı indekslerden derlenen veriler kullanılmış tır. Bu sıralamalarda her bir değişken için en başarılı olan ülke 1. ve en başarısız olan ülke ise son sırada yer almıştır.

Ülkelerin yönetim sistemleri başkanlık, parlamenter, yarı-başkanlık ve diğer olarak dört grupta sınıflandırılmıştır. Ülke sıralamalarının yönetim sistemine göre farklılık gösterip göstermediğini istatistiksel olarak analiz etmek için ANOVA (tek yönlü varyans analizi) testi uygulanmıştır.



Ekonomik Değişkenler Açısından Bulgular

Araştırma kapsamında ‘ülkelerin refah seviyeleri, ekonomik gelişmişlik ve ülke kırılganlık düzeyi’ gibi konularda analiz yapılmıştır.

Ülkelerin Yönetim Sistemlerine Göre Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması

Dünya Bankası verileri ülkelerin ekonomik seviyelerini belirleyen en güvenilir kaynaklardan biridir. LPI indeksi Dünya Bankası verilerini kullanarak kişi başına düşen milli gelir, piyasa büyüklüğü, ithalat ve ihracat, işsizlik oranı, enflasyon, iç ve dış borç gibi kriterlerle yaptığı ölçümlerle 2014 yılı raporunda ülkelerinin ekonomik seviyelerini ölçerek bir dünya sıralaması belirlemiştir.

Yönetim sistemine göre ekonomik gelişmişlik düzeyi sıralamasında gruplar arasında anlamlı bir fark olduğu görülmektedir (p=,000). Ekonomik gelişmişlik sıralamasında parlamenter sisteme sahip ülkelerin ortalama sıralamasının 142 ülke arasından 57 olduğu, başkanlık sisteminin de ortalama sırasının 86 olduğu görülmektedir (Şekil 1). Ekonomik gelişmişlik anlamında parlamenter sistem, başkanlık sistemiyle kıyaslandığında çok daha başarılıdır. Ekonomik gelişmişlik indeksinde Türkiye ise 142 ülke arasında 86. sırada yer almaktadır. Türkiye’nin diğer parlamenter ülkeler ortalamasının çok daha gerisinde ve başkanlık ile yönetilen ülkelerin sıralama ortalamasında yer aldığı görülmektedir.

Şekil 1: Yönetim Sistemine Göre Ülkelerin Ekonomik Gelişmişlik Düzeyi Sıralama Ortalaması,






Diğer taraftan, ekonomik gelişmişlik düzeylerine göre dünya sıralamasında ilk 50’ye giren ülkelerin %52’si parlamenter sistemle yönetilmektedir. Buna karşılık, ülkelerin %28’i başkanlık, %8’i yarı-başkanlık, %12’si ise diğer yönetim sistemleri ile yönetilmektedir (Şekil 2). Bu sonuç, ekonomik düzey olarak dünya sıralamasında ön sıralarda olan ülkelerin büyük çoğunluğunun parlamenter sistemle yönetildiklerini göstermektedir.

Şekil 2: Ekonomik Gelişmişlik Düzeyleri Bağlamında En İyi İlk 50 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı



Yine, ekonomik gelişmişlik düzeyi sıralamasına göre dünya sıralamasında ilk 10 sıralamaya giren ülkelerin 6’sı parlamenter sistemle yönetilirken ilk 10’da sadece 1 ülke başkanlık sistemi ile yönetilmektedir (Tablo 1).




Tablo 1: Ekonomik Gelişmişlik Düzeyleri Bağlamında En İyi İlk 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Sıralaması


Diğer yandan, ekonomik gelişmişlik indeksine göre 142 ülke arasında son 10 sıralamaya giren ülkelerin 9’u başkanlık sistemi ile yönetilirken, son 10 ülke içerisinde parlamenter sistemle yönetilen hiçbir ülke bulunmamaktadır (Tablo 2).



Tablo 2: Ekonomik Gelişmişlik Düzeyleri Bağlamında En Kötü Son 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Sıralaması


Ülkelerin Yönetim Sistemlerine Göre Refah Düzeyi Sıralaması
İngiltere merkezli Legatum Enstitüsü tarafından her yıl Refah İndeksi (The Prosperity Index) yayınlanmaktadır. Bu indeksle dünya geneli ülkelerin refah sıralamaları yapılmaktadır. Ülkelerin refah seviyeleri; o ülkede yaşayan bireylerin gelir ve mutluluk düzeylerini ifade etmektedir.

Yönetim sistemine göre ülkelerin yönetim sistemleri açısından refah sıralaması ortalamasında anlamlı bir farklılık olduğu görülmektedir (p=,000). Ortalama değerlerine bakıldığında başkanlık sistemi ile yönetilen ülkelerin refah sıralamasının 142 ülke arasından ortalama 93 olduğu görülmektedir. Parlamenter sisteme sahip ülkelerin refah sıralaması ortalaması ise 142 ülke arasından 49’dur (Şekil 3).

Refah indeksinde Türkiye 142 ülke arasında 86. ülke olarak yerini almıştır. Parlamenter sisteme sahip ülkelerin başkanlık sistemlerine sahip ülkelere göre refah sıralamasında çok daha iyi konumda oldukları görülmektedir. Parlamenter sisteme sahip ülkelerin ortalama sıralaması 49 iken, Türkiye’nin bu ortalamanın çok daha gerisinde ve başkanlık ile yönetilen ülkelerin sıralama ortalamasına (93) yakın bir noktada yer aldığı görülmektedir.




Şekil 3: Yönetim Sistemine Göre Ülkelerin Refah Düzeyi Sıralama Ortalaması

Diğer yandan, refah düzeyi sıralamasında dünyada ilk 50’ye giren ülkelerin %64’ünün parlamenter, %18’inin başkanlık, %8’inin yarı-başkanlık ve %10’unun diğer yönetim sistemleriyle yönetildikleri görülmektedir (Şekil 4). Bu veriler, dünyada refah seviyesi yüksek olan ülkelerin yönetim sistemlerinin başkanlık sistemi değil; ağırlıklı olarak parlamenter sistem olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.



Şekil 4: Refah İndeksine Göre Dünya Sıralamasında En İyi İlk 50’ye Giren Ülkelerin Dağılımı


Refah indeksine göre en iyi ilk 10’a giren ülkelerin 7’si parlamenter sistemle yönetilirken sadece bir ülke başkanlık sistemiyle yönetilmektedir (Tablo 3).



Tablo 3: Refah İndeksinde En İyi İlk 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı


Ülkelerin refah indeksine göre son 10 sıralamaya giren ülkelerin tamamı başkanlık sistemi ile yönetilmektedir (Tablo 4).




Tablo 4: Refah İndeksinde En Kötü Son 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı


Ülkelerin Yönetim Sistemlerine Göre Kırılganlık Sıralaması

Ülke Kırılganlık İndeksi (Fragile States Index-FSI) ABD’de faaliyet gösteren Barış Fonu (Fund for Peace) adlı düşünce kuruluşu tarafından her yıl düzenli olarak yayınlanmaktadır. Ülkelerin kırılganlık durumlarını belirleyen sosyal, politik ve ekonomik göstergeler bulunmaktadır. Ekonomik göstergeler; gruplar arası istikrarsız ekonomik gelişim ve ani iniş çıkışlar olarak sıralanmaktadır.

Ülke kırılganlık indeksinde ülkelerin yönetim sistemlerine göre ortalama değerler analiz edildiğinde gruplar arasında anlamlı bir farklılık bulunduğu görülmektedir (p=.000). Bu sıralamaya göre parlamenter sistemle yönetilen ülkeler ekonomik, sosyal ve politik kırılganlık açısından çok daha istikrarlıdır.

Ülke kırılganlık indeksinde Türkiye’nin parlamenter sistemle yönetilen diğer ülkeler gibi başkanlık ve yarı başkanlık ile yönetilen ülkelerin ortalama sırasından daha iyi bir noktada olduğu görülmektedir.

Ülke kırılganlık indeksinde, en çok kırılgan yani en istikrarsız 50 ülkenin %56’lık kısmı başkanlık sistemi ile yönetilirken, %18’i parlamenter sistemle yönetilmektedir.

Kırılganlık indeksinde 140 ülke arasında en istikralı yani en az kırılgan olan 10 ülkenin 8’i ise parlamenter sistemle yönetilmektedir. En istikrarlı 10 ülke arasında başkanlık sistemiyle yönetilen hiçbir ülke yer almamaktadır (Tablo 5). Aynı şekilde, ülke kırılganlık indeksinde en istikrarlı 50 ülkenin 35’i parlamenter sistemle yönetilirken, sadece 8’i başkanlık sistemiyle yönetilmektedir.




Tablo 5: Kırılganlık İndeksinde En İstikrarlı 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı


Ülke kırılganlık indeksinde, en istikrarsız yani en çok kırılgan olan 10 ülkenin 9’u başkanlık sistemiyle yönetilmektedir (Tablo 6).




Tablo 6: Kırılganlık İndeksinde En Kötü (En Çok Kırılgan) 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı


Sonuç

Uluslararası güvenilirliğe sahip açık veri kaynaklarının analiz sonuçlarına göre, ekonomik göstergeler açısından parlamenter sistem ile yönetilen ülkelerin başkanlık sistemi ile yönetilen ülkelere göre daha başarılı olduğu görülmektedir.

Muhtemel bir sistem değişikliğinin Türkiye ekonomisine etkisinin nasıl olacağı değerlendirilirken dünyadaki mevcut durumun da göz önünde bulundurulması son derece önemlidir.

Analiz sonuçlarına göre; ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerde yaygın olan sistemin başkanlık sistemi değil, parlamenter sistem olduğu görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında, dünyadaki mevcut durumu yansıtan bilimsel veriler Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesiyle ekonomik açıdan atılım yapacağı yönündeki iddiaları desteklememektedir.

Kaynak: Karşılaştırmalı Analizlerle Başkanlık Sistemi ve Türkiye (2015). GLOBAL Rapor. Global Politika ve Strateji Yayınları, Ankara.
Kamu Politikaları ve Analizi Merkezi,

http://globalpse.org/baskanlik-sistemi-ve-turkiye-ekonomisi/


****