90'larda ne olmuştu: Faili meçhuller, Kayıplar
Rengin Arslan
BBC Türkçe,
İstanbul
3 Eylül 2015
90'ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu'nun 1990'lı yıllarından bugüne kalanları 5 bölümden oluşan bir yazı dizisiyle ele alıyoruz.
Yazı dizisinin ilk bölümünde 90'lı yıllarda orduda görev yapan askerlerin bakışıyla o dönemi aktardık, bugün ise faili meçhuller ifadesiyle vücut bulan insan hakları ihlallerini ele alıyoruz.
"Faili meçhul siyasi cinayetler genellikle cadde ortasında, şehrin en işlek yerlerinde, gündüz işlenmektedir... Güvenlik güçlerinin adi olaylarda işlenen cinayetlerin faillerini kısa sürede yakalaması veya tespit etmesine rağmen siyasal içerikli cinayetlerde failleri yakalayamaması vatandaş tarafından bu cinayetlere devletin göz yumduğu şeklinde algılanmaktadır."
1995 yılının Ekim ayında yayımlanan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) bünyesinde oluşturulan ve faili meçhullerle ilgili oluşturulan komisyonun raporunda Güneydoğu illerinde işlenen cinayetlere ilişkin böyle deniyor.
Rapor faili meçhuller cinayetlerin PKK tarafından işlendiğine ilişkin ifadeler kullansa da halk arasındaki bu yaygın görüşü de ifade ediyordu.
Gözaltında kayıp, bugün doğuda inşaat temelleri kazılırken bulunan kemikler, işkence, faili meçhul, "ensesinden bir kurşunla öldürülmüş olarak tarlada bulundu" ifadeleri ve bir yanda çocuklarının mezarını, kemiklerini isteyen Cumartesi anneleri. 90'ları bir çırpıda bu kelimelerle tarif ediyor o günleri anlatanlar.
AİHM'den onlarca mahkumiyet
1990'lar denilince akla ilk gelen kelimelerden biri olan faili meçhullerin sayısı 1995 yılında komisyonun tespitine göre 908 idi. Bunlara sadece Doğu'daki cinayetler değil, Türkiye'yi sarsan Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Çetin Emeç gibi Batı'da işlenmiş cinayetler de dahil edilmişti. Ancak sayıyı bine yaklaştıran Güneydoğuda yaşanan cinayetlerdi.
O günkü hak ihlalleri ve cinayetlerden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) taşınan onlarca davada mahkeme, Türkiye'yi başta yaşam hakkının ihlali başlığında olmak üzere suçlu buldu. Türkiye'yi başvuranlara yüksek miktarda tazminat ödemeye mahkum etti.
Bu davalardan biri bu yazı dizisi için görüştüğüm, o dönem İnsan Hakları Derneği yöneticileri avukatlar Meral Danış Beştaş ve Sezgin Tanrıkulu'nun da anımsattığı o dönem Sağlık İşçileri Sendikası başkanı olan Necati Aydın'ın öldürülmesiyle ilgili karardı.
Necati Aydın resmi kayıtlara göre 18 Mart 1994'te gözaltına alınmış ve hakim tarafından 4 Nisan'da serbest bırakılmıştı. Ancak 4 Nisan'da diğer günlerde olduğu gibi Adliye'nin dışında nöbet tutan yakınları onun ön kapıdan çıktığını görmemişlerdi. Bununla birlikte arka kapıdan çıkarıldığı görülmüş ve 10 gün sonra cesedi Diyarbakır'a 40 kilometre uzaklıkta bulunmuştu.
Sanığı tutuklamadığı için ağlayan hakim
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu cinayetle ilgili 2005 yılında Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkum etti.
Meral Danış Beştaş bu olayı "Serbest bırakılan birinin bizzat devletin mahkemesinden arka kapıdan çıkarılacak kadar pervasızlık ve hukuk tanımazlığın görülmesi açısından çok önemli bir vaka" diye tanımlıyor.
Necati Aydın gözaltındayken adliyede sorguya götürülürken gören ve dışarıda bekleyen ailesine "merak etmeyin kayıp değil, içeride" diyen Sezgin Tanrıkulu ise olayın sonrası için şunları söylüyor: "Hakime gittim. Hakim ben serbest bıraktım dedi. DGM yazı işlerinin bana sonradan söylediği, günlerce ağlamış hakim, demiş ki keşke tutuklasaydım. O zaman ölmezlerdi. Vicdan azabı çekmiş."
Aydın'ın cesedi bulunmadan önce DGM Başsavcısı'nın yanına gittiğinde aldığı yanıtı şöyle anlatıyor: "Bekir Selçuk kendinden çok emin bir DGM başsavcısıydı. Onun yanına gittim. 'Dağa gitmiş olamazlar mı?' dedi. Ben de 'Adam 15 gün gözaltında kalmış. Dışarıda ailesi bekliyor. İlla gidecekse de iki hafta sonra gider. Bize başka bir şey söyleyin' dedim. Bize kapıyı gösterdi."
Peki Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın verilerine göre geride 6 binden fazla kişinin işkence, gözaltında kayıp ve faili meçhul cinayet bırakan 1990'lı yıllarda ne oldu, hukuk nasıl işliyordu?
Tanrıkulu, neredeyse kimsenin işkence görmeden gözaltından çıkmadığını, "Bildiğiniz bütün işkence türleri, falaka, dayak, elektrik tümünün istisnasız kullanıldığını" söylüyor.
70 yaşındaki Fikri Özgen Beyaz Toros'ta
Tanrıkulu'na Olağanüstü Hal uygulamasının sürdüğü, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin (DGM) görev yaptığı dönemdeki gözaltı uygulamasını sorduğumda 1997 yılına kadar 30 gün olan gözaltı süresini hatırlatıyor ve ekliyor: "Hazırlık soruşturmasında, iddianame yazılan aşamaya kadar avukat yardımı mümkün değildi. Savcı, polis, hakim sorgusunda bulunmak mümkün değildi. Hazırlık soruşturması gizliydi. Avukattan da gizliydi."
Tanrıkulu'na insan hakları ihlalleri ve faili meçhulleri kimin yaptığı sorduğum zaman tek bir kelimelik yanıt veriyor: JİTEM.
Neden diye sorduğumda: "Yok etme ve sindirme. Yok ettiler. Devlet büyük küçük demeden herkesle uğraştı. Herkesi öldürmek konusunda bir sınırlama yoktu. O konuda eşit davrandılar" diye yanıtlıyor.
Bu trajik eşitliğe verdiği bir örnek ise, aynı zamanda müvekkili olan 70 yaşındaki Fikret Özgen'in bir gündüz vakti o dönemin cinayetleriyle simgeleşen beyaz bir Toros'a bindirilerek kaçırılması.
Tanrıkulu, haber aldıktan sonra olanları şöyle anlatıyor: "Hemen adliyeye gittim. Nöbetçi savcının yanına gittim. Savcılığın binasının karşısında JİTEM binası vardı. Bütün sorgular orada yapılıyordu. Savcıya yalvardım. Sana dilekçeyi veriyorum. Bana gözaltına alınmadı diyorsun ama ne olursun bu binaya bir gidin, bu adam 70 yaşında. Ne dediysem o binaya gidilmedi. Tanıklar ortaya çıktı. Astım hastasıydı. Nefes alamıyordu. O tanıklardan öğrendik, onu oraya götürmüşler. Bırakmışlar. Nefes alamamış. Mezarı yok daha."
"Savaş demek bile az geliyor bazen"
Aynı dönem İHD'nin Diyarbakır şubesi yönetiminde olan bugün HDP milletvekili Meral Danış Beştaş ise, "90'lı yıllarda gerçek anlamda şöyle bir duyguyla uyanıyorduk: bugün kaç ölüm olacak, nereden haber alacağız, akşam eve gidebilecek miyiz, hangi köyden feryat yükselecek? İşkence başvuruları çok yoğundu, günde onlarca işkence başvurusu geliyordu derneğe. Özellikle faili meçhuller çok fazlaydı. Savaş demek bile bazen az gelebiliyor. Ne söyleseniz karşılığı yok" diye tarif ediyor o günleri.
Devletin o dönem olanları kabul etmediğini söyleyen Beştaş, uygulamada ise failleri "koruyan ve gözeten bir yaklaşımın olduğunu söylüyor.
Beştaş, "Devletin resmi olarak yapmadığı ama arkasında durduğu, koruduğu, soruşturmaları yaptırmadığı ve bunu bir idari pratik uygulama haline gelmişti ihlaller, cinayetler. Yani faili meçhul cinayet işlenir ama faili yakalanmaz."
Bu dönemde tekrar hedef olmamak için pek çok kişinin yargı yollarına başvurmaktan kaçındığı veya etkin soruşturma eksikliğinin yaygın bir uygulama olduğu belirtiliyor. AİHM de, kendisine başvuru için bir şart olarak koyduğu "iç hukuk yollarının tüketilmesi" ilkesini yine 90'lı yıllarından hak ihlalleri davalarının bazılarında askıya almıştı. Yani başvurucuları, iç hukuk yollarını tüketmekten muaf tutmuştu.
Tanrıkulu'nun verdiği bilgiye göre AİHM bu kararında şöyle demişti: "Sözleşmeye aykırı eylemlerin tekrarından ve kamu makamlarının bu eylemlere resmen hoşgörü göstermelerinden oluşan bir idari uygulamanın bulunması ve bu uygulamanın yapılacak hukuki muameleleri boş ve etkisiz kılacak nitelikte olması halinde iç hukuk yollarını tüketme kuralı uygulanmaz."
90'larda insan hakları savunucu olmak
İnsan hakları açısından Türkiye'nin en karanlık yılları olarak da değerlendirilen 1990'larda avukatların günün tedirgin koşullarından muaf oldukları söylenemez.
Sezgin Tanrıkulu çok kez tehdit edildiğini, bir kere havaalınında gözaltına alındığını anlatıyor.
Bir başka gün evinin önünde bekleyen bir arabayı gece vakti Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı'na sorduğunda, başsavcının yarım saat sonra arayıp kendisine "Kim gelirse gelsin kapıyı açma" dediğini anlatıyor. Sonradan da "O gün Sezgin'i götüreceklerdi" diye duyduğunu aktarıyor.
O dönem herkesin gölgesinden korktuğunu ve tıpkı TBMM komisyon raporunda belirtildiği gibi gündüz vakti cinayetler işlendiğini anımsatan Tanrıkulu bir gün bir "Zihni Sinir Projesi" geliştirdiğini anlatıyor buruk bir gülümsemeyle:
"Herkes gerçekten gölgesinden korkar hale gelmişti. Yürürken acaba birisi izliyor mu diye. Ben bir Zihni Sinir projesi geliştirmiştim. Yakında boyun fıtığı olacağız dedim arkadaşlara. Sağa bak, sola bak, arkana bak kim geliyor diye. En iyisi sanayiye gidelim, omuza takılan dikiz aynası yaptıralım, sabah takalım yürüyelim dedim."
"Savaş koşulları herkesin iliklerine işlemişti"
Meral Danış Beştaş da hem heyet olarak hareket etmelerinin engellendiğini, hem de avukatların gözaltına alındığı zamanları hatırlatıyor ve "Tabii ki olağanüstü bir dönemdi her anlamda. Savaş koşulları herkesin iliklerine kadar işlediği yaşadığı bir ortamdı" diyor.
PKK tarafından kaçırılan sivilleri sorduğumda ise, "Onların peşine düşen güçlü bir aygıt yoktu. Onlar açısından da travma. Bir bütün olarak toplumun bütün kesimleri etkileniyor bundan" diyor.
1993 yılında ateşkes ilan edildiğinde ilk kez hiç unutamadığı bir anıyı anlatıyor:"DGM'ye gittim. Orada polis memurlarıyla konuşuyorduk. Çok mutluydular. Gözlerinde ışık gördüm. Hatta biri, avukat hanım çok mutluyuz, bu akşam çocuklarımızın elini tutup parka gideceğiz, özgürce dolaşacağız dedi. O polis memurunun söylediğini unutamıyorum."
Bugün o günlerden Türkiye içinde sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen davalar kaldı. Musa Anter cinayeti, JİTEM davası, geçen günlerde sonuçlanan ve 7 köylünün öldürülmesiyle ilgili eski asker Mete Sayar'ın yargılandığı ve beraat ettiği dava bunlardan biri.
Çoğu 90'lı yılların başlarında işlenen faili meçhul cinayetlerle ile ilgili olarak ise 20 yıllık zamanaşımı nedeniyle bir daha görülemeyecek. İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı 2004 yılında kaldırılmış ve Türk Ceza Kanunu'nda değişiklik yapılmıştı ancak bu değişiklik geçmişe dönük olarak uygulanmıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder