LÜTFÜ ŞAHSUVAROĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
LÜTFÜ ŞAHSUVAROĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2016 Cumartesi

Şairin Vedası Seninle Dağlara çıkalım yeniden



Şairin Vedası  Seninle Dağlara çıkalım yeniden 


Şairin Vedası  Seninle Dağlara çıkalım yeniden 
LÜTFÜ ŞAHSUVAROĞLU 
VAHDET
22 Haziran 2016, 08:45  



    “Şiir yazamıyorum artık. Gerdanlıklar üç kitap oldu. 
Kitaplardan sonra birkaç gerdanlık daha yazdım ama beğenmedim. İnsan bir yerde bırakmasını bilmeli…” demişti büyük Şair Abdurrahim Karakoç. 4 bölüm halinde yayımladığımız röportajın son bölümünde bugün onun elvedasını okuyacaksınız…” 

Şiiri niye bıraktın? 

Unutkanlığımdan korktum. Eskisi gibi değilim. Şu anda o eski düşüncem, o eski heyecanım yok. Yazacağım, bu sefer zayıf olacak; ne gereği var, bırakmasını bilmeli insan. 
Mihriban ayarında yazamamak mı?  
Bazı şairler yaşlandıkça tekrara düştüler. 
Eski güçleri kalmadı. Mesela bir Kel Ali… Padişahın başpehlivanı. Kırk elli sene başpehlivanlık yapıyor. 
Sonra Koca Yusuf geliyor, sırtının üstüne vuruyor. 

Muhammed Ali de öyle oldu.

 Hiç yenilmemiştin, niye döndün tekrar? Karakoç hasta yatağında zor nefes alıyordu.  
Makineye bağlanmıştı. 
Ciğerleri artık sinyal veriyordu. 
O Engizek, Ahır, Toros dağlarına çıktığı günleri özlüyor. 
Tekir Yaylasına, Erciyes’e, 
Bolu’ya gitmek dağlara çıkmak, yayla havası almak istiyor. Kim götürecek onu?  
“Toygar’a dedim. 

Ökkeş niye gelmiyor? 

Niye ‘Bolu Dağlarına çıkalım yine sana iyi gelir’ demiyor? Efendi, bütün Türkiye’yi dolaşıyormuş. Her şehre gidiyor, yolu bir tek buradan geçmiyor.”   

 SEDYEDE DERGİ OKUYORDU   

Siren sesleri arasında ambulans Sincan’dan, Ayaş yoluna çıkmaya çalışıyordu. Harikalar Diyarı’na bitişik Yunus Emre Mahallesinde Mevlana Camii’nin yanındaki Umut Anadolu Apartmanının ikinci katından merdivenlerden sedyeyle indirdikleri şairi ambulansa yerleştiren sağlık görevlileri az sonra aldıkları kişinin Mihriban’ın şairi olduğunu anladılar ve mosmor olan yüzünü tekrar eski haline getirmek için bir yandan dua ettiler, bir yandan da gerekli iğneleri yaptılar. Oksijen maskesini hastanın burnuna kapadılar. 
 Ambulans Gazi Hastanesinin yolunu tuttu. 
Yarım saatlik yolu vardı. 
Bu süre içinde Yakup’a, Ali Akbaş’a, Efendi’ye, bana haber verildi. 
Mustafa Toygar onu yalnız bırakmamıştı son zamanlarında… 
O haber vermişti. 
Onlar da hastaneye koştular. 
Şairin çocukları da haberi alır almaz koştular. 
Şairin bulunduğu ambulans hastanenin acil girişinin önüne geldiğinde… 
Acilin önünde beklemeden koşarak kapıyı açtım. 
Gelen ambulansın içinde Abdurrahim ağabeyin olduğunu bilmiyordum. 
Ama kapıyı açınca sedyede yatan şair bana seslendi: 
Selamünaleyküm. 
Elindeki dergiyi sallayarak selam vermişti. 
Yahu abi bu halde de mi okuyorsun. 
Bırak artık şu dergileri… 
Hadi seninle dağlara çıkalım yeniden. 
Şair keyiflendi. 
Sanki hiç hasta değildi. 
Sanki yarım saat önce mosmor olan, etrafındakilerin artık gitti gidecek dedikleri adam o değildi. Sedyeyle acile soktular. 
Hemen makineye bağladılar. 
Onu bekleyenler, arkadaşları birer ikişer içeri alındılar. 
Konuştururlarsa morali düzelecek sanıyorlar ve bunun hastaya iyi geleceğini umuyorlardı. 
Az sonra başhekim Sacit Bey geldi ve hastanın konuşturulmaması gerektiğini, çok zor solunum yaptığını, az sonra da uyutmak zorunda kalacaklarını söyleyerek odayı boşaltmalarının daha iyi olacağını da ekledi. 
Çaresiz hepsi çıktılar. 
Çıkarken son bir kez şairle konuştum. 
Yüzüne dokundum. 
Sakat ayağına dokundum. Ne kadar da incelmiş, bir deri bir kemik kalmıştı.

 BU MAKİNE BURNUMU ACITIYOR 

Abdurrahim Karakoç hâlâ konuşmaya çalışıyordu. “Bu makine burnumu acıtıyor yahu!”  Zannediyordu ki burnuna konan şey yüzünden nefes alamıyor. Oysa hastalık yüzünden burnunun acıdığını zannediyordu. Romatizmalı bir akciğer tükenmişliğiydi hastalığı… Zaten romatizma ve geçirdiği trafik kazaları yüzünden eli çok acıyordu. Önüne gelen onu eski Karakoç zannedip elini sıkıca sıkmak ve tokalaşmak hatta tokuşmak istiyordu. Ama o elini uzatıp çekerdi. Muhataplarının bir kısmı eski Karakoç’u yahut şiirlerindeki Karakoç’u bulamamanın burukluğu içinde moralleri bozulmuş çekilirlerdi. Bazıları da gereksiz alınırdı. İlginçtir sigaradan dolayı değilmiş. Adeta sigarayı yerdi şair. Ama bıraktıktan sonra daha çok kötüleşti. Bir ara Sanatoryum’a yatmıştı. Bütün arkadaşları sigaradan zannediyordu.   

ÜMİT YOK. GİDİYOR ABDURRAHİM ABİ 

Mihriban, Türkislam, Enderhan, Bahattin ağabeyin kızı…, Selcen…. Oradalar.  Hasan Sağındık, Toygar komutan da birazdan geldiler. Gazi Hastanesinin bahçesinde oturuyorlar.  Enderhan Nezir’den bir yazı istedi.  “Aile olarak basına verilmek üzere babam hakkında bir metin yazar mısın Nezir amca?” dedi. “Onu en iyi tanıyanlardan, onun en yakın dostlarından biri sensin.” “Artık umut yok, değil mi” diye sormadı Nezir. Her şey belliydi. Makineden çıkarılacaktı artık. Suni teneffüs bir yere kadardı. Akciğerleri iflas etmişti artık.  Nezir Mihriban’a baktı, Mihriban çok zeki bir kızdı, anladı.  “Amcam çok mutlu Nezir Amca dedi. Biz de öyle. Çok iyi oldu.” “Ne güzel” dedi Nezir. “Bahattin ağabey emin ellerde artık. Ben de sevindim o zaman…” Nezir çocuklarla vedalaşıp acilin kapısındaki otomobiline seğirtti. Binanın köşesinden dönünce Ali Akbaş’la karşılaştı. Ali Akbaş ve hanımı bir bankta oturup bekleşiyorlardı.  “Yok abi artık ümit yok, gidiyor Abdurrahim abi” dedi Nezir. “Siz de gidin artık evinize ağabey, nasıl olsa görmek mümkün değil artık…” Hem uyandırsalar da bir anlamı yok ki… Bilinci yerinde değilmiş… … Hatırlıyor musun?  “Maraş’tan şairler sökün ederdi Karakoç Alper’e Vur Emri verdi Ali Akbaş masalları dererdi” Çocukları ardından şu yazıyı kamuoyuyla paylaştılar: Baba olarak Abdurrahim Karakoç “Biz Abdurrahim Karakoç’un eşi, oğulları, ve kızı olarak şairin ölümünü cihana açıklama görevini sizler, sevdikleri ve Türk kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz. Dağların, ovaların, steplerin, köyün ve şehirlerin; halkın, insanlarımızın şairi; Mihribanın, Tohtur Beyin, Hâkim Beyin, Hasana Mektupların, Vur Emrinin, Beşinci Mevsimin, Suları Islatamadım’ın şairi Abdurrahim Karakoç iki aya yakındır tedavi gördüğü Gazi Hastanesinde ruhunu teslim etmiş, Hakkına kavuşmuş bulunuyor.” 

KARAKOÇ’U ANLATMAK MÜMKÜN MÜ?

 “7 Nisan 1932 Kahramanmaraş ili, Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü(Cela) köyünde dünyaya gelen şair Abdurrahim Karakoç, 
Hakkın rahmetine kavuştu. 
Dedesi, babası, kardeşleri de şair olan, şair bir aileden gelen Abdurrahim Karakoç, küçük yaşından beri yazdığı şiirlerle Türk edebiyatında özgün bir yer kazandı. 




Hasana Mektuplar adlı şiir kitabı 1964 yılında basıldı. Ve bütün Türkiye’de Hasana Mektuplar kendi gündemini oluşturdu. 
Tohtur Bey, Hasana Mektuplar, Hâkim Bey, Mihriban gibi şiirleriyle halkın sevgisini ve beğenisini kazandı. 
Serdengeçti, Töre-Devlet, Ocak, Yeni Düşünce, Yenisey, Alperen yayınları olarak şimdiye kadar 12 şiir kitabı, bir tane de makalelerinden derlenen nesir kitabı çıktı.  
30 yılı aşkın bir zaman içinde kitapları baskı üstüne baskı yenilemektedir. 
Bilhassa VUR EMRİ adlı kitap günümüz şairlerinin hiç birisine nasip olmayan kabulü görmüştür.  Abdurrahim Karakoç’u anlatmak mümkün mü? 
O son asrın Karacaoğlanı, 
Yunusu idi.  
En iyisi onu kendi cümleleriyle anlatmak:  

ŞİİR MALZEMEMİ ÜÇ KÂĞITÇILAR,  DALKAVUKLAR, ZÜPPELER VERDİ

 ‘Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hâlâ o günleri özlerim. 
Birçok kimseye o yılları anlatsam, ‘Özlenecek neresi var? ‘ diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. 
Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. 
Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor.

 Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım.  
Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler.  




Bana gelince:  

Sağolsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, ‘bilimsel’ cüppeliler, entellektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. 
Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum.  
Dinsizlerin değil, din düşmanlarının, yani İslâm düşmanlarının da az yardımı olmadı. 
Bir bakıma dinî duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular.  
En uygun zamanda yaşadığıma inanıyorum. Yardımcılarım (!) var oldukları sürece yazmaya devam edeceğim. Allah (cc) kısmet ederse...’  
Evlatları olan bizler yani Mihriban, Enderhan ve Türkislam ile annemiz, kendisini bizden fazla bu millete ve Türk gençliğine adamış sevgili babamızı ebedi istirahatgâhına uğurlamaya hazırlanırken ona olan bütün haklarımızı helal ediyoruz. 
Millete, ümmete, vatana ve devlete adanmışlığından zerreyi miskal üzgün değiliz. Pişman ve kıskanç değiliz. Sizler de lütfen bu millet şairine haklarınızı helal ediniz.” 

BURAYA KADARMIŞ… 

Onun bu dünyada kalanlar üzerinde hakkı varsa biliyoruz ki o daha baştan helal etmişti.  
Beyaz atına binip gidenler misali bir düğün gecesinde Rabbiyle buluşmanın huzurunu yaşamak istediğini düşünüyoruz.



 Ruhu şad olsun. 
Allah rahmetiyle kucaklasın.  
1984 Ekim ayından bu yana Ankara’da, ondan önce de Kahramanmaraş’ta ikamet eden Karakoç bütün dostlarına elveda diyor. 
Dualarını bekliyor. 
Herhangi bir siyasi kuruluşla bugün bir ilgisi olmamasına rağmen elini taşın altına sokmaktan çekinmeyen bir sorumlu aydın olarak Karakoç memleketsever her siyasi lidere ve kadroya gönülden yardım etmekten çekinmemiştir. 




 Hakkın yanında olanları sözleriyle desteklese de, şahısları övmek, beğenmeyince sövmek gibi basitliği kabul etmemektedir.  
Şöyle derdi o: “ Yemini var, yazabildiği müddetçe yazacak. Kim bilir nereye ve ne zamana kadar... “ Demek ki buraya kadarmış… 
Abdurrahim Karakoç, şahsiyet abidesi bir yiğit, bir bilge, bir alperen olarak hayatımıza giren en tatlı, en güzel şairlerimizden birisidir. 
Anadolu’nun dağlarına, yaylalarına, âşık olan Karakoç ne yazık ki son demlerinde dağlara hasret kaldı.  
Sadece ehliyete, liyakate, sadakate, merhamete, aşka ve hürmete hürmet eden babamız, ailesine derinden bağlı olmakla beraber her şeyini yurduna, davasına, ülküsüne, inancına adamış gerçek bir alperendi.

  Allah rahmet eylesin. 

Onu Veyselle, Akifle, Yunusla, Karacoğlanla, Aşık Ömerle buluştursun.  Çok sevdiği, çok bağlı olduğu Efendimizle buluştursun.” 
AMİN.  

OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ 


http://www.vahdetgazetesi.com/yasam/sairin-vedasi-seninle-daglara-cikalim-yeniden-h82538.html



Doktor da Hakim de Kalemimden Korkardı



Doktor da hakim de kalemimden korkardı 


LÜTFÜ ŞAHSUVAROĞLU / VAHDET




Abdurrahim Karakoç'la Vefatından önce yaptığımız son röportajın üçüncü bölümünde şairin şiirini anlamaya çalıştık.


Abdurrahim Karakoç’la vefatından önce yaptığımız son röportajın üçüncü bölümünde şairin şiirini yoğuran kavgayı anlamaya çalıştık. 


Siyasilerle ilişkilerini sorduk… 

İlk şiiriniz nerede yayımlandı? İlk şiirimi ilkokul çocuğu iken yazdım. 
Yayımlanmadı ama arkadaşlarımı hicvederdim. 
Yani şiirle ötekilere düşman olurdum. 
Belki güzelleri de vardı içinde ama beğenmediğim şiirler vardı, yaktım. 
Onunla okuyucunun huzuruna çıksam, şimdiki Abdurrahim Karakoç olamazdım. 

Çünkü herkeste ilk okuduğunda aklında kalan bir imaj var. 1958’den itibaren başladım yeni şiirlerimi yazmaya. Yazdıklarımın hepsi de, mevcuttur, hiçbirini de reddetmedim, hepsi de kitabıma girdi. Ben memuriyette yazdım bütün şiirlerimi. Şimdi bana soruyorlar, “ Bunlar başından geçti mi? ” diye... “ Yok ya, neden geçsin başımdan? ” diyorum. Doktor da, hâkim de benden çekinirdi o zaman, kalemimden korkarlardı. Bir de ismimiz vardı, severlerdi, iltifat ederlerdi. Ama vatandaşlar öyleydi, görüyordum. Mahkemeye gideni de görüyordum, doktora gideni de... 
Onlara yapılan, bana da yapılmış oluyordu, ben de onları yazıyordum. 

FİKRİNİN HÂKİM OLMADIĞI YERDE BULUNURSAN, ZARAR EDERSİN 

Biraz da dava şiirlerinden bahsedelim. Sizin aydın ve şair sorumluluğu ile elini taşın altına koyan tavrınız var. Düşünen bir insan, siyasetin peşinde değildir. Mutlaka siyasetin bir ucundadır; ama kimisi organize bir siyasetin içinde bir satranç taşıdır, kimisi geride... Tabii içinde olup düzeltmeye de gücün yetmezse, dışına çıkıyorsun mecburen. Benimki de öyle oldu. Acaba düzeltebilir miyiz, dürüst arkadaşlarla beraber hareket edelim, dediğim zaman heyecan duydum. Bir zaman sonra baktığımda, dürüst bildiğim arkadaşların birçoğu öyle çıkmadı. Onların içinde de senin ideallerin eziliyorsa ve itibar edilmeyip başka yöne gidiliyorsa, bunda durmanın anlamı yoktur. Fikrinin hâkim olmadığı bir yerde bulunursan, zarar edersin. Şahsına da, idealine de, sanatına da zarar verirsin.    

ZAMANIN HÂKİM VE SAVCILARI ŞİMDİKİLER GİBİ BRİFİNG ALMIYORDU 

70’li yıllarda Türkiye’nin başında bir mücadele vardı. Mesela sizin “Minarelerin üstüne ‘Hak Yol İslam’ yazacağız” şiirinizi bütün Türkiye bilirdi. Yani çok militan şiirleriniz de vardı. Ben o şiiri yazdım, öyle duruyor... Bir gün bizim oraya Avukat Bekir Berk bir dava için gelmiş. Nurcuların avukatıydı. “Ya hiç mi şiirin yok?” dedi. “Al, bir tane var” dedim, verdim, gitti... Bir de baktık ki, marş olarak söylenmeye başlandı. 
O zaman çoğu kişinin cesareti yoktu bunları yazmaya, ama ben yazıyordum. 

İlk yargılandığım şiirim: 

Hürriyeti gelin ettik, dul çıktı  
Çal davulcu fırsat ele bir geçe  
   Bu düğünün şakşakçısı bol çıktı  
Çal davulcu fırsat ele bir geçe 

27 Mayıs olmuş, “ Vay devlete, millete karşı geliyor ” dediler. Zamanın hâkim ve savcıları iyiydi, şimdikiler gibi değildi brifing almadıklarından.     

 HALKA ŞİKÂYET ETMEYEN İKTİDAR İSTİYORUM 




Türkiye’nin geleceği ile ilgili gençlere mesajlarınız var mı? Türkiye’nin geleceğini tahmin etmek, müneccimlere dahi caiz değil şu anda. Devletimiz, derin devletimiz, kenar devletimiz var... Siyasi partilerimiz var ve artık Atatürkçü ve değil diye ikiye ayrılmış. Türkiye’nin kaderi biraz karanlık gibi geliyor. Allah’ın takdiri, bu ekip yolda mı acaba, onu bilmiyorum. Böyle bir ekip yolda olsa, gelse, bürokratlarını halka şikâyet ediyor. Burası şikâyet yeri değil, çözme yeri... Bürokratlarını halka şikâyet etmeyen iktidar istiyorum. İnşallah gelir. . . 
Kemal devri var, 
Celal devri var... ‘BİZ AYNI YERDEYİZ SİZ NERDESİNİZ’ “Onunla geç tanışmıştım. 12 Eylül öncesi bir tanışıklığımız yoktu. İsmini duymuştum. O da elbette beni…  12 Eylül zindanında 7 seneden fazla yattı. Benim Ankara’ya gelip yerleşmemden hatta Nezir’in Yeni Düşünce’yi çıkarıp orada bana yazdırmasından sonra cezaevinden çıkmıştı. Onunla ilk yine gazetede karşılaştık. Kucaklaştık. Sonra dağılmış gençliği toplamak, özellikle de içerde yatanlara vefa göstermek, onların ihtiyaçlarını karşılamak için Galip Erdem’in ön ayak olduğu ve Kemal Zeybek’in de kısa süre başkanlığını yaptığı vakfa başkan oldu.  

TÜRKEŞ’TEN AYRILMASI  HEYECAN OLUŞTURDU 

1991 seçimlerinde milletvekili seçilmişti. Fazla geçmedi. Türkeş’le yolları ayrıldı. Ayırdılar mı, kendi mi ayrıldı bugün bile tam çözebilmiş değilim. Ama ayrılması bizde heyecan yarattı. Fakat ülkücülerin çoğu yanlış anladı. Destek vermedi. Nesil hareketi kopma olarak kaldı. Ben de Muhsin Başkan’la ilkelerimiz uyduğu için, dahası karakterlerimiz uyduğu için ayrılıp ona destek verdim. Rahmetli Türkeş Bey benim de Muhsin Başkan’la beraber ayrılmamı içine sindirememişti. Bunu son karşılaşmamızda da söylemişti.  “Karakoç ben seni çok severim, Senin yerin burası” filan gibi laflar etmişti de, ben de “Oğlunuz Tuğrul’u sevdiğiniz gibi mi?” demiştim. Aslında çok çok sonraları ayrılmanın hayırlı olup olmadığını kendi kendime çok sorguladım. Belki orada kalsaydık; o harekette de sonradan meydana gelen sapmalar, bozulmalar meydana gelmeyecekti, kim bilir? 

BİNDİRİLMİŞ KITALAR  SALONU BASIYORDU 

Ayrılmanın hemen sonrasında çok büyük engellemeler, tehditler, sorgulamalar yaşandı. Eee kolay değil, ilk defa Türkeş gibi bir liderin tunç iradesinin ötesinde işler oluyordu. Ne zaman Muhsin Başkan ve arkadaşları bir yerde toplantı yapsalar orada bindirilmiş kıtalar salonu basıyor ve rahat yüzü vermiyor; meramını anlatmasına izin vermiyorlardı. Buna rağmen direndiler ve kısa zamanda partileştiler.  Ama her şey de ondan sonra başladı.  Orada da daha kuruluşundan itibaren siyasetin malum hastalıkları, mikropları yer etmeye, tutunmaya başladı. Ben de çok sorulara muhatap oldum.   Çok aylar geçti aradan. Hala sorarlar: “Neden başka yerdesiniz?”. Sanki Brütüs’lük yapmışız gibi “Siz de mi?” diyorlar. 
Mektuplarda, yüz yüze görüşmelerde, hatta bazı yayın organlarında ismim verilerek fikirsizlerin tenkidine tabi tutuluyorum.
 “Bilmek isteyenlere” adlı şiir ısrarlar üzere zaruretten yazılmış bir şiirdir. 
Tek arzum artık bu lüzumsuz soruların ve sitemlerin kapanması... 
Herkesin kendi doğru bildiği yolda yürümesidir. 

Daha ne söyleyim ki?

 “Türk’ün Türk’ten gayri dostu yok” derdik  
Biz aynı yerdeyiz.. Siz nerdesiniz? 
Dönüp Yahudi’ye gönül mü verdik? 
Biz aynı yerdeyiz. Siz nerdesiniz? 

Elçibey’i biz satmadık çok şükür  
Sevenleri aldatmadık çok şükür  
Dansöz-mansöz oynatmadık çok şükür  
Biz aynı yerdeyiz... Siz nerdesiniz? 

Kıyıma, sürgüne uğrayanlar kim?  
Ülkücü bürokrat doğrayanlar kim?  
Mecliste iktidar yağlayanlar kim? 
Biz aynı yerdeyiz.. Siz nerdesiniz? 

Kula kulluk eski borç mu söyleyin  
Köleliğe isyan suç mu söyleyin  
Hür irade çok korkunç mu söyleyin  
Biz aynı yerdeyiz.. Siz nerdesiniz? 


Benlikledir, kibirledir kavgamız  
Kıblegahsız kabirlerdir kavgamız  
Baskı, şiddet, cebirledir kavgamız  
Biz aynı yerdeyiz.. Siz nerdesiniz?

MUHSİN BAŞKAN’LA KARŞILIKLI SAYGIDA KUSUR ETMEDİK 




,
Muhsin Başkanı çok severdim. Aradığım gençlik lideri oydu. Kendini aşmış, davasını her şeyin önüne almış biriydi. Hayatı simgeydi. Haysiyetin insan kılığına girmiş ikonu idi. Fakat bazı arkadaşları onu baştan ipotek altına almışlardı. Geniş kitleler, partinin bütün teşkilatı bir yana o dar arkadaş grubu bir yana idi. Başkan bu çemberi aşamıyordu. Zaten sonradan bu dar arkadaş grubundan yanında kimse de kalmadı ya… Fakat ben onlardan önce soğudum. Nasıl oldu bilmiyorum aramızı açtılar. Gazetesinde yazdım, toplantılarına katıldım. Partide aktif görev aldım. MHP’de, MÇP’de bile o kadar faal değildim. Böylesi ulvi bir harekete, böylesi tam bir alperen lidere destek vermeyecektim de ne yapacaktım? Sonra yavaş yavaş siyasetten uzak durmaya başladım. Bir ara da hepten koptuğumu kamuoyu ile paylaştım. Sonradan herkes, hatta partide adam ettikleri bile onu terk ettiler. Çok yalnız kalmıştı Muhsin Başkan. Aramız soğusa da karşılıklı saygıda kusur etmedik ama…   Tevazu severdi, kaynatıp taşırdılar Girdi hırs ambarına, çıkamadı bir daha… Buna benzer liderlere yazdığım sert beyitler vardı. Onu kastetmemiştim ama alınmış olabilirdi.  Hayati’nin evinde bir nevi helalleştikten sonra uzun bir zaman geçmedi işte. Türkiye’nin belki de en zor zamanında liderliği anlaşılacak olan genç, Anadolu mayası çalacağı sütle buluşmadan dağlara, hem de benim gezdiğim dağlara çakıldı. Benim avlandığım, karış karış bildiğim dağlara… 

OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ İLE TANIŞMA… 

Bazı anahtar kelimeler vardır. 
Söylendiğinde insanlara çağrışımlarda bulunur. 
Mesela Osman Yüksel Serdengeçti? Allah rahmet eylesin, dürüsttü, namusluydu, yiğitti, dünyaya kıymet vermedi. Tanışmanız nasıl oldu mesela? 
Tanışmamız enteresandır. Ben Serdengeçti mecmualarını okurdum, severdim. “Bu adam, nasıl adam?” derdim. Karakteri de uyuyor bana ki, o da hececidir. Geldim Ankara’ya, amcamın oğlu da Etlik’te asker... İzin aldık... “Gidelim, bu adamı bulalım” dedik. Sorduk, soruşturduk, sonunda Denizciler Caddesi’ndeki Deniz Palas Oteli’nin alt katında bulduk. Selam verdik, oturuyor orada tek başına... 
Arkası da hep kitap dolabı, dizi dizi kitap dolu; yememiş, içmemiş kitap almış... 





Selam verince evvela şöyle bir baktı,

 “Kendini tanıt bakalım” dedi. Ben daha bir şey demeden kafasını şöyle bir masaya koydu, düşündü...
 “ Sen Karaoğlan Abdurrahim Karakoç olmayasın? ” dedi. “ İyi isabetli bir teşhis de, nereden bildiniz? ” dedim.
 “Çok sert bir selam verdin” dedi. 
“ Tamam da, benim selam şeklimin sert olduğunu bir yerden duymadınız her herhalde ” dedim. 
“ Kapıdan içeri girdiğinde, ben senin çehrene baktım. Türkiye’nin çilesini çekenlerden, bir fikir sahibi olanlardan olduğun işaretini aldım.  Çehrenle beraber şiirlerin aklıma geldi ” dedi. 




Yani hakikaten şiirden insanı yakalamak çok önemli bir şey.  

Ta Kahramanmaraş, Elbistan kasabası civarından bir adam… Beni görmemiş, fotoğraflarım çıkmamış, bir yerlerde yayımlanmamış; ama şiirlerim yayımlanıyor. O beni tahmin ediyor, bu her insana da mahsus bir tahmin değildir.  

YARIN: ŞAİRİN AĞLATAN VEDASI  

OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ 



http://www.vahdetgazetesi.com/yasam/doktor-da-hakim-de-kalemimden-korkardi-h82448.html

MİHRİBAN BANA MEKTUP.. BEN ONA GAZETE YOLLARDIM



MİHRİBAN BANA MEKTUP.. 
BEN ONA GAZETE YOLLARDIM



LÜTFÜ ŞAHSUVAROĞLU/VAHDET


Mihriban bana mektup ben ona gazete yollardım 

     Karakoç'a gençlik aşkının yazdırdığı Mihriban şiirini sorduk... Gördük ki, yüzünde daha önce tarif ettiğimiz derin çizgilerin ötesinde sönmeyen bir aşk çizgisi var. 

Saf, Duru, Çocuksu bir AŞK...




75 yaşındaki Karakoç’a gençlik aşkının yazdırdığı üç “Mihriban” şiirini sorduk, Mihriban’ı sorduk... Gördük ki, yüzünde daha önce tarif ettiğimiz derin çizgilerin ötesinde sönmeyen bir aşk çizgisi var. Saf, duru, çocuksu bu aşkın bir Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Pol ve Virgini, Romeo ile Juliet masalından hiç de geri kalır yanı olmadığını biliyorum. Merhum Karakoç’la vefatından önce yaptığımız röportajımızın bugünkü (ikinci) bölümünde, şairin ömrü boyunca ser verdiği sır vermediği, ismini hep gizli tuttuğu Mihriban’la arasında geçenleri okuyacaksınız… “Magazinlere, televizyonlara bakınca insan, aşk mı kaldı, diyor. 



Üniversitelere git de gör, günde üç tane aşk mı değiştirilir? Namussuzların aşktan anladığı cinsellik... Aşk, hafife alınacak bir şey değildir.

 Aşk, bir defa düşen yıldırımdır; ikincisi yok.”    Sevmediği bir karakterle karşılaştığında içindeki neyse onu yüzünde gördüğünüz yalın ve fakat derin çizgilerin sahibidir o. 

Sevdiğine fazla belli etmez... 

Her Anadolu yiğidi gibi günlük konuşmalarında sevgi sözlerini pek bulamazsınız; ama her sevdiği insanla tesis ettiği muazzam dostluk abidesi kâh seyahatlerle, kâh aynı davaya baş koymalarla, kâh bir dilim ekmeği bölüşme, küllenen bir hatırayı diriltme, kâh samimiyet ve mesuliyet seanslarıyla nesilleri bir arada tutma aşkıyla büyür. 
Aşkıyla, iradesiyle, fikriyle... 



Elbette ki bu dostluk abidesi şiirle süslenmiş, fikirle çelikleştirilmiş, sevgiyle yontulmuştur. Şair ve âlim bir baba; şair ve kahraman seven ve bu yüzden oğullarının yüksek seciyelerini şiirlerinden bile önde sayan bir anne sevgisinde de günlük konuşma diline pek yansımayan bu müesses yapı vardır. Her daim yenilenen ve fakat eskimeyen, pörsümeyen yanını inatla muhafaza eden âbidevî yapı... Ve sonra bu aile yapısına eklenen yükseltisi ve alçaltısı bol coğrafya, kültür ve toplumsal çevre... 

Hemen bütün kardeşlerin şair olduğu aile ortamına ilave olarak yine şairleri ve kahramanları bol olan Maraş’ın dağları, ovaları, suları, çiçekleri genç Abdurrahim’in şiir iklimini meydana getiriyor; şair ve kahraman tabiatını adeta bir dava halinde örüyordu. 




Her büyük şair gibi çocukluk ve ergenlik şiirlerini yakan Abdurrahim, içindeki ses ve ışığın bütün bir Türkiye’ye; Türklük, İslamlık ve insanlık dünyasına kendince bir şeyler katacağını idrak etmişti.  

Bu ses ve ışık ona İsyanlı Sükût’u, Doktor Bey’i, Hâkim Bey’i, Hasan’a Mektuplar’ı yazdırdı. Tohum’da, Serdengeçti’de, Fedai’de, Devlet’te, Türk Edebiyatı’nda, Divan’da, Doğuş’ta, Yeni Ufuk’ta, Yeni Düşünce’de, Yeni Hafta’da, Gündüz’de, Vakit’te ve daha birçok dergi ve gazetede yayınlanan şiir ve yazıları, yayınlanmış onlarca kitabı onu edebiyat dünyamızdaki haklı şöhretine ulaştırdı. Şair ve dava adamı kimliği, sadece yazdığı şiirlerle değil, yaşadığı şiir gibi bir hayatla da pekişti, kökleşti. Ama Türkiye’nin asrımızdaki en büyük halk şairi olan Karakoç, son dönemde daha çok Mihriban türküsüyle geniş kitlelerce tanındı, bilindi... 

   75 yaşındaki Karakoç’a gençlik aşkının yazdırdığı üç “Mihriban” şiirini sorduk, Mihriban’ı sorduk... Gördük ki, yüzünde daha önce tarif ettiğimiz derin çizgilerin ötesinde sönmeyen bir aşk çizgisi var. Saf, duru, çocuksu bu aşkın bir Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Pol ve Virgini, Romeo ile Juliet masalından hiç de geri kalır yanı olmadığını biliyorum. 

Bir başka Karakoç, Sezai Karakoç’un Mona Roza şiiri ve Muazzez Akkaya’sı Türkiye’nin gündemini yeniden meşgul ettiğinde haberciler, Mona Roza şiirinin muhatabı Muazzez Hanım’ı arayıp bulmuşlar ve onun Sezai Bey’in aşkından ve şiirinden haberdar olmadığını ortaya çıkarmışlardı.  



Mihriban ise Karakoç’un şiirlerinden haberdardı. 
Abdurrahim Karakoç, Mihriban şiirlerini hem Mihriban’ın yüzüne okumuştu, hem de gazeteye basmıştı. 
Abdurrahim Karakoç’un, bölge gazetesinin mücellit bölümünde gazetenin orta sayfasını nasıl yeniden dizdirdiğini, birkaç nüsha gazetenin orta sayfasına şiiri nasıl döşettiğini ve postayla muhatabına gönderdiğini anlatırken, yüzünde o yıllardan kalma muzip ifadesini keşfettim. 
Karakoç’la Mihriban’ı konuştuk... 
Mihriban’la annesini konuştuk... 
Sır, 
Mihriban’ın annesinden sakladığı aşkında idi... 
Şimdi Mihriban yaşlanmış olmalı... 
Yaşlanmayan şiir ise her saf, duru ve çocuksu aşkların inşasında estetik planı oluşturuyor. Mihriban’la bu coğrafyanın aşkları gergef gibi işleniyor.
 Mihriban’ı kızında ve şiirinde yaşatan Karakoç’un şiiri ve ruh dünyası etrafında bir kez daha dönelim… 

UNUTMAK KOLAY MI  

Unutalım bunları, dedim. Unutmak kolay mı, dedi.  “Unutmak kolay mı deme unutursun Mihriban’ım” yazdım.  
-Mihriban’ı nasıl yazdınız? 
- Bir gün içime bir şey düşmüş, yazmak istemişim, yazmışım. 
Ha kimdir bu Mihriban? Herkes bunu sorar. 
Mihriban diye bir kimse yoktur. 
Nasıl ki Hasan diye birisi yoksa muhatabım. 
Mihriban da öyledir. Sembol bir isimdir. 
Ha muhatabım mı yoktu? Kesin vardı canım, olmasa bu şiir böyle çıkar mı? Olduğu için de böyle çıktı işte. 
Ha sana bir de üçüncü 
Mihriban şiirinden bahsedeyim. 
Başlangıçta vardı da sonra nasıl olduysa düşmüş bu. 
Bende de kalmamıştı, bir yerlerden çıkarıp gönderdiler. 
O biraz halk şiiri tarzında değil. 3. Mihriban. 
Birincisini Zekeriya Bozdağ besteledi, plağa okumuştu.
 İkincisini Musa Eroğlu besteledi. 
Ama üçüncü bestelenmedi. 
-Mihriban yaşıyor mu?
 -Bilmiyorum.  
-Sezai Karakoç’un Monaroza şiiri vardı, Monaroza’yı buldular. Kendisine şiir yazıldığından bile habersizmiş, Siyasal’da sınıf arkadaşı imişler… 
-Ha benimki bilirdi canım. 
-Üçünü de mi?
 -İkisini bilirdi. Ben dedim artık unutalım bunları filan. Unutmak kolay mı? diye bir mektup geldi. Ben de “Unutmak kolay mı deme unutursun Mihriban’ım” diye yazdım. O belki de unutmamıştır da, ateş kalmamıştır. Ateşin, harlı zamanı ayrı, korlu zamanı ayrı, küllü zamanı ayrıdır. 
-Ama gözleriniz hala parlıyor?
 -Yok canım, geç bunları. Öyle anlar, öyle simalar var ki unutmak istesen aklına düşer, uzağa atarsın, yakına düşer diyorum. Bu böyledir, uzağa atarsın yakına düşer, unutmak istersin aklına düşer. Yani bunu da reddedemezsin.  Bu şiir çıktı, hangi dergide bilmiyorum, bizim Maraşlı gençler İstanbul’da fakültede almışlar Mahir İz Hoca’yı yolda çeviriyorlar. Şiir okuyalım diye etrafını çevirince, mecbur kaldı diyorlar, birisi okumuş baştan sona, son kıtayı okuyunca dur bakalım demiş. Bundan sonrası var mı demiş. Yok deyince Allah’a şükür demiş. “Ya benim 500’e yakın Arapça ve Farsça, Fransızca ve İngilizceden unutmak üstüne aklımda şiir var. Hepsi oldu da insana kendi kendini unutturan bundan başka şiir yok.” Son kıtada bunu yapmış bu şair demiş. Eğer o kıtadan sonra bir kıta daha yazsaydı, getirir gözünü oyardım onun demiş. Yaşıyor o değil mi demiş, yaşıyor demişler. Tamam demiş, ellerinden şiiri almış, bir hafta bütün sınıflarda okumuş, dersi bu şiir üzerine işlemiş. İşte edebiyat budur. 
-Unutmak ve unutulmamak o kadar derin bir ateş ki bu, şaire öyle bir şey yazdırıyor. Günümüzdeki gençlerin aşklarını, aşk için söylemlerini ve şiirden uzaklaşmalarını neye yormak lazım? Gerçekten aşk yok mudur? 

-Nadir olarak var da, şu magazinlere televizyonlara bakınca insan aşk mı kaldı diyor. Üniversitelere filan git gör, günde üç tane aşk mı değiştirilir? Namussuzların aşktan anladığı cinsellik. Aşk hafife alınacak bir şey değildir. Unutulacak da bir şey değildir, elinde olmayan, ta ruhuna işleyen, ebediyete kadar. Bir tane olur, iki değil. Bir insana yıldırım bir defa düşer, iki defa düştüğü görülmemiştir. Aşk da budur, bir defa düşen yıldırım; ikincisi yok.  -Mihriban nerede yayımlandı ilk olarak? -Hatırımda değil, kendi okudu verdim eline, kendi okudu, ilk defa okuyan o oldu. Ben verdim gitti, ondan sonra da tavrı değişti.  
-Tavrı değişti? -İyice yakınlık oldu. Şiir zevkli bir iştir, yazmasını, okumasını bilince. Tabii o zaman daha talebeydi. 
-Siz çalışıyor muydunuz? -Ben memurdum. O başka vilayetteydi. 
-Gider miydiniz? -Gitmem mi hiç? -Kaç defa gittiniz?
 -Bilmiyorum. Yani gazete baskıda 1, 4 ve 8 basılmış, ama orta sayfası boş çıkartıyorsun. . .
“Mihriban’a Mektuplar”... 
Haftada, on beş günde bir tanesini gönderirdim, giderdi kendisine... 
-Yani Mihriban’ın esas baskısı illegal olarak bu. -Evet. 
-O düşüncelerini yansıtır mıydı?  
-O yazardı bana gönderirdi ama ben ona gönderince zor olurdu. Ben ona gazete gönderirdim o bana mektup.  
-Duruyor mu mektuplar? 
-Yok. -Neler yazardı?
 -Aklımda yok ki. 
-Gazetenin ortasında senin özel baskın var. Gazete çalışanları, birkaç gazeteyi özel basıyorlar; orta sayfada Mihriban şiiri…  
-Çocukların yorulmasına üzülürdüm ama üç tane gazetenin orta sayfasını ayrıca dizerler; o zaman hurufat elle diziliyordu mahalli gazetelerde. Mihriban’dan birkaç kıta dizilir, üç dört adet basılırdı. Gazeteyi bana verirler… 
Ben de adrese gönderirim. 





-Annesinin, babasının haberi oldu mu, ne demişler? 
-Ne diyecekler, öyle haberleri olmadı da başka yerden oldu. Hatta konuştuk, sohbet de ettik. Annesi ağır konuştu kızına, böyle bir şey vardı da neden söylemedin, isteyenlerin hepsine yok dedin diye. Bana bir şey demedi. 
-Gelin isteyin demediler mi?
 -Ben bozdum işi. 
- Niye? 
-İşte, kafam öyle tuttu, bozdum.  Abdurrahim Karakoç’un elinde bir başka kâğıdı görüyorum. Bu, “Mihriban (3)”. . . Bir diğer ismi de “Beklemek”... “Unutursun” ve “Beklemek.”  “Mihriban”, muhatabına takdim edilmişti. Özel gazete baskısı olarak... “Unutursun” ise, unutmayan sevgiliye haşin bir cevap... “Beklemek” ikisi arasında... İkisinin hem öncesinde hem sonrasında... Bunu daha önceki sohbetlerimizden bile bilmiyorum. Benim için yeni bir şiir. Serbest şiirin serazat rüzgârları da var, hecenin geleneksel iç disiplini de... “Beklemek”, “İki Mihriban”ın zamanından münezzeh... İlk aşkın, daha doğrusu aşkın ilk demlerinde Sarıca düzünde döktüğü gözyaşları kadar eski, adeta sineye yaslanmış bütün yollar ve yıllar kadar yakından bilinen derin bir ıstırabın sarsması kadar taze... demişler. Tamam, demiş, ellerinden şiiri almış, bir hafta bütün sınıflarda okumuş, dersi bu şiir üzerine işlemiş. İşte edebiyat budur…  
- Bu, iki Mihriban’dan sonra mı yazıldı? -Bu hayali bir şey. Filmlerde, romanlarda olur ya onun gibi bir şey. -Tayin mi olup gitti Mihriban? -Göremediğin insana gitti, kayboldu dersin. 3. Mihriban 

(BEKLEMEK) 

Sarıca düzünde bir yığın toprak 
Sulanır her sabah gözyaşlarımla 
Mihriban, Mihriban uyan da bir bak 
Hasret düğüm düğüm ak saçlarımda 

Ardıçlı dağlarda gene ay doğar 
Akasya gölgeleri delik deşik 
Bir pınar ağlar akşamdan sabaha dek 
Yapraklar sallanır, ışıklar söner 

Büyüdükçe büyür içimde bir dert  beklemek 
Öksüz kaldı, yem döktüğün kumrular 
Çiçeklerin boynu bükük, bahçende 
Mihriban Mihriban düşsüz uykular 
Çıban çıban sızlıyor ah bende 

Seneler yollardan izini sildi 
Cebimde resmin kaldı bir tek 
Bekletti meğer ki ulviymiş yaşamak  
Ne güzel derdik seninle: Beklemek 

Güneş gene doğup gene batıyor 
Yüzüme serdiğin saçların hani 
Şimdi karyolanda eller yatıyor 
Vefasız aynalar unuttu seni.  

Dertler beni oylum oylum yakıyor 
Her şey yalanmış, bilmeden gittin 
Kaderin bağrında doğdu bir gerçek
Mihriban Mihriban ölümden zormuş 
Ben de bilmezdim, beklemek 

DAĞLARI ÇOK SEVERİM AMA ZİRVE KABUL ETMİYORUM 




Yaş 75 oldu... Bahattin Karakoç ağabeyiniz de, siz de bu yaşa kadar dağlara çıktınız. İkinizin de dağlara dair şiirleriniz çok. Ben yıllarca avcılık yaptım. Onun bilmediği, görmediği dağların hepsine çıktım. Ben dağları çok fazla severim. Avcılığı neden bıraktınız? İyi ki de bırakmışım. Yaban diye bir kanal var. Orada avcılar hayvanları vurdukça, deli oluyorum, kapatıyorum televizyonu. Ben keklik ve tavşan avlardım. Hatta arkadaşlara, “Önüme geyik gelse, vurmam” derdim. Tilki çıktı karşıma, vuramadım... Avcılıkta belli bir zaman gelince bırakacaksın. Dağların zirvesinde sessizliğin içinde tek başınasın. Eşsiz bir güzellik... Kitaplarınız dışında üç de eseriniz var. Çocuklarınızın birisi avukat, birisi akademisyen, Mihriban da iş öğretmeni... Sizde şiir genleri aileden gelme. Karakoç ailesinin çocuklarında şiir merakı var mı? Yok... Bizim beşimiz de şairiz; fakat bizden sonra kesildi, ağabeyimin çocuklarında da yok. Siz tabii zirve olduğunuz için... 
Ben zirve kabul etmiyorum. 
Her zirvenin bir daha ötesi vardır, gidilebilen... 

ÖYLE BİR YOL ARKADAŞLIĞI Kİ… 




  Abdurrahim Karakoç’la bu yurdun haşmetli dağlarının doruklarını adımlamalısınız. Anadolu’nun bu karayağız delikanlısının 75 yaşında bile hala delikanlı tabiatının, yol arkadaşlığının hiçbir menfaat birlikteliğinin veremeyeceği lezzete, ağız tadına insanı eriştirdiğine şahit olacaksınız. Siz hep delikanlı kalmaya memur eden karakter tesirinden derin bir haz alacaksınız. 70’li yıllarda şiirlerinden mutlaka birkaç kıta dilimizdeydi. Şiirleriyle yol arkadaşlığı yaptık önce... Sonra, 12 Eylül geldi. Artık onun Maraş’taki memuriyeti bitmişti ve arada bir uğradığı Ankara’ya yerleşmesi daha mümkün hale gelmişti. Önce Sincan’da “Yeni Ufuk” adını verdiğimiz gazetede buluşuyor,  onunla av arkadaşlığımız olmasa da kimi zaman Uludağ, Abant, Kızılcahamam dağlarına, yaylalarına pikniğe çıkıyor, kimi zaman bizi azıcık da olsa anlayanların meclislerinde bulunuyorduk. 

HAKİKİ ŞAİRLE YOLDAŞ OLABİLMEK 

Yeni Düşünce, Yeni Hafta ve Gündüz gazetelerinde de birlikte yazmanın hazzını tattım. Hasretin ne olup olmadığını dağlara soran, lambadaki alevin üşüdüğüne şahit olan, bütün yolları sinesine yatıran şairin duygu dünyasını bilmek, sırlarını paylaşmak, daha da önemlisi onunla yoldaş olabilmek kadar insana iç huzuru ve güvenliği veren başka ne var? Çok şair tanıdık... Gazeteci olarak, Ocak Başkanı, Yazarlar Birliği Başkanı olarak çok şiir şölenleri düzenledik, birçok edebiyat dergisi çıkardık; şairlerin nazlarını, kahırlarını çektik. Kendini şair zanneden genci yaşlısıyla cemiyetimizden Milli, İslamcı, liberal kimliklere şahit olduk. Abdurrahim Ağabey kadar insan ilişkilerinde mütevazı, alçak gönüllü, onurlu, kahraman, arkadaş ve hakiki şair, ne yazık ki, bir ya da ikidir. 

YARIN: 
-İLK ŞİİRLERİMİN HEPSİNİ YAKTIM  
- SERDENGEÇTİ BENİ SELAMIM DAN TANIDI 

OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ 


http://www.vahdetgazetesi.com/kultur-sanat/mihriban-bana-mektup-ben-ona-gazete-yollardim-h82359.html