Öncesi ve Sonrasında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öncesi ve Sonrasında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler BÖLÜM 4




Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler  BÖLÜM 4


100. Yılında I. Dünya Savaşı 


D.Batı’nın Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasına Bakışı 

Batı kamuoyunda Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından önce yapılan ana propaganda Türkiye’de savaş yanlısı bir hükümetin olduğu ve bu hükümetin barışa asla yanaşmayacağıydı. Fakat Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla bu tavır değişmeye başlamıştır. İngiltere ve Fransa ile yaşanan sorunlardan sonra Batılı ülkeler Türkiye’nin bağımsızlığından asla ödün vermeyeceğini, komşularıyla barış içerisinde yaşamak istediğini, kendisini bağlayıcı ittifaklardan kaçınarak serbest hareket etmeyi tercih ettiğini, değişen politikaları takip ederek kendisine avantajlı bir durum oluşturmayı bildiğini anlamışlardır. Batılı ülkelerin en büyük endişesi Türkiye’nin Sovyet Rusya ile birlikte hareket ederek zamanla 
aynı devlet düzenini benimseyeceğiydi. Fakat Türkiye’nin politikalarını görünce bu endişelerinin yersiz olduğunu anlamışlardır. Mustafa Kemal Atatürk, Batılı ülkelerle münasebetlerinde ve Sovyet Rusya ile ilişkilerinde denge politikası güderek her iki bloğun tepkisini çekmekten kaçınmıştır. 

Türkiye’nin Milletler Cemiyetine girmesi de Batlı ülkelerin endişelerinin yersiz olduğunu göstermiştir. Ayrıca Türkiye sorunlarının halledilmesi konusunda her zaman barışçıl yolları denemiştir. Örneğin Boğazların statüsünün belirlenmesinde saldırgan bir politika takip etmemiş ve müzakere ederek bu isteğini yerinde çözmüştür. Türkiye’nin bu barışçıl politikası Avrupa kamuoyunda takdir toplamıştır. Aynı dönemde İtalya ve Almanya’nın saldırgan politikalarına karşı durmaya çalışan Avrupa ülkeleri Türkiye’nin politikalarına destek olmuşlardır. Türkiye izlediği dış politika sayesinde kendi bölgesinde büyük bir güç olmuş ve diğer ülkelere karşı denge politikası izlemeye başlamıştır. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın çıkacağına yönelik öngörüler ışığında Türk dış politikası oldukça başarılı olmuştur. 

Türk dış politikasında İngiltere önemli bir yer edinmiştir. Çünkü başta Lozan olmak üzere, Musul meselesi ve diğer konularda Türkiye’yi hep zorlamıştır. İngiliz kamuoyunda Türkiye saldırgan ve barışa yanaşmayan bir tavır sergileyen, Osmanlı politikalarını takip eden bir devlet olarak görülmüş ve Sovyet Rusya ile birlikte hareket etmesi tehlikeli olarak değerlendirilmiştir. Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ve Musul meselesinin çözümlenmesinden sonra İngiliz kamuoyunda Türklerin barışçıl politikalar izlemeye başladığı ve aslında Batılı bir ülke olma yolunda  önemli adımlar atıldığı görüşü hâkim olmuştur. İngiliz gazeteleri genelde Türkiye’nin Sovyet Rusya’nın etkisinden kurtulması için gerekli yardımların yapılması gerektiğini ve Türkiye’nin coğrafi konumunun İngiltere’nin çıkarları açısından çok önemli olduğunu işlemişlerdir. Türkiye’nin sorunlarını kısa sürede çözümleyerek Milletler Cemiyetine girmesi ile Batılı ülkelerle olan münasebetleri hızla gelişmiştir. İngiltere 1932 yılından 
sonra Türkiye yanlısı bir politika izleyerek her konuda yardımcı olmaya çalışmıştır. Bu politikasının temelini de İtalya ve Almanya’nın saldırgan 
politikalarına karşın Avrupa’da Türkiye’yi kendi tarafına çekmek istemesi etkili olmuştur. Atatürk’ün uyguladığı dış siyaset ve içerideki uygulamaya koyduğu inkılâplar, Batılı ülkelerin Türkiye’ye karşı tavrını olumlu yönde değiştirmiştir. 


Sonuç 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupalı Devletlerin asıl politikasını Osmanlı Devleti’nin parçalanması oluşturmuştur. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına dair görüşler 1815 yılında yapılan Viyana Kongresi’nde tartışılmış ve Şark Meselesi (Doğu Sorunu) adı altında Osmanlı ülkesinde yaşayan gayrimüslimlerin Müslümanlarla eşit haklara sahip olması şeklinde açıklanmıştı. Bu düşünce Osmanlı Devleti’nin Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanını ilan etmesiyle yürürlüğe konulmuştu. Bundan sonraki süreçte Şark Meselesinin içeriği Batıdaki Müslümanların Avrupa’dan çıkarılması şeklinde yürürlüğe konulmaya çalışılmıştı. 1913 yılında Balkan ülkelerinin topluca Osmanlı Devletine karşı mücadele etmesi bu düşüncenin ana temelini oluşturmuştu. Osmanlı Devleti’ni “Hasta Adam” olarak nitelendiren Avrupa Devletleri, Şark Meselesini daha da genişleterek Osmanlı topraklarının tamamının paylaşılması olarak nitelendirmişlerdir. 1907’de 


İngiltere Kralı VII. Edward ve Rusya Çarı II. Nikolay’ın Reval’de23 yaptıkları gizli görüşmelerde Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasına dair planları ele almışlar ve Osmanlı topraklarının paylaşılması konusunu tartışmışlardır. Osmanlı toprakları nın paylaşılması için Birinci Dünya Savaşı önemli bir fırsat oluşturmuştur. 

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı sırada Osmanlı Devleti İttihat ve Terakki Partisi tarafından yönetiliyordu. Osmanlı devlet adamlarının başlıca amaçları, kaybedilmiş toprakları geri almaktı. Birinci Dünya savaşı öncesinde Osmanlı yetkilileri İngiltere ve Almanya ile dostluk ilişkilerinin artırılmasına yönelik çabalar göstermişlerdir. Çünkü kaybedilen toprakların bu iki ülkenin içerisinde yer alacağı bir blok sayesinde geri alınabileceğine inanılıyordu. İttihat ve Terakki Partisi üyeleri bir blok içerisinde yer alma düşüncesiyle ilk olarak İngiltere’ye ittifak teklifinde bulunmuşlar, 1911’de İngiltere Denizişleri Bakanı Winston Churchill’e yapılan bu teklif İngiltere’nin yeni siyasi teşekküller altına girmek için hazır olmadığı cevabıyla reddedilmiştir. İngiltere her ne kadar bu teklifi henüz ortamın hazır olmadığı bahanesiyle reddetmişse de asıl sebep Rusya’yla yapılan 
anlaşma gereği “Hasta Adam” olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti topraklarının önceden aralarında paylaşılmış olmasıydı. Ayrıca İtalya’nın bu dönemde Kuzey Afrika’da Osmanlı Devletiyle mücadele içerisinde olması, İngiltere’nin İtalya’yı Üçlü İtilaf içerisine almak için yürüttüğü çabalarda Osmanlı Devleti’nden uzak durmak istemesi de bunun sebepleri arasında gösterilebilir. Balkan Savaşları sırasında Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tutumları nedeniyle Osmanlı Hükümeti, İtilaf Devletlerine güvenemiyordu. Böylece Osmanlı Devleti, ittifak yapmak için Almanya üzerine yoğunlaşmaya başladı. Çünkü diğer Avrupa devletlerinin Osmanlıyla ittifak yapmama istekleri kesin olarak anlaşılmıştı. Almanya ile yapılan görüşmeler 2 Ağustos 1914’te ittifak anlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlanmıştır24. 


Birinci Dünya Savaşı’nda İttifak Devletleri ve müttefik olarak Osmanlı Devleti’nin yenik ayrılmasıyla İtilaf Devletleri planladıkları projelerin başarıya ulaşacağını düşünmüşlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan Sevr Antlaşması ’yla Şark Meselesinin başarıya ulaştığını düşünen Avrupalı devletler, Millî Mücadelenin başarıya ulaşmasıyla bu hayallerini bir süre ertelemek zorunda kalmışlardır. 29 Ekim 1923’te kuruluşunu ilan eden Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet başkanlığına getirilen Mustafa Kemal Atatürk, Türk dış politikasının ilkelerini şöyle belirlemiştir: 

- Millî sınırlarımız içinde varlığımızı korumak, 
- Gerçekleştiremeyeceğimiz emeller peşinde koşmamak, 
- Medenî ve insanca davranarak bunun karşılığında destek beklemek, 
- Diğer devletlerin iç politikalarından ve yönetim sistemlerinden etkilenmemek, 
- Hiçbir ülkenin iç işlerine karışmamak; kendi iç işlerimize de dış devletleri karıştırmamak, 
- Millî politikayı uygularken kamuoyunu dikkate almak, 
- Dürüst, açık ve tutarlı olmak, 
- Dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmek, 
- Barış içinde hakka ve hukuka uygun bir şekilde sorunları çözmektir. 

28 Haziran 1914’te başlayarak 11 Kasım 1918’e kadar devam eden Birinci Dünya Savaşı’na kadar devletler arasında bu derece büyük ittifaklar (bloklar) olmamıştır. Savaş Avrupa’da başlamasına rağmen, sömürgeler yoluyla 5 kıtaya yayılmıştır. Savaş sonunda Osmanlı Devleti, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu, Rus Çarlığı, Alman İmparatorluğu yıkılmıştır. Çekoslovakya, Avusturya, Macaristan, Polonya, Litvanya, Ukrayna, Estonya ve Yugoslavya devletleri kurulmuştur. İlk kez; uçak, denizaltı, zehirli gaz, zırhlı araç bu savaşta kullanılmıştır. İtilaf devletleri savaşta 42 milyon kişiyi askere almış ve bunlardan 22 milyonu hayatını kaybetmiştir. İttifak devletleri ise 23 milyon kişiyi askere almış ve bunlardan 15 milyonu hayatını kaybetmiştir. Osmanlı Devleti bu savaşta bir milyon kişiyi kaybetmiştir. Dünya devletleri bu derecede büyük savaşları engellemek amacıyla Birinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti’ni (Cemiyet-i Akvam) oluşturdular. Fakat Birinci Dünya Savaşı sonunda gerçek bir barış sağlanamayınca, antlaşmaların sonuçları bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olmuştur. 


DİPNOTLAR;


1 Ülman, A. Haluk, I. Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaş, Ankara, 1972, 389 s. 
2 Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi I (1914-1918), Ankara, 1982, s. 102-103. 
3 Kodaman, Bayram, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdülhamid’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul, 1983, 192 s. 
4 Graves, P. Phılıp, İngilizler ve Türkler (1789-1939), Osmanlıdan Günümüze Türk-İngiliz İlişkileri, (Çev: Yılmaz Tezkan), Ankara, 1999, 190 s. 
5 Sander, Oral, Siyasi Tarih, 8. B., İmge Yayınları, Ankara, 2000, s. 158-193. 
6 Fermanın Türkçe metni için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt:V, Ankara, 1988, s. 255-258. 
7 Çadırcı, Musa, “Tanzimatın Uygulanmasındaki Güçlükler”, Tanzimatın 50. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara, 1994, s. 296. 
8 Roberts, J. M., Avrupa Tarihi, İnkılâp Kitapevi, İstanbul, 2010, s. 483-488. 
9 Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, Cilt:I, Ankara, 1953, s. 316-353. 
10 Fermanın metni için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: IV, s. 293-296. 
11 Sayar, Ahmet Güner, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul, 1986, s. 240. 
12 Karal, Enver Ziya, a.g.e., Cilt:VI, s. 173. 
13 Küçük, Cevdet, “Abdülmecid”, Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Cilt:I, İstanbul, 1988, s. 259-263. 
14 Küçük, Cevdet, “Abdülhamid II”, Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Cilt:I, İstanbul, 1988, s. 221. 
15 Ortaylı, İlber, İkinci Abdülhamid Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, Ankara, 1981, s. 3 vd. 
16 Gürün, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, s. 117. 
17 Esmer, Ahmet Şükrü, Siyasi Tarih (1919-1939), Ankara, 1953, s. 204. 
18 a.g.e.., s. 204-205. 
19 Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar (1919-1980), 
Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar (1919-1980),  (Editör: Baskın Oran), Cilt: I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 267-268. 
20 Esmer, Ahmet Şükrü, a.g.e., s. 199. 
21 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, İkinci Takım, Cilt: II, İstanbul, 1993, s. 3. 
22 Sarınay, Yusuf , “Atatürk’ün Hatay Politikası-I (1936-1938)”, Atatürk Dönemi Dış Politika, Ankara, 2000, s. 359. 
23 Günümüzde Estonya’da bir kent. 
24 Halil Menteşe’nin Anıları, İstanbul, 1986, s. 187-189. 


Kaynaklar 

Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi I (1914-1918), Ankara, 1982. 

Çadırcı, Musa, “Tanzimatın Uygulanmasındaki Güçlükler”, Tanzimatın 50. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara, 1994. 

Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, Cilt:I, Ankara, 1953. 

Esmer, Ahmet Şükrü, Siyasi Tarih (1919-1939), Ankara, 1953. 

Halil Menteşe’nin Anıları, İstanbul, 1986. 

Gürün, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991. 

Graves, P. Phılıp, İngilizler ve Türkler (1789-1939), Osmanlıdan Günümüze Türk-İngiliz İlişkileri, (Çev: Yılmaz Tezkan), Ankara, 1999. 

Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt:IV, Ankara, 1988. 

Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt:V, Ankara, 1988. 

Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt:VI, Ankara, 1988. 

Kodaman, Bayram, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdülhamit’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul, 1983. 

Küçük, Cevdet, “Abdülhamid II”, Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Cilt:I, İstanbul, 1988. 

Küçük, Cevdet, “Abdülmecid”, Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Cilt:I, İstanbul, 1988. 

Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, İkinci Takım, Cilt: II, İstanbul, 1993. 

Ortaylı, İlber, İkinci Abdülhamid Döneminde Osmanlı İmparatorluğu ’n da Alman Nüfuzu, Ankara, 1981. 

Roberts, J. M., Avrupa Tarihi, İnkılâp Kitapevi, İstanbul, 2010. 

Sander, Oral, Siyasi Tarih, 8. B., İmge Yayınları, Ankara, 2000. 

Sarınay, Yusuf, “ Atatürk’ün Hatay Politikası-ı ( 1936-1938 ) ”, Atatürk Dönemi Dış Politika, Ankara, 2000. 

Sayar, Ahmet Güner, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul, 1986. 

Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar (1919-1980), (Editör: 
Baskın Oran), Cilt:I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002. 

Ülman, A. Haluk Ülman, I. Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaş, Ankara, 1972. 

Turks’ Politics with Great Governments Before and After World War I 


***

Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler BÖLÜM 3






Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler  BÖLÜM 3

100. Yılında I. Dünya Savaşı 


II. Abdülhamit’in Almanya Politikası 

19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupalı devletler de kendi aralarında hem siyasi hem de ekonomik anlamda çekişme içerisindeydi. Bu devletlerden Almanya, birliğini geç tamamladığı için sömürgecilik faaliyetlerinde de İngiltere ve Fransa’ya göre daha az pay aldığını düşünüyordu. Bu nedenle de İngiltere, Fransa ve Rusya ile çekişme halindeydi. Ayrıca diğer Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’ndeki azınlıkları kullanarak Osmanlının içişlerine karışırken Almanya’nın böyle bir politikası bulunmuyordu. Ayrıca Almanya ile Osmanlı Devleti’nin sınır sorunu olmaması, Almanya’nın Müslüman sömürgelere sahip olmaması, Almanya’nın ekonomisinin güçlü olması vb. nedenler de Osmanlıyı Almanya ile yakınlaştırmıştı. II. Abdülhamit, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Doğu’ya yönelme siyasetini dikkate alarak bu durumu diğer Avrupalı devletlere karşı denge politikası gütmek amacıyla kullanmak istedi. II. Wilhelm’in 1889’da İstanbul’u ziyaret etmesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler en üst düzeye çıktı. Bu ziyaret sırasında Bağdat Demiryolu Hattının yapımı Almanlara verildi. Bu proje kapsamında 1898-1914 yılları arasında 1037 km demiryolu Almanlar tarafından 
yapıldı. Osmanlı Devleti, Almanya ile ilişkilerini zamanla geliştirerek Osmanlı ordusunun silah ve eğitmen ihtiyacını da Almanya’dan karşılamaya başladı. Böylece Alman etkisi Osmanlı ekonomisinden, ulaşıma, ordudan subayların eğitimine kadar sirayet etti. Bu etki dolayısıyla ordudaki subaylarda Almanya sempatisi oluştu. Bu sebepler ileride yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin Almanya ile Birinci Dünya Savaşı’nda güç birliği yapmasına kadar gidecektir15. 

Cumhuriyet Atatürk Dönemi Avrupa Politikası 

Yeni kurulan Türk Devleti, Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ile birlikte uluslar arası camiada yerini almış ve bu antlaşma dış münasebetlerin de temelini oluşturmuştur. 1923-1930 yılları arasında Türk dış politikası, Lozan Antlaşması ’nda sonuçlandırılamayan konular ve Lozan’da karara varılan meselelerin halledilmesi üzerine kurulmuştur. Bu hedeflerin temelini barışçıl yollarla geçmişe dair konuların halledilmesi, büyük devletlerle olan münasebetlerin normalleştirilmesi ve komşu devletlerle her türlü ilişkilerin geliştirilmesi oluşturmuştur. Batılı ülkelerden İngiltere ve Fransa ile Lozan’da çözüme kavuşturulamayan Musul meselesi, borçlar sorunu, sınırlar, yabancı okullar sorunu ve Yunanistan ile “ Etabli ” anlaşmazlıkları bu dönemin başlıca halledilmesi gereken konularındandır. 

Türk-Sovyet Münasebetleri 

Lozan Barış Antlaşmasından sonra İngiltere ile yaşayan Musul Meselesinde anlaşmazlık Türkiye ile Sovyet Rusya’yı birbirine yakınlaştırmıştır. Çünkü 
Sovyet Rusya, Batılı devletlerin kendi topraklarına karşı duyduğu sömürgeci politikalara karşı müttefik arama politikasında Türkiye’yi önemli bir durak 
olarak görmüştür. Bu dönemde Almanya Locarno Antlaşması ile Batılı diğer devletlerle birlikte hareket edeceğini deklare etmişti. Sovyet Rusya da 17 Aralık 1925 tarihinde Paris’te Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını imzalayarak Almanya’ya karşı cephe oluşturmaya çalışmıştır16. 

Bu antlaşma üç yıl süre ile geçerli olmak kaydıyla, tarafların birbirlerine saldırmayacaklarını, taraflardan birisine bir saldırı yapıldığında diğer 
devletin tarafsız kalacağı maddelerini içermekteydi. Bu antlaşmadan sonra Türkiye Dışişleri Bakanının Odessa’yı ziyareti iki münasebetlerini  daha da pekiştirmiştir. Sovyet Rusya ikili ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak Silahsızlanma Konferansına Türkiye’nin de katılmasını teklif etmiş ve Lozan’dan sonra ilk defa Türkiye uluslar arası bir toplantıya çağrılmıştır. 

Türkiye kısa zamanda birçok dış meseleyi hallederek hem ekonomik hem de siyasi anlamda Batılı ülkelerle iyi münasebetler kurmaya başlamıştır. 
Bu münasebetler zamanla Sovyet Rusya’yı rahatsız etmiştir. Çünkü Sovyet Rusya, Türkiye’nin Batı bloğu içerisinde yer almasını istemiyordu. 
Türkiye, ülkedeki komünist hareketlere karşı şiddetli tedbirler almış ve yasaklamıştır. Sovyet Rusya ise alınan bu sert tedbirlere karşı tavrını koymuş 
ve komünizme karşı tedbirleri kendisine yapılmış tedbirler olarak telakki etmiştir. Hatta bu konuda Sovyet Komünist Partisinin yayın organı Pravda gazetesinde birçok haber yapılmıştır. Türk hükümeti de yapılan bu haberlere karşılık Milliyet gazetesinde haberler yaptırmıştır. 6 Temmuz 1929 tarihli Milliyet gazetesinde Pravda’da çıkan haberlere karşı şöyle cevap verilmiştir: “Pravda gazetesi komünistliği kutsal sayabilir, fakat dünyadaki hiçbir dava Türkiye’nin milliyetçilik yani yeni kimlik oluşturma davasından daha kutsal olamaz.”17 

Sovyet Rusya, Millî Mücadele döneminde hem ekonomik hem de askeri teçhizat konusunda Türkiye’ye önemli yardımlarda bulunmuştu. Sovyet Rusya bu yardımları yaparken hem emperyalist güçlere karşı geldiğini düşünüyor hem de Türkiye’nin zamanla komünist politikaları benimseyeceğini umuyordu. Fakat Türkiye’nin Batılılaşma politikası ve komünizme karşı tavrı onları büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır. 1925 tarihinde imzalanan Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması 1929 tarihinde yeniden revize edilmiş ve iki yıl daha uzatılmıştır. Yeni antlaşmaya göre ayrıca tarafların karadan veya denizden komşu oldukları devletlerle birbirlerine danışmadan siyasi antlaşma yapamayacakları hükmü getirilmiştir18. Bu antlaşma Sovyetler Birliği tarafından 1945 yılında feshedilinceye kadar yürürlükte kalmıştır. 1923-1930 yılları arasında Türkiye-Sovyetler Birliği münasebetleri dostane biçimde sürdürülmüştür. Fakat Türkiye dış siyasetinde sadece Sovyetler Birliği ile ilişki kurmaktan öte diğer Batılı büyük devletlerle de sıkı münasebetler kurmaya başlamıştır. 1930-1938 yılları arasında da Türk-Sovyet münasebetleri dostane biçimde sürmüştür. Türkiye’nin 
Milletler Cemiyetine kabul edilmesi ilişkileri biraz olsun koparmışsa da Sovyetler Birliğinin, Milletler Cemiyetine girmesinde Türkiye’nin çaba göstermesi iki ülke işbirliğini devam ettirmiştir. Fakat Montreux Boğazlar Sözleşmesi iki ülke arasındaki ayrılığın ilk adımı olmuştur. Bu antlaşmanın hükümleri Sovyet Rusya tarafından her alanda eleştirilmiş ve kendisine yapılmış bir hareket olarak görülmüştür. Boğazlar Sözleşmesi sonrasında Türkiye İngiltere ile daha sıkı münasebetler kurmaya başlamıştır. Çünkü Türkiye, Sovyet Rusya’nın komünizm politikasını Türkiye’de de yaymaya çalışmasını tehdit olarak algılamış ve buna karşı Batılı ülkelerle yakınlaşmaya çalışmıştır. 

Türk-İngiliz Münasebetleri 

Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye ile İngiltere arasında en büyük sorun Musul Meselesi olmuştur. Musul Meselesi zamanla diğer devletlerin de müdahil olmasıyla karmaşık bir hal almıştır. Lozan Konferansında Türkiye, Irak sınırının belirlendiği sırada Musul ve Süleymaniye’de Türklerin çoğunlukta olmasını sebep göstererek bu bölgelerin Türkiye sınırları içerisinde kalması gerektiğini savunmuştur. Irak’ı manda olarak kullanan İngiltere ise bu talebe itiraz ederek bu bölgelerin Irak sınırında olduğunu iddia etmiştir. İki ülke uzun müzakereler etmişse de anlaşma sağlanamamıştır. Bunun üzerine Irak sınırının belirlenmesi hususunda iki ülkenin müzakerelere devam etmesine, şayet anlaşamazlarsa konunun Milletler Cemiyeti Konseyine götürülmesi gerektiğine dair karara varmışlardır. 1924 yılında İstanbul’da bir araya gelen İngiltere ve Türkiye anlaşamamışlar ve konu Milletler Cemiyetine intikal etmiştir. Çünkü İngiltere Musul Vilayeti dışında Hakkari Vilayetinin de Irak sınırlarına dâhil olması 
gerektiğini öne sürmüş ve anlaşmaz bir tutum sergilemiştir. Türkiye’yi anlaşmaya zorlamak için de Irak sınırında karışıklıklar çıkarmıştır. İki 
ülkeyi savaş durumuna getiren bu sorunda Fransa, İngiltere’nin yanında yer almıştır. Hatta Türkiye’nin yalnızlaştırılması politikası izlenmiştir. 

Başarılı olmayan görüşmeler sebebiyle Lozan Barış Antlaşması’nda alınan karar gereğinde mesele Milletler Cemiyeti Konseyine götürülmüş ve Konsey Musul’u Irak’ta bırakmanın uygun olacağına dair bir tavsiye kararı almıştır. Türkiye, bu tavsiye kararına uyarak 5 Haziran 1926 tarihinde bir antlaşma imzalayarak Türkiye-Irak sınırının belirlenmesini sağlamış tır19. 

Böylece Türkiye-İngiltere bunalımı da sona ermiştir. Türkiye’nin bu antlaşmayı imzalamasında İngiltere’nin Türk topraklarında çıkardığı karışıklıklar ve bölge insanını kışkırtmaları da etkili olmuştur. 

Türk-İtalyan Münasebetleri 

İtalyanlar, yaptıkları gizli anlaşmalarla Anadolu’da elde ettikleri toprakların büyük bir bölümünü, Paris Konferansı’nda Yunanlılara kaptırınca, İtilaf 
Devletleriyle anlaşmazlığa düştüler. Mondros Ateşkes Anlaşması’yla işgal ettikleri Türk topraklarında da halka karşı kötü muamelede bulunmadılar. 

II. İnönü Zaferi’nden sonra işgal ettikleri bölgelerden sessizce çekildiler. Daha sonra gelişen olaylarda da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni  destekleyen siyasetleriyle barışçı politikalarını sürdürdüler. 5 Temmuz 1921’de Anadolu’yu tamamen boşalttılar. Lozan Barış Antlaşması’nda çözüme  kavuşmayan Musul meselesi, Yunanistan ile etabli anlaşmazlığı gibi sorunlarla uğraşan Türkiye dış politika da oldukça yoğun bir dönem yaşıyordu. 

Bu durumdan faydalanmak isteyen İtalya, Türkiye’den farklı taleplerde bulunarak kendi sömürgeci politikasına uygun davranmasını istiyordu. 
Fakat Türkiye’nin kısa sürede sınır sorunlarını halletmesi ve hem ordu hem de ekonomik olarak güçlenmesi sebebiyle politikasında değişikliğe gitmiştir. Mussolini’nin Türkiye ile dostane münasebetler kurmak istemesinin en büyük sebebi çevresinde bulunan ülkelerin kedisine karşı ittifaklar kurmasıydı20. Çünkü İtalya’nın Arnavutluk’u kendi hâkimiyetine almasından sonra Yugoslavya sıranın kendisine geleceğini düşündüğünden zaman geçirmeden Fransa ile ittifak antlaşması imzalamıştı. Bu duruma karşı İtalya da sömürgecilik politikasından vazgeçmiş ve Türkiye ile dostane münasebetler kurmak amacıyla 30 Mayıs 1928 tarihinde Tarafsızlık ve Uzlaşma Antlaşması imzalamıştır. 

Türk-Fransız Münasebetleri 

Fransızlar, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Adana ve çevresini, daha sonra da İngilizlerle anlaşarak Urfa, Antep ve Maraş’ı işgal ederek bölgedeki yerli Ermenilerle iş birliği yaptılar. Bu bölgelerde bir Fransız yönetimi kurmak istediler. Savunma savaşının başlaması üzerine Fransızlar, Türk topraklarında tutunmanın kolay olmayacağını anladılar. Millî Kuvvetler karşısında dayanamayarak geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu arada Fransızların, Almanlarla Versay Antlaşması’nın tatbiki konusunda problemleri vardı. Fransa, Sevr Barış Antlaşması’ndan üç ay önce Türkiye Büyük Millet Meclisine başvurarak Güney Cephesi’nde yirmi günlük bir ateşkes istedi. Bu isteğini Türkiye Büyük Millet Meclisine iletmekle onun varlığını tanımış oluyordu. Moskova Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Fransızlar, Mebuslar Meclisinin Dış Komisyon Başkanı Franklin Bouillon (Franklen Buyon)’u Ankara’ya göndererek bir anlaşma zemini aradılar (9 Haziran 1921). Fransız kamuoyu da, Türk dostu olan Fransız yazarların etkisiyle, haklı bağımsızlık mücadelemizi destekledi. Sakarya Zaferi’nin kazanılmasından hemen sonra Ankara’da bir antlaşma imzalandı (20 Ekim 1921). Ankara Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, TürkFransız dostluk ilişkileri gelişti. Güney sınırımız (Hatay hariç) bugünkü hâlini aldı. Güney Cephesi’nde savaş sona erdi21. Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye-Fransa arasındaki münasebetlerde Osmanlı Borçları, Türkiye-Suriye sınırının tespiti, Misyoner okulları, Adana-Mersin Demiryollarının satın alınması gibi önemli uyuşmazlık konuları sorun olmuştur. 
20 Ekim 1921 tarihinde Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması sonrasında Türkiye-Suriye sınırını belirleyecek komisyon çalışmaları başarılı olmamıştır. Türkiye ile Fransa diplomatik münasebetlerini sıklaştırarak bu sorunun çözümlenmesi için uğraşmalarına rağmen sınır uyuşmazlığını halleden Dostluk ve İyi Komşuluk Sözleşmesi ancak Musul anlaşmazlığının halledilmesinden sonra 30 Mayıs 1926 tarihinde imzalan mıştır 22. 

Fransa ile Türkiye arasındaki en büyük meselelerden birisi borçlar olmuştur. Lozan Barış Antlaşması’nda Osmanlı Borçları tamamıyla çözüme 
kavuşturulamadığından daha sonra yapılan görüşmelerde de sorunlar yaşanmıştır. Çünkü Lozan’da alınan karara göre antlaşmada öngörülen 
prensipler doğrultusunda ilgili devletlerin vatandaşları ile Türk hükümeti arasında görüşmeler yapılacağı kabul edilmişti. Osmanlı Devleti en fazla 
Fransız vatandaşlarına ve şirketlerine borçlu idi. Bu nedenle Fransa borçlar konusunda baskı yapıyordu. Bu konu hakkında 13 Haziran 1928 tarihinde 
Paris’te antlaşmaya varılmasına rağmen 1929 yılında dünyada baş gösteren ekonomik bunalım borçların ödenmesini zorlaştırmıştır. Türkiye  borçların yeniden yapılanmasını talep etmiş ve görüşmeler sonucunda 22 Nisan 1932 tarihinde eskisine göre daha iyi şartlarda yeni bir antlaşma imzalanmıştır. 
Böylece Fransa ile borçlar meselesi de halledilmiştir. 

Fransa ile diğer bir anlaşmazlık ise Türkiye’de bulunan Fransız okullarındaki tarih ve coğrafya derslerinin Türkçe okutulması, bu dersleri Türk öğretmenlerin vermesi konusunda yaşanmıştır. Türk hükümeti tarafında hazırlanan eğitim-öğretim yönetmeliğine çoğu Fransız okulu uymayı reddetmiştir. 

Bunun üzerine de Türk hükümeti karara karşı çıkan Fransız okullarını kapatmıştır. Fransız Elçiliği ve Papalık bu sorunun çözümüne dair müdahil olmak istemişlerse de Türk hükümeti sadece okul idarelerini muhatap kabul ettiğini ve meselenin kendi iç sorunu olduğunu söyleyerek dış müdahalelere karşı tavrını açıkça belirtmiştir. Fransız okullarının çoğu bu nedene bağlı olarak kapatılmış ve Fransa ile aramızda siyasi gerginlik yaşanmıştır. Bu dönemde Fransa her konuda Türkiye aleyhine tavır sergilemiştir. Kapitülasyonların kaldırılması kararı çerçevesinde Adana-Mersin demiryolunu işleten Fransız şirketi kanunla devletleştirilmiştir. Bu devletleştirme kararına da tepki gösteren Fransa daha sonra 1929 yılında yapılan uyuşmazlık antlaşmasıyla kararı kabul etmiş ve olay çözümlenmiştir. 

Amerika ile İlişkiler 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne karşı, siyasi tutumunu değiştirerek ilişkiye geçen ilk devletlerden biri de Amerika Birleşik Devletleri oldu. Daha önce, ABD Cumhurbaşkanı Wilson, on dört maddelik bildiri yayımlamış ve bu bildiride Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerde bağımsız bir Türk Devletinin kurulmasını kabul etmişti. ABD, İtilaf Devletlerinin yanlış bilgilendirmeleri sonucunda Doğu Anadolu’da bir Ermenistan Devleti kurulması fikrini kabul etmişti. Fakat Doğu Anadolu’da incelemeler yapan resmî Amerikan heyetlerinin, bu yerlerin Türk bölgesi olduğunu belirtmeleri ve buralarda bir Ermeni Devleti’nin kurulmasının anlamsız olacağını ifade etmeleri, Amerikan siyasetinde değişiklik meydana getirdi. Ermenilere olan ilgi azaldı. Amerikan Kongresi’nde manda fikri reddedildi. Böylece büyük bir devletin İtilaf Devletleriyle birlikte Türkiye’ye olan baskısı ortadan kalktı. Türk-Amerikan dostluk ilişkileri giderek gelişti. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



****

Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler BÖLÜM 2



Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler  BÖLÜM 2

100. Yılında I. Dünya Savaşı Tanzimat Fermanı ( 3 Kasım 1839 ) 

II. Mahmut’un 1839’da ölmesi üzerine yerine oğlu Abdülmecit geçti. Abdülmecit tahta çıktığında (1839) Osmanlı Devleti, Mehmet Ali Paşanın  yarattığı Mısır bunalımıyla karşılaşmıştı. Osmanlı ordusu Nizip’te Mehmet Ali Paşaya yenilmiş, donanması da teslim olmuştu. Mısır sorunu kısa zamanda bir Avrupa sorunu durumuna geldi. Devlet bu şartlarda ya Mehmet Ali Paşanın eline geçecek ya da Rusya, Hünkâr İskelesi Antlaşması’na  uyarak Osmanlı devletini himayesi altına almaya kalkacaktı. Abdülmecit bu durumdan kurtulmak için güvendiği kişileri göreve getirmeye çalıştı. 

Bunların başında da Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Mustafa Reşit Paşa geliyordu. Mustafa Reşit Paşa, Londra ve Paris büyük elçiliklerinde 
bulunmuştu, Avrupa devletlerinin Osmanlı siyaseti hakkında bilgi ve deneyim sahibiydi. Mustafa Reşit Paşa, ülkeyi bu durumdan kurtarmak için  Avrupalı devletleri kazanmanın şart olduğunu anlattı. Bunun için ülkede şimdiye kadar yapılanların ötesinde daha köklü bir ıslahatın gerçekleştirilmesi  gerektiğini bildirdi. Mustafa Reşit Paşa İngiltere ve Fransa’nın siyasi desteğini sağlamak, Osmanlı Devleti’ne batılı anlamda bir biçim vermek, Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan insan hakları ilkelerini Osmanlı halkı için de uygulamak, batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmalarını engellemek amacıyla Tanzimat Fermanı’nı hazırladı. Tanzimat Fermanı (Gülhane Hattı Hûmayunu), 3 Kasım 1839’da, padişahın, yabancı ülke elçilerinin ve halkın katıldığı bir toplantıda Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu6. Tanzimat Fermanı ile padişah ilk kez tebaasının can, mal ve namus güvenliği konusunda güvence veriyordu. Tanzimat Fermanında ayrıca Kur’ana ve şeriata, yasalara uyulması istenmiştir. 
Tanzimat fermanın başlıca maddeleri şöyledir: 

· Askerlik süresinin 4-5 yıl ile sınırlandırılması ve nöbetleşe askerlik yöntemine geçilmesi, 
· Verginin herkesten gücü ölçüsünde alınması, zulüm ve baskı yapılmaması, 
· Yargılamaların açık olarak yapılması, 
· Açık ve kapalı idam cezalarının (Şeriata göre hüküm olmadıkça) yasaklanması, 
· Hiç kimsenin ırz ve namusuna saldırılamaması, 
· Mal ve can güvenliğinin sağlanması, 
· Çeşitli konularda, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, Bakanlar ve devlet büyüklerinin toplanarak görüşlerini açıkça söyleyebilecekleri; vergi, can ve mal güvenliği konularında gerekli yasaların bu kurumlarda düzenlenmesi, 
· Askerlikle ilgili sorunların Bab-ı Serasker Dar-ı Şurası’nda görüşülerek kanunlaştıktan sonra padişahın onayına sunulması, Padişahın şeriat 
  yasalarına uyacağına dair yemin etmesi, 
· Yasalara uymayanların vezir, ulema vb. de olsa cezalandırılacağı, bunun için özel bir ceza yasasının hazırlanması, 
· Bütün memurların maaşa bağlanması, rüşvetin yasaklanması, 
· Bu fermanın Osmanlı halklarına ve elçiliklere duyurulması. 

Tanzimat Fermanı’nın Önemi; 

• Tanzimat Fermanı ile Osmanlı padişahı ilk kez kendi gücünün üstünde kanun gücü olduğunu kabul etmiş, padişahın hakları sınırlandırılmıştır. 
• Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin anayasal düzene geçişinin ilk aşamasını oluşturmuştur. 
• Sorunlarını tek başına çözemeyeceğini anlayan Osmanlı Devleti, bu fermanla Avrupa ile dost geçinme amacını gütmüştür. 
• Tanzimat Fermanı ile getirilen yenilikler, önceki düzenlemelerden farklıdır. Bu ferman ile ilk kez insan hakları konusunda yenilikler yapılmıştır. 
• Tanzimat Fermanı ile kazanılan haklar bir halk hareketi sonucu değil, padişahın isteği ile verilmiştir (Bu yönü ile de Amerika ve Fransa’daki 
fermanlardan farklılık gösterir). 

Bütün bu haklara rağmen Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslimler memnuniyetsizliklerini protestolarla bildirmişlerdir. Müslüman halk ile hala eşit haklara sahip olmadıklarını ilan ederek Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’ne baskı yapmalarını istemişlerdir. Tanzimat Fermanı’yla padişahın yetkileri sınırlandırılıyor ve yasanın üstünlüğü ilkesi benimseniyordu. Ayrıca ferman, birey hakları ve hukuk devleti düşüncesinin oluşması yönünden de ilk adım sayılmıştır. Tanzimat, kendinden önce yapılmış olan yenilik hareketlerinin bir tekrarı değildir, yeni bazı prensipler getirmiş, batılılaşmayı sistemleştirmeye çalışmıştır. Bu haklar fermanda yer almış, uygulayıcılar ve toplum kesiminde inandırıcı bulunmamıştır. 

Ayrıca Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan milliyetçilik akımının etkisiyle ayrı dinlerden ve milliyetlerden olanların bir arada yaşaması zorlaşmıştı. 
Sonuçta fermandan sonra azınlıklar bağımsızlık istekleriyle ayaklandılar. 

Tanzimat Fermanı’ndan sonra Fransız kanunlarından esinlenerek Ceza Kanunu ve Ticaret Kanunu hazırlanmıştır. Osmanlıdaki Şeriat, Cemaat ve Kapitülasyon mahkemelerinin yanında Ticaret Karma Mahkemesi ve Asliye Karma Mahkemesi kuruldu. İltizam ve Aşar vergisinin toplama usulünde değişikliğe gidilerek vergilerin bundan sonra maliye memurları tarafından toplanmasına karar verildi. Bu dönemde ilk defa kâğıt para basılmışsa da paraların karşılığı olmadığından değeri düşük kaldı. Bu dönemde Padişah Abdülmecit’in emriyle eğitime dair yenilikler de yapıldı. 

1845 yılından itibaren düzenlenen bir kanunla medreselerin dışında devletin kontrolü altında darülfünun kurulması, ortaokullar açılması, ilkokulların 
ulemanın kontrolünden alınarak devlet tarafından kontrol edilmesi kararlaştırıldı. Eğitim işlerini düzenlemek için Meclis-i Daim-i Maarif-i Umumiye kuruldu7. 

Osmanlı tarihinde bu fermanın ilanıyla başlayan ve Birinci Meşrutiyet’in ilanına kadar süren döneme (1839-1876) Tanzimat Dönemi ve bu esaslar içinde ıslahat ve yenilik yapılması işine de Tanzimat-ı Hayriye denir. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra, onun esaslarına göre ıslahata başlandı. 

Fermanın esaslarının Anadolu ve Rumeli’de de iyice anlaşılması için özel memurlar gönderildi. Ferman halka anlatıldı. Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı’nda Avrupa devletlerinden beklentisi açısından amacına ulaşamadı. Avrupalılar Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya devam ettiler. Mısır Meselesi, 15 Temmuz 1840’da İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya devletlerinin Londra’da bir araya gelerek aldıkları kararlarla yeniden 
gündeme taşındı. Bu devletler, aralarında yaptıkları analaşmayla Mısır’ı yönetme hakkının Mehmet Ali Paşaya ancak veraset yoluyla verilebileceğini, 
Güney Suriye ve Akka’nın da kendisine verilebileceğini belirttiler. Mehmet Ali Paşa, Fransa’ya güvenerek bu şartları kabul etmedi. 

Bunun üzerine Osmanlı Devleti ve İngiltere, Mısır’a savaş açtı. Mehmet Ali Paşa bu savaşta yenildi ve 1840’da yapılan anlaşmayla Mısır, veraset yoluyla 
yönetilmesi şartıyla Mehmet Ali Paşaya bırakıldı. Suriye ise Mısır’ın egemenliğinden alındı. Mısır meselesi Avrupalı devletlerin Osmanlı üzerinde 
hâkimiyetlerini kurmaya çalıştıkları ve bunda da başarılı oldukları bir olaydır. Mısır meselesinin ardından 1841’de Boğazlar meselesinin görüşülüp karara bağlandığı Londra Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Osmanlılar önceden olduğu gibi Boğazları barış zamanında da savaş gemilerinin geçişine kapalı tutacak, barış içerisinde bulunduğu devletlerin hafif savaş gemilerine özel fermanla Boğazlardan geçiş izni verilecekti. 

Bu şartlar Rusya’nın güvenliğini sağlamış oluyordu. Bu antlaşmaya rağmen Ruslar Osmanlılar üzerindeki emellerinden vazgeçmediler ve 1853 Kırım 
Savaşı bunun en iyi örneklerinden birisini teşkil etmiştir. 

Kırım Savaşı (1853 - 1856) 

Tanzimat Fermanı, Avrupalı devletlerin azınlıkları bahane ederek Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışma girişimlerini belli bir süre durdurmuştu. 
Fakat bu dönemde Mısır ve Boğazlar sorununun İngiltere’nin yararına sonuçlanması Rusya’nın işine gelmemişti. Çar I. Nikola, İngiltere’nin Osmanlı 
Devleti’yle ilişkilerini bozmak için harekete geçti. Hasta Adam olarak nitelediği Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmayı önerdi. Ancak İngiltere, Osmanlı Devleti üzerindeki etkinliğini kaybetmemek için bu öneriyi kabul etmedi. Bunun üzerine Çar I. Nikola, Kutsal Yerler Sorunu’nu ortaya attı. 

Osmanlı ülkelerinde yaşayan tüm Ortodoksların korunmasının Rusya’ya verilmesini; Kudüs ve çevresindeki kutsal yerlerin dini yönetiminin de 
Ortodoks Kilisesi’ne bırakılmasını istedi. Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa’ya da danışarak çarın önerilerini geri çevirdi. Bunun üzerine Rus ordusu Eflak ve Boğdan’a girdi. Rus donanması ise Sinop’u topa tuttu ve Türk donanmasını batırdı (1853). Tuna’yı gecen Rus birlikleri Dobruca’ya kadar ilerlediler. Ancak Silistre’de Türk savunmasıyla karşılaştılar. Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki savaş, Avrupalı devletleri tedirgin ediyor ve devletlerarası daha büyük bir savaşın çıkmasından çekiniliyordu. Bu nedenle 1853’de Avusturya, Prusya, Fransa ve İngiltere temsilcilerinin katılımıyla Viyana’da bir toplantı düzenlendi. Bu toplantı sonucunda Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki barışın sağlanmasını isteyen bir nota hazırlandı. 

Rusya bu notayı kabul ederken, Osmanlı Devleti bazı değişikliklerin yapılması kaydıyla notayı kabul edeceğini bildirdi. Osmanlı Devleti’nin isteklerini Rusya’nın kabul etmemesi üzerine savaş bir süre daha devam etti. Osmanlı donanmasına ait bir filonun Sinop’ta Ruslar tarafından yakılması üzerine Boğazların Rusya tarafından işgal edilmesi tehlikesine karşın İngiltere ve Fransa, Rusya’ya nota vererek işgal ettiği toprakları Osmanlılara geri vermesini ve Osmanlı egemenliği altındaki Ortodoks tebaanın hamiliğini istemekten vazgeçmesini istediler. Rusya’nın bu talepleri kabul etmemesi üzerine de Fransız ve İngiliz donanmaları İstanbul önlerine gelerek Boğazların güvenliğini sağladılar ve 12 Mart 1854’te Rusya’ya savaş ilan ettiler. Bağlaşıklar, Rusya’yı barışa zorlamak için savaşı Kırım’da yoğunlaştırdılar. Sivastopol zorlu bir kuşatmadan sonra ele geçirildi. Bu 
arada Çar I. Nikola’nın ölümü üzerine yerine gecen Çar II. Aleksandr barış yapmaya hazır olduğunu bildirdi. Savaş sonunda bağlaşıklar Paris’te 
toplandılar. Antlaşma koşulları görüşülürken Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nden bir kanunla bütün vatandaşlarına din, mezhep farkı gözetmeksizin 
eşit haklar vermesini, herkesin kanun önünde eşit sayılmasını, Hıristiyanların da devlet memurluğuna kabul edilmesini, karma mahkemelerin kurulmasını, 
Hıristiyan vatandaşların mahkemelerde şahitliğinin kabul edilmesini ve Hıristiyan vatandaşların ödedikleri vergiyi kaldırmasını istemişlerdir. Bu istekler aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale anlamını da taşıyordu. Osmanlı Devleti antlaşma koşullarından daha fazla yararlanmak için antlaşma imzalanmadan önce Hıristiyan tebaanın haklarını içeren Islahat Fermanı’nı ilan etti (1856). Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı’ndaki başarısıyla “Hasta Adam” olmadığını Ruslara ispatlamıştı. Osmanlı Devleti, Paris’te ilk defa devletlerarası bir kongreye eşit haklarla katılmış oldu. Fakat kongrede Osmanlıların beklediği kararlar çıkmadı ve yenilgiye uğratılmış devlet muamelesi gördü. Fransa kendi çıkarları doğrultusunda Rusya’nın yanında yer aldı8. Bu nedenle Osmanlılar ıslahatlar yapmak mecburiyetinde kaldılar. Paris Kongresi 30 Mart 1856’da 
sonuçlandı ve Paris Antlaşması imzalandı9. Bu antlaşmaya göre; 

• Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayılacak ve Avrupa Devletler Hukuku’ndan yararlanacak, 
• Osmanlının toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı Avrupa devletleri tarafından garanti altına alınacak, 
• İki taraf savaş sırasında aldıkları yerleri geri verecek, 
• Boğazlar, 1841 Londra Sözleşmesi’ne göre yönetilecek, bütün devletlerin savaş gemilerine kapatılacak. 
• Karadeniz tarafsız hâle getirilecek, ticaret gemilerine serbest, savaş gemilerine kapalı tutulacaktı. Osmanlı Devleti ve Rusya, Karadeniz’de tersane kuramayacak ve savaş gemisi bulunduramayacaklar. 
• Rusya, gelecekte Hıristiyan ahalinin çıkarı için müdahalede bulunmayacak. Çünkü Osmanlı Devleti bu anlaşma öncesinde Hıristiyan ahalinin haklarını korumayı kabul ettiğini bildiren Islahat Fermanı’nı yayınlamış ve bu fermanı anlaşmayı imzalayan devletlere göndermişti. 
• Eflâk ve Boğdan muhtariyetini elde edecek, bu devletlerin iç işlerine, hiçbir devlet karışmayacak. 
• Tuna Nehri’nde gidiş geliş serbest olacak ve üye devletler tarafından oluşturulacak bir komisyon tarafından kontrol edilecek. 
• Osmanlı Devleti’nin ilan ettiği “1856 Islahat Fermanı” Avrupalı devletlerce dikkate alınacak, fakat bu devletler fermanın uygulamasına ve Osmanlının iç işlerine karışmayacak. 

Paris Antlaşması’yla Rusya, Osmanlı Devleti üzerindeki emellerinden bir süre için vazgeçmek zorunda kaldı. Balkanlarda yayılma olanağını büyük ölçüde yitirdi. Küçük Kaynarca Antlaşması’nın Rusya’ya, Osmanlı uyruğundaki Ortodoksların çıkarlarını koruma hakkı veren maddesi geçersiz kaldı. Osmanlı Devleti toprak bütünlüğünü kendi gücüyle koruyamayacağını resmen kabul etmiş oldu. Osmanlı ve Avrupa devletleri Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasının önüne set çekmiş oldular. Kırım Savaşı sonucunda Osmanlı Devleti, Avrupa devletleri konseyine kabul edilmiş oldu.

Fakat bu savaş Osmanlıları ekonomik ve siyasi açıdan oldukça fazla yıpratmıştı. Savaş sonrasında düzenlenen kongrede Osmanlı Devleti’nin iç işlerine 
müdahale edilmeyeceği karara bağlanmışsa da Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi başlı başına iç içlerine müdahale olarak nitelendirilebilir. 
Ayrıca Kırım Savaşı sırasında 1854’de ilk kez İngiltere’den dış borç aldı. Bu borçlar zamanla Osmanlı Devleti’nin mali bakımdan da Avrupa’ya bağlanmasına 
neden olmuştur. Avrupalı devletlere sağlanan kapitülasyonlar zamanla siyasi ayrıcalıkları da beraberinde getirdi. Osmanlı Devleti, Avrupa’dan aldığı borçları ödeyemediğinden Avrupa’nın iç işlerine yaptığı müdahaleleri de engelleyemez duruma geldi. 

Islahat Fermanı (1856) 

Islahat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin yanında yer alan İngiltere, Avusturya ve Fransa’nın dayatmasıyla Kırım Savaşı sürerken hazırlandı. Ferman, Paris Antlaşması öncesinde Osmanlı Devleti’nin yenileştirme programı olarak Avrupalı devletlere sunuldu. Fermanın hazırlanmasında Osmanlı nazırları Ali Paşa ve Fuat Paşa ile İngiliz ve Fransız elçileri birlikte çalıştılar. 

Tanzimat Fermanı gibi Islahat Fermanı da yeni bir düzenin ilkelerini genel çizgileriyle ortaya koyan bir programdı. Tanzimat’la başlayan Osmanlı kurumlarındaki modernleşme, Islahat Fermanı’yla da sürdürüldü. Tanzimat Fermanı’nda yapılacağı söylenen yenilik esasları bir kez daha belirlendi. 
Ancak bu fermana asıl özelliğini kazandıran Hıristiyan tebaaya yönelik hakları içermesidir. Islahat Fermanı’na göre tebaanın, din ve mezhep farkı gözetilmek sizin yasa önünde eşit olduğu kabul edildi. Herkes devlet memuru olma hakkı elde etti. Vergi adaleti öngörüldü. Gayrimüslimler de Müslümanlar gibi devlet memurluklarına girebilecekler ve her çeşit okulda okuyabileceklerdi. Askerlik hizmetini yerine getireceklerdi. Yabancılar vergilerini vermek koşuluyla mal mülk sahibi olabileceklerdi. Mahkemeler açık yapılacak; ticaret, ceza ve hukuk davaları için karma mahkemeler kurulacaktı 10. Fermanın genel maddeleri şöyledir: 

· Tanzimat Fermanı’nda okunduğu gibi din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin bütün tebaanın can, mal ve namusunun korunacağı, uygula mada etkili önlemlerin alınacağı, 
· Hıristiyan ve diğer gayrimüslim halka tanınan ayrıcalıkların sürdürüleceği, çağın gerektirdiği ıslahatların yapılacağı, 
· Patrikhanelerde kurulacak meclislerde; yapılacak yeniliklerin tartışılması, önerilerin padişaha sunulması, 
· Din adamlarına, Fatih Sultan Mehmet tarafından verilen hak ve ayrıcalıkların iyileştirilmesi, 
· Din adamlarının halktan aldıkları caize ve aidatların yasaklanması ve bunların maaşa bağlanması. Hıristiyan rahiplerin menkul ve gayrimenkullerine 
  dokunulmaması, 
· Her cemaatin yönetiminin dinî liderinin başkanlığında o topluluğun halkınca seçilecek üyelerden oluşan meclise bırakılması, 
· Aynı mezhepten olanların okul, mezarlık, hastane vb. kurumları yapmaları ve onarmaları konusunda hükümetten izin almaları, 
· Farklı din, mezhep ve cinsten olanlarla ilgili olarak yazışmalarda kullanılan ayıp, ar ve namusa dokunacak deyim ve sözlerin yasaklanması, 
· Din ve mezhep özgürlüğü, ayin özgürlüğü tanınması. İnsanların bunlardan dolayı cezalandırılmamaları, kimsenin din ve mezhep değiştirmeye  zorlanmaması, 
· Din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün tebaanın devlet memuriyetine girebilmeleri, askerî ve sivil okullara kabul edilmeleri, 
· Her cemaatin okul açabilmesi, ancak bu okulların eğitim yöntemlerinin, padişah tarafından üyeleri atanan bir maarif meclisi tarafından denetlenmesi, 
· Farklı din ve mezhepten olan kişilerin aralarındaki ticaret ve cinayetle ilgili davaların çeşitli divanlara havale edilmesi. Bu divanlar tarafından 
seçilecek meclislerin açık olacağı, davaların (vali, kadı ve gayrimüslimlerin davalarında patriklerin bulunabilmesi şartıyla) açık görülmesi, 
· Ceza ve ticaret yasalarının tercüme edilerek ilan edilmesi, 
· İnsan haklarının iyileştirilmesi, 
· Eziyet, işkence ve cerimenin yasaklanması, bunları yapan memurların cezalandırılması, 
· Vergi eşitliğinin sağlanması, 
· Müslüman olmayanların askerlik için bedel-i nakdi ödemeleri, 
· Yabancıların emlak sahibi olabilmeleri, 
· Aşar konusundaki suiistimallerin kaldırılması, 
· Devlet memurlarının ve meclis üyelerinin iltizamlık yapmalarının yasaklanması, 
· Cemaat başkanları ile padişahın seçtiği bir memurun Meclis-i Vala’da üye olarak bulunabilmesi, 
· Bankaların açılması, 
· Ziraat ve ticaretin geliştirilmesi için engellerin kaldırılması, Avrupa’nın bilim ve sermayesinden yararlanılması. 

Islahat çalışmaları yapıldığı sırada hükümet ve padişah da kurumsal reformlar yapmaya devam etmiştir. Öncelikle Maarif Nezareti, Encümen-i  Daniş, ortaokul, mesleki okullar ve teknik okulların açılmasına yönelik düzenlemeler yapıldı. Bu dönemde İltizam usulü kaldırıldı. Padişah, yayınladığı  fermanı koruyacağına dair yemin ederek, kendisinden üstün bir gücün varlığını kabul etmiştir. Islahat Fermanı'nın amacı; Osmanlı vatandaşlarını din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin kaynaştırmak ve bir Osmanlı toplumu yaratmaktı. Fakat Tanzimat Fermanı'nda olduğu gibi Islahat Fermanı da Avrupa devletlerinin Osmanlının iç işlerine karışmasını önleyemedi. 

Hatta daha da artmasına neden oldu. Daha çok gayrimüslimler için hazırlandığı bilinen Islahat Fermanı, Müslümanlarca hoş karşılanmadığı gibi gayrimüslimlerce de iyi karşılanmadı. Islahat Fermanı uygulama sonucu olarak istenilen başarıya ulaşamadı. Çünkü devlet ve millet çıkarlarına uygun hazırlanmamıştı. 1857’de çıkarılan Arazi Kanunnamesiyle yabancıların toprak edinmesine izin verildi11. Avrupalı şirketlere demiryolu yapma imtiyazı verildi. Bu faaliyetler aslında Osmanlı Devleti’nin sömürgeleştirilme çabalarıydı. Bu dönemde Nizamiye ve Ticariye Mahkemeleri kuruldu. 
Hukuk siteminin tek çatı altında toplanması amacıyla Mecelle hazırlandı. Tanzimat Fermanı’ndan sonra Fransız ticaret ve ceza kanunları tercüme 
edilerek Osmanlı hukuk sistemine adapte edildi. Fakat toplumsal yapıyı düzenleyecek bir kanunun eksikliği vardı. Çünkü Osmanlı toplumu farklı 
din ve mezhepten oluşan insanları barındırıyordu. Bu farklı din, ırk ve mezhepten insanların tamamını kapsayacak bir toplumsal hukuk oluşturulması 
ihtiyacı dolayısıyla 1867’de Sadrazam Ali Paşa, devletin ileri gelenleriyle bir çalışma başlattı. Ali Paşa, Fransız Medeni Kanunu’nun tercüme edilerek uygulanabileceğini savunuyordu. Fakat Ahmet Cevdet Paşa, Fransız Medeni Kanunu’nun Osmanlı Devleti’nin ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamayacağını, bu nedenle Osmanlı Devleti’ne ait yeni bir medeni kanunun hazırlanabileceğini ifade etti. Ahmet Cevdet Paşa bu düşüncelerle çalışmalar başladı ve öncelikli olarak fıkıh kitaplarını inceledi. Mecelle komisyonu kurarak her din, ırk ve mezhebi kapsayacak düzenlemeler üzerinde çalışmaya başladı. 1868’de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye kuruldu. Mecelle Komisyonu yeni medeni kanunu hazırlarken Hanefi mezhebinin uygulamalarını temel almış ve 16 kitaptan oluşan yeni kanun 1878’de son kitabın yayımlanmasıyla tamamlanmıştır12. Türk Medeni Kanunu olarak da adlan-dırılabilecek Mecelle’de birey, aile ve miras hukukuna dair düzenlemeler yer almamıştır. Bu nedenle de toplumun ihtiyaçlarına tam olarak karşılık veremese de hem şeri hem de nizamiye mahkemelerinde uygulanmıştır. 

Osmanlı Devleti, yapmış olduğu düzenlemelerle Avrupalı devletlerin iç işlerine müdahale etmesinin önüne geçmek istemiştir. Osmanlı hükümeti yapmış olduğu düzenlemelere ek olarak ekonomik anlamda yeni atılımlar yapmak istemiş ve bunun için de Avrupa sermayesine başvurmuştur. 
Hatta çoğu zaman Avrupalı devletler veya bankerlerden borç alarak ekonomisini düzeltmeye çalışmıştır. Dışarıdan Avrupa sermayesini kullanan  Osmanlı içeride de yeni vergi kalemleriyle kendisine kaynak oluşturmaya çalışmıştır. Bu düzenlemeler her ne kadar önceleri başarılı olmuşsa da yapılan savaşlar hazinenin dengesini bozmuş ve hükümet ekonominin kontrolünü kaybetmiştir. Kırım Savaşı nedeniyle 24 Ağustos 1854’de Londra’da Palmer, Paris’te Goldschimid ile anlaşma yapılmış ve yıllık %5 faizle 3 milyon İngiliz lirası (yaklaşık 330 milyon kuruş) borç para alınmıştır. 1855’de  Roschild’den %4 faizle 5 milyon İngiliz lirası (yaklaşık 545 milyon kuruş) borç alınmıştır. 1858 ve 1860 yıllarında yeniden borçlanmaya gidildi13. Bu  borçlar sebebiyle Osmanlı Devleti, Avrupa’ya bağımlı hale geldi. 1875 yılında alınan borçların ödenememesi sonucunda devlet iflas ettiğini açıkladı. 

Sultan Abdülmecit, Osmanlı Devleti’nde yaptığı yenileşme faaliyetleriyle devletin ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda gelişeceğini ve Avrupalı  devletlerle yarışabileceğini düşünmüştü. Fakat yapılan yenilikler sırasında hem Avrupa’ya yüklü miktarda borçlanılmış hem de yenilenen kurumların  halka geri dönüşü uzun sürdüğü için halk arasında bütün suç Sultan Abdülmecit’e yöneltilmişti. Devletin içine düştüğü bütün sorunların tek  sorumlusunun Sultan Abdülmecit olduğunu düşünen bazı kişiler padişahı tahttan indirmek için 1859’da gizli bir cemiyet bile kurmuşlardı. Fakat bu  cemiyetin üyeleri yakalanmış ve Kuleli Kışlası’nda sorgulanarak cezalandırılmışlardır. Bu olay Osmanlı tarihinde “Kuleli Olayı” olarak geçmektedir. 
Devleti borçlanması sonucunda iflas etmesi II. Abdülhamit Döneminde 1881’de Muharrem Kararnamesi ile Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasını  kabul etmesiyle sonuçlanmıştır14. Bu idare alacaklı tarafların kurduğu ve bütünüyle özerk bir yönetime sahip kuruluştu. Bu kuruluş Osmanlı,  İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı, İtalyan ve Galatalı Bankerlerin temsilcisinin yönettiği borç toplama bürosu olarak çalışmıştır. Bu idare aracılığıyla  Osmanlıların en önemli gelir kaynaklarına ait vergiler toplanmış ve devlet içinde devlet statüsü kazanmıştır. Osmanlı Devleti Avrupalıların  yarı sömürgesi durumuna düşmüştür. 

Tanzimat Fermanıyla başlayan ve Islahat Fermanıyla devam eden köklü yenileşme hareketleri devletin çöküşüne engel olamamıştır. Yapılan yeniliklerin birçoğu uygulanamamıştır. Bunun uygulanmasında görevli devlet yöneticileri de bu konuda ısrarcı olmamışlardır. Belki de bu durum Cumhuriyet kurulduktan sonra köklü inkılâplara girişen Mustafa Kemal Atatürk’e de örnek teşkil etmiştir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler, BÖLÜM 1



Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler,  BÖLÜM 1



Salih Yılmaz* 
*Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 


Giriş 
Salih Yılmaz 

Özet 

Büyük Devletlerin Siyasetleri 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti’nin kurulduğu topraklar, coğrafî konum açısından dünya üzerinde önemli bir yere sahipti. 
Bu yüzden, Türkiye Cumhuriyeti kurulana dek bu topraklar birçok devletin saldırısına hedef olmuştur. Avrupa Devletleri, kendi aralarında yaptıkları gizli 
anlaşmalarla Osmanlı Devleti’ni paylaşmışlar ve “Hasta Adam” olarak niteledikleri bu devleti bir şekilde parçalamak amacıyla planlar yapmışlardır. 
Osmanlı Devleti de Avrupalı devletlerin bu planlarına yönelik olarak kendince manevralar ortaya koymuş ve yıkılmamak için direnmiştir. Fakat Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılmasıyla başlayan süreçte halkın iradesiyle ortaya çıkan Milli Mücadele, Avrupalı devletlerin planlarının önünde durmuştur. 
Milli Mücadelenin başarıya ulaşması ve yeni bir devletin kurulmasıyla devletler arasındaki politikalar da farklı bir boyut kazanmıştır. 

Atatürk Döneminde denge politikası yürürlüğe konulmuş ve büyük devletlerle buna uygun münasebetler yürütülmüştür. 
Bu makalede Osmanlı Devleti’nin Avrupa Politikası, Büyük Devletlerden İngiltere, Rusya, Fransa ve Almanya’nın Osmanlı Devleti politikaları ile  Atatürk Dönemi Türk dış politikası işlenmiştir. 

Anahtar kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti, Şark Meselesi, Dış Politika, Avrupa’da Siyaset, Türkiye, 


Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerini Fransız İhtilali’nin meydana getirdiği düşünce akımlarında ve Sanayi İnkılâbı’nın ortaya çıkardığı sömürgecilik 
yarışında aramak gerekir. 19. yüzyıl içinde sanayileşmenin hızla gelişmesi ve Sanayi İnkılâbı’nın gerçekleştirilmiş olması, sömürgecilik faaliyetlerinin 
artmasına yol açmıştır. Avrupa ülkeleri, Afrika ve Uzak Doğu’da birbirleriyle rekabet etmeye başlamışlardır. Birçok ülkenin ekonomik çıkar çatışmaları 
karşılıklı siyasî rekabetlere, uyuşmazlık ve çatışmalara yol açmıştır1. Gerek Rusların Panslavist politikası ve Asya’da yayılması ve gerekse Almanların 
İngilizlere karşı izlediği politika, Almanlara karşı Rus-İngiliz iş birliğini zorunlu hâle getiriyordu. Fransa, Almanlara karşı oluşan bu düşmanlıktan yararlanarak 1871’de Almanlara kaptırdığı Alsace-Loraine (Alsas-Loren)’i geri almak istiyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise Rusya’nın Panslavizm politikasını hem kendi birliği, hem de Balkanlardaki nüfuz mücadelesi için önemli bir tehdit olarak görmekteydi. Bütün bu oluşum ve kaygılar Avrupa’yı kana bulayacak iki karşıt grubun ortaya çıkmasına neden oldu: Bunlardan birincisi, 1882 yılında Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın oluşturduğu İttifak (Bağlaşma) Grubu, ikincisi ise 1894’te Fransa-Rusya, 1904’te Fransa-İngiltere, 1907’de İngiltere-Rusya arasında anlaşmayla oluşturulan İtilaf (Anlaşma) Grubudur. Ancak İtalya 1915 yılında İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa girmiştir2. 

İki blok arasındaki çekişmeler Kuzey Afrika ve Balkanlar üzerinde yoğunlaşmıştı. 1908’de Reval Buluşması sonucunda İngiltere, Rusya’nın Ortadoğu ve Balkan politikalarına karşı ses çıkarmamaya başladı. Bu durum Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu endişelendiriyordu. 

Çünkü Rusya, Balkanlardaki Slavları birleştirme politikası çerçevesinde Sırbistan’ı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na karşı kışkırtıyordu. 

Sırbistan, Rusya’ya güvenerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarında Slavların yaşadığı bölgelerde hak iddia etmeye başladı. Almanya 
da Rusya’ya karşı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na destek olmaktaydı. Fas Bunalımı, Fransa ve Almanya’yı savaşın eşiğine getirmiş, Balkan 
Savaşları da Avrupa’yı topyekûn savaş tehlikesine sürüklemiştir. Fakat bu problemler İngiltere’nin arabuluculuğunda çözüme kavuşturuldu. 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’yle ilgili politikaları ise genel anlamda Doğu Sorunu (Şark Meselesi)  olarak adlandırılır. Doğu Sorunu, Avrupalı büyük devletlerin Osmanlı topraklarını ele geçirme ve Osmanlı Devleti üzerinde üstünlük kurma mücadelelerini  tanımlamak için kullandıkları bir kavramdır. Bu kavram ilk kez Viyana Kongresi’nde (1815), Ruslar tarafından ortaya atıldı. Bu dönemdeki  Şark Meselesi’nin hedefi, Avrupalılarca Hıristiyan toprağı sayılan Balkanlar ve Anadolu’dan Türkleri çıkarmaktı. Bu hedeflerine 1683’te  İkinci Viyana Kuşatması’nda Osmanlının yenilmesi ve 1699’daki Karlofça Antlaşması’nı imzalamasıyla yaklaştılar. Şark Meselesi’nde birinci dönem  1071 Malazgirt Savaşı’nda başlayıp Türklerin batıya doğru ilerlemesi karşısında Avrupalıların Haçlı seferleriyle engelleme gayretinde bulunduğu  dönemdir. 1699’dan 1923’e kadar geçen yıllarda Şark Meselesi’nin ikinci dönemi başlamış oldu. İkinci dönemdeki amaç ise Osmanlı Devleti’ndeki 
Hıristiyan unsurları korumak bahanesiyle Osmanlı topraklarını ele geçirmek ve Osmanlı Devleti’ni sömürgeleştirmek ti. Doğu Sorunu, 19. yüzyılın  ilk yarısında Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması, ikinci yarısında ise paylaşılması olarak uygulandı. Avrupalılarca Şark Meselesi  olarak adlandırılan bu meselenin iç yüzü şöyledir: 

Şark Meselesi ( Doğu Sorunu ) 

İlk kez 1815 Viyana Kongresi’nde siyasî bir terim olarak batılı diplomatlarca kullanılan Şark Meselesi’nin başlangıcı oldukça eskidir. Bu terim ile  açıklanmak istenen 1071’den 1923’e dek süren Batı Hıristiyan dünyası ile Türk-İslâm dünyası arasındaki ilişkilerin tümüdür. Şark Meselesi’ni iki  ayrı dönem olarak ifade etmek mümkündür. Birinci dönemini Türklerin 1071’i takip eden, batıya açılma dönemi oluşturur ki, Avrupa bu ilerleyişi  Haçlı seferleri ile engellemek çabasında bulunmuş, ancak başaramamıştır. Yine de bu faaliyetlerle, Avrupa’da dinî temeller üzerine oturtulmuş  bir zihniyetin ortaya çıkması sağlandı. Bu zihniyet de İslâm dünyasında Haçlı Zihniyeti deyimi ile ifade edildi. Bu dönemdeki Şark Meselesi’nin  hedefi, Avrupalılarca Hıristiyan toprağı sayılan Balkanlar ve Anadolu’dan Türkleri çıkarmaktı. Bu hedeflerine 1683’te İkinci Viyana kuşatmasında Osmanlının yenilmesi ve 1699’daki Karlofça Antlaşması’nın imzalanma-sıyla bu hedeflerine oldukça yaklaşmış oldular. 1699’dan 1923’e kadar geçen  yıllarda Şark Meselesi’nin ikinci dönemi başlamış oldu. Bu dönemdeki amaçları, Osmanlıda yaşayan Hıristiyan unsurları sözde koruma, gerçekte  ise Osmanlı topraklarından pay almak ve Osmanlı Devleti’ni yıkmak olmuştur. 

19. yüzyılın ikinci yarısında Haçlı zihniyetlerinin yanına, sömürgecilik faaliyetleri de eklenmiş, ancak bu amaçlarını saklayarak Hıristiyan  tebaanın haklarını korumak gayesini öne sürmüşlerdir. Böylece ortaya çıkan Şark Meselesi’ni, daha sonraki dönemde, Avrupa devletleri farklı anlamlarda kullandılar. Çünkü güçlenen Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirmek için geliştirdiği politikanın kendilerini de tehdit  ettiğini gördüler. Avrupa devletleri, 19. yüzyılın ilk yarısında, kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı toprak bütünlüğünün korunmasını istiyorlardı. 
Bölgede zayıf durumdaki Osmanlı varlığı, kendi çıkarları için gerekliydi. Çünkü güçlü bir devletin bölgeye yerleşmesi sömürgelerini tehlikeye  sokabilirdi. İngiltere’nin savunduğu bu siyaset, Fransa tarafından da desteklenmiş ve Osmanlı Devleti’ni, Rusya tehdidine karşı korumayı  amaçlamıştı. Mısır ve boğazlar meselesi de bu nedenle Osmanlı lehine çözüme kavuşturulmuştu. 

Rusya, İngiltere ve Fransa’nın bu amacını anlayınca İngiltere’ye Osmanlı topraklarını paylaşmayı teklif etti. Rusya’nın bu isteğini İngiltere  önce kabul etmedi. Fakat daha sonra Osmanlı Devleti üzerinde Almanya etkisini hisseden İngiltere, Rusya’yı boğazlar ve Balkanlar konusunda  serbest bırakarak, Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçti. Böylece Şark Meselesi; 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlının  Avrupa topraklarından çıkarılması ve buraların paylaşımı ile İstanbul’u Türklerden geri alarak Bizans’ın canlandırılması düşüncesine dönüş tü3. 
Avrupa devletleri, bu süreç içinde Osmanlı Devleti’ne karşı hep düşmanca ve ikiyüzlü bir tavır sergilediler. 20. yüzyılda ise Avrupa’da oluşan bloklaşmanın 
kesinleşmesi ve Almanya’nın Osmanlı Devleti’ne yakınlaşması üzerine, İngiltere, Rusya’yı Osmanlı toprakları üzerindeki emellerinde serbest  bıraktı. Başlayan bu yeni süreçte Anadolu’daki Türk birliğinin yıkılışı hedeflenmişti. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa devletleri  artık “Hasta Adam” saydıkları Osmanlı Devleti’nden pay alma yarışına girdiler. Rusya’nın Ermenileri isyana teşviki ile başlayan ve Osmanlı  Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki Sevr Antlaşması’na götüren gelişmeler bu sürecin devam ettirildiğinin göstergesi olmuştur. 

A.Avrupa’da Büyük Devletlerin Osmanlı Politikası İngiltere’nin Osmanlı Politikası 

İngiltere, 19. yüzyıl başlarında Hindistan ve Uzak Doğu’da büyük bir sömürge imparatorluğu kurmuştu. Sömürgelerine giden deniz ve kara yolları 
Osmanlı Devleti’nin topraklarından geçiyordu. İngiltere, Mısır ve Suriye’deki Doğu Akdeniz limanlarının, güçsüz olan Osmanlı Devleti’nin elinde bulunmasını 
çıkarlarına uygun gördü. Bunun için Fransızlar Mısır’ı işgal edince (1798) Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün 
korunmasını savundu. Rus savaş gemilerinin Boğazları kullanarak Akdeniz’e inmelerini önledi.  İngiltere, 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nin topraklarını ele geçirme politikasına yöneldi. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği  politikada meydana gelen değişimlerin başlıca nedenleri arasında, Almanya’nın İngiliz sömürgelerine göz dikmesinin önemli etkisi oldu. 
Ayrıca Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla (1869) Mısır’ı alarak Hindistan’a giden en kısa deniz yolunu denetlemek amacındaydı. 

Berlin Antlaşması’yla (1878) geçici olarak Kıbrıs’a yerleşti. 1882’de ise Mısır’ı işgal etti. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti’ni 
paylaşmayı öngören gizli antlaşmalarda yer aldı. Ermenileri destekledi. Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti’nin kurulmasını istiyordu. Ermeniler sadece 
Rusların himayesinde kalırlarsa kendi çıkarlarının zedeleneceğine inanıyordu4. 

Rusya’nın Osmanlı Politikası 

Rusya, Çar I. Petro döneminde gerçekleştirdiği siyasi ve ekonomik atılımlarla Avrupa’nın büyük devletleri arasına girdi. II. Katerina döneminde 
“Boğazları ele geçirme ve sıcak denizlere (Akdeniz ve Hint Okyanusu’na) inme” biçiminde özetlenebilecek uzun süreçli bir dış politikayı hedefledi. 
Bunun için Karadeniz’de egemenlik kurmaya çalıştı. Karlofça Antlaşması’ndan (1699) sonra Azak Denizi’nde denetimi ele geçirdi. Küçük  Kaynarca Antlaşması’nın ardından (1774) Karadeniz’e egemen duruma geldi. Avusturya, Fransa ve İngiltere ile Osmanlı Devleti’ni paylaşmayı  öngören gizli görüşmeler yaptı. Doğu Sorunu’nu ortaya attı. Bu bağlamda Mehmet Ali Paşa’yla yapılan savaşlarda Osmanlı Devleti’ni destekledi. 

Kırım Savaşı öncesinde “Hasta Adam” olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti’nin mirasını paylaşma konusunda Avrupalı devletlere önerilerde  bulundu (1853). Etnik ve dinî bağı bulunan Balkanlı Slav-Ortodoks milletleri Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırdı. Rusya, Osmanlı Devleti üzerinde  baskı kurmak için Hıristiyanlığı kullandı. Kilise ve papazları yönlendirerek Bizans’ı yeniden dirilteceği propagandasını yapan Rusya, böylece  Ortodoksluğun hamiliğini üstleniyordu. Bu hamilik ise gerek Balkanlarda gerekse Anadolu’da yaşayan Hıristiyan azınlığı harekete geçiren itici bir  güç oldu. Ruslar, Berlin Antlaşması’nda (1878), Ermeni sorununu uluslararası bir sorun olarak gündeme getirdi ve Ermeni isyanlarını destekleyen  ülkelerin başında yer aldı. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne karşı savaştı. Ancak 1917 Bolşevik İhtilali nedeniyle savaştan çekildi. 

Yıkılmasında önemli rol oynadığı Osmanlı Devleti’nin topraklarından pay alma fırsatı bulamadı. 

Fransa’nın Osmanlı Politikası 

19. yüzyıl başına kadar Osmanlı-Fransız ilişkileri dostane bir çizgide gelişti. Fransızlar Osmanlı Devleti’nin verdiği kapitülasyonlardan yararlanarak  Doğu Akdeniz ticaretinden büyük pay aldılar. Napolyon Bonapart dönemiyle birlikte Fransa, Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşma yarışına girdi ve Mısır’ı işgal etti (1798). Mısır’dan çekildikten sonra dostluk yeniden kuruldu. Ancak Napolyon, Osmanlılara karşı ikiyüzlü bir politika izlemeye yöneldi. Fransa’nın desteğiyle Osmanlı Devleti 1806’da Ruslarla savaşa girdi. Bundan yararlanan Napolyon, Ruslara karşı başarı kazandı. 

Osmanlı-Rus Savaşı sürerken Tilsit’te Rus çarı ile buluştu ve Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunu görüştü (1809). Fransa donanması Navarin 
baskınında da yer aldı. Fransa 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı topraklarını işgale başladı. 1830’da Cezayir’i, 1881’de Tunus’u ve Fas’ı ele  geçirdi. Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasıyla ilgili gizli antlaşmalarda yer aldı. Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği politikanın amacı diğer  devletlerle birlikte Osmanlı topraklarını sömürgeleştirmekti. Bu amacına ulaşabilmek için Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri kullanmaya  çalıştı. Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti’nin kurulması için Osmanlı Devleti’ne baskı yaptı. Ermenilere silah yardımı yaparak onların ayaklanmalarında  yardımcı oldu. 

Almanya’nın Osmanlı Politikası 

Almanya 1871’de Prens Bismarck önderliğinde millî birliğini kurdu. Bu dönemde Avrupa devletleri sömürgecilikte ileri gitmişlerdi. Fransa’ya saldırarak Alsace-Lorraine (Alsas-Loren)’i ele geçiren Almanya, İngiltere’yle de sömürgecilik yarışına girdi. Osmanlı Devleti’ne yakın bir politika izledi. 
Osmanlı Devleti ise İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı denge öğesi olarak gördüğü Almanya’yla iyi ilişkiler geliştirdi. Almanya’nın Doğu Sorunu bağlamındaki  amacı, İngiltere’nin Hindistan sömürgelerine giden Orta Doğu bölgesinde üstünlüğü ele geçirmekti. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin toprak 
bütünlüğünü savundu. Osmanlı Devleti, Bağdat demir yollarının yapımını Almanya’ya vererek Orta Doğu’da varlığını göstermesini sağladı. İki 
ülke arasında askerî ilişkiler geliştirildi. Alman subaylar Osmanlı ordusunun modern bir yapıya kavuşturulmasında etkili oldular. Bu askerî yakınlaşma 
Birinci Dünya Savaşı’nda iki ülkenin aynı blokta savaşa girmesiyle bağlaşmaya dönüştü. 

B.Osmanlı Devleti’nin Avrupa Politikası 

Osmanlı Devleti, 19. yüzyıl ortalarında batının askerî ve teknolojik üstünlüğüne salt askerî güçle karşı koyabilecek durumda değildi. Bunun için  batılı devletlerin kendi aralarındaki üstünlük mücadelesindeki çıkar çatışmalarından yararlanarak bir denge politikası izledi. Değişen güçler dengesine  göre politika belirledi. 19. yüzyılda özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra toprak bütünlüğüne yönelik en büyük tehlike Rusya’dan geldiği için bu devlete karşı İngiltere ve Fransa’yla iş birliği yaptı. Berlin Antlaşması’ndan sonra bu devletler Osmanlı topraklarını işgale başlayınca bu kez Avrupa’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan Almanya’yla yakınlaştı. Osmanlı Devleti, batılı devletlerin baskılarını azaltmak ve iç işlerine karışmalarını önleyebilmek için batılılaşma çabalarına hız verdi. Tanzimat ve Islahat fermanları, devlette batılı anlamda yapısal değişiklik yapmaya yönelik iki önemli adım oldu 5. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***