AŞIK OLMAYAN DURUP DURUKEN ŞİİR YAZAMAZKİ., DAVA.. ŞİİRLERDE ZİRVEDE OLMAKTIR.., AŞK ÇOCUK OYUNCAĞI DEĞİLDİR, AŞK KAGITTAN ÖNCE YÜREKTE YAZILIR.. MİHRİBANDA ÖYLE BİRŞEY,
https://www.youtube.com/watch?v=9dK8N8g2JFQ VASİYET İmansız askerin,korkak paşanın Bir boyuna bir de enine tükür. Kaçarken vurulup yere düşenin Bir leşine bir de kanına tükür. *** Ölürsen de hak yedirme,hak yeme; Aka kara,karaya da ak deme. Adaletten ayrılırsa mahkeme, Bir hakime bir de kanuna tükür. *** İlaç olsa içme düşman tasından Sakın taş attırma dost arkasından Kim ikiyüzlüyse tut yakasından Bir yüzüne bir de canına tükür. *** Millet parasından verdirme parsa; Edirne'den Van'a,Muğla'dan Kars'a Nerede sahte bir kahraman varsa Bir resmine bir de şanına tükür. *** Kesmekle kısalmaz cömerdin eli Yiğidin adına eklerler deli. Baban olsa bile Allahsız ölü Bir ruhuna bir de sinine tükür. *** Bırak hesabını ölüm kalımın İnanmışa zulmü ne ki zalimin Manayı reddeden sözde alimin Bir ilmine bir de fenine tükür. Abdurrahim Karakoç BÜYÜK ÜSTAD'A SAYGIYLA..
Şairin Vedası Seninle Dağlara çıkalım yeniden LÜTFÜ ŞAHSUVAROĞLU VAHDET 22 Haziran 2016, 08:45 “Şiir yazamıyorum artık. Gerdanlıklar üç kitap oldu. Kitaplardan sonra birkaç gerdanlık daha yazdım ama beğenmedim. İnsan bir yerde bırakmasını bilmeli…” demişti büyük Şair Abdurrahim Karakoç. 4 bölüm halinde yayımladığımız röportajın son bölümünde bugün onun elvedasını okuyacaksınız…” Şiiri niye bıraktın? Unutkanlığımdan korktum. Eskisi gibi değilim. Şu anda o eski düşüncem, o eski heyecanım yok. Yazacağım, bu sefer zayıf olacak; ne gereği var, bırakmasını bilmeli insan. Mihriban ayarında yazamamak mı? Bazı şairler yaşlandıkça tekrara düştüler. Eski güçleri kalmadı. Mesela bir Kel Ali… Padişahın başpehlivanı. Kırk elli sene başpehlivanlık yapıyor. Sonra Koca Yusuf geliyor, sırtının üstüne vuruyor. Muhammed Ali de öyle oldu. Hiç yenilmemiştin, niye döndün tekrar? Karakoç hasta yatağında zor nefes alıyordu. Makineye bağlanmıştı. Ciğerleri artık sinyal veriyordu. O Engizek, Ahır, Toros dağlarına çıktığı günleri özlüyor. Tekir Yaylasına, Erciyes’e, Bolu’ya gitmek dağlara çıkmak, yayla havası almak istiyor. Kim götürecek onu? “Toygar’a dedim. Ökkeş niye gelmiyor? Niye ‘Bolu Dağlarına çıkalım yine sana iyi gelir’ demiyor? Efendi, bütün Türkiye’yi dolaşıyormuş. Her şehre gidiyor, yolu bir tek buradan geçmiyor.” SEDYEDE DERGİ OKUYORDU Siren sesleri arasında ambulans Sincan’dan, Ayaş yoluna çıkmaya çalışıyordu. Harikalar Diyarı’na bitişik Yunus Emre Mahallesinde Mevlana Camii’nin yanındaki Umut Anadolu Apartmanının ikinci katından merdivenlerden sedyeyle indirdikleri şairi ambulansa yerleştiren sağlık görevlileri az sonra aldıkları kişinin Mihriban’ın şairi olduğunu anladılar ve mosmor olan yüzünü tekrar eski haline getirmek için bir yandan dua ettiler, bir yandan da gerekli iğneleri yaptılar. Oksijen maskesini hastanın burnuna kapadılar. Ambulans Gazi Hastanesinin yolunu tuttu. Yarım saatlik yolu vardı. Bu süre içinde Yakup’a, Ali Akbaş’a, Efendi’ye, bana haber verildi. Mustafa Toygar onu yalnız bırakmamıştı son zamanlarında… O haber vermişti. Onlar da hastaneye koştular. Şairin çocukları da haberi alır almaz koştular. Şairin bulunduğu ambulans hastanenin acil girişinin önüne geldiğinde… Acilin önünde beklemeden koşarak kapıyı açtım. Gelen ambulansın içinde Abdurrahim ağabeyin olduğunu bilmiyordum. Ama kapıyı açınca sedyede yatan şair bana seslendi: Selamünaleyküm. Elindeki dergiyi sallayarak selam vermişti. Yahu abi bu halde de mi okuyorsun. Bırak artık şu dergileri… Hadi seninle dağlara çıkalım yeniden. Şair keyiflendi. Sanki hiç hasta değildi. Sanki yarım saat önce mosmor olan, etrafındakilerin artık gitti gidecek dedikleri adam o değildi. Sedyeyle acile soktular. Hemen makineye bağladılar. Onu bekleyenler, arkadaşları birer ikişer içeri alındılar. Konuştururlarsa morali düzelecek sanıyorlar ve bunun hastaya iyi geleceğini umuyorlardı. Az sonra başhekim Sacit Bey geldi ve hastanın konuşturulmaması gerektiğini, çok zor solunum yaptığını, az sonra da uyutmak zorunda kalacaklarını söyleyerek odayı boşaltmalarının daha iyi olacağını da ekledi. Çaresiz hepsi çıktılar. Çıkarken son bir kez şairle konuştum. Yüzüne dokundum. Sakat ayağına dokundum. Ne kadar da incelmiş, bir deri bir kemik kalmıştı. BU MAKİNE BURNUMU ACITIYOR Abdurrahim Karakoç hâlâ konuşmaya çalışıyordu. “Bu makine burnumu acıtıyor yahu!” Zannediyordu ki burnuna konan şey yüzünden nefes alamıyor. Oysa hastalık yüzünden burnunun acıdığını zannediyordu. Romatizmalı bir akciğer tükenmişliğiydi hastalığı… Zaten romatizma ve geçirdiği trafik kazaları yüzünden eli çok acıyordu. Önüne gelen onu eski Karakoç zannedip elini sıkıca sıkmak ve tokalaşmak hatta tokuşmak istiyordu. Ama o elini uzatıp çekerdi. Muhataplarının bir kısmı eski Karakoç’u yahut şiirlerindeki Karakoç’u bulamamanın burukluğu içinde moralleri bozulmuş çekilirlerdi. Bazıları da gereksiz alınırdı. İlginçtir sigaradan dolayı değilmiş. Adeta sigarayı yerdi şair. Ama bıraktıktan sonra daha çok kötüleşti. Bir ara Sanatoryum’a yatmıştı. Bütün arkadaşları sigaradan zannediyordu. ÜMİT YOK. GİDİYOR ABDURRAHİM ABİ Mihriban, Türkislam, Enderhan, Bahattin ağabeyin kızı…, Selcen…. Oradalar. Hasan Sağındık, Toygar komutan da birazdan geldiler. Gazi Hastanesinin bahçesinde oturuyorlar. Enderhan Nezir’den bir yazı istedi. “Aile olarak basına verilmek üzere babam hakkında bir metin yazar mısın Nezir amca?” dedi. “Onu en iyi tanıyanlardan, onun en yakın dostlarından biri sensin.” “Artık umut yok, değil mi” diye sormadı Nezir. Her şey belliydi. Makineden çıkarılacaktı artık. Suni teneffüs bir yere kadardı. Akciğerleri iflas etmişti artık. Nezir Mihriban’a baktı, Mihriban çok zeki bir kızdı, anladı. “Amcam çok mutlu Nezir Amca dedi. Biz de öyle. Çok iyi oldu.” “Ne güzel” dedi Nezir. “Bahattin ağabey emin ellerde artık. Ben de sevindim o zaman…” Nezir çocuklarla vedalaşıp acilin kapısındaki otomobiline seğirtti. Binanın köşesinden dönünce Ali Akbaş’la karşılaştı. Ali Akbaş ve hanımı bir bankta oturup bekleşiyorlardı. “Yok abi artık ümit yok, gidiyor Abdurrahim abi” dedi Nezir. “Siz de gidin artık evinize ağabey, nasıl olsa görmek mümkün değil artık…” Hem uyandırsalar da bir anlamı yok ki… Bilinci yerinde değilmiş… … Hatırlıyor musun? “Maraş’tan şairler sökün ederdi Karakoç Alper’e Vur Emri verdi Ali Akbaş masalları dererdi” Çocukları ardından şu yazıyı kamuoyuyla paylaştılar: Baba olarak Abdurrahim Karakoç “Biz Abdurrahim Karakoç’un eşi, oğulları, ve kızı olarak şairin ölümünü cihana açıklama görevini sizler, sevdikleri ve Türk kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz. Dağların, ovaların, steplerin, köyün ve şehirlerin; halkın, insanlarımızın şairi; Mihribanın, Tohtur Beyin, Hâkim Beyin, Hasana Mektupların, Vur Emrinin, Beşinci Mevsimin, Suları Islatamadım’ın şairi Abdurrahim Karakoç iki aya yakındır tedavi gördüğü Gazi Hastanesinde ruhunu teslim etmiş, Hakkına kavuşmuş bulunuyor.” KARAKOÇ’U ANLATMAK MÜMKÜN MÜ? “7 Nisan 1932 Kahramanmaraş ili, Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü(Cela) köyünde dünyaya gelen şair Abdurrahim Karakoç, Hakkın rahmetine kavuştu. Dedesi, babası, kardeşleri de şair olan, şair bir aileden gelen Abdurrahim Karakoç, küçük yaşından beri yazdığı şiirlerle Türk edebiyatında özgün bir yer kazandı. Hasana Mektuplar adlı şiir kitabı 1964 yılında basıldı. Ve bütün Türkiye’de Hasana Mektuplar kendi gündemini oluşturdu. Tohtur Bey, Hasana Mektuplar, Hâkim Bey, Mihriban gibi şiirleriyle halkın sevgisini ve beğenisini kazandı. Serdengeçti, Töre-Devlet, Ocak, Yeni Düşünce, Yenisey, Alperen yayınları olarak şimdiye kadar 12 şiir kitabı, bir tane de makalelerinden derlenen nesir kitabı çıktı. 30 yılı aşkın bir zaman içinde kitapları baskı üstüne baskı yenilemektedir. Bilhassa VUR EMRİ adlı kitap günümüz şairlerinin hiç birisine nasip olmayan kabulü görmüştür. Abdurrahim Karakoç’u anlatmak mümkün mü? O son asrın Karacaoğlanı, Yunusu idi. En iyisi onu kendi cümleleriyle anlatmak: ŞİİR MALZEMEMİ ÜÇ KÂĞITÇILAR, DALKAVUKLAR, ZÜPPELER VERDİ ‘Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hâlâ o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, ‘Özlenecek neresi var? ‘ diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler. Bana gelince: Sağolsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, ‘bilimsel’ cüppeliler, entellektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum. Dinsizlerin değil, din düşmanlarının, yani İslâm düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dinî duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular. En uygun zamanda yaşadığıma inanıyorum. Yardımcılarım (!) var oldukları sürece yazmaya devam edeceğim. Allah (cc) kısmet ederse...’ Evlatları olan bizler yani Mihriban, Enderhan ve Türkislam ile annemiz, kendisini bizden fazla bu millete ve Türk gençliğine adamış sevgili babamızı ebedi istirahatgâhına uğurlamaya hazırlanırken ona olan bütün haklarımızı helal ediyoruz. Millete, ümmete, vatana ve devlete adanmışlığından zerreyi miskal üzgün değiliz. Pişman ve kıskanç değiliz. Sizler de lütfen bu millet şairine haklarınızı helal ediniz.” BURAYA KADARMIŞ… Onun bu dünyada kalanlar üzerinde hakkı varsa biliyoruz ki o daha baştan helal etmişti. Beyaz atına binip gidenler misali bir düğün gecesinde Rabbiyle buluşmanın huzurunu yaşamak istediğini düşünüyoruz. Ruhu şad olsun. Allah rahmetiyle kucaklasın. 1984 Ekim ayından bu yana Ankara’da, ondan önce de Kahramanmaraş’ta ikamet eden Karakoç bütün dostlarına elveda diyor. Dualarını bekliyor. Herhangi bir siyasi kuruluşla bugün bir ilgisi olmamasına rağmen elini taşın altına sokmaktan çekinmeyen bir sorumlu aydın olarak Karakoç memleketsever her siyasi lidere ve kadroya gönülden yardım etmekten çekinmemiştir. Hakkın yanında olanları sözleriyle desteklese de, şahısları övmek, beğenmeyince sövmek gibi basitliği kabul etmemektedir. Şöyle derdi o: “ Yemini var, yazabildiği müddetçe yazacak. Kim bilir nereye ve ne zamana kadar... “ Demek ki buraya kadarmış… Abdurrahim Karakoç, şahsiyet abidesi bir yiğit, bir bilge, bir alperen olarak hayatımıza giren en tatlı, en güzel şairlerimizden birisidir. Anadolu’nun dağlarına, yaylalarına, âşık olan Karakoç ne yazık ki son demlerinde dağlara hasret kaldı. Sadece ehliyete, liyakate, sadakate, merhamete, aşka ve hürmete hürmet eden babamız, ailesine derinden bağlı olmakla beraber her şeyini yurduna, davasına, ülküsüne, inancına adamış gerçek bir alperendi. Allah rahmet eylesin. Onu Veyselle, Akifle, Yunusla, Karacoğlanla, Aşık Ömerle buluştursun. Çok sevdiği, çok bağlı olduğu Efendimizle buluştursun.” AMİN. OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ http://www.vahdetgazetesi.com/yasam/sairin-vedasi-seninle-daglara-cikalim-yeniden-h82538.html
Abdurrahim Karakoç benim uzun yıllar komşuluk yaptığım ailece görüştüğümüz bir ağabeyim. Mihriban’ın yazarı bundan tam kırk yıl evvel tanıştığımız bir şair. Devlet dergisindeki Poligon’da şiiriyle atışlar yapan hiciv ustası şair daha sonra birkaç dergi ve gazetede beraber olduğum, Sincan’da komşuluk yaptığım bir dost oldu. Onunla en son bir dergi için röportaj yapmıştım. Fakat o röportaj sırasında da ondan önce ve sonra da röportaja sığmayan paylaştığımız onlarca konu var. Son zamanlarında yazdığı sert mi sert şiiri acaba kimin için yazmıştı? Tevazu severdi kaynatıp taşırdılar Girdi hırs ambarına çıkamadı bir daha Haramla yağladılar kibirle pişirdiler Bulanık göl ettiler akamadı bir daha Yakın arkadaşları çöplük yaptı beynini Doldurdular ve sonra dökemedi bir daha Şairi bütün yönleriyle ele aldığım Şairin Haberci Olarak Portresi kitabımın dışında şimdi Mihriban diye bir roman kaleme aldım. Bir de onun için yazdığım biyografi denemesi var: Lambada Titreyen Alev adını taşıyor. Abdurrahim Karakoç’un Mihriban’ı kimdi, ne vakit MHP’li oldu, ne zaman ayrıldı, niye ayrıldı? BBP’ye niye geçti, sonra oradan niye ayrıldı? Erbakan, Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu ile münasebetleri nasıldı? O bir ülkü devi idi. Tek başına bir davayı -köyünde üstelik- bir televizyon gibi radyo gibi parti bülteni gibi, dergi yahut gazete gibi iletişimin bütün araçlarını kullanarak şiirle anlatıyordu. İletişimsel eylem kuramının en güzel örneği Abdurrahim Karakoç’tur. O bütün iletişim fakültelerinde okutulmalı, bütün edebiyat fakültelerinde şiiri etraflıca masaya yatırılıp onlarca doktora tezi hazırlatılmalı, sonra siyaset bilimi bölümlerinde de tedris edilmelidir. Bugün siyasetin seviye düşüklüğü belki onun dilinde arınır, kurtulur da yüksek seviyelere çıkar. Ne yazık ki bugünkü siyasetçiler hiciv sanatını da bilmiyorlar, kaba ve nobranlar. Küfür edip duruyorlar. Oysa Abdürrahim Karakoç onlara rehberlik edebilir. Şairin notuyla başlayalım: Benim ülküm, beşeri ilkeleri, aşan cihanşümul bir sevdadır. Bu ülkü aklına esenin yazamayacağı, sınırlarını politikacıların çizemeyeceği bir ülküdür. Farklı düşünenler olabilir. Farklı ülküler peşinde gidenler olabilir. Hiç kimsenin kimseyi farklı düşündüğünden dolayı kendi çığırından yürümeye zorlaması akıl alır şey değil. İdeallere, (ülkülere) ipotek koyanlar ve o ipoteğin ilelebet sürmesini isteyenler hepinize sesleniyorum: Ülkünüz nerede başlar, nerede biter? Muhtevasında bulunan güzelliklerle çirkinlikleri ayırt etmeden sahiplenmek nasıl bir ülküdür? İnsanları ne güzelliklerinden kovmaya, ne de çirkinliklere bekçilik yapmaya hakkınız vardır. Ben kendi ülkümün işaretlerini koordinatlarıyla birlikte şiirleştirip sunuyorum. Yeminim var, başka türlüsüne talip değilim... Bir güzel ülküdür gönül verdiğim KARAKOÇ’LA MAHSUNİ’NİN BULUŞMASI... HAVADA KAR SESİ VAR... Yeni Düşünce macerasından sonra BBP kuruldu ve ardından Yeni Hafta sonrasında da Gündüz gazeteleri yayınlandı. Erciyes kurultayları yerine Tekir Yaylası kurultayları… Ülkü Ocakları yerine Nizam-ı Âlem Ocakları sonrasında Alperen Ocakları… Yeni Düşünce yerine Yeni Hafta… O sıralarda bir de Mahsuni ile görüşmesi var. Yine aynı sıralarda Mihriban şiirinin bestelenmesi… MAHSUNİ İLE... Havada kar sesi var Başında mor fesi var Açın bakın şu konağın İçinde yâr sesi var Mor poşiyi boyamadım Ben çobana doyamadım Bütün kuşlar yuva yapmış Serçe kadar olamadım Üstad Karakoç, Âşık Mahsuni Şerif’le görüşmesini şöyle anlatır: “Maraşlı şairler ve ozanlar buluşmasının arifesinde Âşık Mahsuni Şerif’i ziyarete gittik. Ökkeş de vardı. Kar sesi üstüne Mahsuni ile bir saate yakın konuştuk, tartıştık. Kar sesi ne demekti. Karın rengini değil de niye sesini mevzubahis ediyor şair. Karın sesi nasıl bir şey? Sonunda Mahsuni bir iltifat yaptı bana: “ Lambada titreyen alevin üşüdüğünü yazan kar sesini de bulur.” Amerikan Hastanesinde yatıyordu. Muhsin Yazıcıoğlu, Ökkeş ve ben ziyaretine gittik. İyiden iyiye çökmüştü. Bizi görünce doğrulmak istedi. Muhsin bey hafifçe omuzlarını tuttu. “ Rahatsız olmayın, lütfen ” diyerek iki yanağından öptü. Biz de sırayla selam verdik, oturduk. “ Karakoç’la kaç saat kar sesini tartıştık. Belki de lambada titreyip üşüyen alevi tartışmalıydık ” dedi. Sonra benim gözlerimin içine bakarak: “Senin bir şiirini kullandıydım, bir kasetimde. Durduk yere mahkemelik olduyduk.” Sonra gözleri doldu. Eliyle silmeye çalışırken, kalktım cebimden çıkardığım kâğıt mendil paketini açarak bir mendil çıkardım ve itinayla sildim. Bu onu daha fazla müteessir etti. “ Nasıl da eşeklik ettim ” diye hayıflandı. Elini tuttum. Gözlerimin içine bakarak sordu: “ Hakkını helal ettin mi? ” “ Helal olsun helal olsun! ” diye ortamı yumuşatmaya çalıştım. Onu mahkemeye vermiş ve tazminat da kazanmıştım. Çok eski yıllarda kalmıştı bu. Mahsuni o vakitler devrimci örgütlerin gecelerine çıkar okurdu. Sazı ve sözü ile Türkiye’de sol hareketlerin, bu arada da alevi direnişinin simgesi olmuştu. Benim bir şiirim de çok hoşuna gitmiş, türkü yapmıştı. Kendi sözleri gibi… Çünkü o şiir gerçekten sosyalistlerin güttükleri davaya çok uygun düşüyordu. Gençlik işte. Mahsuni aşırı solun simgesiyken ben de milliyetçi muhafazakâr hareketlerin simgesiydim. Benim tabii sazım olmadığı için öyle gecelerde söyleyen biri değildim. Yine de büyük ustaydı. MAHSUNİ’NİN GENÇLERE SON NASİHATİ: ALLAH’IN YAPMA DEDİĞİNİ YAPMAYIN Morali yerine gelsin diye bu sefer ben dedim: “ Asıl ben eşeklik ettim, senden bir sürü para kazandım.” Böylece ölmeden önce helalliğimi almıştı. Helal olsundu gerçekten. Son mesajı bize şöyle oldu. Sanki biz millete onu duyuracak hükümet görevlisiydik yahut basın mensubuyduk… “ Gençlere bir nasihatim var. Allah, insana zararı olan bir şeyi boşu boşuna yasak etmiyor. O kadar içki içtim. Zararını gördüm. Boşuna yasak etmemiş Hak. Onun yapma dediği insana zararlı, yap dediği de insana faydalı.. ” İmanlı gitti yani Mahsuni. 17 Mayıs 2002’de Hakkın rahmetine kavuştu. Cenazeye katılmak istedik. Hasta ziyaretine gidenler olarak… Hacı Bektaş’ta kaldırıldı cenaze. Ailesi haber gönderdi. “Çok memnun olduk ilginizden ötürü. O da sizi severdi. Fakat sizin gelişinizle burada bir takım örgütler olay çıkarır, cenaze evi huzursuz olur. Yine de siz bilirsiniz.” Çok katılmak istememize rağmen büyük ustanın cenazesine katılamamıştık. Ökkeş’le birlikte gazeteye geldik. Ahmet’in ısmarladığı çayları içtik. Ahmet’in biraz canı sıkkındı. Parti ANAP’la ittifaka gittiğinde Ömer Lütfi’yi İstanbul’dan en alt sıraya koymuştu. “Muhsin Başkan politikadan filan anlamıyor” diyordu. Meclis’te ideolojik söylemi olması gereken, omurgası sağlam olan bir hareket olmak için bazı insanların meclise taşınması gerekmez mi? Şimdi Ömer abi, Abdurrahim abi, Nezir abi, Mustafa abi mecliste olsalar daha başka türlü sonuçlar alınmaz mı?” Ökkeş de hak verince Ahmet’e dayanamadım. “Yahu beni katmayın, benim mecliste işim ne” diye kestirip attım. Hep siyasetin içindeymişim gibi bilinirim; oysa şahsım adına, bir tek 1987’de Ekinözü belediye başkanlığı için MHP’den aday olmuşluğum var. Onda da bizzat kendi karım aleyhime çalışmıştı. Ankara’ya taşınma beklentisi içinde benim seçilirsem bile Ekinözü’nde durmayacağımı konu komşuya anlatmış, hatta seçilmemem için ricalarda bulunmuş. Öylesine bir adaylık işte… Fakat Ahmet haklıydı. Meclis’e farklı simalar sokabilseydi daha başka olurdu elbet. Akşama iftar yemeği varmış Keçiören’de… Gidip de ne yapacağım? O kadar tenkit ettiğim Mesut Yılmaz’ın masasına mı oturacağım? Ramazan bayramı Sincan’daki evimiz doldu taştı yine… Allaha şükür gelenimiz gidenimiz var. YENİ BAYRAMLARDAN KORKMAYIN Herkes “ah o eski bayramlar” deyip durdu yine. Onlara şunu anlattım: Bundan tam yarım asır önce komşumuz rahmetli Ali Çavuş bayramda iç geçirir, “ah eski bayramlar” der, dalardı. O vakitler ben 13 yaşlarındayım. Ali Çavuş emmi ise 80-85 arası. Aradan yıllar geçti. Ali Çavuş emminin büyük oğlu Mehmet başladı bu sefer aynı özlemi dillendirmeye: “Ah eski bayramlar!” Benim yaşım yirmi olmuştu Mehmet amcanın yaşı altmış sularında. O da rahmeti rahmana kavuştu eski bayramların hasretiyle. Benim yaşım otuz beşe çıktığında Ali Çavuş emminin torunu Muharrem söylemeye başladı malum türküyü: “Ah eski bayramlar!” Muharrem’in yaşı otuz civarında seyrediyordu. Benim yaşım altmış üçe ulaştı Muharrem’inki de öyle. Eminim Muharrem’in büyük çocuğu 35-40 yaşlarındadır. Yine adım gibi biliyorum ki Muharrem’in oğlu da her bayram geldiğinde yaşça daha küçük olanlara aynı cümleyi tekrarlayıp duruyor: “Ah eski bayramlar!” Rakamlarla ifadeye çalışıyorum. Başka türlü izahı mümkün değildir. İşte size benim yakinen şahit olduğum 130 yılın zamana yayılmış fotoğrafı. Hâlbuki ne o eski bayramlar abartıldığı kadar güzeldiler, ne de yeni bayramlar korkulacak kadar çirkin. Eğer söylendiği gibi olsaydı 130 yılda 260 bayram çözüle çözüle, eskiye eskiye, döküle döküle ortada bayram diye bir gün dahi kalmazdı. Bayramlar 130 yıl önce ne idiyse şimdi de odur. Değişen insanlardır. Eskiyen insanlardır. “Ah eski bayramlar!” özleminin altında yatan herkesin çocukluğudur. Saf duygularıdır. Renkli hayalleridir. Çocuklarda geçim meşakkati olmaz. Yarın eve ne getirebilirim demezler, yarın nerede oyun oynasam diye hesap ederler. Siyaset hiç ilgilendirmez onları. Enflasyon akıllarına bile gelmez. Bayramlarda kendilerine alınan küçük bir hediye sevinmelerine yeter de artar. Büyükler öyle değiller. Geçim dertleri, seçim dertleri, enflasyon dertleri, işsizlik, maaş azlığı, çocuklarını okutamama, hanımının isteklerini karşılayamama ve en kötüsü siyasetçilerin yalanlarını dinleme cenderesi altına girdiklerinde “ah eski bayramlar” siperine sığınırlar. Yüz yıl sonra da, iki yüz yıl sonra da bu ifade ve özlem değişmeyecektir. Değişen bizler olacağız. Kaybettiğimiz, kabullenmek istemediğimiz çocukluk yıllarımız, gençlik yıllarımız geçmiş zaman ötesinden el salladıkça iç geçireceğiz. Ta ki nöbeti başkalarına devredinceye kadar… Ah gelecek bayramlar! Devran oradan ekledi “Abdurrahim abi de böyle diyor!” ŞİİRŞÖLENLERİNİ SEVMEZDİ... 1995 yılının Ramazan Bayramıydı. Abdurrahim Karakoç, Gündüz’deki yazılarında bazen köşesine dörtlükler koyardı. Tansu Çillerli, Mesut Yılmazlı günlerdi. Dış politikada, iç politikada gündemi oluşturan her şey şairin köşe yazısına malzeme teşkil ediyordu. Güneydoğu’da yapılan bir operasyonu “Kıbrıs’tan beri en büyük harekât” olarak niteleyen Tansu Çiller’i Feld Mareşal ilan etmişti. Ele almadığı konu yoktu Karakoç’un… Gazetenin el değiştirmesine canı çok sıkılmıştı. Beni arayıp “bu arkadaşın Türkeş’ten beter” bile demişti. Ben de gidip başkanla tartışmıştım. Bunlar da bizim, onlar da bizim… Keşke iki takımı da idare edebilmeyi bilseydi… Ama olmadı… Sonradan küslükler bitti tabii… Ya da bahsi diğer olarak kaldı… Zaman zaman iki kardeş arasında bile küslükler olmaz mı? Nitekim Abdurrahim ağabey ile Bahaettin ağabey arasında bile küçük küslükler olurdu. İkisini buluşturduğumu hatırlıyorum. Bir gün Bahaettin Karakoç beni aradı: Abdurrahim’i de alıp İznik’e gelmeni istiyorum. Hastaydım, Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından sonra bağışıklık sistemim çökmüştü. Bir yandan bağışıklığın olmaması yüzünden kanda trombositin çok düşük seviyelere inmesi, diğer yandan bağırsaklarımdaki ülseratif kolit yüzünden bitmeyen, durmayan kanamalar yüzünden bitkindim. Bırak otomobil kullanmayı dışarı çıkacak mecalim yoktu evimden. Ama Bahaettin abimi kıramazdım... Bahaettin Karakoç, kardeşini değil, onu arıyordu. Belli ki, şiir şölenine Abdurrahim Karakoç yine gitmek istemiyordu. Abdurrahim Karakoç şiir şölenlerine pek katılmayı sevmezdi. Sincan Lale Festivaline ve bazı şölenlere katılmış orada şiir okumuştu. Yine benim birkaç davetimi kırmamıştı. Zaten abisiyle aynı şiir okumalarında olmak istemezdi. Karakoçların ağırlığı diğer şairleri ezmesin diye de bu düşünceye sahip olmuş olabilirdi. Arabaya atladık. Hasta halimle Bolu geçidine kadar getirdim arabayı. İsmail’in Yeri’nde pirzola söyledik. Fakat gelen pirzolaları yiyemedim. Bağırsaklarım düğümlenmişti yine. Gidip mescitte bir süre yattım. Sonra pirzolalar tekrar kızartıldı. Fakat daha kötü oldu. Hemen Kaynaşlı Sağlık ocağına gidildi. Sağlık ocağına vardığımızda bir iğne yaptılar bana, sedyeye uzandım. Bir miktar yattım. Sonra tekrar yola revan olduk. İznik Festivaline Hatice yenge de katılmıştı. Herkes için iyi oldu. Abdurrahim ağabeye Bahaettin abisiyle hanımının birlikte gezip tozmasını işaret ederek: “Keşke sen de yengeyi alsaydın abi. O da gelse iyi olurdu…” dediğimi hatırlıyorum. Bir iki yıl sonra Sanatoryuma yattı Abdurrahim ağabey.. Hastalıklar ve kazalar birbirini izledi. Bir ara toparlandı. İşte o demlerde bir mülakat yapmıştım kendisiyle. Şöyle: TÜRK’ÜN AKLI KULAĞINDADIR... Bir söz vardır, “Türkün aklı sonradan gelir” ya da “Türkün aklı gözündedir” derler. Buna bir de “Türkün aklı kulağındadır” demek lazım. Ben 1960’ta yazmışım Mihriban şiirini, ihtilal olmadan önce... Bir milyonun üzerinde kitabım sattı. Hiç kimse çıkıp da ya burada şu yazıyor, bu deniyor, diye dikkat etmemiş. Ne eleştirenler, ne okuyanlar, hiçbirisi... Ne zaman ki 1995’lerde filan kasete okunmuş sazla beraber, fıttırdı millet, böyle şiir mi olur, ne güzel, diye... Ya, o şiir her zaman vardı! Benim daha iyi, vurgulu şiirlerim de var, onları bilmiyorlar... Onları da bir okuyan oldu mu, herhalde farkına varırlar, diyorum. Yani kulağımızda aklımız duydu mu, tamam... MİHRİBAN’I KİMSEYE ANLATMADIM DAHA DA ANLATMAM Bir gün içime bir şey düşmüş, yazmak istemişim, yazmışım... Ha, kimdir bu Mihriban? Herkes bunu sorar... Mihriban diye bir kimse yoktur. Mihriban, sembol bir isimdir. Ha, muhatabım mı yoktu? Kesin vardı canım, olmasa bu şiir böyle çıkar mı? Olduğu için de böyle çıktı işte... Bugüne kadar kimseye anlatmadım, daha da anlatmam. Yaşayıp, yaşamadığını da bilmiyorum. Yani başımızdan geçmiş bir macera gibi bir şey, fakat vuslat olmamış, o kendi yoluna gitmiş, ben kendi yoluma... Ben onun ismini verirsem, ayıp olmaz mı bu?
https://www.youtube.com/watch?v=R5_SaM7LpnI KİMDİR? 1932 yılının Nisan ayında Kahramanmaraş ili, Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü (Cela) köyünde dünyaya geldi. Küçük yaşlarda şiire merak sardı. Bu, aileden gelme bir meraktı. Çünkü dedesi ve babası da şairdi. İlk yazdığı şiirleri 2 kitap olacak hacimde iken beğenmeyip yaktı ve 1958 yılından itibaren yazdıklarını “Hasan’a Mektuplar” ismi altında 1964 yılında 10 bin adet bastırdı. “Fedai Yayınları” arasından çıkan bu eser, kısa zamanda tükendi ve 2. baskısını yine 10 bin adet yaptı. 1958 yılında yaşadığı kasabada belediye mesul muhasibi olarak memuriyete girdi. 1981 yılı Mart ayında emekli oldu. Mücadeleci şiirlerinin çokluğu şartlardan kaynaklanmaktadır. 27 Mayıs darbesi, zinde güçler, demokrasi maskaralığı ve haksızlıklar hiciv şiirlerini besledi. 30’a yakın mahkemeye verildi, hepsinden beraat etti. Avukat tutmadı, hep kendi kendini savundu. İKTİDARLA BARIŞIK OLMADI Hiçbir iktidarla barışık olmadı. Çünkü o, insana ve İslam’a yapılanların zulüm olduğuna inanmıştı. 1985 yılından itibaren gazetecilik yaptı. Bir ara politikaya girdi ve ayrıldı. Niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle cevaplandırdı: “Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım...” Kendi dilinden, kendi tarifi: “Ebedi kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hala o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, ‘Özlenecek neresi var?’ diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler. Bana gelince... Sağ olsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, ‘bilimsel’ cüppeliler, entelektüel züppeler, milli soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, pezevenkler, üçkâğıtçılar vs. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum... Dinsizlerin değil, din düşmanlarının yani İslam düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dini duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular. En uygun zamanda yaşadığıma inanıyorum. Yardımcılarım (!) var oldukları sürece yazmaya devam edeceğim. Allah (cc) kısmet ederse...” Evli ve 3 çocuk babasıdır. 1984 Ekim ayından sonra Ankara’da ikamet etti.. 7 Haziran 2012’de vefat etti. Hayatının sonunda hiç bir siyasi kuruluş, hiçbir mesleki dernek üyesi değildi. Hakk’ın yanında olanları sözleriyle desteklese de, şahısları övmek, beğenmeyince sövmek gibi basitliği kabul etmemektedir. Yemini vardı, yazabildiği müddetçe yazmaya... Ve şair kendisini şöyle tanıtıyordu: İman kaynağımdır, tevhid havuzum İslam’ın dışında arama beni Muhammed-ül Emin tek kılavuzum Putların peşinde arama beni. Hak kelam duyduğum kitap Kur’an’dır Başka yok! Uyduğum kitap Kur’an’dır Dolduğum, doyduğum kitap Kur’an’dır. Beşerin ‘boş’unda arama beni.