MİHRİBAN BANA MEKTUP..
BEN ONA GAZETE YOLLARDIM
LÜTFÜ ŞAHSUVAROĞLU/VAHDET
Mihriban bana mektup ben ona gazete yollardım
Karakoç'a gençlik aşkının yazdırdığı Mihriban şiirini sorduk... Gördük ki, yüzünde daha önce tarif ettiğimiz derin çizgilerin ötesinde sönmeyen bir aşk çizgisi var.
Saf, Duru, Çocuksu bir AŞK...
75 yaşındaki Karakoç’a gençlik aşkının yazdırdığı üç “Mihriban” şiirini sorduk, Mihriban’ı sorduk... Gördük ki, yüzünde daha önce tarif ettiğimiz derin çizgilerin ötesinde sönmeyen bir aşk çizgisi var. Saf, duru, çocuksu bu aşkın bir Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Pol ve Virgini, Romeo ile Juliet masalından hiç de geri kalır yanı olmadığını biliyorum. Merhum Karakoç’la vefatından önce yaptığımız röportajımızın bugünkü (ikinci) bölümünde, şairin ömrü boyunca ser verdiği sır vermediği, ismini hep gizli tuttuğu Mihriban’la arasında geçenleri okuyacaksınız… “Magazinlere, televizyonlara bakınca insan, aşk mı kaldı, diyor.
Üniversitelere git de gör, günde üç tane aşk mı değiştirilir? Namussuzların aşktan anladığı cinsellik... Aşk, hafife alınacak bir şey değildir.
Aşk, bir defa düşen yıldırımdır; ikincisi yok.” Sevmediği bir karakterle karşılaştığında içindeki neyse onu yüzünde gördüğünüz yalın ve fakat derin çizgilerin sahibidir o.
Sevdiğine fazla belli etmez...
Her Anadolu yiğidi gibi günlük konuşmalarında sevgi sözlerini pek bulamazsınız; ama her sevdiği insanla tesis ettiği muazzam dostluk abidesi kâh seyahatlerle, kâh aynı davaya baş koymalarla, kâh bir dilim ekmeği bölüşme, küllenen bir hatırayı diriltme, kâh samimiyet ve mesuliyet seanslarıyla nesilleri bir arada tutma aşkıyla büyür.
Aşkıyla, iradesiyle, fikriyle...
Elbette ki bu dostluk abidesi şiirle süslenmiş, fikirle çelikleştirilmiş, sevgiyle yontulmuştur. Şair ve âlim bir baba; şair ve kahraman seven ve bu yüzden oğullarının yüksek seciyelerini şiirlerinden bile önde sayan bir anne sevgisinde de günlük konuşma diline pek yansımayan bu müesses yapı vardır. Her daim yenilenen ve fakat eskimeyen, pörsümeyen yanını inatla muhafaza eden âbidevî yapı... Ve sonra bu aile yapısına eklenen yükseltisi ve alçaltısı bol coğrafya, kültür ve toplumsal çevre...
Hemen bütün kardeşlerin şair olduğu aile ortamına ilave olarak yine şairleri ve kahramanları bol olan Maraş’ın dağları, ovaları, suları, çiçekleri genç Abdurrahim’in şiir iklimini meydana getiriyor; şair ve kahraman tabiatını adeta bir dava halinde örüyordu.
Her büyük şair gibi çocukluk ve ergenlik şiirlerini yakan Abdurrahim, içindeki ses ve ışığın bütün bir Türkiye’ye; Türklük, İslamlık ve insanlık dünyasına kendince bir şeyler katacağını idrak etmişti.
Bu ses ve ışık ona İsyanlı Sükût’u, Doktor Bey’i, Hâkim Bey’i, Hasan’a Mektuplar’ı yazdırdı. Tohum’da, Serdengeçti’de, Fedai’de, Devlet’te, Türk Edebiyatı’nda, Divan’da, Doğuş’ta, Yeni Ufuk’ta, Yeni Düşünce’de, Yeni Hafta’da, Gündüz’de, Vakit’te ve daha birçok dergi ve gazetede yayınlanan şiir ve yazıları, yayınlanmış onlarca kitabı onu edebiyat dünyamızdaki haklı şöhretine ulaştırdı. Şair ve dava adamı kimliği, sadece yazdığı şiirlerle değil, yaşadığı şiir gibi bir hayatla da pekişti, kökleşti. Ama Türkiye’nin asrımızdaki en büyük halk şairi olan Karakoç, son dönemde daha çok Mihriban türküsüyle geniş kitlelerce tanındı, bilindi...
75 yaşındaki Karakoç’a gençlik aşkının yazdırdığı üç “Mihriban” şiirini sorduk, Mihriban’ı sorduk... Gördük ki, yüzünde daha önce tarif ettiğimiz derin çizgilerin ötesinde sönmeyen bir aşk çizgisi var. Saf, duru, çocuksu bu aşkın bir Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Pol ve Virgini, Romeo ile Juliet masalından hiç de geri kalır yanı olmadığını biliyorum.
Bir başka Karakoç, Sezai Karakoç’un Mona Roza şiiri ve Muazzez Akkaya’sı Türkiye’nin gündemini yeniden meşgul ettiğinde haberciler, Mona Roza şiirinin muhatabı Muazzez Hanım’ı arayıp bulmuşlar ve onun Sezai Bey’in aşkından ve şiirinden haberdar olmadığını ortaya çıkarmışlardı.
Mihriban ise Karakoç’un şiirlerinden haberdardı.
Abdurrahim Karakoç, Mihriban şiirlerini hem Mihriban’ın yüzüne okumuştu, hem de gazeteye basmıştı.
Abdurrahim Karakoç’un, bölge gazetesinin mücellit bölümünde gazetenin orta sayfasını nasıl yeniden dizdirdiğini, birkaç nüsha gazetenin orta sayfasına şiiri nasıl döşettiğini ve postayla muhatabına gönderdiğini anlatırken, yüzünde o yıllardan kalma muzip ifadesini keşfettim.
Karakoç’la Mihriban’ı konuştuk...
Mihriban’la annesini konuştuk...
Sır,
Mihriban’ın annesinden sakladığı aşkında idi...
Şimdi Mihriban yaşlanmış olmalı...
Yaşlanmayan şiir ise her saf, duru ve çocuksu aşkların inşasında estetik planı oluşturuyor. Mihriban’la bu coğrafyanın aşkları gergef gibi işleniyor.
Mihriban’ı kızında ve şiirinde yaşatan Karakoç’un şiiri ve ruh dünyası etrafında bir kez daha dönelim…
UNUTMAK KOLAY MI
Unutalım bunları, dedim. Unutmak kolay mı, dedi. “Unutmak kolay mı deme unutursun Mihriban’ım” yazdım.
-Mihriban’ı nasıl yazdınız?
- Bir gün içime bir şey düşmüş, yazmak istemişim, yazmışım.
Ha kimdir bu Mihriban? Herkes bunu sorar.
Mihriban diye bir kimse yoktur.
Nasıl ki Hasan diye birisi yoksa muhatabım.
Mihriban da öyledir. Sembol bir isimdir.
Ha muhatabım mı yoktu? Kesin vardı canım, olmasa bu şiir böyle çıkar mı? Olduğu için de böyle çıktı işte.
Ha sana bir de üçüncü
Mihriban şiirinden bahsedeyim.
Başlangıçta vardı da sonra nasıl olduysa düşmüş bu.
Bende de kalmamıştı, bir yerlerden çıkarıp gönderdiler.
O biraz halk şiiri tarzında değil. 3. Mihriban.
Birincisini Zekeriya Bozdağ besteledi, plağa okumuştu.
İkincisini Musa Eroğlu besteledi.
Ama üçüncü bestelenmedi.
-Mihriban yaşıyor mu?
-Bilmiyorum.
-Sezai Karakoç’un Monaroza şiiri vardı, Monaroza’yı buldular. Kendisine şiir yazıldığından bile habersizmiş, Siyasal’da sınıf arkadaşı imişler…
-Ha benimki bilirdi canım.
-Üçünü de mi?
-İkisini bilirdi. Ben dedim artık unutalım bunları filan. Unutmak kolay mı? diye bir mektup geldi. Ben de “Unutmak kolay mı deme unutursun Mihriban’ım” diye yazdım. O belki de unutmamıştır da, ateş kalmamıştır. Ateşin, harlı zamanı ayrı, korlu zamanı ayrı, küllü zamanı ayrıdır.
-Ama gözleriniz hala parlıyor?
-Yok canım, geç bunları. Öyle anlar, öyle simalar var ki unutmak istesen aklına düşer, uzağa atarsın, yakına düşer diyorum. Bu böyledir, uzağa atarsın yakına düşer, unutmak istersin aklına düşer. Yani bunu da reddedemezsin. Bu şiir çıktı, hangi dergide bilmiyorum, bizim Maraşlı gençler İstanbul’da fakültede almışlar Mahir İz Hoca’yı yolda çeviriyorlar. Şiir okuyalım diye etrafını çevirince, mecbur kaldı diyorlar, birisi okumuş baştan sona, son kıtayı okuyunca dur bakalım demiş. Bundan sonrası var mı demiş. Yok deyince Allah’a şükür demiş. “Ya benim 500’e yakın Arapça ve Farsça, Fransızca ve İngilizceden unutmak üstüne aklımda şiir var. Hepsi oldu da insana kendi kendini unutturan bundan başka şiir yok.” Son kıtada bunu yapmış bu şair demiş. Eğer o kıtadan sonra bir kıta daha yazsaydı, getirir gözünü oyardım onun demiş. Yaşıyor o değil mi demiş, yaşıyor demişler. Tamam demiş, ellerinden şiiri almış, bir hafta bütün sınıflarda okumuş, dersi bu şiir üzerine işlemiş. İşte edebiyat budur.
-Unutmak ve unutulmamak o kadar derin bir ateş ki bu, şaire öyle bir şey yazdırıyor. Günümüzdeki gençlerin aşklarını, aşk için söylemlerini ve şiirden uzaklaşmalarını neye yormak lazım? Gerçekten aşk yok mudur?
-Nadir olarak var da, şu magazinlere televizyonlara bakınca insan aşk mı kaldı diyor. Üniversitelere filan git gör, günde üç tane aşk mı değiştirilir? Namussuzların aşktan anladığı cinsellik. Aşk hafife alınacak bir şey değildir. Unutulacak da bir şey değildir, elinde olmayan, ta ruhuna işleyen, ebediyete kadar. Bir tane olur, iki değil. Bir insana yıldırım bir defa düşer, iki defa düştüğü görülmemiştir. Aşk da budur, bir defa düşen yıldırım; ikincisi yok. -Mihriban nerede yayımlandı ilk olarak? -Hatırımda değil, kendi okudu verdim eline, kendi okudu, ilk defa okuyan o oldu. Ben verdim gitti, ondan sonra da tavrı değişti.
-Tavrı değişti? -İyice yakınlık oldu. Şiir zevkli bir iştir, yazmasını, okumasını bilince. Tabii o zaman daha talebeydi.
-Siz çalışıyor muydunuz? -Ben memurdum. O başka vilayetteydi.
-Gider miydiniz? -Gitmem mi hiç? -Kaç defa gittiniz?
-Bilmiyorum. Yani gazete baskıda 1, 4 ve 8 basılmış, ama orta sayfası boş çıkartıyorsun. . .
“Mihriban’a Mektuplar”...
Haftada, on beş günde bir tanesini gönderirdim, giderdi kendisine...
-Yani Mihriban’ın esas baskısı illegal olarak bu. -Evet.
-O düşüncelerini yansıtır mıydı?
-O yazardı bana gönderirdi ama ben ona gönderince zor olurdu. Ben ona gazete gönderirdim o bana mektup.
-Duruyor mu mektuplar?
-Yok. -Neler yazardı?
-Aklımda yok ki.
-Gazetenin ortasında senin özel baskın var. Gazete çalışanları, birkaç gazeteyi özel basıyorlar; orta sayfada Mihriban şiiri…
-Çocukların yorulmasına üzülürdüm ama üç tane gazetenin orta sayfasını ayrıca dizerler; o zaman hurufat elle diziliyordu mahalli gazetelerde. Mihriban’dan birkaç kıta dizilir, üç dört adet basılırdı. Gazeteyi bana verirler…
Ben de adrese gönderirim.
-Annesinin, babasının haberi oldu mu, ne demişler?
-Ne diyecekler, öyle haberleri olmadı da başka yerden oldu. Hatta konuştuk, sohbet de ettik. Annesi ağır konuştu kızına, böyle bir şey vardı da neden söylemedin, isteyenlerin hepsine yok dedin diye. Bana bir şey demedi.
-Gelin isteyin demediler mi?
-Ben bozdum işi.
- Niye?
-İşte, kafam öyle tuttu, bozdum. Abdurrahim Karakoç’un elinde bir başka kâğıdı görüyorum. Bu, “Mihriban (3)”. . . Bir diğer ismi de “Beklemek”... “Unutursun” ve “Beklemek.” “Mihriban”, muhatabına takdim edilmişti. Özel gazete baskısı olarak... “Unutursun” ise, unutmayan sevgiliye haşin bir cevap... “Beklemek” ikisi arasında... İkisinin hem öncesinde hem sonrasında... Bunu daha önceki sohbetlerimizden bile bilmiyorum. Benim için yeni bir şiir. Serbest şiirin serazat rüzgârları da var, hecenin geleneksel iç disiplini de... “Beklemek”, “İki Mihriban”ın zamanından münezzeh... İlk aşkın, daha doğrusu aşkın ilk demlerinde Sarıca düzünde döktüğü gözyaşları kadar eski, adeta sineye yaslanmış bütün yollar ve yıllar kadar yakından bilinen derin bir ıstırabın sarsması kadar taze... demişler. Tamam, demiş, ellerinden şiiri almış, bir hafta bütün sınıflarda okumuş, dersi bu şiir üzerine işlemiş. İşte edebiyat budur…
- Bu, iki Mihriban’dan sonra mı yazıldı? -Bu hayali bir şey. Filmlerde, romanlarda olur ya onun gibi bir şey. -Tayin mi olup gitti Mihriban? -Göremediğin insana gitti, kayboldu dersin. 3. Mihriban
(BEKLEMEK)
Sarıca düzünde bir yığın toprak
Sulanır her sabah gözyaşlarımla
Mihriban, Mihriban uyan da bir bak
Hasret düğüm düğüm ak saçlarımda
Ardıçlı dağlarda gene ay doğar
Akasya gölgeleri delik deşik
Bir pınar ağlar akşamdan sabaha dek
Yapraklar sallanır, ışıklar söner
Büyüdükçe büyür içimde bir dert beklemek
Öksüz kaldı, yem döktüğün kumrular
Çiçeklerin boynu bükük, bahçende
Mihriban Mihriban düşsüz uykular
Çıban çıban sızlıyor ah bende
Seneler yollardan izini sildi
Cebimde resmin kaldı bir tek
Bekletti meğer ki ulviymiş yaşamak
Ne güzel derdik seninle: Beklemek
Güneş gene doğup gene batıyor
Yüzüme serdiğin saçların hani
Şimdi karyolanda eller yatıyor
Vefasız aynalar unuttu seni.
Dertler beni oylum oylum yakıyor
Her şey yalanmış, bilmeden gittin
Kaderin bağrında doğdu bir gerçek
Mihriban Mihriban ölümden zormuş
Ben de bilmezdim, beklemek
DAĞLARI ÇOK SEVERİM AMA ZİRVE KABUL ETMİYORUM
Yaş 75 oldu... Bahattin Karakoç ağabeyiniz de, siz de bu yaşa kadar dağlara çıktınız. İkinizin de dağlara dair şiirleriniz çok. Ben yıllarca avcılık yaptım. Onun bilmediği, görmediği dağların hepsine çıktım. Ben dağları çok fazla severim. Avcılığı neden bıraktınız? İyi ki de bırakmışım. Yaban diye bir kanal var. Orada avcılar hayvanları vurdukça, deli oluyorum, kapatıyorum televizyonu. Ben keklik ve tavşan avlardım. Hatta arkadaşlara, “Önüme geyik gelse, vurmam” derdim. Tilki çıktı karşıma, vuramadım... Avcılıkta belli bir zaman gelince bırakacaksın. Dağların zirvesinde sessizliğin içinde tek başınasın. Eşsiz bir güzellik... Kitaplarınız dışında üç de eseriniz var. Çocuklarınızın birisi avukat, birisi akademisyen, Mihriban da iş öğretmeni... Sizde şiir genleri aileden gelme. Karakoç ailesinin çocuklarında şiir merakı var mı? Yok... Bizim beşimiz de şairiz; fakat bizden sonra kesildi, ağabeyimin çocuklarında da yok. Siz tabii zirve olduğunuz için...
Ben zirve kabul etmiyorum.
Her zirvenin bir daha ötesi vardır, gidilebilen...
ÖYLE BİR YOL ARKADAŞLIĞI Kİ…
Abdurrahim Karakoç’la bu yurdun haşmetli dağlarının doruklarını adımlamalısınız. Anadolu’nun bu karayağız delikanlısının 75 yaşında bile hala delikanlı tabiatının, yol arkadaşlığının hiçbir menfaat birlikteliğinin veremeyeceği lezzete, ağız tadına insanı eriştirdiğine şahit olacaksınız. Siz hep delikanlı kalmaya memur eden karakter tesirinden derin bir haz alacaksınız. 70’li yıllarda şiirlerinden mutlaka birkaç kıta dilimizdeydi. Şiirleriyle yol arkadaşlığı yaptık önce... Sonra, 12 Eylül geldi. Artık onun Maraş’taki memuriyeti bitmişti ve arada bir uğradığı Ankara’ya yerleşmesi daha mümkün hale gelmişti. Önce Sincan’da “Yeni Ufuk” adını verdiğimiz gazetede buluşuyor, onunla av arkadaşlığımız olmasa da kimi zaman Uludağ, Abant, Kızılcahamam dağlarına, yaylalarına pikniğe çıkıyor, kimi zaman bizi azıcık da olsa anlayanların meclislerinde bulunuyorduk.
HAKİKİ ŞAİRLE YOLDAŞ OLABİLMEK
Yeni Düşünce, Yeni Hafta ve Gündüz gazetelerinde de birlikte yazmanın hazzını tattım. Hasretin ne olup olmadığını dağlara soran, lambadaki alevin üşüdüğüne şahit olan, bütün yolları sinesine yatıran şairin duygu dünyasını bilmek, sırlarını paylaşmak, daha da önemlisi onunla yoldaş olabilmek kadar insana iç huzuru ve güvenliği veren başka ne var? Çok şair tanıdık... Gazeteci olarak, Ocak Başkanı, Yazarlar Birliği Başkanı olarak çok şiir şölenleri düzenledik, birçok edebiyat dergisi çıkardık; şairlerin nazlarını, kahırlarını çektik. Kendini şair zanneden genci yaşlısıyla cemiyetimizden Milli, İslamcı, liberal kimliklere şahit olduk. Abdurrahim Ağabey kadar insan ilişkilerinde mütevazı, alçak gönüllü, onurlu, kahraman, arkadaş ve hakiki şair, ne yazık ki, bir ya da ikidir.
YARIN:
-İLK ŞİİRLERİMİN HEPSİNİ YAKTIM
- SERDENGEÇTİ BENİ SELAMIM DAN TANIDI
OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ
http://www.vahdetgazetesi.com/kultur-sanat/mihriban-bana-mektup-ben-ona-gazete-yollardim-h82359.html